اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | امَنَ | inandı |
|
2 | الرَّسُولُ | Resul |
|
3 | بِمَا | şeye |
|
4 | أُنْزِلَ | indirilen |
|
5 | إِلَيْهِ | kendisine |
|
6 | مِنْ | -nden |
|
7 | رَبِّهِ | Rabbi- |
|
8 | وَالْمُؤْمِنُونَ | ve mü’minler (de) |
|
9 | كُلٌّ | hepsi |
|
10 | امَنَ | inandı |
|
11 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
12 | وَمَلَائِكَتِهِ | ve meleklerine |
|
13 | وَكُتُبِهِ | ve Kitaplarına |
|
14 | وَرُسُلِهِ | ve peygamberlerine |
|
15 | لَا |
|
|
16 | نُفَرِّقُ | ayırdetmeyiz (dediler) |
|
17 | بَيْنَ | arasını |
|
18 | أَحَدٍ | hiçbirini |
|
19 | مِنْ | -nden |
|
20 | رُسُلِهِ | O’nun elçileri- |
|
21 | وَقَالُوا | ve dediler ki |
|
22 | سَمِعْنَا | İşittik |
|
23 | وَأَطَعْنَا | ve ita’at ettik |
|
24 | غُفْرَانَكَ | bağışlamanı dileriz |
|
25 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
26 | وَإِلَيْكَ | sanadır |
|
27 | الْمَصِيرُ | dönüş(ümüz) |
|
Kur'ân'ın tamamı dünyaya gönderilmiştir. Bu iki ayeti ise (285-286) Rasulullah(sav) almak için göğe çıkmıştır.
İçinde genel anlamda tüm Bakara suresini de bir nevi içeren Amenerrasulu tefsiri..
Mesela tefsirin bir bölümünde şöyle diyor:
Semi’na vaata’na ğufranaka…diye geçen kısımda..işittik ve itaat ettik affina sığınırız…
İşiten ve itaat eden kişi neden af dilesin hemen ardından değil mi? Cevabi 1 saat 6. dakikadan sonra…
1 saat 10. dakikadan sonra da birçok kadının ve benim de içinde bulunduğumuz ilim konusundaki obsessionlarımızdan bahsediyor..nasıl her ilmi öğrenmek arzusundaki titizliğimizden…
Bakara suresi Medeni bir suredir, ama bu son iki ayetin daha önce, miracda nazil olduğu söylenir.
Mekke'nin göğünden peygamberimize indirilen ayetler Mekki, Medine'nin göğünden indirilen ayetler Medeni ayetler olarak isimlendirilir. Kur'ân'ın tamamı bu şekilde indirilmesine rağmen, peygamberimiz bilhassa bu ayetleri almak için Cebrail as'ın “bir adım daha atarsam yanarım” dediği yere yolculuk etmiştir.
Ayetin “peygamber de müminler de kendisine Rabbinden indirilene iman etti” yerine “peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de!” şeklinde gelmesi, peygamber efendimiz ile bizim imanımız arasındaki farkı birbirinden ayırmak içindir. Yaşadığımız şu devirde İslam'ı kabul etmek artık çok kolay.. Dünya nüfusunun 1,5 milyarı müslüman. Ama Cebrail as geldiğinde peygamber o mağarada yalnızdı. Ve gördüklerine duyduklarına iman etti. 40 yıl boyunca aralarında yaşadığı ve onu çok seven Mekke halkı ona “mecnun” dedi. Onun için önce peygamberin iman etmesini sonra biz müminlerin imanını sayıyor Allah. Aynı anlatım tarzı Hz.İbrahim’in oğlu İsmail’le Kabe yi inşa ettiği anlatılan ayette de göze çarpar.
وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ
İbrahim en başta İsmail en sondadır..
İlk cümlede, rasûl ve müminler iki kelimeydi..
Ama hemen bir sonraki ayette Allah “küllün” diyerek hem rasûlune hem de kendine yaklaştırır bir bütün eder müminleri..
“Peygamberlerinden hiçbirinin arasında ayırım yapmayız”
Allah, peygamberimizin en zor zamanlarında ona diğer peygamberlerin kıssalarını anlatıp teselli vermiş ve o kıssalarla yol göstermiştir. Babasıyla zor zaman geçiren biri Hz. İbrahim'i, kardeşleriyle sorunlar yaşayan Hz.Yusuf’u, eşiyle imtihan olan Hz.Lut‘u, oğluna lafını geçiremeyen Hz.Nuh’u okuyarak teselli bulabilir.
“İşittik ve iman ettik..Rabbimiz mağfiretini dileriz, dönüşümüz ancak sanadır”
İşitip iman ettikten sonra mağfiret dilenmesi,işittiğimiz halde gerektiği gibi itaat etmeyişimizden dolayı olabilir. Af kapısının her zaman açık olduğunu semadan bize bildiriyor ve nasıl dua etmemiz gerektiğini öğretiyor bize Rabbimiz.
“Allah hiç kimseye taşıyacağından fazlasını yüklemez”
Bu ayet üç şey söyler:
1)Allah herkese sorumluluk yüklemiştir.Sorumlu olmayan insan yoktur ,sorumsuz insan vardır.
2)Allah herkese mutlaka taşıyacağı bir sorumluluğu yükler hiç kimseyi sınırsız ve sorumsuz bırakmaz.
3)Her insanın sorumluluğu gücüne denktir.
Nitekim zekat zengine ,hac ona bir yol bulabilene, oruç sıhhati olana farzdır. Sorumsuz davranan üç kez zulmetmiştir .
1)Kendisine
2)Terk ettiği yüküne.
3)Onun terk ettiği yükü taşıyana.
“Rabbimiz eğer unutursak veya hata edersek (yanılırsak) bizi mesul tutma”
Ayette unutma da, hata edip yanılma da geçmiş zaman fiiliyle gelmiştir. Cümle “in” (eğer) ile başlamış bir koşullu cümledir. Koşullu cümlede geçmiş zaman fiilinin kullanılması ”bir defaya mahsus” anlamı katar. Unutmak ciddi bir eylemdir. Önemsemediğiniz, ya da az önemsediğiniz şeyleri kolay unutursunuz.
“Doğrusu Biz daha önce Âdem’e de vahiy ve emir vermiştik, ne var ki o ahdi unuttu, onda bir azim bulamadık.” (Tâhâ, 20/115)
Hz. Adem unuttu ve cennetten “aşağı/alçak” manasına gelen dünyaya indirildi. Biz unutursak nereye ineriz düşünmek lazım. Dünya “aşağı” ise daha aşağısı neresidir!
Bu ayet aslında “Rabbim bize Hz.Adem e ettiğinden daha fazla merhamet et” yalvarışıdır.
“Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme, Rabbimiz kendisine dayanabilmek için Takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme”
Bu ayette öğretilen dua yalnızca “yükümü azalt” vurgusu taşımaz, dolaylı olarak “kapasitemi arttır” vurgusunu da taşır.Yük; Rabbin rububiyyetinin tecellisi ve ilahi terbiyenin vesilesidir.
Parçayı görene düşen bütünü gören Allah’a teslim olmaktır. Bunu bilen her kula ise bu bilinçle dua etmek yakışır.
Rabbim bizleri sana hakkıyla teslim olanlardan ve gece gündüz senin rızanı arzulayarak dua edenlerden eyle…
Ebu Umame (r.a.)’den rivayet edildi ki, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Dört şey Arşu’r-Rahman’ın altındaki hazineden (Cennet hazinelerinden) indirilmiştir. Bunlar Fatiha-i Şerif, Ayete’l-Kürsi, Sure-i Bakara’nın sonu (Amenerresulü) ve Kevser Suresidir.” (El-Mütteki, Kenzu’l Ummal, 1/558)
“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255)
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ
Fiil cümlesidir. اٰمَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الرَّسُولُ fail olup lafzen merfûdur. مَٓا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harfi ceriyle birlikte اٰمَنَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اُنْزِلَ اِلَيْهِ ’dir. اُنْزِلَ meçhul mebni mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اِلَيْهِ car mecruru ve مِنْ رَبِّه۪ car mecrurları اُنْزِلَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesi atıf harfi وَ ’la الرَّسُولُ kelimesine matuftur. Veya mübtedadır. Haberi ise كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ ’dir. الْمُؤْمِنُونَ kelimesi cemi müzekker salim olduğu için و ’la merfû olmuştur.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesinin الرَّسُولُ kelimesine matuf olduğu düşünülecek olursa, o zaman كُلٌّ ’deki tenvinin temsil ettiği zamir, Peygamber’e ve müminlere işaret eder. Bu durumda anlam, “adı geçenlerin tamamı; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler” şeklinde olur ve الْمُؤْمِنُونَ kelimesinde vakıf yapılır. Eğer الْمُؤْمِنُونَ mübteda ise, o zaman كُلٌّ kelimesindeki tenvinin temsil ettiği zamir, müminlere işaret eder. كُلٌّ ’deki tenvinin temsil ettiği zamir, اٰمَنَ fiilinde tekil olarak ifade edilmiştir; zira anlam, كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ اٰمَنَ [onlardan her biri iman etti] şeklindedir. Ancak bu zamirin وَكُلٌّ اَتَوْهُ دَاخِر۪ينَ [hepsi boynu bükük vaziyette O’na gelirler.] (Neml 27/87)] ayetinde olduğu gibi çoğul olması da mümkündür. (Keşşâf)
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ
كُلٌّ mübtedadır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır. Takdiri; كلّهم şeklindedir. اٰمَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بِاللّٰهِ car mecruru اٰمَنَ fiiline müteallıktır.
مَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ kelimeleri atıf harfi وَ ’la اللّٰهِ lafza-i celâline matuftur.
İbn Abbas [v.68/688] وَكُتُبِه۪ [ve kitaplarına] ifadesini وَكِتَابِهِ [ve kitabına] şeklinde okumuştur. Bu durumda bu ifadeden maksat ya Kur’an’dır ya da cins olarak kitaptır. Yine İbn Abbâs’dan nakledilen bir görüşe göre كِتَابِ kelimesi, كُتُبِ (kitaplar) kelimesinden daha çok sayı ifade eder. Şayet “Tekil kelime nasıl çoğul kelimeden daha fazla sayı ifade eder?” dersen, şöyle derim: Çünkü tekil ile cins kastedilir. Cinslik, cinsteki tekil unsurların tamamında mevcut olup, hiçbiri bunun dışında kalmaz. Çoğul kelime ise sadece çoğul cinsi olanları kapsar. (Keşşâf)
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
Cümle mahzuf fiilin mekulü’l kavlidir. Takdiri; يقولون (derler) şeklindedir. Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. نُفَرِّقُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Mekân zarfı بَيْنَ mef’ûlun fih olup نُفَرِّقُ fiiline müteallıktır. اَحَدٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مِنْ رُسُلِ car mecruru اَحَدٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ istînâfiyyedir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l kavl cümlesi سَمِعْنَا ‘dır. قَالُوا fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. سَمِعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. اَطَعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. غُفْرَانَكَ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri; نستغفر (istiğfar ederiz) şeklindedir. غُفْرَانَ kelimesi فُعْلاَن vezninde semaî masdardır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mef’ûlu mutlak dua ifade eden bir fiilin yerini aldığında fiil hazfedilebilir. Burada غُفْرَانَكَ dua ifade eden mef’ûlu mutlak olduğu için fiil hazfedilmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. اِلَيْكَ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْمَص۪يرُ muahhar mübtedadır.
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası da faide-i haber ibtidai kelam olan mazi fiil cümlesidir.
Cümledeki fiiller mazi sıyga ile gelmiş, müminlerin ve rasulün imanlarının yerleşmiş, içlerine işlemiş ve onlardan ayrılmayan bir hakikat olduğuna işaret etmiştir.
Zira mazi fiil sübuta, temekküne ve istikrara işaret eder. (Mümtehine/6, Âşûr) رَبِّه۪ izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
الرَّسُولُ , الْمُؤْمِنُونَۜ ‘ye matuftur. وَ ’ın istînâfiyye, الْمُؤْمِنُونَۜ ’nin mübteda olması da mümkündür.
الرَّسُولُ kelimesindeki ال ahd içindir. (Âşûr)
الْمُؤْمِنُونَۜ burada Allah’ın Rasulüne icabet edenler için bir sıfattır. (Âşûr)
اٰمَنَ - الْمُؤْمِنُونَۜ arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rab isminin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.
[Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler).] Hasan-ı Basrî, Mücâhid, İbn Sîrîn ve Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiğine göre bu üç ayet dışında Kur’an’ın tamamını Hz. Muhammed aleyhisselama Cebrail indirmiştir. Bu üç ayeti ise Miraç gecesinde Yüce Allah vasıtasız olarak inzal etmiştir. Bu üç ayet dışında, Bakara Suresi Medine’de nazil olmuştur. Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivayete göre Cebrail (as) bu ayetleri Medine’de indirmiştir.
Zeccac şöyle demiştir: Allah bu surede birçok hüküm ve kıssalar zikretmiş ve konuyu nebisine ve ona uyanlara tazim, tekid ve önceden zikredilenlerin hepsini ifade eden اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ sözüyle bitirmiştir. Bu demektir ki; vaaz, hidayet ve şeriat ve bu maksatlara yardımcı olan şeylerden; bütün bunlara halis bir imanla inandıkları ve bu imana bağlı olarak amel ettikleri için Resulünü ve müminleri övmeye geçilmiştir. Çünkü Resule ve Kitaba iman, O'nun yapılmasını istediği amellere riayet etmeyi gerektirir. (Âşûr)
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu surenin başında (iman bölümünde) muhatap olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şehadete uygun üslup, kendisi için şehadet edilenin muhatap alınmamasıdır.
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) burada, şanlı şerefli bir kitap ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risalet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ [kendisine indirilene..] ifadesine bir hazırlık ve ilave bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine iman edilen peygamberlere dahildir.
Burada icmalî ifade kullanılması اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ [Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti] denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imanının, kendisine gelen vahyin bütün tafsilat ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyanıdır.
اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ [Rabbinden kendisine] ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’an'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilahî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)
Allahu Teâlâ, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara. 284) buyurunca; bizim ne gizli ne açık ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hak, bizim için bir medh ve övgü ifade eden açıklamaları getirerek,
[O Peygamber de kendisine (Rabbinden indirilene iman etti, müminler de…] (Bakara, 285)” buyurmuştur. Cenab-ı Hak sanki, lütfu ve keremi vesilesiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak senin için bir medh-ü sena olacak olanları zikrederim.. Öyle ki sen böylece benim mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi aynı şekilde cömertlik ve merhamet, iyilikleri izhar ve hataları da örtme hususunda da kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!" (Fahreddin er-Razi)
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ
İkinci mübteda olan كُلٌّ ’deki tenvin mahzuf muzafun ileyhten ivazdır. Yani كلّهم demektir. Haber olan اٰمَنَ , müsbet mazi fiil formunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasıyla gelmesi onların imanının sübutuna, temekkününe ve istikrarına delalet eder. (Âşûr, Mümtehine/6)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
İman edilenlerin Allah, melekler, kitaplar ve peygamberler şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ sözü ayrıntıların zikrinden sonra bir toparlamadır. (Âşûr)
مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ izafetlerinde Allah’a ait zamire muzâf olan melekler, kitaplar ve peygamberler şeref kazanmıştır.
مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الْمُؤْمِنُونَۜ kelimesinin الرَّسُولُ kelimesine matuf olduğu düşünülecek olursa, o zaman كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir, Peygamber’e ve müminlere işaret eder. Bu durumda anlam [adı geçenlerin tamamı; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler] şeklinde olur ve وَالْمُؤْمِنُونَۜ kelimesinde vakıf yapılır. Eğer وَالْمُؤْمِنُونَۜ mübteda ise, o zaman كُلٌّ kelimesindeki tenvinin temsil ettiği zamir, müminlere işaret eder. كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir, اٰمَنَ fiilinde tekil olarak ifade edilmiştir; zira anlam, [onlardan her biri iman etti] şeklindedir. Ancak bu zamirin وَكُلٌّ أَتَوۡهُ دَ ٰخِرِینَ [hepsi boynu bükük vaziyette O’na gelirler.] (Neml 27/87) ayetinde olduğu gibi çoğul olması da mümkündür. (Keşşâf)
كُلٌّ kelimesinin muzâf olarak kullanılmaması ve böylece tenkir ifade etmesi, buna paralel olarak fiilin tekil sıygada kullanılması, inanma eyleminde hiçbir müminin istisna yapılmadığına güçlü bir vurguyu içerir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
Müminlerden maksat, bu isimle mâruf olan fırkadır.
اٰمَنَ [iman etti] fiilinin zamiri, müminlere racidir ve tekil varid olmuştur. Çünkü burada: [Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.] (Neml 27/87) mealindeki ayette olduğu gibi maksud, toplanma manasına itibar edilmeksizin müminlerin her ferdinin iman etmiş olmasıdır.
Bu cümlede üslubun makablinden farklı oluşu, Peygamberin müşahede ve görgüye dayanan imanı ile müminlerin hüccet ve delilden doğan imanı arasındaki açık farkı tekid ile bildirmek içindir. Peygamberin imanı ile müminlerin imanı, her yönden birbirinden farklıdır. Hatta onları ifade eden tertip biçimleri de birbirinden farklıdır.
Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine... iman hem müminlere hem de hepsine) müminlerin her ferdinin imanına hükmedilmiştir. Ama takviye ve tekide muhtaç bir nevi kapalılık vardır.
Biz Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Musa ve İsa'ya verilenlere ve Rablerinden diğer nebilere verilenlere iman ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136) mealindeki ayette, peygamberler منْهُمْ [onlardan] zamiri ile ifade edilmiş iken, burada وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ ‘den sonra zamir kullanılmayıp مِنْ رسله [O'nun Resullerinden] ifadesinin tercih edilmesi;
1- Ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce ayette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması halinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi),
2- Ya aralarında ayrım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifade edilmiş olur),
3- Ya da ayrımı konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, peygamberler arasında peygamberlik (risalet) bakımından hiçbir ayrım yapmamaktır. Fakat bu, peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez. (Ebüssuûd)
Bu ayet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imanın şartlarından olduğunu gösterir:
Birinci mertebe: Allahu Teâlâ’ya iman etmek. Çünkü alemin, her şeye kâdir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan azade bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a iman edip, O'nu tanıma imanın temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak Teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imanı" zikretmiştir.
İkinci mertebe: Allahu Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: [O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy ile melekleri indirir] (Nahl, 2) Allah'ın vahyinin insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı meleklere iman ayette ikinci mertebede zikredilmiştir.
Üçüncü mertebe: Kitaplara imandır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifade olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, ayette "kitaplar" sözü meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allahu Teâlâ kitaplara imanı meleklere imandan sonra zikretmiştir.
Dördüncü mertebe: Peygamberlere imandır. Peygamberler vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü Allahü Teâlâ peygamberlere imanı dördüncü sırada saymıştır. Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertipte ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. (Fahreddin er-Razi)
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle mahzuf يقولون fiilin mekulü’l-kavlidir. Menfi fiil cümlesi formunda gelmiştir.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan mahzuf يقولون fiilinin mekulü’l-kavli olan bu cümle, iman edenlerin hali konumundadır. Hal cümleleri ıtnâb babındandır.
اَحَدٍ ’deki tenvin ‘’hiçbir’’ manasındadır. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.
رُسُلِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzaf olması رُسُلِ ’ye şeref kazandırmıştır.
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
وَ istînâfiyyedir. Cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl cümlesi de faide-i haber ibtidaî kelam olan müsbet fiil cümlesidir.
سَمِعْنَا , اَطَعْنَا ‘ya matuftur.
İstînafiyye olarak fasılla gelen غُفْرَانَكَ kelimesi amili gizli olan mef’ûlü-mutlaktır. Amilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. İzafet az sözle çok anlam ifade etmek maksadıyla gelmiştir.
İtiraziyye olan رَبَّنَا cümlesi nida üslubunda gelmiş ıtnâb sanatıdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif nida edenin münadaya yakın olma isteğinin göstergesidir.
رَبَّنَا izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
وَ ’la gelen son cümle mahzufa atfedilmiştir. Takdiri; قائلين منك المبدأ وإليك المصير (Başlangıç sensin ve dönüş de sanadır diyerek) olur.
Haberî isnad formunda gelen سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ve وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ cümleleri dua manası taşıdığı için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebtirler.
Nida üslubunda gelen cümle de dua manasında olduğundan mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Kulaklarımız ile سَمِعْنَا [duyduk] ve bedenlerimiz ile اَطَعْنَا [itaat ettik.] Bir görüşe göre “duyduk”, “Aklettik ve anladık” demektir. [Rabbimiz! Affına sığındık.]
[“bağışlaman!] anlamındaki غُفْرَانَكَ ifadesinin mef‘ûl kullanımı dua anlamındadır. Yani “Rabbimiz! Bizi affet!” derler. Yahut da ifade, “Onlar ‘Senin affını talep ediyoruz.’ derler.” anlamına gelir ki surenin sonundaki [Bizi affet] kısmının tekrarı olmaması açısından bu yorum daha uygundur. Her iki yorumu birleştirerek anlamın, “Rabbimiz! Senin affını istiyoruz. Bizi affet!” şeklinde olduğunu söylemek de mümkündür. وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ [Dönüş sanadır.] Yani dünyada muvaffakiyet, ahirette sevaba kavuşmak için dönüş sanadır. Bu ayet ölümden sonra dirilmeyi ve cezayı ikrar etmektedir. Ayrıca bu konulardaki herhangi bir istisna iddiasının batıl olduğuna ve iman adının onunla gerçekleştiğine delildir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
غُفْرَانَكَ kelimesi, سبحانك kelimesine benzer. Semaî masdardır. İzafet şeklinde gelmiştir.
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا cümlesi اٰمَنَ الرَّسُولُ cümlesine matuftur. اَلسَّمْعُ burada rıza, kabül ve itaatten kinayedir. Tersi, işitmezler yani ‘’itaat etmezler’’ demektir. (Âşûr)
المَصِيرُ kelimesi hakikat manasında olabilir. Bu durumda ba’s in itirafıdır. Dönüş Allah’adır, çünkü günün sonudur. Ya da Allah'ın gücünün zorunlu olarak ortaya çıktığı bir alemdir. Tam bir iman ve itaat için bir mecaz olması da mümkündür. Sanki onlar İslam'dan önce baki idiler, sonra Allah'a dönmüşlerdir. فَفِرُّوا إلى اللَّهِ [Allah’a kaçın] (Zâriyât/50) ayeti de buna benzer. Allah’a dönmek; O’nun emrine ve yasaklarına uymak manasındadır. (Âşûr)
اِلَيْكَ mecrurunun takdimi hasr içindir. Yani dönüş sadece sanadır. Senden başkasına değildir. Hakiki kasrdır. Bununla kastedilen onların sadece kendisine döneceklerini ve dalalet ehlinin ibadet ettiği başka şeylere dönmeyeceklerini bilmeleridir. (Âşûr)
سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا [işittik ve itaat ettik] ifadesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, talep edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur. (Ebüssuûd)
Allahu Teâlâ'nın bu ayetteki, غُفْرَانَكَ hitabının manası, "senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" Bir sıfatta kâmil olan zattan kamil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Buna göre, غُفْرَانَكَ ifadesi, kâmil ve tam bir mağfireti talep etmek olur. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur. “Mağfiretini isteriz” diyen bu topluluk mükellefiyetleri kabul edip, onlarla amel ettiklerine göre daha niçin mağfiret talebinde bulunma ihtiyacını duymuşlardır? Şöyleki; Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda her ne kadar bütün gayretlerini sarfetmiş iseler de kendilerinden bir kusurun sadır olmasından korkmaktadırlar. İşte bunu mümkün gördükleri için, "Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz)" demişlerdir. Bunun manası, "yaptıkları ve sakındıkları şeylerde kusurlarından ötürü, Allah tarafından bir mağfiret isterler" şeklindedir. (Fahreddin er-Razi)
Ayetteki غُفْرَانَكَ ifadesinin takdiri "Mağfiretini bize ver" şeklindedir. Dua cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela, سَقْيًا "sulamak" (yani bizi sula) ve رَعْيًا "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdarlarında olduğu gibidir. (Fahreddin er-Razi)
رَبَّنَا Ey Rabbimiz, hitabının manası şöyledir: ‘’Ben yok iken beni yaratıp terbiye ettin. Eğer sen, beni o zaman yaratıp büyütmeseydin zarara uğramazdım. Çünkü o zaman var olmaz, yok olarak kalırdım. Fakat şu anda sen beni terbiye etmezsen, büyük zarara uğrayacağım. Bundan dolayı beni ihmal etmemeni talep ediyorum’’ manasındadır. (Fahreddin er-Razi)
رَبَّنَا [Ey Rabbimiz] hitabıyla rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve bunun müminlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifade etmek içindir.
Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile nihai dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir tezyîl olup kulların ilahî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza (karşılık bulmak) için olacaktır. (Ebüssuûd)
Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”
Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”
Bakara 285-286