1 Mayıs 2024
Bakara Sûresi 283-286 (48. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Bakara Sûresi 283. Ayet

وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟  ...


Eğer yolculukta olur da bir yazıcı bulamazsanız, o zaman alınmış rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah’tan sakınsın. Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse, şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِنْ ve eğer
2 كُنْتُمْ olur da ك و ن
3 عَلَىٰ
4 سَفَرٍ seferde س ف ر
5 وَلَمْ
6 تَجِدُوا bulamazsanız و ج د
7 كَاتِبًا yazacak birini ك ت ب
8 فَرِهَانٌ rehinler (yeter) ر ه ن
9 مَقْبُوضَةٌ alınan ق ب ض
10 فَإِنْ eğer
11 أَمِنَ güvenirseniz ا م ن
12 بَعْضُكُمْ biriniz ب ع ض
13 بَعْضًا diğerinize ب ع ض
14 فَلْيُؤَدِّ ödesin ا د ي
15 الَّذِي kimse
16 اؤْتُمِنَ kendisine güvenilen ا م ن
17 أَمَانَتَهُ emanetini ا م ن
18 وَلْيَتَّقِ ve korksun و ق ي
19 اللَّهَ Allah’tan
20 رَبَّهُ Rabbi olan ر ب ب
21 وَلَا
22 تَكْتُمُوا gizlemeyin ك ت م
23 الشَّهَادَةَ şahidliği ش ه د
24 وَمَنْ ve kimse
25 يَكْتُمْهَا onu gizleyen ك ت م
26 فَإِنَّهُ şüphesiz o
27 اثِمٌ günahkardır ا ث م
28 قَلْبُهُ onun kalbi ق ل ب
29 وَاللَّهُ Allah
30 بِمَا şeyleri
31 تَعْمَلُونَ yaptıklarınız ع م ل
32 عَلِيمٌ bilir ع ل م

 Seferaسفر : سَفْرٌ  bir şeyi örten/kapatan örtüyü veya perdeyi açmak ya da kaldırmaktır. Özellikle somut şeylerle ilgili kullanılır. İf'al formundaki إسْفارٌ sözcüğü ise özellikle renkle ilgili kullanılır. سِفْرٌ hakikatlerin örtüsünü ve perdesini açan veya kaldıran kitap manasını ifade eder ve çoğulu أسْفارٌ  şeklinde gelir. Türkçede de kullandığımız sefir kelimesi (سَفِيرٌ) insanlar arasında aracılık ederek aralarındaki ihtilaf ve anlaşmazlığı izale eden, ortadan kaldıran kişidir. سَفْرٌ lafzı yolculuk/sefer yemeği ve bu yemeğin yeneceği kap demek olan sufra (سُفْرَة)sözcüğünden türetilmiştir. (Müfredat)

Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 12 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sefer, sefir, sefâret, safari, misafir ve sofradır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ


و istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.  تُمْ  muttasıl zamiri  كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.  عَلٰى سَفَرٍ  car mecruru  كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  تَجِدُوا  meczum muzari fiildir.  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  كَاتِبًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

فَ  şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir.  رِهَانٌ  mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri الوثيقة (Vesika) şeklindedir.  مَقْبُوضَةٌ kelimesi رِهَانٌ ’un sıfatıdır. 


 فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ 


فَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  اَمِنَ  şart fiilidir, mahallen meczumdur.  بَعْضُ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  بَعْضًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  لۡ , emir lam’ıdır.  يُؤَدِّ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Müfret müzekker has ism-i mevsûl الَّذِي , fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur. اؤْتُمِنَ  meçhul mebni mazi fiildir. Naib-i faili müstetir هُو ’dir.  اَمَانَتَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mansubtur.

وَ atıf harfidir. لۡ , emir lam’ıdır. يَتَّقِ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir هُو ’dir.  اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  رَبَّ lafza-i celâlden bedeldir. Muttasıl zamir هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.


اؤْتُمِنَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil, iftiâl babındadır. Sülâsîsi أمن ’dır. Bu bab, fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. 

    

وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ


وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَكْتُمُوا fiili ن ‘un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı faildir.  الشَّهَادَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 


وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ


وَ istînâfiyyedir. مَنْ şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart fiilidir. Meczum muzari fiildir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.  يَكْتُمْهَا  şart fiilidir, meczum muzari fiildir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

فَ şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir. إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. هُۥ muttasıl zamiri إِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  اٰثِمٌ ise إِنَّ ’nin haberi olup merfûdur. قَلْبُ  kelimesi  اٰثِمٌ ’un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُ [Onun kalbi günahkârdır.] Bir görüşe göre onun kalbinin facir olduğu anlamına gelir. Bir anlayışa göre onun kalbi hesaba çekilir. Burada eylem kalp ile ilişkilendirilmiştir. Çünkü saklama işi kalpte olur. Kalbin buna yönelmesiyle gerçekleşir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

   

وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟


İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harfi ceriyle birlikte خَبِیرࣱ ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  تَعْمَلُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. عَل۪يمٌ۟ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.

وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ

 

وَ istînâfiyyedir. Önceki ayete atıf olması da caizdir. Ayet şart üslubunda faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Şart fiili  كان ’nin dahil olduğu, faide-i haber ibtidâi kelam olan isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır.  كان  , عَلٰى سَفَرٍ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

وَ ’la gelen hal cümlesi  وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِبًا  şeklindeki menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

كَاتِبًا ’deki tenvin herhangi bir manasındadır. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.

Rabıta harfi  فَ  ile gelen cevap cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mübtedanın sıfatlanmış olması nekre gelmesini mümkün kılmıştır. Takdiri تستوثقون بها [Kendisine güvendiğiniz] olan haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.  مَقْبُوضَةٌۜ  kelimesi  رِهَانٌ ’un sıfatıdır. Sıfat ıtnâb babındandır.

اِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ  ifadesinde tebeî istiâre vardır. سَفَرٍ kelimesi مسافرين anlamındadır. Bu kişilerin seferdeki durumları, yolcunun bineğe hakimiyetine benzetilmiştir. (Mahmut Sâfî) 

Burada ‘’vesika’’ rehindir. رِهَانٌ kelimesi رِهنٌ  kelimesinin çoğuludur. Borç karşılığında güvence altına alınan mal anlamına gelir.  مَقْبُوضَةٌۜ  kelimesi rehinin sıfatıdır ve bu konudaki hükmün malın elde tutulmaya devam edilmesi olduğunu gösterir. Mal ancak kabzın başlaması ile rehin ayetine gelir. Bundan dolayı  مَقْبُوضَةٌۜ [ele almayı] zikretmiş sonra  رِهَانٌ  [Rehin] şeklinde nitelemiştir. Ardından da malın elde tutulmasının sürekliliğini şart olarak belirlemiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

Burada yolculuk esnasında rehin alma işi şart koşulmuş olsa da, yolculuk olmadığı zamanlarda da rehin alınabilir. Bu, yalnızca yolculuk haline ait bir iş değildir. Burada rehinin yolculukta zikredilmesinin sebebi, genelde yolculuk esnasında kâtip ve şahit bulanamayabileceği sebebiyledir. Burada rehin alınmakla emrolunması, hem kâtip ve hem şahit yerine geçmesi açısındandır. Rehin  bırakılan şey, malı korumada bir güvence ve vesika olmaktadır. Dolayısıyla burada söylenen söz şart yoluyla olmayıp, genelin durumuna göredir. (Ruhu’l Beyan)


 فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ


Cümle mâkabline فَ ile atfedilmiştir. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi  اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضًا  şeklinde mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi  ...فَلْيُؤَدِّ الَّذِي , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Fail konumundaki has ism-i mevsul الَّذِي ’nin sılası müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sıla cümlesindeki fiilin meçhul olarak gelişiyle mef’ûlün önemine işaret edilmiştir. Mevsûlde tevcih sanatı vardır.

اَمِنَ - اؤْتُمِنَ - اَمَانَتَهُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

بَعْضُكُمْ بَعْضًا  kelimeleri arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

 

وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ


وَ  atıftır. İki cümle arasında inşa üslubunda olmak bakımından ittifak vardır.

Hükümde ortaklık nedeniyle mâkabline atfedilen cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin zikri kalplerde haşyet uyandırmak, korku salmak amacına matuftur. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

رَبَّهُ izafeti muzafun ileyhe teşvik ve şan ifade eder.

وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ cümlesinde, sakındırmada mübalağa ifade etmek için Allah'ın ismi ile sıfatı bir arada gelmiştir. (Safvetü't Tefâsir)

 

وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ


Hükümde ortaklık sebebiyle önceki cümleye atfedilen bu cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Önceki cümledeki gaib zamirden bu cümlede cemi muhatab zamire iltifat vardır.

الشَّهَادَةَۜ ’deki tarif, ahdi kinaidir.


وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ  


وَ istînâfiyyedir. Şart üslubunda faide-i haber, talebî kelamdır. Şart cümlesi olan  يَكْتُمْهَا , müsbet muzari fiil sıygasındadır. Cevap cümlesi ise  اِنَّ  ile tekit edilmiş isim cümlesi olup, faide-i haber inkarî kelamdır. 

İsme isnad edilmiş bu isim cümlesi subut ifade eder. 

İsim cümlesindeki ismi fâil istimrâra delalet eder.

قَلْبُهُۜ  kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup fiil gibi amel eden ism-i fail kalıbındaki اٰثِمٌ ’un failidir.

اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ  ifadesinde cüz-kül alakasıyla mecâz-ı mürsel sanatı vardır.

Burada günah kelimesi kalbe nisbet edilmiştir. Halbuki günahkar olan şahıstır. Çünkü şahitliği gizlemek; şahsın konuşmamasıyla olur. Ama kalp nedeniyle bu fiil işlendiği için kalbe nisbet edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meâni İlmi)

اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ ifadesi; (Fakat Allah sizleri kalplerinizin kazandığı(kesebet) yüzünden cezalandıracaktır) Bakara/225 sözü gibidir. Çünkü günahkar (âsim) olan ve (günah) kazanan (kâsib), - daha önce söz edildiği üzere- kalp değil kalbin sahibidir. 

İnsanın itaat-isyan, iyilik-kötülük gibi eylemlerine dair kalbi içinde kesin inanç ve kararlılık barındırmasından dolayı kazanma eyleminin kalbe nispeti caiz olmuştur. (Kur'an Mecazları Şerif er-Radi)

فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ Sanki “bu kimsenin kalbi günahkâr olmuştur” denilmektedir. Şehadeti gizlemek, onu içe atmak ve konuşmamak demektir. Bu günah kalp ile işlendiği için, günah işleme fiili kalbe isnat edilmiştir, çünkü fiillerin işlendikleri uzuvlara isnat edilmesi daha etkili bir ifade tarzıdır. Nitekim te’kitli bir şekilde ifade etmek istediğin zaman “gözümle gördüm; kulağımla işittim; aklımla kavradım…” demez misin? Ayrıca kalp bütün uzuvların reisidir, salih olduğunda bütün bedenin ıslah olduğu, fasit olduğunda ise bütün bedenin fasit olduğu bir et parçasıdır. Burada sanki “günah nefsinin ta köküne kadar işlemiş; oradaki en değerli yeri ele geçirmiş” denilmek istenmiştir. Yine şehadeti gizlemenin sadece dil ile ilgili olan bir günah olduğu zannedilmesin, bu günahın işlenmesinde asıl unsurun ve günahın kaynağının kalp olduğu, dilin ise sadece onun tercümanı olduğu bilinsin diye bu şekilde ifade edilmiştir. Yine kalp fiilleri diğer uzuvların fiillerinden daha büyük olup onların kendisinden çıkıp salındığı bir kök gibidir, nitekim dikkat edersen, iyilik ve kötülüklerin aslı, birer kalp fiili olan iman ve küfürdür. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, şehadeti gizlemek kalbin günahlarından sayılınca, onun en büyük günahlardan olduğuna tanıklık edilmiş olmaktadır. (Keşşâf)

 

وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟


Ayetin son cümlesi istînâfiyedir. Lafza-i celal mübteda, عَل۪يمٌ۟ haberidir. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve celâl sıfatları bünyesinde toplayan Allah ismiyle marife oluşu, teşvik ve heybet uyandırmak içindir.

Cümle faide-i haber talebî kelamdır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâl’de tecrîd sanatı vardır. 

Cümlede car mecrur بِمَا تَعْمَلُونَ , amilinin önüne geçmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Yani, ‘’O yaptıklarınızı görür. Görmediği hiçbir şey yoktur.’’ Bu cümle, mamulun amiline kasrını, başka bir deyişle de olumlu mananın yanında bir de olumsuz mana ifade eder. 

Müşterek ism-i mevsûl مَا ’da tevcih sanatı vardır. Sıla cümlesi تَعۡمَلُونَ , müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

وَٱللَّهُ بِمَا تَعۡمَلُونَ عَل۪يمٌ۟ sözü, lafzen sarih olarak Allah'ın bütün yapılanları bildiğine delalet eder. Ama maksat bu yapılanlara karşılık ahirette verilecek  sevap ve cezayı hatırlatmaktır. Buna, lazım melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel denir.

تَعۡمَلُونَ - عَل۪يمٌ۟ kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

يَكْتُمْهَا - لَا تَكْتُمُوا  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, cinâs-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bakara Sûresi 284. Ayet

لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ  ...


Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِلَّهِ Allah’ındır
2 مَا ne
3 فِي varsa
4 السَّمَاوَاتِ göklerde س م و
5 وَمَا ve ne
6 فِي varsa
7 الْأَرْضِ yerde ا ر ض
8 وَإِنْ ve eğer
9 تُبْدُوا açıklasanız da ب د و
10 مَا şeyi
11 فِي
12 أَنْفُسِكُمْ içlerinizdeki ن ف س
13 أَوْ veya
14 تُخْفُوهُ gizleseniz de خ ف ي
15 يُحَاسِبْكُمْ sizi hesaba çeker ح س ب
16 بِهِ onunla
17 اللَّهُ Allah
18 فَيَغْفِرُ bağışlar غ ف ر
19 لِمَنْ kimseyi
20 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
21 وَيُعَذِّبُ azabeder ع ذ ب
22 مَنْ kimseyi
23 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
24 وَاللَّهُ Allah
25 عَلَىٰ
26 كُلِّ her ك ل ل
27 شَيْءٍ şeye ش ي ا
28 قَدِيرٌ kadirdir ق د ر

لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ


لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.

لِ  harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَا فِي الْاَرْضِ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ  [Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır.] ifadesindeki  مَا  kelimesi gökler ve yerdeki herkesi ve her şeyi içine alır. Yani yarattıklarının gizlediklerinden ve yaptıklarından hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun emirlerini tutanları, yasaklarından kaçınanları bilir. Bunlara uymayanlardan da haberdardır. Bu yüzden bu ayette, insanları önceki ayetlerde zikredilen emirlerle amel etmeye teşvik etmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)


وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ


وَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  تُبۡدُوا۟  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  ف۪ٓي اَنْفُسِ  car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَوْ  atıf harfidir. تُخْفُو  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

Şartın cevabı  يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُ ’dur.  يُحَاسِبْ  meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir  كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِهِ  car mecruru  يُحَاسِبْ  fiiline müteallıktır. اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. 


  فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ


Fiil cümlesidir.  فَ  istînâfiyyedir.  يَغْفِرُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir  هُو ’dir. مَنْ müşterek ism-i mevsûlu,  لِ  harfi ceriyle birlikte  يَغْفِرُ  fiiline müteallıktır. İsmi mevsûlun sılası  يَشَٓاءُ ’dur.

وَ  atıf harfidir.  يُعَذِّبُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir  هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsûlun sılası  يَشَٓاءُ ’dur.

يُعَذِّبُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب‘dir. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

A‘meş [v.148/765]  يُحَاسِبْكُمْ  ifadesinden bedel olarak,  فَ’sız يَغْفِر  şeklinde okumuştur. Bu bedelin manası,  يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُ  [Allah sizi ondan dolayı hesaba çeker] cümlesinin tafsilatlandırılmasıdır, çünkü tafsil ifadesi, tafsil edilen ifadeden daha açık seçik olur. Burada bu ifade, bedelü’l-ba’z mine’l-küll yani parçanın bütünden bedel olması ya da bedel-i iştimâl, yani kapsayıcı bedel şeklinde olup  ضَرَبْتُ زَيْدًا رَاْسَهُ [Zeyd’e, başına vurdum],  اَحَبَّ زَيْدًا عَقْلَهُ  [Zeyd’i, akıllılığını severim.] ifadeleri gibidir. Bu tür bedel isimlerde olduğu gibi fiillerde de olur, çünkü isimler de fiiller de beyana, izaha muhtaçtırlar. (Keşşaf)

 

 وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesidir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  عَلٰى كُلِّ car mecruru قَد۪يرٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. قَد۪يرٌ ise haber olup lafzen merfûdur.

قَد۪يرٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ismi fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ismi failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ

İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.  لِلّٰهِ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , muahhar mübtedadır.

Cümledeki takdim, kasr ifade eder. Kasr, اِنَّ ’nin haberi ve ismi arasındadır. Yer ve gökteki her şey, Allah’a kasredilmiştir.  لِلّٰهِ  maksurun aleyh/mevsûf, مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ  maksur/sıfattır. 

Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.

Bu cümle  وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟  (Bakara/283) cümlesi üzerine ta’lil ve istidlaldir (delildir.) (Âşûr)

Sıla cümlesinin mahzuf oluşu da îcâz-ı hazif sanatıdır.  فِي السَّمٰوَاتِ  mahzuf sılaya müteallıktır. İkinci ism-i mevsul birinciye matuftur. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır. İki mevsûl farklı şeyleri temsil ettiklerinden aralarında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları,  السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۜ  arasında ise mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır. 

Telezzüz,  teberrük ve haşyet duyguları uyandıran lafza-i celâlin mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.

مَا  kelimesi, gökler ve yerdeki herkesi ve her şeyi içine alır. Yani yarattıklarının gizlediklerinden ve yaptıklarından hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun emirlerini tutanları, yasaklarından kaçınanları bilir. Bunlara uymayanlardan da haberdardır. Bu yüzden bu ayette, insanları önceki ayetlerde zikredilen emirlerle amel etmeye teşvik etmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

السَّمٰوَاتِ  [Gökler] kelimesinde zımnen  الْاَرْضِۜ  [arz] da ifade edilir. Böyle yerlerde umumdan sonra husus zikrediliyor diyebiliriz. Biz arzın üzerinde yaşadığımız için arz bizim için ayrıca bir önem taşıyor. Ayrıca biz önce yukarıya, etrafa bakıyoruz. Onun için önce semavat söylenmiştir. Arzın tekil gelmesi, arzın tabakalarının hepsinin birbirine yapışık olması sebebiyledir. Ayrıca arzın çoğulu fesahata aykırı olduğu için Kur’an’da hiç geçmemiştir.  أراضي  kelimesi kulağı rahatsız eder. Talak/12 de çoğul olması gerekirken  مِثۡلَهُنَّۖ  denilerek bu durum önlenmiştir. 

 وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ

وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mef’ûl olarak mahallen mansub olan müşterek ism-i mevsûl  مَا ’nın sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. تُخْفُوهُ cümlesi تُبْدُوا cümlesine, muhayyerlik bildiren اَوْ atıf harfiyle atfedilmiştir. Atıfta cihet-i câmia, tezattır.

اَوْ تُخْفُوهُ  atfı bu konudaki hesap için terakki manasındadır. Muktezâ-i zâhire göre kuvvetlinin zayıf üzerine atfı şekline gelmiştir. Kelam ispat makamında gelmiştir.  مَا  nefyi, hayır ve şerrin tamamını kapsar. (Âşûr) 

Cevap cümlesi  يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Car mecrur  بِهِ , konudaki önemine binaen faile takdim edilmiştir.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle  اللّٰهُۜ  isminde tecrîd sanatı vardır.

 تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ - تُخْفُوهُ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır. 

تُبْدُوا  ve  تُخْفُوهُ  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. "Ey iman edenler!" şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belâgat)

Müsnedün ileyh, haşyet duyguları uyandırmak için lafza-i celâlle marife olmuştur.

اِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ  [Eğer içinizde olan şeyi açığa vurur, gösterirseniz veya gizlerseniz,  يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ  [Allah onun sebebiyle sizi hesaba çeker.] Ali İmran/29 da bu sıralama değişmiş,  اِنْ تُخْفُوا مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ  [Eğer içinizde olan şeyi gizlerseniz veya açığa vurur, gösterirseniz] buyurulmuştur. Bunun sebebi Ali İmran suresinde konunun ilahi ilim olmasıdır. Allah’ın ilmi için gizli-açık arasında fark yoktur. Ama burada Bakara suresinde konu insanın kendi nefis muhasebesidir. Bu ayet nazil olduğu zaman, sahabe ”Biz içimizden geçen şeye engel olamıyoruz, aklımıza bin türlü fikir geliyor. Allah bizi bunlardan da sorumlu tutarsa bizim buna takatimiz yetmez demişler. Peygamber Efendimiz sav de ”Öyle demeyin, işittik ve itaat ettik deyin, Allah size bir kolaylığını verir” buyurmuştur. 

İnsanın zihninden gelip geçen, gayret edildiği halde kurtulma imkânı olmayan kötü tasavvurlardan (havâtır) dolayı bir sorumluluk yoktur. Çünkü bunu engellemek kulun iradesi dışındadır. Ancak üzerinde durulup düşünülen, niyet ve karar safhasına kadar getirilip zihinde canlı tutulan yahut bir dış etken sebebiyle uygulama imkânı olmamakla beraber zihinde uzun süre muhafaza edilen zararlı tasavvurlardan dolayı sorumluluk olduğu ileri sürülebilir. Zira böyle bir eğilimde havâtırdan kurtulma yerine, onun insan zihninde canlı tutularak benliğe yerleştirilmesi ve bunun giderek bir karakter haline dönüştürülmesi söz konusudur. 

Havâtırın dört kaynağı olduğu ileri sürülmektedir. Bunların bir kısmı Allah’tandır ki, bunlara “havâtır-hak” denilmektedir. Bir kısmı da melekten gelmektedir. Bu türden havâtır da “ilham” adını almaktadır. Havâtırın diğer bir kaynağı da şeytandır. Bunlara da vesvese denilmektedir. Son kaynak da nefistir. Bu da “hevâcis” kavramı ile ifade edilir. Söz konusu olan tasavvurların son iki maddesi kötü, diğerleri ise iyi havâtır diye nitelendirilmektedir. Geniş bilgi için bkz. Topaloğlu, Bekir Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, “havâtır” md. (Muhsin Demirci) 

Burada sorumlu tutulmak ile kastedilen; İnsanın içinden geçirdiği ve yapmak istediği, fakat dış engeller nedeniyle yapamadığı kötülüklerdir. Çünkü kişi bunu yapmaya niyet etmiştir. Ama mesela hastalandı yapamadı.. Ama içinden geçen kötülüğe yine içinden gelen bir sesle karşı koyuyorsa, ben müslümanım bana böyle şeyler yapmak yakışmaz deyip vaz geçiyorsa, o zaman sorumlu tutulmaz.

لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ  cümlesi   وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ  cümlesi için hazırlık mahiyetindedir.  وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ  cümlesi içerdiği hükmün bizzat kastedildiğini ve öncesindeki cümlenin de bunun için bir hazırlık olduğunu belirtmek için  ف  ile değil,  وَ  ile atfedilmiştir.  وَاِنْ تُبْدُوا  cümlesinin  وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟  (Bakara/283) cümlesine atfı da caizdir.  لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ  cümlesi ise ikisi arasında itiraz olur. (Âşûr)

Ayetteki siyak, yani sözün gelişi, şahitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait olduğundan, iyi olanlar dış görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi görünüyor. İkinci bir husus "içinizde bulunanlar" zarf-ı müstekar olduğundan, içinizde iyice yer etmiş karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler için açık bir anlam taşıdığından bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında gibi görünüyor. Üçüncü olarak gizli tutmak ve açığa vurmak ihtiyarî fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan işlere ve davranışlara, yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait olup, gayri iradî olanlar bunun dışında kalır. (Elmalılı) 

فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ

فَ  istînâfiyyedir. Cümle müsbet muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki müşterek ismi mevsulün sılası da müsbet muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ  cümlesi makabline  وَ ’la atfedilmiştir. Atıfta cihet-i câmia tezattır.

فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ  cümlesi ile  وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

فَيَغْفِرُ- يُعَذِّبُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır. 

[Sonra Allah dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.] Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Yüce Allah kıyamet günü gizli veya açık, bedenle veya kalple, bilerek veya bilmeyerek bir amel yapmış hiçbir kulu bırakmayacak, mutlaka onun hakkında karar verecek, dilediğini bağışlayacak, dilediğine ise dilediği şekilde azap edecektir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

[İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de] yani içinizdeki kötülüğü gizleseniz de açıklasanız da [Allah sizi ondan dolayı hesaba çekecek, sonra dilediğini] yani gizli ya da açık günahlarından tevbe ederek mağfireti hak edenleri [bağışlayıp, dilediğine de] yani günahta ısrar etmek suretiyle cezaya müstahak olan kimseye de [azap edecektir.] İnsanın içinde gizlediği vesvese ve zihnî ses gibi şeyler buna dahil değildir, çünkü insan bunlardan kurtulma gücüne sahip değildir. Sadece insanın kararlı ve inanarak yaptığı şeyler buna dahildir. (Keşşâf) 

 وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

وَ  istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelen ve takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır.

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu cümle, mamulun amile kasrını başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, herşeye kadirdir. Muktedir olmadığı hiç bir şey yoktur. 

شَيْءٍ deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir. 

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ  ifadesi maksûrun aleyh,  قَد۪يرٌ۟  ise maksûrdur.

Müsnedün ileyh tazim ve korkutmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan  ٱللَّه  ismiyle gelmiştir.

Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Allah (celle celâlühü) öldürmeye de, hayat vermeye de ve hepinizi bir araya toplamaya da kâdirdir. Bu itibarla bu cümle, geçen hükmün sebep ve gerekçesidir. Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu cümle ilmin ve kudretin umumiliğine delalet etmek için tezyîldir. (Âşûr)

Ayetin fasılası 259.ayetin fasılasının benzeridir. Tekrarlanan kelimeler ya da sıygalar, okuyucuyu kelimenin ilk geçtiği yere gönderir ki bu beyan renklerinden biridir. Bu tekrarlarda tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

لِلّٰهِ - مَا - فِي - اِنْ - اَوْ  kelimelerinin ayette tekrarlanmasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Bakara Sûresi 285. Ayet

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ  ...


Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 امَنَ inandı ا م ن
2 الرَّسُولُ Resul ر س ل
3 بِمَا şeye
4 أُنْزِلَ indirilen ن ز ل
5 إِلَيْهِ kendisine
6 مِنْ -nden
7 رَبِّهِ Rabbi- ر ب ب
8 وَالْمُؤْمِنُونَ ve mü’minler (de) ا م ن
9 كُلٌّ hepsi ك ل ل
10 امَنَ inandı ا م ن
11 بِاللَّهِ Allah’a
12 وَمَلَائِكَتِهِ ve meleklerine م ل ك
13 وَكُتُبِهِ ve Kitaplarına ك ت ب
14 وَرُسُلِهِ ve peygamberlerine ر س ل
15 لَا
16 نُفَرِّقُ ayırdetmeyiz (dediler) ف ر ق
17 بَيْنَ arasını ب ي ن
18 أَحَدٍ hiçbirini ا ح د
19 مِنْ -nden
20 رُسُلِهِ O’nun elçileri- ر س ل
21 وَقَالُوا ve dediler ki ق و ل
22 سَمِعْنَا İşittik س م ع
23 وَأَطَعْنَا ve ita’at ettik ط و ع
24 غُفْرَانَكَ bağışlamanı dileriz غ ف ر
25 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
26 وَإِلَيْكَ sanadır
27 الْمَصِيرُ dönüş(ümüz) ص ي ر

Kur'ân'ın tamamı dünyaya gönderilmiştir. Bu iki ayeti ise (285-286) Rasulullah(sav) almak için göğe çıkmıştır.

İçinde genel anlamda tüm Bakara suresini de bir nevi  içeren Amenerrasulu tefsiri..

Mesela tefsirin bir bölümünde şöyle diyor:

Semi’na vaata’na ğufranaka…diye geçen kısımda..işittik ve itaat ettik affina sığınırız… 

İşiten ve itaat eden kişi neden af dilesin hemen ardından değil  mi? Cevabi 1 saat 6. dakikadan sonra…

1 saat 10. dakikadan sonra da birçok kadının ve benim de içinde bulunduğumuz ilim konusundaki obsessionlarımızdan bahsediyor..nasıl her ilmi öğrenmek arzusundaki titizliğimizden…

https://youtu.be/t3Z5RkVcnE4

Bakara suresi Medeni bir suredir, ama bu son iki ayetin daha önce, miracda nazil olduğu söylenir.

Mekke'nin göğünden peygamberimize indirilen ayetler Mekki, Medine'nin göğünden indirilen ayetler Medeni ayetler olarak isimlendirilir. Kur'ân'ın tamamı bu şekilde indirilmesine rağmen, peygamberimiz bilhassa bu ayetleri almak için Cebrail as'ın “bir adım daha atarsam yanarım” dediği yere yolculuk etmiştir.

Ayetin “peygamber de müminler de kendisine Rabbinden indirilene iman etti” yerine “peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de!” şeklinde  gelmesi, peygamber efendimiz ile bizim imanımız arasındaki farkı birbirinden ayırmak içindir. Yaşadığımız şu devirde İslam'ı kabul etmek artık çok kolay.. Dünya nüfusunun 1,5 milyarı müslüman. Ama Cebrail as geldiğinde peygamber o mağarada yalnızdı. Ve gördüklerine duyduklarına iman etti. 40 yıl boyunca aralarında yaşadığı ve onu çok seven Mekke halkı ona “mecnun” dedi. Onun için önce peygamberin iman etmesini sonra biz müminlerin imanını sayıyor Allah. Aynı anlatım tarzı Hz.İbrahim’in oğlu İsmail’le Kabe yi inşa ettiği anlatılan ayette de göze çarpar.

وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ

İbrahim en başta İsmail en sondadır..

İlk cümlede, rasûl ve müminler iki kelimeydi..

Ama hemen bir sonraki ayette Allah “küllün” diyerek hem rasûlune hem de kendine yaklaştırır bir bütün eder müminleri..

“Peygamberlerinden hiçbirinin arasında ayırım yapmayız”

Allah, peygamberimizin en zor zamanlarında ona diğer peygamberlerin kıssalarını anlatıp teselli vermiş ve o kıssalarla yol göstermiştir. Babasıyla zor zaman geçiren biri Hz. İbrahim'i, kardeşleriyle sorunlar yaşayan Hz.Yusuf’u, eşiyle imtihan olan Hz.Lut‘u, oğluna lafını geçiremeyen Hz.Nuh’u okuyarak teselli bulabilir.

“İşittik ve iman ettik..Rabbimiz mağfiretini dileriz, dönüşümüz ancak sanadır”

İşitip iman ettikten sonra mağfiret dilenmesi,işittiğimiz halde gerektiği gibi itaat etmeyişimizden dolayı olabilir. Af kapısının her zaman açık olduğunu semadan bize bildiriyor ve nasıl dua etmemiz gerektiğini öğretiyor bize Rabbimiz.

“Allah hiç kimseye taşıyacağından fazlasını yüklemez”

Bu ayet üç şey söyler:

1)Allah herkese sorumluluk yüklemiştir.Sorumlu olmayan insan yoktur ,sorumsuz insan vardır.

2)Allah herkese mutlaka taşıyacağı bir sorumluluğu yükler hiç kimseyi sınırsız ve sorumsuz bırakmaz.

3)Her insanın sorumluluğu gücüne denktir.

Nitekim zekat zengine ,hac ona bir yol bulabilene, oruç sıhhati olana farzdır. Sorumsuz davranan üç kez zulmetmiştir .

1)Kendisine

2)Terk ettiği yüküne.

3)Onun terk ettiği yükü taşıyana.

“Rabbimiz eğer unutursak veya hata edersek (yanılırsak) bizi mesul tutma”

Ayette unutma da, hata edip yanılma da geçmiş zaman fiiliyle gelmiştir. Cümle “in” (eğer) ile başlamış bir koşullu cümledir. Koşullu cümlede geçmiş zaman fiilinin kullanılması ”bir defaya mahsus” anlamı katar. Unutmak ciddi bir eylemdir. Önemsemediğiniz, ya da az önemsediğiniz şeyleri kolay unutursunuz.

“Doğrusu Biz daha önce Âdem’e de vahiy ve emir vermiştik, ne var ki o ahdi unuttu, onda bir azim bulamadık.” (Tâhâ, 20/115)

Hz. Adem unuttu ve cennetten “aşağı/alçak” manasına gelen dünyaya indirildi. Biz unutursak nereye ineriz düşünmek lazım. Dünya “aşağı” ise daha aşağısı neresidir!

Bu ayet aslında “Rabbim bize Hz.Adem e ettiğinden daha fazla merhamet et” yalvarışıdır.

“Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme, Rabbimiz kendisine dayanabilmek için Takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme”

Bu ayette öğretilen dua yalnızca “yükümü azalt” vurgusu taşımaz, dolaylı olarak “kapasitemi arttır” vurgusunu da taşır.Yük; Rabbin rububiyyetinin tecellisi ve ilahi terbiyenin vesilesidir.

Parçayı görene düşen bütünü gören Allah’a teslim olmaktır. Bunu bilen her kula ise bu bilinçle dua etmek yakışır.

Rabbim bizleri sana hakkıyla teslim olanlardan ve gece gündüz senin rızanı arzulayarak dua edenlerden eyle…

Ebu Umame (r.a.)’den rivayet edildi ki, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Dört şey Arşu’r-Rahman’ın altındaki hazineden (Cennet hazinelerinden) indirilmiştir. Bunlar Fatiha-i Şerif, Ayete’l-Kürsi, Sure-i Bakara’nın sonu (Amenerresulü) ve Kevser Suresidir.” (El-Mütteki, Kenzu’l Ummal, 1/558)

“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255)

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ

Fiil cümlesidir.  اٰمَنَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  الرَّسُولُ  fail olup lafzen merfûdur. مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harfi ceriyle birlikte  اٰمَنَ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اُنْزِلَ اِلَيْهِ ’dir.  اُنْزِلَ  meçhul mebni mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.  اِلَيْهِ  car mecruru ve  مِنْ رَبِّه۪  car mecrurları  اُنْزِلَ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

الْمُؤْمِنُونَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الرَّسُولُ  kelimesine matuftur. Veya mübtedadır. Haberi ise  كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ ’dir.  الْمُؤْمِنُونَ  kelimesi cemi müzekker salim olduğu için  و ’la merfû olmuştur.

الْمُؤْمِنُونَ  kelimesinin  الرَّسُولُ  kelimesine matuf olduğu düşünülecek olursa, o zaman  كُلٌّ ’deki tenvinin temsil ettiği zamir, Peygamber’e ve müminlere işaret eder. Bu durumda anlam, “adı geçenlerin tamamı; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler” şeklinde olur ve  الْمُؤْمِنُونَ  kelimesinde vakıf yapılır. Eğer الْمُؤْمِنُونَ  mübteda ise, o zaman  كُلٌّ  kelimesindeki tenvinin temsil ettiği zamir, müminlere işaret eder.  كُلٌّ ’deki tenvinin temsil ettiği zamir,  اٰمَنَ  fiilinde tekil olarak ifade edilmiştir; zira anlam,  كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ اٰمَنَ  [onlardan her biri iman etti] şeklindedir. Ancak bu zamirin  وَكُلٌّ اَتَوْهُ دَاخِر۪ينَ  [hepsi boynu bükük vaziyette O’na gelirler.] (Neml 27/87)] ayetinde olduğu gibi çoğul olması da mümkündür. (Keşşâf)  

 كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ 

 

كُلٌّ  mübtedadır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır. Takdiri;  كلّهم  şeklindedir.  اٰمَنَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.  بِاللّٰهِ  car mecruru  اٰمَنَ  fiiline müteallıktır.

مَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  اللّٰهِ  lafza-i celâline matuftur.

İbn Abbas [v.68/688]  وَكُتُبِه۪  [ve kitaplarına] ifadesini  وَكِتَابِهِ  [ve kitabına] şeklinde okumuştur. Bu durumda bu ifadeden maksat ya Kur’an’dır ya da cins olarak kitaptır. Yine İbn Abbâs’dan nakledilen bir görüşe göre  كِتَابِ  kelimesi,  كُتُبِ  (kitaplar) kelimesinden daha çok sayı ifade eder. Şayet “Tekil kelime nasıl çoğul kelimeden daha fazla sayı ifade eder?” dersen, şöyle derim: Çünkü tekil ile cins kastedilir. Cinslik, cinsteki tekil unsurların tamamında mevcut olup, hiçbiri bunun dışında kalmaz. Çoğul kelime ise sadece çoğul cinsi olanları kapsar. (Keşşâf) 

لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ

 Cümle mahzuf fiilin mekulü’l kavlidir. Takdiri;  يقولون  (derler) şeklindedir. Fiil cümlesidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  نُفَرِّقُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن dur. Mekân zarfı  بَيْنَ  mef’ûlun fih olup  نُفَرِّقُ  fiiline müteallıktır.  اَحَدٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  مِنْ رُسُلِ  car mecruru  اَحَدٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  istînâfiyyedir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l kavl cümlesi  سَمِعْنَا ‘dır.  قَالُوا  fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur.  سَمِعْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  اَطَعْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  غُفْرَانَكَ  mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri; نستغفر  (istiğfar ederiz) şeklindedir.  غُفْرَانَ  kelimesi  فُعْلاَن  vezninde semaî masdardır. Muttasıl zamir كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Mef’ûlu mutlak dua ifade eden bir fiilin yerini aldığında fiil hazfedilebilir. Burada  غُفْرَانَكَ  dua ifade eden mef’ûlu mutlak olduğu için fiil hazfedilmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  atıf harfidir.  اِلَيْكَ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  الْمَص۪يرُ  muahhar mübtedadır.




اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası da faide-i haber ibtidai kelam olan mazi fiil cümlesidir. 

Cümledeki fiiller mazi sıyga ile gelmiş, müminlerin ve rasulün imanlarının yerleşmiş, içlerine işlemiş ve onlardan ayrılmayan bir hakikat olduğuna işaret etmiştir.

Zira mazi fiil sübuta, temekküne ve istikrara işaret eder. (Mümtehine/6, Âşûr)  رَبِّه۪  izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.

الرَّسُولُ  , الْمُؤْمِنُونَۜ ‘ye  matuftur.  وَ ’ın istînâfiyye,  الْمُؤْمِنُونَۜ ’nin mübteda olması da mümkündür.

الرَّسُولُ  kelimesindeki  ال  ahd içindir. (Âşûr)

الْمُؤْمِنُونَۜ  burada Allah’ın Rasulüne icabet edenler için bir sıfattır. (Âşûr)

اٰمَنَ - الْمُؤْمِنُونَۜ  arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rab isminin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.

[Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler).] Hasan-ı Basrî, Mücâhid, İbn Sîrîn ve Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiğine göre bu üç ayet dışında Kur’an’ın tamamını Hz. Muhammed aleyhisselama Cebrail indirmiştir. Bu üç ayeti ise Miraç gecesinde Yüce Allah vasıtasız olarak inzal etmiştir. Bu üç ayet dışında, Bakara Suresi Medine’de nazil olmuştur. Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivayete göre Cebrail (as) bu ayetleri Medine’de indirmiştir.  

Zeccac şöyle demiştir: Allah bu surede birçok hüküm ve kıssalar zikretmiş ve konuyu nebisine ve ona uyanlara tazim, tekid ve önceden zikredilenlerin hepsini ifade eden  اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪  sözüyle bitirmiştir. Bu demektir ki; vaaz, hidayet ve şeriat ve bu maksatlara yardımcı olan şeylerden; bütün bunlara halis bir imanla inandıkları ve bu imana bağlı olarak amel ettikleri için Resulünü ve müminleri övmeye geçilmiştir. Çünkü Resule ve Kitaba iman, O'nun yapılmasını istediği amellere riayet etmeyi gerektirir. (Âşûr)

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu surenin başında (iman bölümünde) muhatap olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şehadete uygun üslup, kendisi için şehadet edilenin muhatap alınmamasıdır. 

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) burada, şanlı şerefli bir kitap ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risalet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ [kendisine indirilene..] ifadesine bir hazırlık ve ilave bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine iman edilen peygamberlere dahildir.

Burada icmalî ifade kullanılması  اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ  [Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti] denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imanının, kendisine gelen vahyin bütün tafsilat ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyanıdır.

اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪  [Rabbinden kendisine] ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’an'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilahî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

Allahu Teâlâ, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara. 284) buyurunca; bizim ne gizli ne açık ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hak, bizim için bir medh ve övgü ifade eden açıklamaları getirerek, 

[O Peygamber de kendisine (Rabbinden indirilene iman etti, müminler de…] (Bakara, 285)” buyurmuştur. Cenab-ı Hak sanki, lütfu ve keremi vesilesiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak senin için bir medh-ü sena olacak olanları zikrederim.. Öyle ki sen böylece benim mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi aynı şekilde cömertlik ve merhamet, iyilikleri izhar ve hataları da örtme hususunda da kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!" (Fahreddin er-Razi) 

كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ

 

İkinci mübteda olan  كُلٌّ ’deki tenvin mahzuf muzafun ileyhten ivazdır. Yani  كلّهم demektir. Haber olan  اٰمَنَ , müsbet mazi fiil formunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasıyla gelmesi onların imanının sübutuna, temekkününe ve istikrarına delalet eder. (Âşûr, Mümtehine/6)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

İman edilenlerin Allah, melekler, kitaplar ve peygamberler şeklinde sayılması taksim sanatıdır.

كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ  sözü ayrıntıların zikrinden sonra bir toparlamadır. (Âşûr)

مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ  izafetlerinde Allah’a ait zamire muzâf olan melekler, kitaplar ve peygamberler şeref kazanmıştır.

مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

الْمُؤْمِنُونَۜ  kelimesinin  الرَّسُولُ  kelimesine matuf olduğu düşünülecek olursa, o zaman كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir, Peygamber’e ve müminlere işaret eder. Bu durumda anlam [adı geçenlerin tamamı; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler] şeklinde olur ve  وَالْمُؤْمِنُونَۜ  kelimesinde vakıf yapılır. Eğer  وَالْمُؤْمِنُونَۜ  mübteda ise, o zaman  كُلٌّ  kelimesindeki tenvinin temsil ettiği zamir, müminlere işaret eder.  كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir,  اٰمَنَ  fiilinde tekil olarak ifade edilmiştir; zira anlam, [onlardan her biri iman etti] şeklindedir. Ancak bu zamirin  وَكُلٌّ أَتَوۡهُ دَ ٰخِرِینَ  [hepsi boynu bükük vaziyette O’na gelirler.] (Neml 27/87) ayetinde olduğu gibi çoğul olması da mümkündür. (Keşşâf)

كُلٌّ  kelimesinin muzâf olarak kullanılmaması ve böylece tenkir ifade etmesi, buna paralel olarak fiilin tekil sıygada kullanılması, inanma eyleminde hiçbir müminin istisna yapılmadığına güçlü bir vurguyu içerir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)

Müminlerden maksat, bu isimle mâruf olan fırkadır.

 اٰمَنَ [iman etti] fiilinin zamiri, müminlere racidir ve tekil varid olmuştur. Çünkü burada: [Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.] (Neml 27/87) mealindeki ayette olduğu gibi maksud, toplanma manasına itibar edilmeksizin müminlerin her ferdinin iman etmiş olmasıdır.

Bu cümlede üslubun makablinden farklı oluşu, Peygamberin müşahede ve görgüye dayanan imanı ile müminlerin hüccet ve delilden doğan imanı arasındaki açık farkı tekid ile bildirmek içindir. Peygamberin imanı ile müminlerin imanı, her yönden birbirinden farklıdır. Hatta onları ifade eden tertip biçimleri de birbirinden farklıdır.

Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine... iman hem müminlere hem de hepsine) müminlerin her ferdinin imanına hükmedilmiştir. Ama takviye ve tekide muhtaç bir nevi kapalılık vardır.

Biz Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Musa ve İsa'ya verilenlere ve Rablerinden diğer nebilere verilenlere iman ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136) mealindeki ayette, peygamberler  منْهُمْ [onlardan] zamiri ile ifade edilmiş iken, burada  وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ ‘den sonra zamir kullanılmayıp   مِنْ رسله  [O'nun Resullerinden] ifadesinin tercih edilmesi;

1- Ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce ayette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması halinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi),

2- Ya aralarında ayrım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifade edilmiş olur),

3- Ya da ayrımı konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, peygamberler arasında peygamberlik (risalet) bakımından hiçbir ayrım yapmamaktır. Fakat bu, peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez. (Ebüssuûd)

Bu ayet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imanın şartlarından olduğunu gösterir:

Birinci mertebe: Allahu Teâlâ’ya iman etmek. Çünkü alemin, her şeye kâdir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan azade bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a iman edip, O'nu tanıma  imanın temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak Teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imanı" zikretmiştir.

İkinci mertebe: Allahu Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: [O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy ile melekleri indirir] (Nahl, 2) Allah'ın vahyinin insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı meleklere iman ayette ikinci mertebede zikredilmiştir.

Üçüncü mertebe: Kitaplara imandır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifade olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, ayette "kitaplar" sözü meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allahu Teâlâ kitaplara imanı meleklere imandan sonra zikretmiştir.

Dördüncü mertebe: Peygamberlere imandır. Peygamberler vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü Allahü Teâlâ peygamberlere imanı dördüncü sırada saymıştır. Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertipte ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. (Fahreddin er-Razi)

لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠

Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle mahzuf  يقولون  fiilin mekulü’l-kavlidir. Menfi fiil cümlesi formunda gelmiştir. 

Faide-i haber ibtidaî kelam olan mahzuf  يقولون  fiilinin mekulü’l-kavli olan bu cümle, iman edenlerin hali konumundadır. Hal cümleleri ıtnâb babındandır.

اَحَدٍ ’deki tenvin ‘’hiçbir’’ manasındadır. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.

رُسُلِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzaf olması  رُسُلِ ’ye şeref kazandırmıştır.  

وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ

وَ  istînâfiyyedir. Cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl cümlesi de faide-i haber ibtidaî kelam olan müsbet fiil cümlesidir. 

سَمِعْنَا , اَطَعْنَا  ‘ya matuftur. 

İstînafiyye olarak fasılla gelen  غُفْرَانَكَ  kelimesi amili gizli olan mef’ûlü-mutlaktır. Amilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. İzafet  az sözle çok anlam ifade etmek maksadıyla gelmiştir.

İtiraziyye olan  رَبَّنَا  cümlesi nida üslubunda gelmiş ıtnâb sanatıdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif nida edenin münadaya yakın olma isteğinin göstergesidir.

رَبَّنَا  izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.

وَ ’la gelen son cümle mahzufa atfedilmiştir. Takdiri; قائلين منك المبدأ وإليك المصير (Başlangıç sensin ve dönüş de sanadır diyerek) olur.

Haberî  isnad formunda gelen  سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا  ve  وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ  cümleleri dua manası taşıdığı için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebtirler.

Nida üslubunda gelen cümle de dua manasında olduğundan mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Kulaklarımız ile  سَمِعْنَا  [duyduk] ve bedenlerimiz ile  اَطَعْنَا  [itaat ettik.] Bir görüşe göre “duyduk”, “Aklettik ve anladık” demektir. [Rabbimiz! Affına sığındık.] 

[“bağışlaman!] anlamındaki  غُفْرَانَكَ  ifadesinin mef‘ûl kullanımı dua anlamındadır. Yani “Rabbimiz! Bizi affet!” derler. Yahut da ifade, “Onlar ‘Senin affını talep ediyoruz.’ derler.” anlamına gelir ki surenin sonundaki [Bizi affet] kısmının tekrarı olmaması açısından bu yorum daha uygundur. Her iki yorumu birleştirerek anlamın, “Rabbimiz! Senin affını istiyoruz. Bizi affet!” şeklinde olduğunu söylemek de mümkündür.  وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ  [Dönüş sanadır.] Yani dünyada muvaffakiyet, ahirette sevaba kavuşmak için dönüş sanadır. Bu ayet ölümden sonra dirilmeyi ve cezayı ikrar etmektedir. Ayrıca bu konulardaki herhangi bir istisna iddiasının batıl olduğuna ve iman adının onunla gerçekleştiğine delildir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

غُفْرَانَكَ  kelimesi,  سبحانك  kelimesine benzer. Semaî masdardır. İzafet şeklinde gelmiştir.

وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا  cümlesi  اٰمَنَ الرَّسُولُ  cümlesine matuftur.  اَلسَّمْعُ  burada rıza, kabül ve itaatten kinayedir. Tersi, işitmezler yani ‘’itaat etmezler’’ demektir. (Âşûr)

المَصِيرُ  kelimesi hakikat manasında olabilir. Bu durumda ba’s in itirafıdır. Dönüş Allah’adır, çünkü günün sonudur.  Ya da Allah'ın gücünün zorunlu olarak ortaya çıktığı bir alemdir. Tam bir iman ve itaat için bir mecaz olması da mümkündür. Sanki onlar İslam'dan önce baki idiler, sonra Allah'a dönmüşlerdir.  فَفِرُّوا إلى اللَّهِ [Allah’a kaçın] (Zâriyât/50) ayeti de buna benzer. Allah’a dönmek; O’nun emrine ve yasaklarına uymak manasındadır. (Âşûr)

اِلَيْكَ  mecrurunun takdimi hasr içindir. Yani dönüş sadece sanadır. Senden başkasına değildir. Hakiki kasrdır. Bununla kastedilen onların sadece kendisine döneceklerini ve dalalet ehlinin ibadet ettiği başka şeylere dönmeyeceklerini bilmeleridir. (Âşûr)

سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا  [işittik ve itaat ettik] ifadesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, talep edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur. (Ebüssuûd)

Allahu Teâlâ'nın bu ayetteki,  غُفْرَانَكَ  hitabının manası, "senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" Bir sıfatta kâmil olan zattan kamil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Buna göre,  غُفْرَانَكَ  ifadesi, kâmil ve tam bir mağfireti talep etmek olur. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur. “Mağfiretini isteriz” diyen bu topluluk mükellefiyetleri kabul edip, onlarla amel ettiklerine göre daha niçin mağfiret talebinde bulunma ihtiyacını duymuşlardır? Şöyleki; Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda her ne kadar bütün gayretlerini sarfetmiş iseler de kendilerinden bir kusurun sadır olmasından korkmaktadırlar. İşte bunu mümkün gördükleri için, "Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz)" demişlerdir. Bunun manası, "yaptıkları ve sakındıkları şeylerde kusurlarından ötürü, Allah tarafından bir mağfiret isterler" şeklindedir. (Fahreddin er-Razi)

Ayetteki  غُفْرَانَكَ  ifadesinin takdiri "Mağfiretini bize ver" şeklindedir. Dua cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela, سَقْيًا  "sulamak" (yani bizi sula) ve رَعْيًا  "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdarlarında olduğu gibidir. (Fahreddin er-Razi)

رَبَّنَا  Ey Rabbimiz, hitabının manası şöyledir: ‘’Ben yok iken beni yaratıp terbiye ettin. Eğer sen, beni o zaman yaratıp büyütmeseydin zarara uğramazdım. Çünkü o zaman var olmaz, yok olarak kalırdım. Fakat şu anda sen beni terbiye etmezsen, büyük zarara uğrayacağım. Bundan dolayı beni ihmal etmemeni talep ediyorum’’ manasındadır. (Fahreddin er-Razi)

رَبَّنَا [Ey Rabbimiz] hitabıyla rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve bunun müminlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifade etmek içindir.

Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile nihai dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir tezyîl olup kulların ilahî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza (karşılık bulmak) için olacaktır. (Ebüssuûd)


Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”

Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”

Bakara 285-286
Bakara Sûresi 286. Ayet

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ  ...


Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا
2 يُكَلِّفُ teklif etmez ك ل ف
3 اللَّهُ Allah
4 نَفْسًا kimseye ن ف س
5 إِلَّا başkasını
6 وُسْعَهَا gücünün yettiğinden و س ع
7 لَهَا (herkesin) kendine
8 مَا şey
9 كَسَبَتْ kazandığı ك س ب
10 وَعَلَيْهَا ve aleyhinedir
11 مَا şey (kötülük)
12 اكْتَسَبَتْ işlediği ك س ب
13 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
14 لَا
15 تُؤَاخِذْنَا bizi sorumlu tutma ا خ ذ
16 إِنْ eğer
17 نَسِينَا unutursak ن س ي
18 أَوْ ya da
19 أَخْطَأْنَا yanılırsak خ ط ا
20 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
21 وَلَا
22 تَحْمِلْ yük yükleme ح م ل
23 عَلَيْنَا bize
24 إِصْرًا ağır ا ص ر
25 كَمَا gibi
26 حَمَلْتَهُ yüklediğin ح م ل
27 عَلَى üzerine
28 الَّذِينَ
29 مِنْ
30 قَبْلِنَا bizden öncekilerin ق ب ل
31 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
32 وَلَا
33 تُحَمِّلْنَا bize yükleme ح م ل
34 مَا şeyleri
35 لَا
36 طَاقَةَ gücümüzün yetmediğimiz ط و ق
37 لَنَا bizim
38 بِهِ ona
39 وَاعْفُ ve affet ع ف و
40 عَنَّا bizi
41 وَاغْفِرْ bağışla غ ف ر
42 لَنَا bizi
43 وَارْحَمْنَا bize merhamet et ر ح م
44 أَنْتَ sen
45 مَوْلَانَا bizim sahibimizsin و ل ي
46 فَانْصُرْنَا bize yardım eyle ن ص ر
47 عَلَى karşı
48 الْقَوْمِ toplumuna ق و م
49 الْكَافِرِينَ kafirler ك ف ر

   Kelefe كلف :

  الكَلَف Bir şeyin yükünü yüklenmektir. التَّكَلُّف bir insanın bir işi yaparken çektiği zorluğu dışa yansıtmasıdır.

  الكُلْفَة kavramı literatürde, zorluğun bir adı şeklinde kullanılmaktır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de 8 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri külfet, teklif, tekellüf ve mükelleftir.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ

 Fiil cümlesidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُكَلِّفُ  merfû muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.  نَفْسًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  اِلَّا  hasr edatıdır.  وُسْعَ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Cümle olarak istînâf cümlesidir.  لَهَا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَسَبَتْ ’dir.  كَسَبَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

وَ  atıf harfidir.  عَلَيْهَا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اكْتَسَبَتْ ’dir. اكْتَسَبَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ’dir. İsim cümlesi olarak istînâf cümlesidir.

اكْتَسَبَتْ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi كسبdır. İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

هَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ [Herkesin kazandığı kendi lehine, işlediği kendi aleyhinedir.] Yani yaptığı hayır kendine fayda eder, işlediği kötülük de kendine zarar verir, onun günahından dolayı başkası sorumlu tutulmaz, onun ibadet ve itaatinden dolayı başkası sevap almaz. Şayet “Neden ayette hayırdan söz edilirken kazanmak manasındaki  كَسَبَ  ifadesi, şerden söz edilirken ise  اكْتَسَبَ  ifadesi kullanılmıştır?” dersen, şöyle derim: اكْتَسَبَ kelimesinde “seve seve yapma” manası vardır. Kötülükler insan nefsinin arzu ettiği şeyler olduğu ve nefis bunların cazibesine kapılıp sürekli onları emrettiği için, onları elde etme konusunda daha gayretkeş olur. İşte bu sebeple de kişi kötülüğü işleme konusunda daha gayretli, iktisaplı olur. Hayırda durum böyle olmadığı için, bu “seve seve yapma” manasına delalet etmeyen kesb masdarı kullanılmıştır. (Keşşaf) 

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ

 Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تُؤَاخِذْنَٓا  meczum muzari fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûl olarak mahallen mansubtur. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Cümle olarak ibtidaîyye cümlesidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  نَس۪ينَٓا  şart fiili mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri;  إن نسينا أو أخطأنا فلا تؤاخذنا (Unutur veya hata yaparsak bizi sorumlu tutma) şeklindedir.

اَوْ  atıf harfidir.  اَخْطَأْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

تُؤَاخِذْنَٓا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  أخذ dur. Mufaale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.   

رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَحْمِلْ  meczum muzari fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.  عَلَيْنَٓا  car mecruru تَحْمِلْ  fiiline müteallıktır.  اِصْرًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  كَ  harf-i cerdir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri; حملا كالذي حملته على الذين (O kimselere yüklediğin gibi bir yük) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası حَمَلْتَهُ ’dur.  حَمَلْتَهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَلَى الَّذ۪ينَ  car mecruru  حَمَلْتَ  fiiline müteallıktır.  مِنْ قَبْلِ  car mecruru mahzuf  sılaya müteallıktır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

 

رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ

 Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ, muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُحَمِّلْنَا  meczum muzari fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûl olarak mahallen mansubtur. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  لَا  cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. طَاقَةَ  kelimesi  لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur.  لَنَا  car mecruru  لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.  بِه۪  car mecruru  نَا  zamirinin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri;  لا تحمّلنا أمرا لا نطيقه معذّبين به (Eziyetine dayanamayacağımız bir şeyi bize yükleme) şeklindedir.  

وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. اعْفُ , illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir.

Fail ise müstetir olup takdiri  أنت dir. عَنَّا۠  car mecruru  اعْفُ  fiiline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir. اغْفِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri  أنت dir.  لَنَا۠  car mecruru اغْفِرْ  fiiline müteallıktır. 

وَ  atıf harfidir.  ارْحَمْنَا۠  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri  أنت dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Munfasıl zamir  اَنْتَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  مَوْلٰينَا  haberdir. Mütekellim zamiri  نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Cümle olarak istînâf cümlesidir.  فَ sebebiyyedir.  انْصُرْنَا  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri  أنت dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَلَى الْقَوْمِ  car mecruru  انْصُرْنَا  fiiline müteallıktır.  الْكَافِر۪ينَ  kelimesi  الْقَوْمَ ’nin sıfatıdır. Cemi müzekker salim  الْكَافِر۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan كفر  fiilinin ism-i failidir. Cer alameti  ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ

Ayet istînafiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnayı bünyesinde barındıran Allah ismiyle gelmesi telezzüz, teberrük ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir. Cümlenin mütekellimi Allah Teâlâ olması durumunda lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

نَفْسًا ’deki tenvin, kelimeye ‘’hiçbir’’ manası vermiştir. Çünkü olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder. 

Nefy ve istisna harfiyle oluşan,  fiil mef’ûl arasındaki kasr, cümleyi tekid etmiştir. 

İkinci cümle müstenefedir. Fasılla gelmiştir. Cümlede îcaz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede  لَهَا , mahzuf mukaddem habere mütellıktır. 

Muahhar mübteda olan müşterek ismi mevsûl  مَا ’nın sılası olan  كَسَبَتْ , faide-i haber ibtidai kelam olan fiil cümlesidir.

Aynı üslupla gelen  وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ  cümlesi makabline hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.

لَهَا مَا كَسَبَتْ  cümlesiyle  وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ  cümlesi arasında güzel bir mukabele sanatı vardır.

وُسْعَ ; genişlik ve imkân insanın kuşatabileceği, yetersiz kalmayacağı, yaparken sıkıntıya düşmeyeceği şeydir. Anlam: “Allah herkesi ancak kudretinin kuşatacağı, bütün kudretini ve gayretini gerektirmeyecek şeylerle mükellef kılar” şeklindedir. (Keşşâf)

وُسْعَهَاۜ , lügatta bolluk,zenginlik, servet, güç, kuvvet, takat, kudret; vüs'at ise genişlik, bolluk, kudret, kuvvet, takat demektir. İnsanın vüs'unda veya vüs'atinde olan da insana sıkıntı ve darlık vermeyen, genişlik içinde yapılabilen işlerdir. (Ebüssuûd)

Hülâsa,  Allah'ın sünneti değişmez kanunu odur ki, bu ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak güçlerini ve imkânlarını sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde, kolaylıkla yapabildikleri işlerle onları mükellef kılmıştır.

[Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.] Bazı müfessirler, anlamı zorlayarak ayetin nazmına uysun diye bu ifadenin de müminlerin sözü olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu ifadenin öncesi ve sonrası da onların sözleridir. Ancak müminlerin iki sözü arasında Allah Teâlâ’dan bir haber verilmiş olması da mümkündür. Bu da üçüncü şahıs veya ikinci şahıs sıygasıyla yapılır. Kur’an-ı Kerîm’de söz tamamlanmadan ara cümlelerin kullanımı yaygın bir üsluptur. Ayetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ hiçbir kula gücünün yetmeyeceği sorumluluğu yüklemez. Herkes yaptığı iyiliğin karşılığını, yaptığı kötülüğün cezasını alır.  كَسب  ve  اكْتَسَبَ  kelimelerinin ikisi de hem iyi hem de kötü iş yapmak anlamında kullanılır. Bir ayet-i kerîmede  كَسب  fiili [Günah işleyen] (Mâide 5/38) şeklinde, başka ayette de [Evet! Her kim kötülük ederse] (Bakara 2/81) şeklinde kullanılmıştır. Ancak iyilik ve kötülükten aynı anda bahsedildiğinde iki farklı fiil kullanılması kulağa daha hoş gelmektedir. كَسب  fiilinin iyilik, اكْتَسَبَ  fiilinin kötülük için kullanılması iftiâl babında zorlama anlamı olmasından dolayıdır. Günah ancak kulun kendini zorlaması ve nefsini hareket ettirmesi ile gerçekleşir. İyilikler ise akıl, din, müminler, salih insanlar ve umumi kurallar tarafından zaten beklenilen davranışlardır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

كَسَبَتْ - اكْتَسَبَتْۜ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

لَهَا - عَلَيْهَا  arasında tıbâk-ı îcab sanatı  vardır. 

Tıbâk ıstılah olarak da kelamda veya şiirdeki bir beyitte iki zıt şeyi bir arada zikretmek demektir. Bu zıt şeyler isim, fiil veya harf olabilir. Burada  ل  menfaat,  عَلَى  ise zarar manasındadır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri, Bedî’ İlmi)

اكْتَسَبَتْۜ  iftial babıdır. Hem aşama aşama hem de zorla yapılan şeyleri ifade eder. 

Bu fiilde işi benimsemek manası da vardır ki bu da nefsin şerre fazla ilgi göstermesinden ve tahsili için fazla çaba harcamasından ileri gelmektedir. (Ebüssuûd)

Lehimize olan  كَسب ’de, kazançta kolaylık manası vardır. 

كَسب  kolay ve iyi şeyler,  اكْتَسَبَتْۜ  ise zor şeyleri ifade eder. Haramlar ve insanın doğal olarak hoşlanmadığı şeyler insana zor gelir ve alışmak için zaman lazımdır. Alışsa bile ondan hiç mutlu olmaz. İnsanın tabiatı içkiden aslında hoşlanmaz. İnsan onu içmek için tabii meyline karşı direnç gösterir.

اكْتَسَبَ ; kişinin sadece kendisi için kazandığıdır, كَسب  ise hem kendisi ve hem de başkası için kazanmaktır. Daha umumidir. (Müfredat)

Görünen o ki, bu cümle Resulün ve müminlerin sözlerinin rivayetinden değil, Cenab-ı Hakk'ın kelamındandır, dolayısıyla söylenen sözler arasında bir itirazdır ve faydası; iman, teslimiyet ve itaatin meyvesini göstermektir. (Âşûr)

كَلَّفْتُهُ الشَّيْءَ فَتَكَلَّفَ  (Ben onu bir şeyle mükellef kıldım, o da onu kabul etti) denir. "Külfet" bu kökten bir isimdir. Ayette geçen  وُسْعَ   ise insanın gücünün yettiği, zorlanmadığı şeydir. Ferrâ, bunun "vücud" (bulmak) ve "cühd" (meşakkat) gibi bir isim olduğunu söylemiştir. Bazıları da  وُسْعَ , güçlük bakımından mechûdun (zorlanılan şeyin) altında olan, yani insanın gücü dahilinde olan şeye dendiğini söylemişlerdir. (Fahreddin er-Razi)

الاِكْتِسَابُ  kelimesi,  الكَسْبُ  kelimesinden daha hususidir. Çünkü "kesb" kişinin hem kendisi hem de başkaları için bir şey kazanmasına, kesbetmesine denilir.  الاِكْتِسَابُ  ise insanın sadece kendisi için birşey kazanması hakkında kullanılır. Mesela,  فُلاَنٌ كَاسِبٌ لِاَهْلِهِ (falanca, çoluk çocuğu için kazanıyor, kesbediyor) denilir de, مُكْتَسِبُ لِاَهْلِهِ denilmez. Keşşâf şöyle demektedir: Hayrı işlemek kesb kelimesiyle, şerri yapmak ise iktisâb kelimesiyle ifade edilir. Çünkü  iktisâb, bir işte tasarrufta bulunma, çalışıp çabalama demektir. Şer, nefsin arzuladığı şeylerden olup nefis de ona can atıp çoğunlukla onu emredince, nefis onu kazanmak ve elde etmek için çok gayret eder ve çok didinir. İşte bu anlamdan dolayı nefis, şer konusunda "müktesibe" (çalışıp çabalayan) olarak isimlendirilmiştir. Hayır konusunda durum böyle olmayınca nefis, çalışıp çabalamaya delalet etmeyen bir şekilde vasfedilmiştir. Allahu a’lem. (Fahreddin er-Razi, Âşûr)

İki car - mecrurun takdimi de ihtisas ifade eder. (Âşûr ) 

لَهَا مَا كَسَبَت  buyruğundaki lâm, mülkiyyetin istimrar (devamına) ve ihtisasına delalet eder. Bu husus Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in:

كُلِّ امْرِىءِ احَقُّ بِكَسْبِهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَسَاءِرِ النَّاسِ اَجْمَعِينَ “Herkes, kendi kazandığına babasından, çocuğundan ve diğer bütün insanlardan daha fazla hak sahibidir" hadisiyle de kuvvet kazanır. (Fahreddin er-Razi)

Onlara Fatiha Suresinde hamd öğretildiği gibi bu duayı yapmayı Cenab-ı Hakk'ın öğretmesi caizdir. (Âşûr) 

  رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir. 

Nidanın cevabı ...لَا تُؤَاخِذْنَٓا  nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nehiy üslubunda olmasına rağmen cümle dua manasına geldiği  için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ  şart üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

نَس۪ينَٓا  şart cümlesi mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır. Öncesinin delaleti sebebiyle hazfedilen cevap cümlesinin takdiri  فلا تؤاخذنا (bizi sorumlu tutma)’dır. Cevap cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, ıtnâb sanatı olan hal veya ta’lildir. (İrâbul Müyesser, Mahmut Sâfî)

نَس۪ينَٓا - اَخْطَأْنَاۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Unutmak da hata yapmak da bilgiyle alakalıdır. Bilgi yoksa unutulacak veya hata yapılacak bir şey de yoktur. 

لَا تُؤَاخِذْنَٓا "Bizi tutup azarlama’’ sözünün manası, "Bizi cezalandırma" demektir. Allah, günahkâr kimseyi azap ile muaheze eder. Günahkâr kimse de -birine yalvarıp yakaran, eteklerine yapışan kimse gibi- adeta ondan ısrarla af ve ihsan diler ve anlar ki kendisini azaptan kurtaracak O'ndan başka kimse yoktur. İşte bu sebepten dolayı kul, günahından ötürü Allah'tan korktuğunda yine O'na döner ve duaya sarılır.. Dolayısıyla bu durum burada,  مُؤَاخَزَةٌ  lafzıyla beyan edilmiştir. (Fahreddin er-Razi)

Mufâale babı mübalağa içindir. Yani, ‘’bizi unutkanlığa ve yanılgıya sevk etme!’’ demektir. (Âşûr) 

Kastedilen; Allah'ı hoşnut etmeyen unutkanlık, hata yapma ve ihmalin  sonuçlarıdır. (Âşûr)  

رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ

 İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir. 

 "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme ."

 

Bu cümle, kendisinden önceki dua cümlesi üzerine atıftır. İki cümle arasına nidanın girmesi ( رَبَّنَا ), yakarışı daha fazla tebarüz ettirmek içindir. (Ebüssuûd) 

Önceki nidanın cevabına matuf olan cevap cümlesi ...لَا تَحْمِلْ , nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nehiy üslubunda inşâî isnad olmasına rağmen cümle dua manasına geldiği  için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Mecrur mahalde masdariye olan  مَا ’nın sılası  حَمَلْتَهُ  müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel ve harfi-cer,  لَا تَحْمِلْ  fiiline müteallıktır.

Müteallakı  حَمَلْتَهُ  olan mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.  مِنْ قَبْلِنَاۚ  bu mahzuf sılaya müteallıktır. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır.

اِصْرًا [ağır yük] kelimesinde istiare vardır. Emirler, yasaklar ağır yüke benzetilmiştir. Vech-i şebeh, her iki insanı da zorlayan durumdur. 

اِصْرًا ; taşıyıcısını olduğu yere çakılı bırakan, hareket etmesine izin vermeyen ağır yük demektir. Bu kelime birbirini öldürmek yani salihlerin buzağıya tapanları katletmesi, derideki / çarıktaki ve elbisedeki necaset bulaşmış yeri kesip atmak gibi zor mükellefiyetler için istiare yoluyla kullanılmıştır. (Keşşâf, Âşûr)

اِصْرًا , lügatte, kişiyi yerinde hapseden (hareket ettirmeyen) ağır yük anlamındadır. Burada kastedilen mana ise, zor mükellefiyetlerdir. Bununla beraber bu cümledeki kelimeler değişik manalara gelecek şekillerde de okunmuştur. (Ebüssuûd)

اِصْرًا ; Lügatte esas anlamı esaret ve hapis manasıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi ağır misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihte görüldüğü üzere, yahudi ve hristiyanlar gibi önceki ümmetlerde de katı hükümler ve yükümlülükler vardı. (Elmalılı)

لَا تَحْمِلْ - حَمَلْتَهُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

[Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!] Yani üzerimize böyle bir ağırlığı ve sorumluluğu yükleme!  Bunlar: ağır ibadetler, çok büyük cezalar, şiddetli hükümler, gizledikleri günahların alınlarında ve evlerinin kapılarında görülmesi gibi hallerdir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)  

رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir. 

Önceki nidanın cevabına matuf olan cevap cümlesi ...لَا تُحَمِّلْنَا , nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nehiy üslubunda inşâî isnad olmasına rağmen cümle dua manasına geldiği  için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsul  مَا ’nın sıla cümlesine dahil olan  لَا , cinsini nefyeden harftir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car - mecrur  بِه۪ۚ ’nin muteallakı olan  لَا ‘nın haberi mahzuftur. 

تَحْمِلْ - حَمَلْتَهُ - تُحَمِّلْنَا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَاعْفُ - اغْفِرْ - ارْحَمْنَا۠  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

[Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme!] Yani ‘’bizi devamlı bir şekilde yaptığımızda zorlanacağımız şeylerle sorumlu tutma.’’ Burada asla güç yetirilmeyecek şeyler murat edilmemiştir. Çünkü böyle bir şey kimseden istenmez. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ ; ‘’Bizlere, bizden öncekilere verilen cezaları verme!’’ demektir. Bu şekilde dua eden müminler, daha önceki ümmetlerin mükellef oldukları ağır yükümlülüklerden muaf tutulmayı, sonra da onların bu mükellefiyetleri muhafaza etme konusundaki gevşeklikleri sebebiyle üzerlerine inen cezalardan muaf olmayı talep etmişlerdir. Bir görüşe göre burada kastedilen şey, güç yetirilemeyecek olan ağır mükellefiyetlerdir. Bu durumda ifade,  وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا  ifadesinin tekrarı mahiyetindedir. (Keşşâf)

وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠  makabline atfedilmiş bu üç cümle, emir üslubunda talebî inşâi isnad olmalarına rağmen dua manası taşımaktadırlar. Vaz edildikleri anlamın dışına çıktıklarından dolayı, bu tekipler mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ayette geçen  الطَّاقَةَ  kelimesi güç yetirmek ve muktedir olmak anlamlarına gelir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın:  وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ  buyruğunun zahiri manası, "kendisine güç yetiremediğimiz şeyi bize yükleme!" şeklinde olur. Bu konuda söylenebilecek en son şey, bu lafzın bazı kullanış şekillerinde mecazen istikbâl anlamına geldiğidir... Ancak ne var ki aslolan, lafzı hakiki manasına hamletmektir. (Fahreddin er-Razi)

 

Cenab-ı Hak önceki ayette  لَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا  buyurmuşken, burada niçin  لَا تُحَمِّلْنَا  demiştir? Neden, birincisini "haml" kelimesine; ikincisini de "tahmil" kelimesine tahsis etmiştir? Çünkü; Güç olsa da bazı şeylerin taşınması mümkündür. Fakat takat getirilemeyen, güç yetmeyen şeyler de vardır ki bunları taşımak mümkün değildir. Takat getirilemeyen şeyde söz konusu olan ise, onun sadece "yüklenilmesi" (tahmîl)'dir. Zor ve meşakkatli olan şeye gelince, bunu hem taşımak (haml), yüklenmek; hem de başkasına yüklemek (tahmîl) mümkündür. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak son ayet-i kerimede "tahmîl" (yüklemek) kelimesini zikretmiştir. (Fahreddin er-Razi)

Allahu Teâlâ müminleri cemi sıyga ile ifade ederek, [Eğer unuttuk yahut yanıldıysak, bizi tutup azarlama; bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme; takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme!] diyerek, toplu bir biçimde bu duaları yaptıklarını nakletmiştir. Dua zamanında bir araya gelmenin faydası nedir?

 

اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

Mübteda ve haberden müteşekkil اَنْتَ مَوْلٰينَا cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda lazım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümleleri zamandan bağımsız olup sübut ifade eder.

Ayetin son cümlesine dahil olan فَ ta’liliyedir. Sebep bildiren ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. ...انْصُرْنَا  cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Emir üslubunda inşâî isnad olmasına rağmen cümle dua manasına geldiği  için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

Buradaki  فَ  harfi mevla oluşu tefri’ (niteleme) içindir. Çünkü mevla’ya düşen kölesine yardım etmek, zafer vermektir. (Âşûr)

الْقَوْمِ  , الْكَافِر۪ينَ  için sıfattır. Dolayısıyla  cümlede ıtnâb sanatı vardır.

لَنَا - إِن - رَبَّنَا - لَا - عَلَى  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Bakara Suresinin son iki ayeti hüsnü’l-hâtime sanatının en güzel örneğidir. 

Kur’an-ı Kerim’deki herhangi bir surenin ağırlık noktasını oluşturan temel konunun genel olarak ayet sonlarına yansıması da muhakkak ki bir uyumun göstergesidir. Bakara suresinin fasılaları genel olarak takva içerikli fiillerle sonlanmaktadır. (Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Hasan Uçar Doktora Tezi)

حَمل fiili de sülasi mücerred ve tef’îl babı iki farklı babda gelmiştir. Tef’îl babı fiile; çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

Burada tef’îl babı tadiye içindir. (Âşûr )

Bu cümlede niçin  رَبَّنَا  lafzı zikredilmemiştir? Cevap: Nida etmeye ancak uzaklık söz konusu olduğu zaman ihtiyaç duyulur. Nida edilen şey yakın olduğunda ise, nidaya ihtiyaç duyulmaz. Bu duada  رَبَّنَا   nidası, kulun yalvarıp yakarmaya devam ettiğinde Allah'a kurbiyete nail olacağını bildirmek için hazf edilmiştir. Bu, kendisiyle başka sırlara muttali olunacak büyük bir sırdır. (Fahreddin er-Razi)

Cenâb-ı Hakk'ın  اَنْتَ مَوْلٰينَا  [Sen Mevlamızsın bizim] buyruğunda şöyle bir anlam vardır. Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz işte bu sebeple kullar dua ederken, Allah'ın lütfu ve ihsanına dair söz ederlerken kendilerinin, ancak Cenab-ı Hakk'ın tedbiriyle işlerinin tamamlanacağı bir çocuk ve ancak Mevlasının ıslahıyla işlerinin yoluna gireceği bir kul durumunda olduklarını; Allahu Teâlâ'nın gökler ve yerin Kayyûm'u olduğunu, bütün işleri yoluna koyan olduğunu, "Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcı" (Enam. 40) ayetinde de belirttiği gibi, hakikatte her şeyin müdebbiri (yöneticisi) O olduğunu izhar etmişlerdir. (Fahreddin er-Razi)

Günün Mesajı
Allah kullarına karşı pek lütufkârdır.. Bundan dolayı ancak güçlerinin yetebileceği amellerle onları yükümlü tutmuştur. Din kolaylıktır. Zorluk değildir. Onda darlık ve meşakkat bulunmamaktadır. Allah yanılma ve hataları dolayısıyla kullarını cezalandırmaz. Her insan yalnızca amelinden dolayı hesaba çekilir. Dua ibadettir. Duanın en faziletlisi ise Kur'ân-ı Kerim'de yeralan dualarla ve Resülullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in yaptığı dualar ile dua etmektir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Hiçbir şey için bitmez deme. Her yolun bir sonu vardır. Her taşı kar taneleri gibi eşsizdir, zamanın. Bu yolda bastığın taştan bir daha geçmek veya manzarasına, dönüp bir daha bakayım demek olmaz. İstediğin kadar resim çek, o anda hissettiklerini hiçbir resim hissettiremez sana. Baktığında ya olduğundan daha mutsuz, ya da olduğundan daha mutlu olduğunu düşünürsün.

Yolda karşılaştıklarına hoşgörülü davran, kırmadan veda et. Kapıları yüzlerine çarpma. Çünkü çarptığın kapıyı yeniden açmak istediğinde, görmeyi umduğunu bulamayabilirsin. 

Attığın her adımı güzel anılarla donatarak seke seke de atabilirsin, bu yol ne zaman bitecek diye hayıflanarak da, ayaklarını sürüye sürüye de gidebilirsin. İstersen boş boş yürürsün, istersen ardında kırıntılar bırakırsın.

Hiçbir şey için bitmez deme. Her yolun bir sonu vardır; elindeki kitabın son sayfası, gözyaşlarının son damlası, yediğinin son lokması ve atacağın son adımın.. Ve yazılan her yazının da bir sonu vardır.

Elhamdulillah! Elhamdulillah! Elhamdulillah! Bakara Suresini bitirdik. Allah, hep beraber geri kalan sureleri de okuyup, hatmimizi hayırla, bereketle ve huzurla tamamlamamızı nasip etsin.

Rabbim hayırlı başlangıçlar ve sonlar nasip etsin. Adımlarımızı boşa attırmasın. Yürüdüğü yolun değerini bilerek ve bilinçlenerek ilerleyenlerden olmak duasıyla.

Amin. 

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji