Bu sure Hicret’in üçüncü yılında nazil olmaya başlamış.
Necran Hristiyanlarından bir grup Peygamber Efendimiz s.a.v. den Hz. İsa hakkında söylenenleri dinlemek istemiş. Bunun için bir grup gelmiş. Hz. İsa’nın babası kim diye sormuşlar. Onun üzerine bu surenin ilk ayetleri nazil olmuş.
Bakara suresinin ilk bölümünün ana konusu yoğunlukla yahudilerdi..Ali İmran suresinin ağırlıklı konusu da hristiyanlardır..Bakara da bize “yahudileşmeyin” diyen ve bunun formüllerini veren Rabbimiz bu surede de “hristiyanlaşmayın” ın formüllerini verir.İki sure arasında pek çok paralellik vardır.Bakara da Bedir öncesi anlatılır,burada Uhud sonrası…Bakara da ipucu verilen bazı konular burda açıklığa kavuşur.Bakara da yoğunlukla kalbin hastalıkları,takva,iman,kalplerin katılaşması gibi konuların üzerinde durulmuştu.Bu surede de “islam” üzerine vurgu vardır.İnancın görünen kısmı islam,görünmeyen kısmı imandır.Bakarada “ünzile ileyke” denmişti.Yani “sana indirildi”, bir seçim-tercih söz konusudur.Burda “nezzele aleyke “ dendi.Ala “sorumluluk verir/katar”Müminlerin Bedir’den zafer ile döndüklerinde Medine yahudilerinin “Bu sadece Mekke’nin çocuklarıyla bir kavgaydı. Bir sonrakini göreceksiniz” şeklindeki tehditleri üzerine indiği rivayet edilir. Sonraki üç ayette kafirlerin genel durumundan bahseder.
Firavun bir isim değil bir ünvandır artık. Firavun ölmüş ama Firavunluk yeni suretlere bürünerek yaşamaktadır maalesef.
Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓمٓۚ
الٓمٓۚ
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukatta harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ
İsim cümlesidir. ٱللَّهُ lafza-i celâli, mübtedadır. لَاۤ إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. لَاۤ cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ ismidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri; موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir. ٱلۡحَیُّ ikinci haberdir. ٱلۡقَیُّومُ üçüncü haberdir. Veya bunlar ٱللَّهُ lafza-i celâlinin iki sıfatıdır.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, birden çok unsurla tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
Bütün esma-i hüsna ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için müsnedün ileyh olarak gelmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle ٱللَّهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Mübteda olan lafza-i celâlin haberi cinsini nefyeden لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir.
لَاۤ , هُوَ ve isminin mahallinden veya لَاۤ ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasır هُوَ ile لَاۤ ‘nın ismi olan إِلَـٰهَ kelimesi arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur.
ٱلۡحَیُّ ilk, ٱلۡقَیُّومُۚ ikinci haberdir. Müsnedin harf-i tarifle marife olması tahsis ifade eder. Ayrıca Allah Teâlâ’ya ait bu iki sıfatın marife gelişi bu sıfatların varlık derecesinin kemâline işaret eder.
اَللّٰهُ - اِلٰهَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayetle Bakara/255. ayet arasında tekrîr ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette hüsnü'l iftitâh (güzel başlangıç) sanatı vardır. Çünkü bu ayet Allah Teâlâ'nın en yüce ismiyle başlamıştır. (Safvetü't Tefâsir)
Allah lafzı, Cenab-ı Hakk’ın zatını ispat için gelmiştir. [O’ndan başka ilah yoktur.] ifadesi de ulûhiyet vasfının başkalarından nefyi için getirilmiştir. [Hayy ve Kayyûmdur.] Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُۚ kelimesi قَیٱم masdarından gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. Bir görüşe göre başkası ile değil, zatıyla kaim olan demektir. Bir görüşe göre bütün mahlukatının işlerini gören anlamındadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Allah lafza-i celâli, yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yücesidir. İsm-i Azam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhi sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delalet ederler. Mesela ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler bazan başka varlıklara ad olabilir. Mesela Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz. Kul için gerekli olan şey bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmasıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamalı ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. (Ruhu’l-Beyan)
Allah özel isminden sonra müşrikleri ve Hristiyanları red için لَٓا اِلٰهَ إِلَّا هُوَۙ cümlesi itiraiyye veya hal cümlesi olarak gelmiştir.
لاَ harfi süpürür, الَٓا da onun yerine yenisini koyar. الْحَيُّ ve الْقَيُّومُۜ arasında و harfi girmemiştir. Kemâl-i ittisâl vardır. Diri olanın kaim olması gerektiğini ifade eder.
الْحَيُّ - الْقَيُّومُۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bu ayet-i kerime, İsa'nın ilah olduğunu iddia edenlerin iddiasını red ve iptal eder. (Ebüssûud)
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | نَزَّلَ | indirdi |
|
2 | عَلَيْكَ | sana |
|
3 | الْكِتَابَ | Kitabı |
|
4 | بِالْحَقِّ | hak ile |
|
5 | مُصَدِّقًا | doğrulayıcı olarak |
|
6 | لِمَا |
|
|
7 | بَيْنَ |
|
|
8 | يَدَيْهِ | kendinden öncekini |
|
9 | وَأَنْزَلَ | ve indirmişti |
|
10 | التَّوْرَاةَ | Tevrat |
|
11 | وَالْإِنْجِيلَ | ve İncil’i de |
|
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ
Fiil cümlesidir. نَزَّلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. عَلَيْكَ car mecruru نَزَّلَ fiiline müteallıktır. الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. بِالْحَقِّ car mecruru الْكِتَابَ ’nin mahzuf haline müteallıktır.
مُصَدِّقًا kelimesi عَلَيْكَ zamirinden hal olup fetha ile mansubtur. مَا müşterek ism-i mevsûlu لِ harfi ceriyle birlikte مُصَدِّقًا ’a müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur. Îrabtan mahalli yoktur. Mekân zarfı بَيْنَ ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır.
يَدَيْهِ muzâfun ileyhtir. Müsenna olduğu için ى ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مُصَدِّقًا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
وَ atıf harfidir. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. التَّوْرٰيةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الْاِنْج۪يلَۙ kelimesi atıf harfi وَ ’la التَّوْرٰيةَ kelimesine matuftur.
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ [O, sana Kitab’ı doğru bilgi ile indirdi.] Ey Muhammed! Allah Kur’an-ı Kerim’i sana yirmi üç sene zarfında parça parça indirmiştir. Burada kastedilen Cebrail’in vahyi indirmesidir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Car mecrur siyaktaki önemine binaen mef’ûle takdim edilmiştir.
عَلَيْكَ , مُصَدِّقًا ‘deki zamirden müekked haldir.
Mecrur mahaldeki mevsûlün sılasının hazfi îcâz-ı hazf sanatıdır. Mekân zarfı olan بَيْنَ bu mahzuf sılaya müteallıktır.
وَ ‘la makabline atfedilmiş وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ cümlesi, müsbet fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Kur'an için marife olarak الْكِتَابَ kelimesinin kullanılmasında kitap ismini almaya layık olanın sadece Kur'an olduğu gibi bir mana vardır. (Safvetü't-Tefasir)
عَلَيْ harfiyle gelmesinde istiare vardır. “Sen adeta kitapla içiçesin, tamamen kitaba bürünmüşsün” manası ifade edilmiştir.
نَزَّلَ ve اَنْزَلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ ifadesi, Kur'an-ı Kerim 'den önce gelen semâvi kitaplardan kinayedir. Önce gelen kitaplar çok açık ve meşhur oldukları için, bunlar, Kur'an'ın önünde manasına gelen بَيْنَ يَدَيْهِ sözüyle ifade edilmişlerdir. (Safvetü't Tefâsir)
Bu ayette نَزَّلَ ve اَنْزَلَ geçti. نَزَّلَ 'de fiilin vuku bulması ve mef’ûlle alakası kastedilir. Fail daha geri plandadır. Bir de aşamalı olmayı ifade eder. اَنْزَلَ 'de ise fiilin failden kaynaklanması vurgulanır.
Burada نَزَلَ fiilinin iki farklı babda geldiğini görüyoruz. Ayetin Kur’an’ın indirilişinden bahseden bölümünde fiil تفعيل babında gelmiştir. Bu bab mübalağa ve teksir ifade etmektedir. Dolayısıyla burada Kur’an-ı Kerîm’in tedricen indirilişine işaret vardır. Kur’an-ı Kerim yirmi üç yılda peyderpey nazil olduğundan burada fiilin bu babda kullanılması uygun olmuştur. Ayetin Tevrat ve İncil’in indirilişinden bahseden bölümünde ise fiil, mübalağa ve teksir anlamı ifade etmeyen if’al babında اَنْزَلَ şeklinde gelmiştir. Bu durum İncil ve Tevrat’ın bir defada indiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla fiilin farklı sıygalarda gelmesi anlama ve muktezâ-i ayete uygun olmuştur. (Süleyman Gür, Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Cenab-ı Hak, Kur’an’ın indirilmesini “tenzil”; Tevrat ve İncil’in indirilmesini ise, “inzal” ile ifade buyurmuştur. Çünkü, “tenzil” çokluk ifade eder. Allahu Teâlâ da Kur’an-ı Kerim’i müteaddit defalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda çokluk manası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil’i ise, tek bir defada indirmiştir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, bu kitaplar hakkında “inzal” kelimesini özellikle kullanmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُوانْتِقَامٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مِنْ |
|
|
2 | قَبْلُ | daha önce |
|
3 | هُدًى | yol gösterici olarak |
|
4 | لِلنَّاسِ | insanlara |
|
5 | وَأَنْزَلَ | ve indirdi |
|
6 | الْفُرْقَانَ | Furkan’ı da |
|
7 | إِنَّ | muhakkak ki |
|
8 | الَّذِينَ | kimselere |
|
9 | كَفَرُوا | inkar eden |
|
10 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
11 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
12 | لَهُمْ | onlara vardır |
|
13 | عَذَابٌ | bir azab |
|
14 | شَدِيدٌ | çetin |
|
15 | وَاللَّهُ | Allah |
|
16 | عَزِيزٌ | daima üstündür |
|
17 | ذُو |
|
|
18 | انْتِقَامٍ | öc alandır |
|
O sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i indirmişti; furkanı da indirdi. Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.
Ayette Kur’ân-ı Kerim için el-Furkan kelimesi kullanılmıştır. Kökü فرق olup aslen ayrılma demektir. Kur’ân-ı Kerim hataları tashih edip eğriyi doğrudan, hakkı batıldan ayırdığı için bu ismi almıştır. Furkan kelimesi mübalağalıdır. Hz. Ömer de hak ve batılı birbirinden ayırdığı için ona Ömer’ul Fâruk denmiştir. Yine Kur’ân’da hak ve batılın birbirinden ayrıldığı gün olarak kıyamet günü, yevmul furkan olarak geçmiştir. İnsanlardan ayrı olan topluluğa fırka denir. Fırak daha çok bedensel ayrılık için kullanılır. Kıyamet/28’de ölmek suretiyle dünyadan ayrılmak manasında kullanılmıştır. Ferak ise korkudan kalbin darmadağın olmasıdır (Tevbe/56’da bu manada kullanılmıştır). Farûk çok fazla korkan kimse demektir. (Müfredat)
مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ
مِنْ قَبْلُ car mecruru önceki ayetteki اَنْزَلَ fiiline müteallıktır. هُدًى sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclihtir. لِلنَّاسِ car mecruru هُدًى ’in mahzuf sıfatına müteallıktr.
وَ atıf harfidir. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. الْفُرْقَانَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, اِنَّ ’in ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا۟ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur. كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاٰيَاتِ car mecruru كَفَرُوا ’ye müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Bu car mecrurla başlayan cümle اِنَّ ’in haberidir. عَذَابٌ muahhar mübtedadır. شَد۪يدٌ ise عَذَابٌ kelimesinin sıfatıdır.
Bu ayet-i kerimede geçen ayetler bütün kitaplar; peygamberler de bütün peygamberlerdir. Çünkü ayet, alamet demektir. Peygamberler de doğru yolun sancaklarıdırlar. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُوانْتِقَامٍ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. عَز۪يزٌ haberdir. İkinci haber ذُو , harfle îrab olan beş isimden biridir. Ref alameti و ’dır. انْتِقَامٍ kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ
هُدًى لِلنَّاسِ cümlesi التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ ‘den hal veya mef’ûlün lieclih olarak nasb mahallindedir. Yani: أنزل هذين الكتابين لأجل هداية الناس (Bu iki kitab insanlara hidayet olması için indirildi.) anlamındadır.
وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ cümlesi اَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ cümlesine matuftur. Müsbet fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْفُرْقَانَۜ ile kastedilen Kur’an’ın açıklamasıdır. الْفُرْقَانَۜ ’ın bizzat Kur’an olduğu da söylenmiştir. Başta [O sana Kitab’ı hak ile indirmiştir.] dedikten sonra burada aynı manayı tekrar etmesinin hikmeti Cenab-ı Hakk'ın, Kur’an’ı iki isimle anmış olmasıdır. Her iki isim, başka bir manaya işaret eder. Birincisi yani kitap, onun toplanmış olduğunu gösterir. Çünkü الْكِتَابَ kelimesinin kökü olan كتابة kelimesi toplamak anlamına gelir. الْفُرْقَانَۜ ise Kur’an’ın hak ile batıl arasında ayırıcı vasfını gösterir. Burada iki sıfatı zikrettiği için tekrar olmaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ ; yani hakkı batıldan ayıran diğer kitapları da indirdi. Bu bölüm umumi olanın hususi olana atfı kabilindendir. Çünkü önce hususi olarak üç kitap zikredildi. Sonra bunlara itina ile birlikte bütün kitapları ifade eden الْفُرْقَانَۜ ismi kullanıldı. (Safvetü't Tefâsir)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ
İstînâf cümlesi fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır. Cümlenin müsnedi, faide-i haber ibtidaî kelam olan ve sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Bu haber cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ ‘daki tenkir tarifsiz, bilinemeyen bir azap nev’ine işaret eder.
عَذَابٌ ‘un sıfatı olan شَد۪يدٌۜ dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.
اِنَّ ‘nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi bahsedilen kişilerin bilinen bir grup olduğunu belirtmesi yanında, bu kişilere tahkir ifade eder.
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ izafeti ayetlere şan ve şeref kazandırmıştır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için, اللّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
Bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin zikredilmesi kalplerde haşyet uyandırmak ve korku salmak içindir.
هُدًى - كَفَرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُوانْتِقَامٍ
وَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil son cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. ذُو انْتِقَامٍ ikinci haberdir.
Zamir yerine zahir lafzâ-i celâle iltifat edilerek ıtnâb yapılmıştır. İşin büyüklüğünü göstermek ve kalplere korku salmak için, izmardan izhara dönülmüş ve Allah lafzı açık isim olarak getirilmiştir. Bu tekrarda ayrıca tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
[Allah Azîz’dir], yani öyle bir hükümranlığa sahiptir ki istediği kişiye istediği gibi azap etmekte O’na kimse karşı koyamaz. Şöyle de denilmiştir: Allah Azîz’dir, yani herkese galiptir, hiç kimse ona mani olamaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
ذُو انْتِقَامٍ , yani o öyle şiddetli bir şekilde cezalandırır ki hiçbir cezalandırıcı böylesine kâdir değildir. (Keşşâf)
انْتِقَامٍ kelimesi Kur’an’ı Kerim’de hiç tek başına Allah’ın sıfatı olarak gelmemiş olup isim tamlaması veya fiil-fail kalıbında gelmiştir.
Bu tabirde sahiplik ifadesi olan ذُو gelmesi, bu intikamla kulların maslahatını ikame etmeyi dilediğine, tabiatten veya kinden kaynaklanan bir intikam olmadığına işaret eder. Bu cümlenin öncesine atfı; azabın şiddetini açıklamak içindir. (Âşûr)
Allah'ın intikam sahibi olması tabirinde lazım zikredilmiş, melzum kastedilmiştir. Yani Allah Teâlâ'nın intikam alması tabiriyle, yapılan suçun cezasını verdiği etkili bir şekilde anlatılmak istenmiştir.
Lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
عَز۪يزٌ ve عَذَابٌ kelimeleri عَ harfi ile başlar, ذ ve ز harflerinin de mahreçleri birbirine yakındır. Aralarında cinas vardır. Azîz kelimesinin üç anlamı vardır: Çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur. (İmam Gazali) Su da böyledir. Onun için su gibi aziz ol, denir.
İntikam kelimesi, " نَقِمَ " kökünden olup öç, kin, hınç, garez, ceza; felaket, afet, gazap anlamına gelir. İntikam almak, cezalandırmak, hıncını çıkarmak, öcünü almak demektir. (Ebüssûud)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ve kasr olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir.
Cümlenin müsnedi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfinin tekrarı tekid ifade etmiştir.
شَيْءٌ ’daki tenvin ‘’hiçbir şey’’ anlamı vermiştir. Çünkü nefy siyakta nekre, umum ifade eder.
Müsnedün ileyhin, lafza-i celalle marife olması telezüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak içindir.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde, bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır.
Bu ayet-i kerimede her ne kadar nazım, hükmü takviye ifade eder şekilde gelmiş olsa da maksadın hükmü takviye olmadığı açıktır. Maksat tahsistir. Yani, Allah’tan başkası göklerde ve yerde olanları bilemez. Bunları bilen sadece Allah Teâlâ’dır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
[Hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz], yani alemdeki hiçbir şey ona gizli
kalmaz. Ancak bu husus, فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ [gökte ve yerde] şeklinde ifade edilmiştir. Buna göre O, kâfirin küfründen de müminin imanından da haberdardır ve hepsine ameline göre karşılık verecektir. (Keşşâf)
Burada önce arz kelimesi gelmiştir. Konu ne ise, önce o zikredilir. Gökteki şeyin gizli olması bizi çok ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren daha çok yerdekilerdir. Sema tekil ve marife geldiği zaman dünya atmosferi kastedilir.
الْاَرْضِ - السَّمَٓاءِۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, اللّٰهَ lafzında tecrîd sanatı vardır.
Yer ile gök kelimeleri arasına nefy harfi konularak " فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ" buyurulması bize göre yakınlık ve uzaklık itibarıyla aşağıdan yukarıya terakki belirtmek içindir. Bu yakınlık ve uzaklık, bizim yer ve gök hakkındaki bilgilerimizin de farklı olması sonucunu doğurur. (Ebüssûud)هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هُوَ | O’dur |
|
2 | الَّذِي |
|
|
3 | يُصَوِّرُكُمْ | sizi şekillendiren |
|
4 | فِي |
|
|
5 | الْأَرْحَامِ | rahimlerde |
|
6 | كَيْفَ | gibi |
|
7 | يَشَاءُ | dilediği |
|
8 | لَا | yoktur |
|
9 | إِلَٰهَ | tanrı |
|
10 | إِلَّا | başka |
|
11 | هُوَ | O’ndan |
|
12 | الْعَزِيزُ | azizdir |
|
13 | الْحَكِيمُ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يُصَوِّرُكُمْ ’dur. Merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. فِي الْاَرْحَامِ car mecruru mef’ûlun mahzuf haline müteallıktır. Takdiri; كائنين في الأرحام (Rahimlerde bulunan) şeklindedir. كَيْفَ şart ismidir. يَشَٓاءُ fiilinin hali olarak mahallen mansubtur. يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Mef’ûlu hazfedilmiştir. Takdiri; يشاء تصويركم (Sizin tasvir edilmenizi ister) şeklindedir.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri; كيف يشاء تصويركم يصوركم في الأرحام (İstediği şekilde sizi rahimlerde tasvir eder.) şeklindedir.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ
Müstenefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir. Has ism-i mevsûlün sılası müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İstînâfiyye olarak fasılla gelen müekked hal cümlesi كَيْفَ يَشَٓاءُۜ , şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesinin ve يَشَٓاءُۜ fiilinin mef’ûlünün hazfi, gereksiz söz söylemekten kaçınmak amacıyla ve Allah’ın kudretinin zaten meydanda olması nedeniyle yapılan îcâz-ı hazif sanatıdır.
كَيْفَ burada istifham manasında değil, keyfiyet yani hal manasındadır. (Âşûr)[Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.] Yani annelerinizin rahimlerinde sizi erkek-kız, siyah-beyaz, tam-eksik, uzun-kısa, güzel-çirkin belirli şekillere sokan O’dur. صورة şekil demektir. Arapça صور kökünden gelmektedir ki bir araya getirmek, kesmek ve eğip bükmek anlamına gelir. Surette bunların hepsi vardır. İnsanın rahimde şekillendirilmesi nutfe, alaka ve mudğa adı verilen üç aşamada gerçekleşir. Bunu yapmaya kudret sahibi olan sadece Allah’tır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
يُصَوِّرُكُمْ fiili tefîl babındandır. Tefîl babı fiilde ve mef’ûlde çokluk ifade eder.
الَّذ۪ي ism-i mevsûldür, tevcih ihtiva eder. Ayette müsned konumunda merfu mahaldedir.
Allahu Teâlâ’nın bütün malumatı bildiği ve bütün mümkinata kâdir olduğu sabit olunca, O’nun bütün muhdes ve mümkinatın kayyûmu olduğu da ortaya çıkmış olur. Böylece bütün bunların, daha önce Cenab-ı Hakk’ın “Hayy” ve “Kayyûm” olduğuna dair zikredilen hususların bir izahı gibi olduğu ortaya çıkmış olur.(Fahreddin er-Razi)
Hz. İsa’nın uluhiyeti konusundaki görüşleri ile teslis konusundaki görüşlerinin batıl olduğuna, الْحَیُّ الْقَيُّوم tavsifiyle istidlal edip “İlâhın Hayy ve Kayyûm olması gerekir. Hz. İsa ise, ne Hayy’dır, ne de Kayyûm’dur” demek isteyince, Hz. İsa’nın bir ilah olmadığına kesinkes hükmetmek gerekmiştir. Böylece de Cenab-ı Hakk, bu ifadenin peşinden bu iki şüpheye cevap olacak şeyi iyice izah etmek için işte bu ayeti getirmiştir.(Fahreddin er-Razi)
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Cinsini nefyeden لَٓا ‘nın dahil olduğu cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
لَٓا , اِلٰهَ ’nın ismi, هُوَ ise لَٓا ‘nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasr, هُوَ ile لَاۤ ‘nın ismi إِلَـٰهَ arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.
Son cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
الْعَز۪يزُ ve الْحَك۪يمُ kelimeleri mübtedası mahzuf iki haberdir. Müsnedin harf-i tarifle marife olması tahsis ifade eder. Ayrıca Allah Teâlâ’ya ait bu iki sıfatın marife gelişi bu sıfatların varlık derecesinin kemâline işaret eder.
الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, teşâbüh-i etrâf ve muvazene sanatları vardır.
Bu ayetle 255. ayet arasında tekrîr ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْعَز۪يزُ ve الْحَك۪يمُ sıfatlarının arasında وَ olmaması bu iki sıfatın birden Allah Teâlâ’da kemâl derecede mevcut olduğunun işaretidir.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
İkinci ayetteki لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ [Ondan başka ilah yoktur] sözü bu ayette tekrarlanmıştır. Aralarında ve dördüncü ayetteki الْعَز۪يزُ isminin tekrarlanmasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هُوَ | O |
|
2 | الَّذِي |
|
|
3 | أَنْزَلَ | indirdi |
|
4 | عَلَيْكَ | sana |
|
5 | الْكِتَابَ | Kitabı |
|
6 | مِنْهُ | Onun |
|
7 | ايَاتٌ | (bazı) ayetleri |
|
8 | مُحْكَمَاتٌ | muhkemdir (ki) |
|
9 | هُنَّ | onlar |
|
10 | أُمُّ | anasıdır |
|
11 | الْكِتَابِ | Kitabın |
|
12 | وَأُخَرُ | ve diğerleri de |
|
13 | مُتَشَابِهَاتٌ | müteşabihdir |
|
14 | فَأَمَّا | olanlar |
|
15 | الَّذِينَ |
|
|
16 | فِي |
|
|
17 | قُلُوبِهِمْ | kalblerinde |
|
18 | زَيْغٌ | eğrilik |
|
19 | فَيَتَّبِعُونَ | ardına düşerler |
|
20 | مَا | olanlarının |
|
21 | تَشَابَهَ | müteşabih |
|
22 | مِنْهُ | onun |
|
23 | ابْتِغَاءَ | çıkarmak için |
|
24 | الْفِتْنَةِ | fitne |
|
25 | وَابْتِغَاءَ | ve bulmak için |
|
26 | تَأْوِيلِهِ | onun te’vilini |
|
27 | وَمَا | oysa |
|
28 | يَعْلَمُ | bilmez |
|
29 | تَأْوِيلَهُ | onun te’vilini |
|
30 | إِلَّا | başka kimse |
|
31 | اللَّهُ | Allah’tan |
|
32 | وَالرَّاسِخُونَ | ileri gidenler |
|
33 | فِي |
|
|
34 | الْعِلْمِ | ilimde |
|
35 | يَقُولُونَ | derler |
|
36 | امَنَّا | inandık |
|
37 | بِهِ | Ona |
|
38 | كُلٌّ | hepsi |
|
39 | مِنْ |
|
|
40 | عِنْدِ | katındandır |
|
41 | رَبِّنَا | Rabbimiz |
|
42 | وَمَا |
|
|
43 | يَذَّكَّرُ | düşünüp öğüt almaz |
|
44 | إِلَّا | başkası |
|
45 | أُولُو | sahiplerinden |
|
46 | الْأَلْبَابِ | sağduyu |
|
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu mealdeki âyeti okudu: "(Habibim) Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Kitab'ın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez, ilimde yüksek gayeye erenler ise; "Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındadır" derler. (Bunları) salim akıllılardan başkası iyice düşünmez."
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayetin okunmasını tamamlayınca bana şunu söyledi: "Kur’ân'ın müteşâbih ayetlerine tâbi olanları gördüğünüz vakit bilin ki onlar Allah'ın ayette haber verdiği kimselerdir, onlardan sakının."
Buhârî, Tefsir, Âl-i İmrân 1; Müslim, İlim 1, (2665); Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmrân (2996); Ebu Davud, Sünne 2, (4598).
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَنْزَلَ ’dir. İrabtan mahalli yoktur.
اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. عَلَيْكَ car mecruru اَنْزَلَ fiiline mütealliktr. الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مِنْهُ اٰيَاتٌ cümlesi الْكِتَابَ ’nin hali olarak mahallen mansubdur. مِنْهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اٰيَاتٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مُحْكَمَاتٌ kelimesi اٰيَاتٌ 'un sıfatı olup lafzen merfûdur.
هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ cümlesi اٰيَاتٌ kelimesinin hali olarak mahallen mansubdur. Veya sıfatı olarak mahallen merfûdur. Munfasıl zamir هُنَّ mübteda olarak mahallen merfûdur. اُمُّ الْكِتَابِ haberdir. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ ifadesi atıf harfi وَ ’la اٰيَاتٌ ’e matuftur.
مُحْكَمَاتٌ , sağlam olanlar anlamına gelir. اُمُّ الْكِتَابِ , kitabın aslı ve problemleri çözmede kendisine müracaat edilen kısmı demektir. اُخَرُ kelimesi اُخْرَى kelimesinin çoğuludur. مُتَشَابِهَاتٌۜ , birbiriyle benzeşen ve karıştırılan şeyler anlamına gelir. Bu konu hakkında pek çok görüş vardır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ
فَ istînâfiyyedir. اَمَّا şart veya tafsil harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. ف۪ي قُلُوبِهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. زَيْغٌ muahhar mübtedadır.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki فَ harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında فَ harfi varsa, o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Zemahşeri, El-mufassal fi ilmi'l arabiyye)
فَ şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Şartın cevabı olan يَتَّبِعُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يَتَّبِعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsul مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası تَشَابَهَ مِنْهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. تَشَابَهَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. مِنْهُ car mecruru تَشَابَهَ fiilinin failinin mahzuf haline müteallıktır. ابْتِغَٓاءَ sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur. الْفِتْنَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ
Fiil cümlesidir. وَ haliyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَعْلَمُ damme ile merfû muzari fiildir. تَأْو۪يلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اِلَّا hasr edatıdır. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الرَّاسِخُونَ kelimesi atıf harfi وَ ’la اللّٰهُ lafza-i celâline matuftur. الرَّاسِخُونَ ’nin ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. فِي الْعِلْمِ car mecruru الرَّاسِخُونَ ’ye müteallıktır.
يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ cümlesi الرَّاسِخُونَ ’nin hali olarak mahallen mansubtur. يَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l kavli اٰمَنَّا بِه۪ۙ ‘dir. يَقُولُونَ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. اٰمَنَّا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru اٰمَنَّا fiiline mütealliktir. كُلٌّ mübteda olup lafzen merfûdur. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır. Takdiri كله şeklindedir. مِنْ عِنْدِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. رَبِّ muzâf olup kesra ile mecrurdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یَذَّكَّرُ damme ile merfû muzari fiildir. إِلَّاۤ hasr edatıdır. أُو۟لُوا۟ fail olup ref alameti و ’dir. Çünkü cemi müzekker salime mülhaktır. ٱلۡأَلۡبَـٰبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
یَذَّكَّرُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ذكر ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ
Müstenefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, faide-i haber inkarî kelamdır.
Burada Kur’ân indirme sıfatı Allah tealaya has kılınarak bir kasır yapılmıştır ki cümlede böylece hem tekid hem de bir hazırlık vardır. Aynı zamanda müşriklerin aşağıdaki ayetlerdeki sözlerini de geçersiz kılar:
إنَّما يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ [النحل: ١٠٣]
أساطِيرُ الأوَّلِينَ اكْتَتَبَها فَهي تُمْلى عَلَيْهِ بُكْرَةً وأصِيلًا [الفرقان: ٥]
وما تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّياطِينُ [الشعراء: ٢١٠]
وما يَنْبَغِي لَهم وما يَسْتَطِيعُونَ [الشعراء: ٢١١]
إنَّهم عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ [الشعراء: ٢١٢]
Çünkü onlar; Kur’ân için kahin sözü, şair sözü demişlerdir. Bu kasırda أنْزَلَ fiilinin kullanılması görülmemiş bir belagattır. Kasır uslubu olmasa bile bu fiil Allah tealaya mahsustur. Çünkü bu fiil vahiyle eşanlamlıdır ve Allah tealadan başkası için sözkonusu değildir. Aynı uslubdaki هو الَّذِي آتاكَ الكِتابَ (O; sana kitabı verendir.) sözü gibi değildir. (Âşûr)
Müsnedin ismi mevsulle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir. Has ism-i mevsûlün sılası müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَنْزَلَ 'de fiilin failden kaynaklanması vurgulanır.
Kur'an için marife olarak الْكِتَابَ kelimesinin kullanılmasında, kitap ismini almaya layık olanın sadece Kur'an olduğu gibi bir mana vardır. (Safvetü't-Tefasir)
عَلَيْ harfiyle gelmesinde istiare vardır. “Sen adeta kitapla iç içesin, tamamen kitaba bürünmüşsün” manası ifade edilmiştir.
مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. مِنْهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اٰيَاتٌ muahhar mübtedadır. Sıfat olan مُحْكَمَاتٌ dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ cümlesi اٰيَاتٌ ’ün hali veya sıfatıdır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Müsnedin izafetle gelmesi, az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
Kitabı indirdik lafzından sonra ondaki ayetlerin muhkem ve müteşabih olduklarının belirtilmesi cem’ maa’t-taksim sanatıdır.
Bu ayette cem‘ maa’t-tefrîḳ ve’t-taḳsîm sanatı vardır. Zira önce Kur’an ayetleri الْكِتَابَ kelimesinde cem edilmiş sonra اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ ve َوَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ kısmında tefrîḳ yapılmış ardında da ayetlere karşı insanların tutumu فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ ve الرَّاسِخُونَ ifadeleriyle taḳsîm edilmiştir. (Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları /Hasan Uçar)
Şerif er-Radi şöyle der: اُمُّ الْكِتَابِ ifadesi istiaredir. Bundan maksat, bu ayetlerin kitabın aslı olduğunu ve ondaki bütün özetlerin manasını cem etmiş bulunduğunu bildirmektedir. Bu ayetler, kitabın anası durumdadır. Sanki Kur'an'ın diğer ayetleri bunlara tâbi veya bunlarla alakalıdır. Bu durum, çocuğun annesi ile olan ilgisine ve önemli işlerinde ona sığınmasına benzer ki sanki Kur'an'ın diğer ayetleri de o (muhkem) lere tâbi olur, onların peşine takılır. (Safvetü't Tefâsir)
Gramer gereği اٰيَاتٌ [ayetler] kelimesinden هي ile bahsedilmeliyken ayetlerin görkemini büyüterek هُنَّ kullanılmıştır.
Hristiyanlar “İsa üçün üçüncüsüdür.” şeklindeki iddialarını ispat etmek için Allah’ın “Biz yaptık.”, “Biz hükmettik.” gibi sözlerini kullanmak istediklerinde bu ayet nazil olmuştur. Allah’ın birliğine ve O’ndan gayrısından ilahlık vasfının nefyedilmesine dair ayetler de dahil olmak üzere muhkem ayetler, yoruma kapalı olan apaçık ayetlerdir. “Biz yaptık.” gibi ifadeler içeren ayetler ise Arapların konuşma tarzlarını bilmeyen kimselerin anlamını kavrayamayabilecekleri müteşabih ayetler kapsamına girer. Bu ayet-i kerimede muhkem ayetlerin temel olduğu ve müteşabihlerin onlara dayanılarak yorumlanacağı ifade edilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Eğer Kur’an’ın tümü muhkem kılınsaydı, insanlar onu kolayca anlar; deney gözlem, inceleme, araştırma ve düşünüp delil çıkartma gerektiren şeylerden yüz çevirirlerdi. Böyle yaptıklarında da Allah’ın varlığına ve birliğine, yani marifetullah ve tevhide dair bilginin elde edileceği yegane yolu bırakmış olurlardı. (Keşşâf)
Muhkem” kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar.(Elmalılı Hamdi Yazır)
Lafız iki manaya ihtimalli olur; onun, bu manalardan birisine nisbetle ihtimali râcih, diğerine nisbetle de ihtimali mercûh olur ve biz de, lafzın manasını râcih olana hamleder de mercûh olana hamletmezsek, işte bu “muhkem”; eğer lafzı, mercûh olan manaya hamleder de râcih manaya hamletmezsek, işte bu da “müteşabih” olur. Buna göre biz deriz ki, lafzı râcih olan manasından alıp mercûh olan manaya hamletmemiz için, mutlaka bu konuda ayrı bir delilin bulunması gerekir. Bu ayrı delil de ya lafzî ya da aklî bir delil olur. (Fahreddin er-Razi)
Muhkem ayetler, mana ve murada delaletleri kesin; ibareleri sağlam, ihtimal ve iştibahtan masun ve mahfuz olan ayetlerdir. İşte bunlar Kitabın asıl, anasıdır; diğer ayetler için de başvurulan ilkelerdir.
Müteşabih ayetler, benzer manalara gelen; hangi manada alınmasının daha uygun olacağı konusunda zahirde kesin bir ayrım yapılamayan fakat ancak iyi bir inceleme ve derin bir tefekkür sonunda açıklığa kavuşturulan ve asıl muradı anlaşılan ayetlerdir. (Ebüssuûd)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ
فَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesi isim cümlesi formunda gelmiştir. Mübteda olan ism-i mevsûlün sılasında takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي قُلُوبِهِمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. زَيْغٌ muahhar mübtedadır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması bu kişilere tahkir ifade eder. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı mevcuttur.
فَ karînesiyle gelen cevap cümlesi ... فَيَتَّبِعُونَ مَا , aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan تَشَابَهَ مِنْهُ cümlesi ism-i mevsûl olan مَا ’nın sılasıdır. ابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ , mef’ûlün lieclih olan ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ ’ye matuftur.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyyet manası dolayısıyla kalp içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü kalp hakiki manada zarfiyyeye, yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak bu kimselerin fikirlerindeki yanlışlığı etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ [kalplerinde eğrilik vardır.] Müteşabih ayetlerin peşine koşanlar hakkındaki bu ayet-i kerimede زَيْغٌ kelimesinde istiare yapılmıştır. زَيْغٌ ; yoldan çıkmak sapmak demektir, kalpteki yanlış düşünceler için müstear olmuştur. Aralarındaki benzerlik her iki durumun da zararlı olmasıdır. Ayette hakiki manadan mecazî manaya geçişin sebebi; fitne çıkarmanın da yoldan sapmak gibi yanlış olduğunu etkili bir şekilde ifade etmektir.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ [Kalplerinde eğrilik bulunanlar] yani bidat ehli; “fitne çıkarmak” insanları dinlerinden fitne yoluyla saptırmak ve onları yoldan çıkarmak amacıyla “ve müteşabihlerin peşine düşmek” yani onları arzularına göre tevil etmek “amacıyla onun müteşabih kısmına uyarlar;” müteşabihlerin peşine düşerler ki bu müteşabihler bidatçinin muhkem ayetlere uymayan görüşlerine hamledilebileceği gibi ehl-i hakkın görüşlerine de hamledilebilirler. (Keşşâf)
Burada يَتَّبِعُونَ ile boyun eğmek değil, bir şeyin arkasından gitmek kastedilmiştir. Bu kullanım, “Şeytanın okuduklarına tâbi olurlar.” [el-Bakara 2/102] ayetindeki anlama benzemektedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Bu ifade, batıla sarılan ve kendi batılı için müteşabihle ihticâc eden herkese şamildir. Çünkü lafız ’”âmm” (umumi) bir lafızdır. Sebebin hususi olması, lafzın umumiliğine mani değildir. Bu tabire, kendisinde bir karışıklık ve iltibas bulunan her husus dahildir. (Ebüssûud)
وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ
وَ ’la gelmiş hal cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. مَا ve اِلَّا ile oluşan kasr fiille fail arasındadır. يَعْلَمُ maksûr / sıfat, اللّٰهُۢ maksûrun aleyh / mevsuftur. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur. الرَّاسِخُونَ kelimesi اللّٰهُۢ lafzına matuftur.
فِي الْعِلْمِ ibaresinde, فِی harfindeki zarfiyyet manasının delaletiyle istiare vardır. Bu cümlede harfin dahil olduğu kelime yani الْعِلْمِ zarfa benzetilmiştir. Câmi’ her ikisinde de mevcut olan mutlak irtibat ve alakadır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde, tüm kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin zikri, haşyet duyguları uyandırmak içindir. Ayrıca لِلَّهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ tabirinde de istiare vardır. İlimde derinleşmiş kimseler, ağır bir şeyin çukur bir yere yerleşmesine benzetilmiştir.
Kalplerinde eğrilik olanlar ile ilimde derinleşenler arasında mukabele vardır.
Arapçada “rusûh”, bir şeyin iyice içinde olmak demektir. Bil ki ilimde râsih olan, yakînî ve kat’î deliller ile Allah’ın zat ve sıfatlarını; Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu bilen kimsedir. Böyle birisi, Kur’an’ın bir müteşabih ayetini görüp, kat’î delil de Allah’ın muradının o ayetin zahiri manası olmadığına delalet edince, Allah’ın muradının ayetin zahiri manasından başka olduğunu ve o muradın hak olduğunu, ayetin zahiri manasının bırakılmasının, Kur’an’ın sıhhatini tenkit etmede bir şüphe teşkil etmeyeceğini kesinkes anlamış olur. (Fahreddin er-Razi)
يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ
Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle الرَّاسِخُونَ ’den haldir. Mekulü’l-kavl, اٰمَنَّا بِه۪ۙ cümlesi de faide-i haber ibtidaî kelam olan müsbet fiil cümlesidir.
عِنْدِ رَبِّنَاۚ izafetinde Rab ismine muzâf olan عِنْدِ ve muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri نَاۚ şeref kazanmıştır.
Kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelen كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ cümlesi اٰمَنَّا بِه۪ۙ ’den bedeldir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede كُلٌّ ’nün muzâfun ileyhinin ve مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ ’in müteallakı olan haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
[Onun te’vilini ancak Allah ve ilimde derinlik sahibi olanlar bilirler.] Bazı kıraat alimleri Allah lafzında dururlar. Bu durumda ayet [Müteşâbihi, Allah’tan başkası bilmez.] manasına gelir. Abdullah b. Mes‘ûd mushafında [Onun te’vilini yalnız Allah bilir. İlimde derinlik sahibi olanlar ona iman ettik derler.] şeklindedir.
[Derler ki: Biz iman ettik. Hepsi Rabbimizin katındandır.] Yani muhkem ve müteşabih bütün ayetler Allah katındandır. Bu görüşe göre وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ ifadesi mübtedadır. Haberi [Onlar ‘Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır.’ derler.] ifadesidir. Diğer görüşe göre bu ifade hal konumunda bulunur. [Ona iman ettik, diyerek] şeklinde takdir edilir. Burada atıf harfine gerek duyulmamıştır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
عِنْدِ lafzının getirilmesindeki fayda: Müteşabih ayetlere iman hususunda, daha güçlü ifadeye ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı, ifade daha tekitli olsun diye عند getirilir. (Fahreddin er-Razi)
وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
وَ istînâfiyyedir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. مَا ve اِلَّا ile oluşan kasr fiille fail arasındadır. يَذَّكَّرُ maksûr / sıfat, اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ; maksûrun aleyh / mevsuftur. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.
Müsnedün ileyh az sözle çok anlam ifade etme yollarından biri olan izafetle gelmiştir.
مُتَشَـٰبِهَـٰتࣱۖ - تَشَـٰبَهَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ٱلۡكِتَـٰبَ - ٱبۡتِغَاۤءَ - تَأۡوِیلِهِ - إِلَّاۤ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Bu cümle, makabli için bir zeyl olup ilimde râsih olanları keskin zeka ve güzel nazar ile methetmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından zikredilmiştir. Yine bu cümle, ilimde râsih olanların müteşabih ayetlerin teviline ehil olmak için nasıl hazırlandıklarına da işaret eder ki o da, aklın önündeki hissiyat perdelerini sıyırıp atmaktır.(Ebüssuûd)
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
2 | لَا |
|
|
3 | تُزِغْ | eğriltme |
|
4 | قُلُوبَنَا | kalblerimizi |
|
5 | بَعْدَ | sonra |
|
6 | إِذْ |
|
|
7 | هَدَيْتَنَا | bizi doğru yola ilettikten |
|
8 | وَهَبْ | ve ver |
|
9 | لَنَا | bize |
|
10 | مِنْ |
|
|
11 | لَدُنْكَ | katından |
|
12 | رَحْمَةً | bir rahmet |
|
13 | إِنَّكَ | kuşkusuz sen |
|
14 | أَنْتَ | yalnız sen |
|
15 | الْوَهَّابُ | çok bağış yapansın |
|
Râsihûne kelimesinin kökü رسخ olup bir şeyin sağlam bir şekilde yerleşmesi demektir. Ağır bir şeyin bir çukura yerleşmesi gibidir. (Yağmurun yağıp da yerin içine girmesi için de bu kelime kullanılır./Nouman Ali Khan) Bu kelime Kur’ân’ı Kerim’de yalnızca iki defa zikredilmiş olup ikisinde de ilimde râsih olma olarak geçmiştir. (Diğeri Nisa/162) Yani bu kimseler öyle ilim sahipleri ki ilimde kök salmışlar, çok derinleşmişler anlamındadır. (Müfredat - Sâbunî)
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ
Ayet mahzuf fiilin mekulü’l kavl cümlesidir. Takdiri; قالوا أو قولوا (Dediler veya deyin) şeklindedir. Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Nidanın cevabı لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا ’dır. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُزِغْ meczum muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت ‘dir. قُلُوبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَعۡدَ zaman zarfı, تُزِغْ fiiline müteallıktır. اِذْ zaman zarfı, muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. هَدَيْتَنَا fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. هَدَيْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. هَبْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت dir. لَنَا car mecruru هَبْ fiiline müteallıktır. مِنْ لَدُنْكَ car mecruru هَبْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. رَحْمَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ
Takdir edilen قالوا fiilinin mekulü’l-kavli olan ayet, nida üslubunda talebî inşâi isnaddır.
Nida harfinin mütekellimin münadaya yakın olma isteği sebebiyle hazfedilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır. Nidanın cevabı ...لَا تُزِغْ , nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Zaman zarfı هَدَيْتَنَا , اِذْ cümlesine muzâf olmuştur. Aynı zamanda بَعْدَ ’nin muzâfun ileyhidir. İzafet az sözle çok anlam ifade etme gayesiyle gelmiştir.
Emir üslubunda gelmiş talebî inşâî isnad olan ...هَبْ لَنَا مِنْ cümlesi وَ ’la nidanın cevabına atfedilmiştir.
Nidanın cevabını oluşturan bu iki cümle nehiy ve emir üslubunda gelmiş olmalarına rağmen, vaz edildikleri anlamlardan çıkarak dua manası kazanmışlardır. Bu nedenle bu cümleler mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
هَبْ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
لَدُنْكَ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan لَدُنْ şeref kazanmıştır.
لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا [Kalplerimizi kaydırma] ifadesinde hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Kalp değil iman, düşünce vs kastedilmiştir.
اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
Ta’lil cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ , fasıl zamiri ve haberin marife gelmesiyle tekid edilmiş cümle lazım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
Dua edenlerin, muhatap Allah Teâlâ olduğu halde sözlerini birden fazla unsurla tekid ederek söylemeleri, onların imanın kuvvetine ve Allah Teâlâ’nın Vehhâb sıfatına duydukları iştiyakın derecesine işarettir.
هَبْ - الْوَهَّابُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَحْمَةًۚ ve الْوَهَّابُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ [Çünkü sen çok bağışlayansın] cümlesinde kasr vardır. Allah Teâlâ’nın verdikleri yanında dünyada başkalarının verdikleri önemsizdir.
Rahmet kelimesindeki tenvin kesret ifadesi için olabilir.
رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
2 | إِنَّكَ | sen mutlaka |
|
3 | جَامِعُ | toplayacaksın |
|
4 | النَّاسِ | insanları |
|
5 | لِيَوْمٍ | bir günde |
|
6 | لَا |
|
|
7 | رَيْبَ | asla şüphe olmayan |
|
8 | فِيهِ | kendisinde |
|
9 | إِنَّ | şüphesiz |
|
10 | اللَّهَ | Allah |
|
11 | لَا |
|
|
12 | يُخْلِفُ | dönmez |
|
13 | الْمِيعَادَ | sözünden |
|
Ledene لدن :
Ledun لَدُن kelimesi yanında sözcüğünden daha etkili ve özel bir anlam taşır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de 18 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekli ledûn (ilmi)dur.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Nidanın cevabı اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ ’dır. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كَ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. جَامِعُ kelimesi اِنَّ ’nin haberidir. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. لِيَوْمٍ car mecruru ism-i fail olan جَامِعُ ’a müteallıktır.
لَا رَيْبَ ف۪يهِ cümlesi يَوْمٍ ’in sıfatı olarak mahallen mecrurdur. لَا harfi, cinsini nefyeden olumsuzluktur. İsmini nasb haberini ref eder. رَيْبَ kelimesi لَا ’nın ismi olarak mahallen mansubtur. ف۪يهِ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟
رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ
Ayet, nida üslubunda talebî inşâi isnaddır.
Nida harfinin mütekellimin münadaya yakın olma isteği sebebiyle hazfedilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır. Nidanın cevabı اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır. Ayet, haber cümlesi formunda geldiği halde vaz edildiği anlamın dışına çıkarak dua manası kazandığı için mukteza-i zahirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
رَبَّنَا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيه buyruğunun takdiri; جَامِعُ النَّاسِ لِلْجَزَاءِ فِى يَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِ
"İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde hesaba çekmek, cezalandırmak için toplayacak olansın” şeklindedir. Buna göre bu ifadeden maksat açık olduğu için لِلْجَزَاءِ kelimesi hazfedilmiştir. (Fahreddin er-Razi)
Cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا , ف۪يهِۜ ‘nın mahzuf haberine müteallıktır. لَا ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ cümlesi لِيَوْمٍ için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Tecrîd sanatı: şiirde “Yunus der ki” diyerek, kendisinden başka bir şahıs gibi bahsetmektir. Burada da [Rabbimiz sen insanları toplarsın] derken, sanki kendimiz onlardan değilmişiz gibi söylemişiz. “Bizi toplayıcısın” dememiz gerekirdi. Bu cümle dua manasında gelmiş bir haber cümlesidir. Mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ [Gün için toplayacak] ifadesinde hüsn-ü ta’lil (Güzel sebep gösterme) sanatı vardır. Allah Teâlâ insanları gün için değil, hesap sormak için toplayacaktır.
Bu kelimeden önce muzâfın hazfedildiği de söylenir.
Yani, ‘’kıyamet gününde mahlukatı dirilterek hesap için toplayacak olan sensin.’’ Kıyamet, gerçekleşmesinde kuşku olmayan bir gündür. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟
Fasılla gelen bu cümle istînâfiyye veya اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ cümlesinden bedeldir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlin müsnedün ileyh konumunda gelmesi telezzüz, teberrük ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu durumda lafza-i celâlde tecrîd sanatı söz konusu olur.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekit etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟ [Şüphesiz ki Allah asla sözünden dönmez.] Yani Allah, dua edenlere icabet eder itaat edenlere sevap verir. Bir ihtimalle bu ifade ilimde derinlik sahibi olanların sözünün devamı olabilir. Başka bir ihtimale göre yeni bir sözün başlangıcı, Allah Teâlâ’nın bir haberidir. Ayrıca burada kastedilen Allah’ın kıyameti hazırlama konusundaki vaadine muhalefet etmemesi veya umumi olarak her türlü vaadini tutması olabilir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Cenabı Hak Teâlâ’nın bu surenin sonunda müminlerden naklettiği:
رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمٖيعَادَ
"Ey Rabbimiz, peygamberlerinin lisanı ile bize vaad etmiş olduğun şeyleri ver bize... Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen, sözünden asla dönmezsin” (Âl-i imran, 194) ayeti gibidir.” Bazı alimler , bunun gaipten muhataba geçilmek suretiyle bir iltifat olduğunu söylemişlerdir.
Bu ayet (Âl-i imran, 9) heybet ve tazim makamında getirilmiştir. Yani ulûhiyyet, mazlumun hakkını zalimden almak için haşr ve neşrin (ölümden sonra diriltilmenin) bulunmasını gerektirir. Buna göre O’nu burada İsm-i Âzam ile zikretmek, daha muvafık ve evladır. Ama Âl-i İmran 194’deki, اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمٖيعَادَ buyruğuna gelince, bu makam, kulun Rabbinden kendisine lütfuyla in’amda bulunmasını ve günahlarını bağışlamasını istediği makamdır. Buna göre bu makam heybet makamı değildir (Fahreddin er-Razi)
Bu son iki ayet çok güzel bir duadır. Ezberleyip namazlarımızda okuyabiliriz.
Her insanın gönlüne gizlenmiş, bir bahçesi varmış. Kimininki aydınlıkta, kimininki karanlıkta kalmış. Her gönül bahçesinin, diğer gönüllere açılan kapıları olurmuş. Kimisinde yanlış kapı, kimisinde de doğrusu açıkmış. Yanlışı açık tutan aydınlık bahçeler kararabilirken, doğru kapıyı açan karanlık bahçeler de aydınlanabilirmiş. Belki de insan, bu seçimlerine göre kazanır veya kaybedermiş.
Hayat yolunda yürürken, aydınlık bir bahçeye düşmüşüm. Dünyanın bütün renkleri toplanmış. Güneşin ışıklarına sarılarak, çiçeklerle dans edermiş. Kuşlar, her ritimde zikredermiş. Kalbin yolları huzurla dolarmış. Allah’a teslim olanlar, İslam Sancağı altında bir araya gelmiş. Herkes kendi lisanıyla, İslam’ın dilinde buluşarak Allah’a yakarırmış.
Ey bizlere hidayeti nasip eden Rabbim. Yüreklerimiz, Senin yolunda coşar. Dillerimiz, Senin adını anar. Gözyaşlarımız, Senin için akar. Bedenlerimiz, Senin rızanı umarak çalışır.
Bize imanı ve ibadeti nasip eden, Rahman ve Rahim olan Allahım. Bu alemde, Senin imanınla dolmaktan ve Sana ibadet etmekten, daha güzeli var mı? Hakikat yoluna ilet bizi. Sabit kıl ayaklarımızı. Şaşırmaktan koru kalplerimizi. Aydınlat ve genişlet, gönüllerimizi. Ve daim kıl, bu halimizi.
Rabbine tam anlamıyla teslim olan. Yolunda kalmak için daima Rabbinden yardım isteyen. Gönül bahçesi aydınlanan ve etrafını da aydınlatabilen. Muhkem veya müteşabih, her ayeti için ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ diyen. Son nefesi dahil, her nefesinde imanı sağlam kalan kullarından olmak duasıyla.
Rabbim, en güzel dualar, Senin bize gönderdikerindir:
“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”
***
Anlamaya çalışmak ile anladığını sanmak ve istediğini kabul etmek ile emredilene teslim olmak arasında net bir sınır vardır. İman edilmesi gereken her ayeti, insanın sahip olduğu sınırlı mantığına oturtmak için zorlaması ile Allah’ın indirdiği ayetlerine, ayırmadan inanarak, itaat etmesi ve Allah’ın nasip ettiği kadarıyla -hakikatten sapmadan- mantığına sindirdikten sonra gerisini Allah’a bırakması arasında dağlar kadar fark vardır. Her şeyi anladığını ya da anlaması gerektiğini savunan bir nefis; kendisi ve başkaları için tehlikelidir. Biri nefsani bir hale bürünmek, diğeri ise Allah’a kulluktur.
Herkesin mantık kapasitesi kendisine özeldir ve dolayısı ile sınırlıdır çünkü kişinin kültürü, tecrübeleri, yaşam tarzı, öğrendikleri, kelime dağarcığı ve hatta meşgul olduğu işleri gibi kapasitesini şekillendiren birçok etken vardır. Bu yüzden hakiki kaynaklardan uzaklaşarak, kendi mantığına uyanın yani nefsinin peşinden gitmek risklidir. Zira, devamlı nefsini dinleyen ve heveslerine göre yaşayan kişinin kulakları tıkalı ve gözleri buğuludur. Böylece karanlığında derinleşir ve manası net bilinen ayetlerin anlamlarını da nefsine uydurmaya kalkışır. Bunun sonucunda da, hakikati işitmek ve görmek yerine; nefsine hizmet edecek ve onu sadece dünyalıklara kavuşturacak batıllarla meşgul olur.
Ey kullarını uyaran Allahım! Ayetlerini inkar edenleri uğratacağın azabından, Sana sığınırız. Ey yarattıklarına dilediği şekli veren Allahım! Biz, kalplerinin halini Sana emanet edenlerdeniz. Her türlü nefsani şüpheden arındırmanı, hakikat ile meşgul etmeni, imanımızdaki eksikliği rahmetin ile gidermeni ve İslam yolunda, Senin rızana uygun şekilde, sağlam adımlarla ilerlememiz için yardım etmeni isteyenlerdeniz.
Amin.