Bakara Sûresi 7. Ayet

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟  ...

Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 خَتَمَ mühürlemiştir خ ت م
2 اللَّهُ Allah
3 عَلَىٰ üzerini
4 قُلُوبِهِمْ kalblerinin ق ل ب
5 وَعَلَىٰ ve üzerini
6 سَمْعِهِمْ kulaklarının س م ع
7 وَعَلَىٰ ve üzerine
8 أَبْصَارِهِمْ gözlerinin ب ص ر
9 غِشَاوَةٌ perde inmiştir غ ش و
10 وَلَهُمْ Onlar için vardır
11 عَذَابٌ bir azab ع ذ ب
12 عَظِيمٌ büyük ع ظ م
 
Böylece Allah (cc) da onlara artık bir şans verilmesinin bir sebebi olmadığını söyleyip kalplerine mühür koyduğunu söylüyor. Bu arada, bir önceki ayette inatçı olduklarını vurgulamıştım.
Hatırladınız mı? Allah (cc) kimsenin kalbini inatçılık göstermediği takdirde
mühürlemez. Allah (cc) öyle rastgele “Onun, bunun kalbi mühürlenmiştir” diye karar
vermez. Allah (cc) öylesine istediğini cehenneme istediğini cennete atar diye bir şey
yok. Hayır, hayır. İnsanlar kalplerine ne yaptıklarından sorumludurlar ve sonunda
Allah (cc) mühürlenmesine izin verir.

Kalp mühürlendiğinde içinde merhameti, rahmeti barındırdığı için o da yok olur. Bu insanlar en zalimce şeyleri yapabilir ve söyleyebilirler. Çünkü kalpleri mühürlenmiştir. Kalp, minnetin yeridir.
Şükür kalpten gelir. Kalp mühürlendiğinde minnet hissetmezler. Kimseye teşekkür
etme gereği hissetmezler. Her şeyde yetkili olurlar. Kalp, korkunun yeridir. Kalp
mühürlenince yaptıkları hiçbir şeyden ve sonuçlarından korkmazlar. Kalp, umudun
yeridir. 
Bu insanlar tamamen umutsuzdur. Ahirete, insanların iyi olduğuna, kendilerine bile umutları yoktur. Her şeyi kaderci olarak düşünürler. Ne istediğini yaparsan yap, nasıl istersen yap; zaten hayat her türlü berbattır. Zihniyetleri budur. Kalpleri mühürlendiği için umutsuzlar. Kalp, suçluluğun yeridir. Çünkü eğer yanlış bir şey yaparsanız Allah (cc) fıtratımıza kendini kınama özelliği (Kıyamet, 2) koymuştur, kendinizi kötü hissedersiniz. Ama kalp mühürlendiğinde en korkunç şeyleri yapıp hala yaptıklarınızdan gurur duyarsınız. Şeytan onlara amellerini güzelleştirir. Kalp, utancın, istihyanın yeridir. Kalp ölünce, ne kadar kaba, alçak, müstehcen olmaları fark etmez, konuşmaları, hareketleri, kıyafetleri onlar için fark etmez, Allah (cc)’ın insanlara koyduğu fıtratı çirkin görüp kendileri için güzelleştirirler.

Kalp, sorumluluğun yeridir. Komşunuza, çocuğunuza, eşinize, ailenize olan
sorumluluğunuz gibi. Kalp mühürlendiğinde kimseye bir sorumluluk hissetmezsiniz. En
önemlisi, kalp, saygınlığın yeridir. Allah (cc) insanları şereflendirmiştir. Bu his de
kalptedir. Öğretmeninize duyduğunuz saygı kalbinizdendir yani. İslam’a, Rasulullah
(sav)’e olan saygınız kalbinizdendir. Kendinize olan saygınız kalbinizdedir. Ama kalp
mühürlendiğinde... geriye hiçbir saygınlık hissi kalmaz. Ne başkaları, ne kendiniz için.
Allah (cc)’ın onların kalplerini mühürlediğini söylemesi küçük bir sorun değildir.
Sadece inanmamalarıyla ilgili değildir. Kalpten gelen her güzel şey gitmiştir artık. Güzel
olan her şey. İnsanın tüm fıtratı kilitlenmiş ve onlardan alınmıştır.

Allah insanlara zulmetmez. Onlar kendi yaptıkları günahlar yüzünden bu hale gelirler. Burada aklımıza bir hadis geliyor: İnsan bir günah işler, sonra tevbe ederse o günahın kirinden temizlenir. Ama tevbe etmezse o günah kalbinde ufak bir leke bırakır. O kişi bu günaha devam ettiği sürece o lekeler büyür ve bir an gelir ki bütün kalbini kaplar.
6 ve 7. ayetlerde kafirler anlatıldı. Kısa sürmüştür, çünkü onların hali çok açıktır. Küfürlerini açıkça söylerler. Ama münafıklar öyle değildir, sekizinci ayetten itibaren münafıklar anlatılacaktır. Onların anlatılması daha uzun sürer.

Kulûb (kalpler) ve ebsar (gözler) çoğul gelmişken sem (kulak) müfred (tekil) gelmiştir. Elmalılı bunu şöyle açıklıyor: İmanda düşünce ve görmeye ait yolların çeşitli ve çok olmasına karşın duyma yolundaki naklî delil birdir. Ben bunu acizane şöyle anladım. Yani gözler bakan kişiye göre türlü türlü bakar, hisler de kişinin kendisiyle direkt alakalıdır. Duyulan bir şeyde ise çeşitlilik yoktur. Bir ses olduğunda o ses ya duyulur, ya duyulmaz. Bakış açısı denilen şey görmeyle ilgilidir. Benzer şekilde hisler de öyle. Ama duymak ya vardır, ya yok. İşte ayette adeta böyle bir inceliğe yer verilmiş.
 
Burada Resûl-i Ekrem Efendimizin çokça yaptığı şu duayı hatırlamalı ve onu sık sık tekrarlamalıdır:” Yâ mukallibe’l-kulûb! Sebbit kalbi alâ dînik: Ey kalpleri halden hale çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininden ayırma!” 
(Tirmizi, Kader 7, Daavât 90,124; Ahmed b Hanbel, Müsned ,IV ,182;VI, 91,251,294,302,315).
 

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

 

Fiil cümlesidir. خَتَمَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ  fail olup damme ile merfûdur. عَلٰى قُلُوبِهِمْ  car mecruru  خَتَمَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عَلٰى سَمْعِهِمْ  atıf harfi  وَ ‘ la makabline matuftur. Muzaf mahzuftur. Takdiri, مواضع سمعهم  şeklindedir.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ile matufun aleyh arasında irab bakımından, siga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir. عَلٰٓى اَبْصَارِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir olan  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. غِشَاوَةٌ  muahhar mübteda olup damme ile merfûdur.

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

Ayet, atıf harfi وَ ‘ la öncesine atfedilmiştir. İsim cümlesidir. لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ  muahhar mübteda olup damme ile merfûdur.  عَظ۪يمٌ۟ kelimesi  عَذَابٌ  kelimesinin sıfatı olup damme ile merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.

Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

عَظ۪يمٌ۟  sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.

Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Bu ayette, ’’Sanki onların nesi var da kendilerini uyaran nebî’ye iman etmiyorlar?’’ diye sorulmuş, cevap olarak da Allah’ın onların kalplerini ve kulaklarını mühürlediği,  gözlerinin üzerinde de perde olduğu söylenmiştir.

Bu ayette cemi olan  قُلُوب  kelimesinden müfret olan  سَمۡعِهِمْۡ  kelimesine ve daha sonra tekrar cemi olan أَبْصَار  kelimesine geçiş yapılmıştır. Bunu  سَمِعْ  kelimesinin masdar olması vb. sebeplerle açıklayan müfessirler vardır. Fakat en güzel görüş şöyledir: Kalp ve göz çok farklı şeyleri idrak edebilir, fakat kulak sadece sesi idrak eder. Bir mekânda bulunan insanlardan her birinin kalbi ve gözü farklı yerde olabilir, fakat kulağı aynı şeyi duyar. Bu görüşe katılmayan ve hikmetini tespitten aciz olduklarını ifade eden müfessirler de vardır.

عَلَى سَمْعِهِمْ  derken,  عَلَى  harfinin tekrar edilmesi iki yerde de mühürlemenin şiddetli olduğunu gösterir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl, Âdil  Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min garîbi belâgati’l Kur’ani’l kerim, S.41, Soru 59)

أبْصَارِم -  سَمْعِهِم -  قُلُوبِهِمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

خَتَمَ  ifadesinde istiare vardır. Çünkü kalplere gerçek anlamıyla mühürleme olmaz. O yüzden buradaki mühürlemenin anlamı şudur: Yüce Allah, onların kalplerine öyle bir alamet ve işaret koyar ki onun sayesinde melekler mümin ile kâfiri, günahkârla tövbekârı birbirinden ayırdederek asiyi isyan sebebiyle yerer, itaatliyi itaati sebebiyle methederler. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ  [Allah onların kalplerini mühürledi.] ifadesinde latif bir istiare-i tasrîhiyye vardır. Allah hakkı kabul etmedikleri için on­ların kalplerini, kurtuluşa çağıran peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını, hidayet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini; menfezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi bir şeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti. Allah Teâlâ, istiare-i tasrîhiyye yoluyla  حتم  ve  غِشاوَةٌ  kelimelerini müstear olarak kullanmıştır. (Safvetü't Tefâsir)

سَمۡعِ  kelimesi aslında masdar, yani kök fiildir. Dolayısıyla bu kelime çoğul yapılamaz. Çünkü cins isimdir. Hem az ve hem çok için kullanılır. Bu tür kelimelerin ayrıca tesniyesinin (ikil halinin) ve çoğulunun yapılmasına gerek yoktur. Böylece kelimenin aslına işaret edilmiş olur. Diğer bir görüşe göre burada muzâf olan kelime mahzuftur. Bir de bu kelime, çoğul olarak  وَعَلَىٰ ٱسَمۡٱعِهِمۡ  şeklinde de okunmuştur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ

Cümle atıf harfi  وَ ‘la istînâfa atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

عَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  غِشَاوَةٌ  muahhar mübtedadır. 

Müsnedün ileyh olan  غِشَاوَةٌ  kelimesinin nekre gelmesi tazim ve nev ifade eder. 

غِشَاوَةٌ  kelimesi perde ve örtü manasındadır. فعال  kalıbında gelmiştir ve fiil olarak manası örtmek, kapatmak demektir. Bu kalıpta gelen kelimeler, bir şeyi tümüyle örtmek, kapsamak, üzerine geçirmek anlamlarını kapsarlar. Kısaca, bu kalıptaki kelimelerin hemen tümü böyledir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

غِشَاوَةٌ  ifadesinde istiare vardır. Çünkü onlar, gerçekte insanlara bakmakta, gözlerini dört bir yana çevirmektedirler. Ancak, bakışlarından yararlanmadıkları, ibret nazarıyla bakmadıkları için Yüce Allah onların gözlerini ''perdelerle örtülü'' olmakla nitelemiş, onları gece körü develer konumuna koymuştur. Ya da onlar, basiretlerinden yararlanmadıkları ve onun delilleriyle doğru yolu bulamadıkları için Yüce Allah burada, beden gözünü (أبصار ) kinaye yapmıştır. Çünkü insan, beden gözüyle adım attığı yerleri gördüğü gibi gönül gözüyle de kurtuluş yolunu bulur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)

Buradaki   غِشَاوَةٌ  kelimesindeki nekrelik onun insanların bilmediği, diğer örtülerden farklı bir nev olduğuna delalet eder. Bu, öyle bir örtüdür ki insanların bildiği örtülerden olmayıp, diğer örtülerin hiçbirinin örtemeyeceği şeyleri örter. Yine açıktır ki burada tazim ve tehvil [korkutma] de vardır.

Göz için öncekinden farklı olarak, isim cümlesinin tercih edilmesi, ifade edilen mananın devamlılığını sağlamak içindir. Çünkü göz kuvveti ile idrak edilen o enfüs (dahilî) ve âfak (harici) belgeleri (Allah'ın varlığına delalet eden belgeler) sürekli olduğundan, onları görmeme körlüğü de sürekli olur. İşitme kuvveti ile algılanan belgelerde ulaşım (îsal) sürekli olmayıp zaman zaman gerçekleştiğinden, onun mühürlenmesi ile marifetin (bilginin) iki yolundan biri olan kalbin mühürlenmesinde fiil cümlesi tercih edilmiştir. (Ebüssuûd)

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

Atıf harfi  وَ  ile öncesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. 

İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)

Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur  لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ , muahhar mübtedadır. 

Cümlede müsnedün ileyh olan  عَذَابٌ  kelimesinin nekra gelişi tazim, kesret ve tarifi imkansız bir nev olduğunu ifade eder.

عَظ۪يمٌ۟  kelimesi  عَذَابٌ  için sıfattır. Mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

غِشَاوَةٌۘ  ve  عَظ۪يمٌ۟  kelimelerinin nekre kullanılmasının anlamı; onların gözlerinde insanların bildiğinden farklı türde bir perde bulunduğudur ki bu da, Allah’ın ayetlerine karşı körlük, onları görmezden gelme perdesidir. Buna karşılık onlara büyük azap türleri içerisinden öylesine büyük bir azap vardır ki, bu azabın künhünü Allah’tan başkası bilmez. (Keşşâf)