بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Küfür (küfr) kelimesinin lugat mânası “örtme”dir, kâfir de “örten” demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır.
Din dilinde küfür, “hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymak”tır.
Dilimizdeki “inkâr etmek” tabiri bu mânaya, diğer kelimelerden daha uygun düşmektedir. Ayrıca Türkçe’de küfür kelimesi terim anlamı yanında “sövme, hakaret etme” mânasına da geldiği için gerek burada gerekse meâl ve tefsirin diğer yerlerinde çoğunlukla “küfür” yerine “inkâr”, “kâfir” yerine de “inkârcı” veya “inkâr eden” kelimeleri tercih edildi.
(Diyanet Kuran Yolu Tefsiri)
Nezera نذر :
نَذْرٌ kişinin kendisi için zorunlu/vacip olmayan bir şeyi o işin olması şartına bağlı olarak zorunlu kılmasıdır.
إنْذارٌ ise içinde korku bulunan bir haber vermedir. Nitekim (تَبْشِيرٌ) tebşirde içinde müjde olan bir haber vermedir.
نَذِيرٌ içinde korkutmanın bulunduğu bir haberi veren kimsedir. Bu kavram insan olsun başka bir şey olsun uyarma niteliği taşıyan her şey için kullanılır. Çoğulu نُذُرٌ şeklinde gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 130 defa geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri nezir ve inzardır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’in ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ‘ dır. İrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
سَوَٓاءٌ kelimesi اِنَّ ‘ nin haberi olup damme ile merfûdur. Veya mukaddem haber olup damme ile merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecrur سَوَٓاءٌ ’ e mütealliktir. Takdiri, سواء عليهم إنذارك لهم أم عدم إنذارك (Senin onları korkutmanda korkutmamanda birdir.) şeklindedir.
Hemze tesviye manasında istifham harfidir.. Çünkü hemze-i tesviye, kendisinden sonra gelen cümleyi masdar (müfred) hükmüne koyar. Hemze ve masdar-ı müevvel, muahhar mübteda veya سَوَٓاءٌ ‘nin faili olarak mahallen merfûdur.
Tesviye hemzesi mütekellimde iki işin eşitlenmesi olup hemzenin yardımıyla yapılabilen
bir terkiptir. Tesviyede hemzenin ve أم edatının kullanılması sözü anlamaktan çok istifhâm anlamını vermek içindir.
اَنْذَرْتَهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اَمْ atıf harfi hemzenin muadilidir.Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini ta’yin ve tercih etmesini zorunlu kılar. Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır: Muttasıl اَمْ . Munkatı اَمْ (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
تُنْذِرْهُمْ sükun ile meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. لَا يُؤْمِنُونَ cümlesi اِنَّ ’nin ikinci haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْذَرْتَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نذر ’dir.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, arkadan gelen habere dikkat çekmek ve inkâr edenleri tahkir içindir.
الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ifadesindeki geçmiş zaman kipi hakikati inkar edenlerin bu inkarlarında bilinçli bir niyetin varlığını gösterir. Onların bu tavrı tam anlamıyla bir ‘’inkara saplanıp kalma’’ halidir. Zemahşerî’ye göre bu marifelik ahd için de olabilir. Bu durumda kafirler ile kastedilen Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velîd bin Muğîre gibi keişilerdir. Ancak buradaki marifeliğin cins anlamında olması da mümkündür. Bu durumda söz konusu ifade küfründe ısrar edip de bir daha dönmeyecek olan herkesi kapsar. Bu ayetin küfründe ısrar edenleri kapsamına aldığına devamındaki ‘’onları uyarsan da uyarmasan da onlar açısından fark etmez.’’ ibaresi delalet etmektedir. (Mustafa Yıldız, Son Mesaj)
سَوَٓاءٌ eşitlik anlamında bir isimdir, diğer masdarlar gibi bu da sıfat olarak kullanılmıştır.
Hemze ve أمْ edatı, sadece eşitlik anlamı verir. Dolayısıyla bu iki edatın soru anlamı burada söz konusu değildir. Sîbeveyhi (v.180/796) şöyle demiştir: “Bu durum nida harfi için geçerli olduğu gibi istifham harfi için de geçerlidir. Yani burada soru harfi olan hemze ve َأمْ edatı, sûret olarak soru harfi olsa da, mana olarak ortada bir soru yoktur. Tıpkı أيّتُهَا ifadesinde nida anlamının olmaması gibi. (Keşşâf)
كَفَرُو - یُؤۡمِنُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı, ْتُنْذِرْهُم - ءَأَنذَرۡتَ kelimeleri arasında ise iştikak cinası ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
سَوَاۤءٌ عَلَیۡهِمۡ cümlesi itiraziyye olarak fasılla gelmiştir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.
İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler (cümle-i muteriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâbtır. Bir cümlenin öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek, güzelleştirmek veya tenzih, tazim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler, genellikle öndeki kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. (TDV İslam ansiklopedisi. Itnâb bab.)
Ayette ءَأَنذَرۡتَهُمۡ ve أَمۡ لَمۡ تُنذِرۡهُمۡ لَا یُؤۡمِنُونَ cümleleri istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda olmasına rağmen soru manası taşımayıp muhatabın dikkat kesilmesini sağlamak amacıyla geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayette tecâhül-i ârif sanatı vardır.
لَا يُؤْمِنُونَ cümlesi اِنَّ ’nin ikinci haberidir. Menfi muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَفَرُوا۟ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
Bu ayeti tefsir eden Beyzâvî, ayette geçen istifhamın tesviye anlamında olduğunu şöyle izah eder: ‘’Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede إنْذَارْ masdarı yerine ءَأَنذَرۡتَ fiilini kullanmıştır. Çünkü fiilde teceddüd (yenilenme) anlamı hatıra gelir. Bir de fiil olunca başına istifham edatı hemze ile atıf edatı أمْ ‘ in gelmesi yerinde olmuştur. Zira bu iki harf tesviye manasını tekid ve takrir (tesbit) etmek için gelmiş olup, burada aslî manalarından çıkıp tesviye/müsavilik ifade eder. Yani hakkı kabule yanaşmayan inatçı kâfirleri uyarmakla uyarmamanın eşit olduğunu bildirir.’’
Bu ayet-i kerime, öncesindeki عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُون [İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır] ayetine atfedilmemiştir. Zühaylî’nin beyanına göre Allah Teâlâ önceki ayetlerde müminlerin durumunu beyan ettikten sonra aralarındaki karşılaştırma münasebetinden dolayı bu ayette kâfirlerin durumunu zikretmeye başlamıştır. Çünkü küfür imanın zıddıdır. Müminler kurtulacaklar, kâfirler ise helak olup cehennemde ebediyyen kalacaklardır. İzahtan da anlaşıldığı üzere iki cümle arasında tam bir farklılık bulunmaktadır. Ancak Zühaylî açıkça kemâl-i inkıtâ ifadesini kullanmamıştır.
Nitekim Zemahşerî’nin izahına göre, buraya kadar zikredilen ayetlerde Allah Teâlâ velilerinden, halis kullarından, onları kendisine yakın olmaya ehil kılan sıfatlarından bahsetmiş ve kitabın hassaten bunlar için bir hidayet ve lütuf olduğunu ifade etmiştir. Peşinden de bunların zıddı konumunda olan, hidayet kendilerine fayda vermeyen, lütf-u ilahiye layık olmayan, kitabın bulunup bulunmaması ve peygamberin onları uyarıp uyarmaması kendileri için müsavi olan inatçı ve azgın kafirleri zikretmiştir. Dolayısıyla bu iki kısım arasında amaç ve üslup farkı bulunduğu için atıf harfine gerek olmayan bir konumdadır. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)
اِنَّ harfinde tekid manası vardır. İsim cümlesi yerine fiil cümlesi olması (كافرون kelimesi yerine mazi fiil gelmesi) dolayısıyla, Elmalılı Hamdi Yazır bu ifadeyi küfre saplananlar olarak tercüme etmiştir. Böylece küfrün onlarda yerleşik olduğu ifade edilmiştir.
İsm-i mevsûller (الذي- التي) herkesin muhakkak bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada bahsi geçen inkârcı zümre, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez, إنّ الكافرون gelirdi.
اَنْذَرْتَهُمْ [İster uyar], لَمْ تُنْذِرْ [ister uyarma], onlar için değişmez, iman etmezler. Burada tıbâk-ı selb vardır. أنْذَرَ fiili hem olumlu hem olumsuz olarak gelmiştir.
Altıncı ayetten itibaren küfredenlere geçilmiştir. كَفَرُو ile يُأْمِنُ arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ [Onları korkutsan da korkutmasan da aynıdır, onlar iman etmezler] ayetinde Hz.Peygamber (s.a.v.)' in kâfirlerin iman etmesini beklememesi ifade edilmektedir. Bu cümle onların küfür ve taşkınlıktaki aşırılıklarına ve iman kabiliyetlerinin olmayışına dikkat çekmektedir. Onların kesinlikle iman etmeyecekleri vurgulanmıştır. (Safvetü't Tefâsir)
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | خَتَمَ | mühürlemiştir |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | عَلَىٰ | üzerini |
|
4 | قُلُوبِهِمْ | kalblerinin |
|
5 | وَعَلَىٰ | ve üzerini |
|
6 | سَمْعِهِمْ | kulaklarının |
|
7 | وَعَلَىٰ | ve üzerine |
|
8 | أَبْصَارِهِمْ | gözlerinin |
|
9 | غِشَاوَةٌ | perde inmiştir |
|
10 | وَلَهُمْ | Onlar için vardır |
|
11 | عَذَابٌ | bir azab |
|
12 | عَظِيمٌ | büyük |
|
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Fiil cümlesidir. خَتَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ fail olup damme ile merfûdur. عَلٰى قُلُوبِهِمْ car mecruru خَتَمَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عَلٰى سَمْعِهِمْ atıf harfi وَ ‘ la makabline matuftur. Muzaf mahzuftur. Takdiri, مواضع سمعهم şeklindedir.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ile matufun aleyh arasında irab bakımından, siga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. عَلٰٓى اَبْصَارِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir olan هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. غِشَاوَةٌ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Ayet, atıf harfi وَ ‘ la öncesine atfedilmiştir. İsim cümlesidir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur. عَظ۪يمٌ۟ kelimesi عَذَابٌ kelimesinin sıfatı olup damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَظ۪يمٌ۟ sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Bu ayette, ’’Sanki onların nesi var da kendilerini uyaran nebî’ye iman etmiyorlar?’’ diye sorulmuş, cevap olarak da Allah’ın onların kalplerini ve kulaklarını mühürlediği, gözlerinin üzerinde de perde olduğu söylenmiştir.
Bu ayette cemi olan قُلُوب kelimesinden müfret olan سَمۡعِهِمْۡ kelimesine ve daha sonra tekrar cemi olan أَبْصَار kelimesine geçiş yapılmıştır. Bunu سَمِعْ kelimesinin masdar olması vb. sebeplerle açıklayan müfessirler vardır. Fakat en güzel görüş şöyledir: Kalp ve göz çok farklı şeyleri idrak edebilir, fakat kulak sadece sesi idrak eder. Bir mekânda bulunan insanlardan her birinin kalbi ve gözü farklı yerde olabilir, fakat kulağı aynı şeyi duyar. Bu görüşe katılmayan ve hikmetini tespitten aciz olduklarını ifade eden müfessirler de vardır.
عَلَى سَمْعِهِمْ derken, عَلَى harfinin tekrar edilmesi iki yerde de mühürlemenin şiddetli olduğunu gösterir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl, Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min garîbi belâgati’l Kur’ani’l kerim, S.41, Soru 59)
أبْصَارِم - سَمْعِهِم - قُلُوبِهِمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
خَتَمَ ifadesinde istiare vardır. Çünkü kalplere gerçek anlamıyla mühürleme olmaz. O yüzden buradaki mühürlemenin anlamı şudur: Yüce Allah, onların kalplerine öyle bir alamet ve işaret koyar ki onun sayesinde melekler mümin ile kâfiri, günahkârla tövbekârı birbirinden ayırdederek asiyi isyan sebebiyle yerer, itaatliyi itaati sebebiyle methederler. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ [Allah onların kalplerini mühürledi.] ifadesinde latif bir istiare-i tasrîhiyye vardır. Allah hakkı kabul etmedikleri için onların kalplerini, kurtuluşa çağıran peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını, hidayet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini; menfezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi bir şeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti. Allah Teâlâ, istiare-i tasrîhiyye yoluyla حتم ve غِشاوَةٌ kelimelerini müstear olarak kullanmıştır. (Safvetü't Tefâsir)
سَمۡعِ kelimesi aslında masdar, yani kök fiildir. Dolayısıyla bu kelime çoğul yapılamaz. Çünkü cins isimdir. Hem az ve hem çok için kullanılır. Bu tür kelimelerin ayrıca tesniyesinin (ikil halinin) ve çoğulunun yapılmasına gerek yoktur. Böylece kelimenin aslına işaret edilmiş olur. Diğer bir görüşe göre burada muzâf olan kelime mahzuftur. Bir de bu kelime, çoğul olarak وَعَلَىٰ ٱسَمۡٱعِهِمۡ şeklinde de okunmuştur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ
Cümle atıf harfi وَ ‘la istînâfa atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
عَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. غِشَاوَةٌ muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyh olan غِشَاوَةٌ kelimesinin nekre gelmesi tazim ve nev ifade eder.
غِشَاوَةٌ kelimesi perde ve örtü manasındadır. فعال kalıbında gelmiştir ve fiil olarak manası örtmek, kapatmak demektir. Bu kalıpta gelen kelimeler, bir şeyi tümüyle örtmek, kapsamak, üzerine geçirmek anlamlarını kapsarlar. Kısaca, bu kalıptaki kelimelerin hemen tümü böyledir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
غِشَاوَةٌ ifadesinde istiare vardır. Çünkü onlar, gerçekte insanlara bakmakta, gözlerini dört bir yana çevirmektedirler. Ancak, bakışlarından yararlanmadıkları, ibret nazarıyla bakmadıkları için Yüce Allah onların gözlerini ''perdelerle örtülü'' olmakla nitelemiş, onları gece körü develer konumuna koymuştur. Ya da onlar, basiretlerinden yararlanmadıkları ve onun delilleriyle doğru yolu bulamadıkları için Yüce Allah burada, beden gözünü (أبصار ) kinaye yapmıştır. Çünkü insan, beden gözüyle adım attığı yerleri gördüğü gibi gönül gözüyle de kurtuluş yolunu bulur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
Buradaki غِشَاوَةٌ kelimesindeki nekrelik onun insanların bilmediği, diğer örtülerden farklı bir nev olduğuna delalet eder. Bu, öyle bir örtüdür ki insanların bildiği örtülerden olmayıp, diğer örtülerin hiçbirinin örtemeyeceği şeyleri örter. Yine açıktır ki burada tazim ve tehvil [korkutma] de vardır.
Göz için öncekinden farklı olarak, isim cümlesinin tercih edilmesi, ifade edilen mananın devamlılığını sağlamak içindir. Çünkü göz kuvveti ile idrak edilen o enfüs (dahilî) ve âfak (harici) belgeleri (Allah'ın varlığına delalet eden belgeler) sürekli olduğundan, onları görmeme körlüğü de sürekli olur. İşitme kuvveti ile algılanan belgelerde ulaşım (îsal) sürekli olmayıp zaman zaman gerçekleştiğinden, onun mühürlenmesi ile marifetin (bilginin) iki yolundan biri olan kalbin mühürlenmesinde fiil cümlesi tercih edilmiştir. (Ebüssuûd)
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ , muahhar mübtedadır.
Cümlede müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekra gelişi tazim, kesret ve tarifi imkansız bir nev olduğunu ifade eder.
عَظ۪يمٌ۟ kelimesi عَذَابٌ için sıfattır. Mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
غِشَاوَةٌۘ ve عَظ۪يمٌ۟ kelimelerinin nekre kullanılmasının anlamı; onların gözlerinde insanların bildiğinden farklı türde bir perde bulunduğudur ki bu da, Allah’ın ayetlerine karşı körlük, onları görmezden gelme perdesidir. Buna karşılık onlara büyük azap türleri içerisinden öylesine büyük bir azap vardır ki, bu azabın künhünü Allah’tan başkası bilmez. (Keşşâf)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
وَ istînâfiyyedir. Atıf harfi olması caizdir. مِنَ النَّاسِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَقُولُ ’ dur. İrabtan mahalli yoktur.
يَقُولُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
Mekulü’l-kavl اٰمَنَّا بِاللّٰهِ ‘ dir. يَقُولُ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اٰمَنَّا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir نا fail olarak mahallen merfûdur. بِاللّٰه car mecruru اٰمَنَّا fiiline mütealliktir. بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ atıf harfi وَ ‘ la بِاللّٰهِ ’ye matuftur.
الْاٰخِرِ kelimesi الْيَوْمِ ’ nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنَّا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ‘ dir .
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
مَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَ cümlesi, hal olarak mahallen mansubdur.
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. مَا olumsuzluk harfi olup لَيْسَ gibi amel eder. İsmini ref haberini nasb eder. هُمْ zamiri مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur. بِ harfi zaiddir. مُؤْمِن۪ينَ lafzen mecrur, مَا ’nın haberi olarak mahallen mansub olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ
Ayet istînâfiyyedir veya istînâfa matuftur. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur مِنَ النَّاسِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
Muahhar mübteda konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan يَقُولُ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يَقُولُ fiilinin mekulü’l-kavli olan اٰمَنَّا بِاللّٰهِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Güvenli oldu, emniyette oldu anlamındaki اٰمَن fiilinin بِ harfi ile gelerek ‘iman etti’ manasında olması, tazmin sanatıdır.
Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
الْاٰخِرِ kelimesi الْيَوْمِ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
النَّاسِ ’deki ٱل takısı cins içindir. Ahd için olması da caizdir. (Âşûr)
Cümlede ıtnâb sanatı vardır. ءَامَنَّا - مُؤۡمِنِینَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Ayetin, بِاللّٰهِ - وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ kelimelerinde yer alan بِ harfinin tekrarlanış sebebi, şu noktaya işaret ve dikkat çekmek içindir: Bu münafıklar imanın her iki konusundaki iddialarında sağlıklı ve mükemmel, sağlam bir iman üzere bulundukları iddiasını dile getiriyorlar, böyle bir iddia ile ortaya çıkıyorlardı. Allah onların iddialarını, وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَ [Oysa onlar iman etmiş değillerdir.] ifadesiyle durumlarına mutabık hâle getirdi. Zaten bu ifade, fiil ile değil failin durumuyla ilgilidir. Yani, burada kullanılan ve kelime olarak ism-i fail olan مؤمنين ifadesini açıklamaktadır. Kısaca bu ifade ile onlarda iman denen olayın söz konusu olmadığı belirtilmektedir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
یَقُولُ fiilindeki müfred zamirden, ءَامَنَّا fiilindeki cemi zamire iltifat vardır.
Burada münafıkların dilleri ile kalplerinin farklı olduğu söylenmiştir. Münafık kelimesi ism-i faildir, bir işi çokça yapmayı ifade eder, sürekli yapma hali dolayısıyla iman etmeme durumu onların kalbinde iyice yerleşmiş demektir.
Mealde “der(ler)olarak geçen يَقُول ’ nün öznesi tekildir. Fakat aynı cümledeki ءَامَنَّا fiilinin öznesi çoğuldur. Oysa ki ikisinin öznesi aynı olmalıdır. Buradaki nükte şudur: Bahsi geçen münafıklar görünürde birden çok kişi olmalarına rağmen tek kafayla düşünmekte ve sürü psikolojisiyle hareket etmektedirler.
Ayetteki آمَنّا kelimesinde irsâd vardır.
Ahiret gününden maksat haşir vaktinden sonsuza kadar süren zamandır. Ya da cennet hâlkının cennete ve cehennem halkının cehenneme girmesine kadar geçen zamana denir. Çünkü o bilinen vakitlerin sonudur. (Beyzâvî)
وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
یَقُولُ fiilinin failinden haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. مَا nefy harfi ليس gibi amel etmiştir.
Burada بِ harfi manayı pekiştirmek için gelmiş zâid harftir. Olumlu cümlelerde lâm harfinin tekit ifade ettiği gibi, olumsuz cümlelerde de لَيْسَ ve ما 'nın haberinin başında gelen بِ harfi tekit bildirir.
Kur'ân-ı Kerim'de بِ harfi 22 yerde لَيْسَ ’nin, 19 yerde de ما ’nın haberinin başında zâid olarak gelmiştir. (Ali Bulut, Kur’ân-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)
مَا ‘nın haberi olan بِمُؤْمِن۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَ [Onlar inanmış değillerdir] ifadesinde, münafıkların inkarlarında mübalağa vardır. Zira bunun مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا ifadesine uygun şekli ما آمنوا ‘dur. Fakat Yüce Allah onları müminler grubunun dışında tutmak için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanmış ve onların iman etmediklerini vurgulamak için haberin başına tekit edatı olan ب harf-i cerini getirmiştir. (Safvetü't Tefâsir)
مَا ’ nın haberine ب harfinin gelmesi, reddi ve nefyi tekid etmek içindir. Çünkü böylece eğer dinleyen ya da duyan kimse sözün başından gaflete düşer, aymaz bir tavır takınırsa, bununla, o kimselere inkârcılıkları yüzünden bir delil ya da kanıt gösterilmiş olur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Olumsuz ما , haberin başına geçmiş olan ب harfi, isim cümlesi formunda gelmesi ve ism-i fail kullanılmasıyla iman etmedikleri vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir.
Ayet iman iddia edip de itikat bakımından kalbinin diline uymadığı kimsenin mümin olmadığına delalet etmektedir. Çünkü bir kimse kelime-i şehadet getirir de kalbinde ona uygun bir şey olmazsa yahut içinde ona ters bir şey bulunursa mümin olmaz. (Beyzâvî)
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ
يُخَادِعُونَ cümlesi, يَقُولُ ‘nin failinden veya مُؤْمِن۪ينَ ‘nin zamirinden hal olarak mahallen mansubdur.
Fiil cümlesidir. يُخَادِعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâl mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ atıf harfi وَ ‘ la lafza-i celâle matuf olup, mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlün sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ haliyyedir. مَا يَخْدَعُونَ cümlesi يُخَادِعُونَ ‘deki failin hali olarak mahallen mansubdur.
اِلَّٓا hasr edatıdır. اَنْفُسَهُمْ mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamiri هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُخَادِعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. مَا يَشْعُرُونَ cümlesi يُخَادِعُونَ ‘deki failin hali olarak mahallen mansubdur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَشْعُرُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُخَادِعُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi خدع ’dır.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındadır. Sülâsîsi أمن ’ dir.
İf’âl babı fiille ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. يُخَادِعُون cümlesi يَقُولُ آمَنّا بِاللَّهِ cümlesinden bedel- i iştimaldir. (Âşur)
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Atıf harfi وَ ‘ la lafza-i celâle matuf olan cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ
Cümle يُخَادِعُونَ ‘deki failin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Nefy harfi مَا ve istisna harfi اِلَّا ile oluşan kasr, fiille mef’ûlü arasındadır. يَخْدَعُونَ maksur/mevsûf, اَنْفُسَهُمْ maksurun aleyh/sıfat olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Burada kasr kalp yapılarak muhatabın müminleri aldattıkları inancı tersine çevrilip kendilerini aldattıkları ifade edilmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min garîbi belâgati’l Kur’ani’l kerim,s.45)
Hal وَ ‘ıyla gelen cümlede, وَمَا يَشْعُرُونَ cümlesi يُخَادِعُونَ ‘ deki failden haldir. Yani يُخادِعُونَ في حالِ كَوْنِهِمْ لا يُخادِعُونَ إلّا أنْفُسَهم (Yalnızca kendilerini kandırıken aldatırlar) manasındadır.
Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
يُخَادِعُونَ - يَخْدَعُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ cümlesinde muzâf (tamlanan) mahzuftur. Bu mahzuf da, rasûlun kelimesidir ve رسول الله demektir ki mana, Allah'ın Resulünü aldatırlar demektir. Bu tıpkı şu ayetteki ifade gibidir:
واسأل القرى [Kasabaya sor.] (Yusuf/82) Oysa burada demek istenen kasabaya değil, kasaba hâlkına sor demektir. Bu yüzden muzaf olan hâlk kelimesi mahzuftur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Bu ayette geçen, أنْفُس ‘ ten murad, burada, bizzat insanların kendileridir. Dolayısıyla, “Bizzat kendilerini aldatırlar”ın manası: Aldatma olayı onların içinde ve onlardan ayrılmayan, kendilerine yapışmış bir şeydir. Onlardan başkasına geçmez. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Kâfirlerin Allah’ı ve müminleri aldatmak konusunda gayretleri ifade edilirken خدع fiilinin gayret ve devamlılık bildiren mufâale babı يُخَادِعُونَ kullanılmışken, kendi nefislerini aldatmaları konusu ise mücerret olarak يَخْدَعُونَ şeklinde gelmiştir. يُخَادِعُونَ fiilinin içinde gayret manası vardır. Bu ifadeyle kâfirlerin kendilerini aldatmalarının çok kolay olduğu vurgulanmıştır.
يُخَادِعُونَ - ما يخدعون kelimeleri arasında tıbak-ı selb sanatı vardır. Bu ayet-i kerimede tıbâkın belâgatı son derece açıktır. Bu tıbâkla onların akidesi açıkça ortaya konmuştur. Nifakları, aldatmaları ve yalanları açıklanmıştır. Böylece iman iddiaları şiddetle reddedilmiş, kurdukları hîle ve tuzaklar en belîğ bir üslupla ifade edilmiştir.
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ [Allah'a tuzak kuruyorlar] cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Yüce Allah burada, münafıkların Allah karşısında küfrü gizleyerek inanmış görünmelerini, padişahını aldatmaya kalkışan tebaanın durumuna benzetmektedir. Burada müşebbehun bihin ismi, istiare yoluyla müşebbeh yerine kullanılmıştır. (Safvetü't Tefâsir, Âşur)
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فِي |
|
|
2 | قُلُوبِهِمْ | onların kablerinde |
|
3 | مَرَضٌ | hastalık vardır |
|
4 | فَزَادَهُمُ | artırmıştır |
|
5 | اللَّهُ | Allah |
|
6 | مَرَضًا | hastalıklarını |
|
7 | وَلَهُمْ | onlara vardır |
|
8 | عَذَابٌ | bir azab |
|
9 | أَلِيمٌ | acı |
|
10 | بِمَا | ötürü |
|
11 | كَانُوا | olduklarından |
|
12 | يَكْذِبُونَ | yalancı |
|
مرض kelimesi Kur'an'da 23 ayette geçmiştir.
B ayetteki gibi ra (ر) harfinin, harekesinin üstün olarak gelişi Kur'an'da hep kalpteki manevi hastalıklardan ve nefsi hastalıklardan bahseden ayetlerde gelmiştir. Ra (ر )harfinin, esreli olarak gelişi ise, bedeni hastalıklardan bahseden ayetlerde gelmiştir.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ
İsim cümlesidir. ف۪ي قُلُوبِهِمْ car mecruru mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamiri هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَرَضٌ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
زَادَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâl, fail olup damme ile merfûdur. مَرَضًا kelimesi ikinci mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Ayet, atıf harfi وَ ‘ la زَادَهُمُ اللّٰهُ ‘a matuftur.
İsim cümlesidir. لَهُم car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur. اَل۪يمٌ kelimesi عَذَابٌ ’ un sıfatı olup damme ile merfûdur.
مَا ve masdar-ı müevvel بِ harfi ceriyle birlikte عَذَابٌ ‘nin mahzuf ikinci sıfatına mütealliktir. بِ sebebiyyedir. Takdiri, عذاب أليم مستحقّ بكونهم كاذبين.(Yalancı olmaları sebebiyle elim azaba müstehaktırlar.) şeklindedir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. يَكْذِبُونَ fiili, كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَكْذِبُونَ fiili نَ ‘ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ ı fail olarak mahallen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَل۪يمٌ kelimesi sıfatı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ
Ayet beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي قُلُوبِهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مَرَضٌ , muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyh olan مَرَضٌ ’un nekreliği, teksir ve tahkir ifade eder.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla قُلُوبِهِمْ , mazruf mesabesindedir. Kâfirlerin inkârlarını mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf, عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Davranışlarındaki inatçılık ve inkâr, adeta bir şeyin, bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Çünkü kalpler, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
Bu ayet-i kerîmede مَرَضٌ kelimesinde istiare yapılmıştır. مَرَضٌ bedenî bir hastalıktır, kalbî bir hastalık olan nifak için müstear olmuştur. Aralarındaki benzerlik her ikisinin de yakaladıkları şeyi ifsad etmesidir. مَرَضٌ bedeni, nifak kalbi ifsad eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)
مرض kelimesinin nekre gelişi tazim içindir. Onların kalplerindeki hastalığın tehlikesinin şiddetine ve kötü akıbetlerine ima veya insanların tanıdığı hastalıkların dışında bir hastalık çeşidine delalet etmek için nekre gelmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, s. 77)
فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا cümlesi atıf harfi فَ ile makabline atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَرَضٌ lafzında irsâd sanatı vardır. Ayette önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb, cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
ف۪ي edatı kapalı bir şeyin içine girmek için kullanılır. Burada da kalpleri sanki bir ev gibidir, ev içinde yerleşmiş olan bir hastalık vardır.
مَرَضٌ (hastalık) bedende olduğunda hakikat, kalpte olduğunda ise istiare olur. Zira iki yerdeki bozukluk cihetleri farklı bile olsa, beden hastalığı bedenlerde olan bir bozukluk olduğu gibi kalbin hastalığı da kalplerde olan bozukluktur. Sağlıklı din dairesi dışına çıkmaları yüzünden kalplerinde bulunan küfür inancı hastalık olarak isimlendirilmiştir. Nitekim bedensel hastalık da bedenleri sağlık durumundan dışına çıkarıp sağlıklı oluşumunu ve yapısını (hastalıklı hale) dönüştürür. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
'ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ [kalplerinde hastalık vardır] cümlesinde latif bir kinaye vardır. Burada nifaktan kinaye edilmiştir. Çünkü maraz, beden için, nifak da kalp için bir fesat unsurudur. (Safvetü't Tefâsir)
قاتلهم الله [Allah onları kahretsin] ifadesi bir bedduadır. Mazi fiil beddua manasında kullanılabilir. Bu cümleye de öyle bir mana verilmiştir. ‘’Allah onların hastalığını artırsın.’’ تبتْ يدا أبي لهبٍ وتبّ [Allah onun iki elini kurutsun ve kuruttu da] ayetinde olduğu gibi.
Ana sebeplere yönlendirmenin en güzel örneklerinden biri münafıkların durumunun anlatıldığı فِي قُلُوبِهِم مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ayetindedir. Burada insanın temel kusurları ve bu kusurların nasıl büyük sonuçlara yol açacağı, münafıklık ve yalan ikilisinin aynı düzlemde verilmesiyle vurgulanmıştır. Münafıklığın hemen yanı başında yalan kusurunu gören müminlerin yalancılıktan uzaklaşmaları ve hatta tiksinmeleri murad edilmiştir. (İsmail Bayer, Keşşaf Tefsirinde Belagat Uygulamaları)
Burada مرضٌ ifadesinin kalbe izafe edilmesinin hakiki manada olması da mecaz olması da caizdir. Hakiki mana murad olursa ‘’karnında hastalık var’’ ifadesinde olduğu gibi acı/ağrı kastedilmiş olabilir. Mecazî anlamda ise bu ifade kalbin, bozuk itikat, kin, haset, günahlara meyletme, masiyete azmetme, heva duygularına kapılma, korkaklık, zaaf gibi insan için fesat ve hastalığa benzer bir afet olan bazı arızaları için istiâre olur. Nitekim bu gibi şeylerin zıddına da sıhhat ve selamet ifadeleri istiare olarak kullanılmaktadır. Burada مرضٌ ile kastedilen, “bozuk itikat ve küfür” veya “kin, haset ve öfke”dir. Zira onların kalpleri Rasulüllah (s.a.v.) ve müminlere karşı kin ve öfke doluydu. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)
Allah Teâlâ’nın onların hastalığını artırmasının anlamı şudur: Allah Peygamber (s.a.v)’e her vahiy indirdiğinde onlar bu vahyi dinleyip inkâr ettiler; böylece kâfirlikleri artarak devam etti. Böylece fiilin sebebine isnat edilmesi suretiyle, sanki onların artırdıkları bu küfür, Allah tarafından artırılmış gibi ifade edildi. (Keşşâf)
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Cümle atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Cihet-i camia temasüldür.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ , muahhar mübtedadır.
Cümlede müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekra gelişi tazim, kesret ve tarifi imkansız bir nev olduğunu ifade eder.
اَل۪يمٌ kelimesi عَذَابٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
عَذَابٌ ‘un mahzuf ikinci sıfatına müteallik olan mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûlün sılası olan كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesi, nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir.
كان ’nin haberi olan يَكْذِبُونَ ‘nin muzari fiil cümlesi olarak gelmesiyle hüküm takviye edilmiştir. Fiil muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
كَان ’nin haberinin muzari fiil olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.103)
مَرَضٌ - عَذَابٌ - اَل۪يم kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كان ’li cümlelerde o işin onlarda iyice yerleşmiş olduğuna işaret vardır. بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesini çok yalancı oldukları için şeklinde anlamalıyız. Çünkü كان fiili mazi, geçmiş zamandır. بِمَا يَكْذِبُونَ yerine بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ şeklinde gelmesi; çok yalan söylerlerdi anlamındadır. Devamlı yalan söylerlerdi. Bu onlarda âdet haline gelmişti. كان ’nin getirdiği anlam, sürekliliktir. O’nun için zaman söz konusu olmadığından كان fiilinin Allah Teâlâ için de kullanıldığını görüyoruz.
عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ ifadesindeki اَل۪يمٌ kelimesi ism-i fail kalıbındadır. İşârî olarak o öyle bir azap ki, azap verirken kendisi bile acımaktadır şeklinde düşünülebilir.
أَلِمَ kökünden gelen “elem” acı, ağrı; اَل۪يمٌ ise acı çektiren, elem veren demektir. Eğer burada elim acı duyan anlamına alınırsa, bu azabın değil, fakat azab edilenin sıfatı olur. O takdirde ifadede mübalağa (manayı tekid) vardır. (Ebüssuûd)
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manalı ,cümleye muzâf olan,cezmetmeyen zaman zarfıdır.Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. اِذَا zaman zarfı قَالُٓوا ‘nun cevabına mütealliktir.
ق۪يلَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâıri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ق۪يلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. لَهُمْ car mecruru ق۪يلَ fiiline mütealliktir. Mekulü’l kavl لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ ‘ dir. ق۪يلَ fiilinin naib-i faili olarak mahallen merfûdur.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُفْسِدُوا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. فِي الْاَرْضِ car mecruru تُفْسِدُوا fiiline mütealliktir.
فَ karînesi olmadan gelen قَالُوا cümlesi şartın cevabıdır.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l kavli, اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ cümlesidir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; meneden anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt ise, إنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan ما demektir.
اِنَّـمَٓا , kâffe (durduran, engelleyen anlamında ismi faildir) ve mekfûfe’dir.Usul ve beyan alimlerinin Cumhuruna göre kâffe olan مَٓا harfi, اِنَّ ile birlikte nafiye olur ve bu da hasr için kullanılma sebebidir. Çünkü اِنَّ ispat, مَٓا nefiy içindir. Bu ikisinin tek bir şey için kullanılması caiz değildir, çünkü aralarında tenakuz vardır. https://www.arapcadilbilgisi.com/
Cumhura göre إنما hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. https://islamansiklopedisi.org
Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olarak mahallen merfûdur. مُصْلِحُونَ haber olup ref alameti وَ ’ dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
تُفْسِدُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındadır. Sülâsîsi فسد ’dir.
İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
مُصْلِحُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Ayet atıf harfi وَ ‘ la makabline atfedilmiştir.
اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan ق۪يلَ لَهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ق۪يلَ fiilinin naib-i faili olan mekulü’l-kavli لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ , nehiy üslubunda talebî inşaî isnaddır.
ق۪يلَ fiili, meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasrla tekit edilmiştir. اِنَّمَٓا kasır edatıdır. نَحْنُ mübteda, مُصْلِحُونَ haberdir.
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. نَحْنُ mevsûf/maksûr, مُصْلِحُونَ sıfat/maksûrun aleyh yani kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur, ya da bu konuma konulmuştur. Muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan مُصْلِحُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiş, isim cümlesinin sübutunu artırmıştır.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
ق۪يلَ - قَالُٓوا kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
تُفْسِدُوا - مُصْلِحُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Burada إنْ değil, اِذَا buyrulmuştur. Çünkü bahsedilen olay gerçekleşmiştir ya da kesinlikle gerçekleşecektir. Çünkü اِذَا harfi, sık karşılaşılan durumlarda veya kesinlik bulacak olaylarda kullanılır. إنْ harfi ise varsayım ifade eder. Bu hadise vuku bulur ya da vuku bulmaz. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi 7, c. 2, s. 397)
Beyzâvî’ye göre bu kimselerin ‘’Biz ancak ıslah edicileriz!’’ şeklindeki bu sözleri, ayetin başındaki إذا şart edatının cevabı olup kendilerine, fesat çıkarmayın diyerek tavsiyede bulunan birine, abartılı bir şekilde cevap vermeleridir. Bunun da manası şudur: “Bizimle böyle konuşmak, doğru değildir; çünkü bizim durumumuz, sadece ıslah etmektir. Biz, fesadın (bozgunculuğun) bütün şubelerinden ârîyiz, uzağız.” Bu kimseler kendilerini, sadece ıslah edici olmaya tahsis etmektedirler. Bunların böyle demelerinin sebebi, kalplerindeki hastalıktan ötürü fesadı, ıslah etmek gibi algılamalarındandır. Nitekim Yüce Allah onların bu iddialarına reddiye olarak şöyle buyurmuştur: اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُون وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ [İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.]
Devamında ise müfessir, ifadeyi dil açısından tahlil ederek şöyle der: إنما bir kasr harfi olarak, kendinden sonraki kelimenin daha sonraki kelimede kasr (tahsîs) ifade eder. إنَّمَا ذيْدٌ مُنْطَلِقٌ ve إنَّمَا ذيْدٌ ينْطَلِقُ ‘Zeyd sadece çıkmaktadır veya çıkandır’ cümlelerinde de aynı durum söz konusudur. Bu örnekte Zeyd’in çıkma fiilinden başka bir şey yapmadığı vurgulanmış olur. إنَّما edatı mevsufun başına gelirse mevsufun sıfata kasrını ifade eder. (Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl,)
فِي الْاَرْضِ yeryüzünün içinde demektir. Sanki burada في harfinin zikrine gerek yoktur. Arz kelimesinin zikri yeterli olabilirdi. Bu harf bize şunları düşündürebilir: Arzın içinde açılan tüneller, yapılan kazılar arzın dengesini bozabilir. Sanki geminin içinde yaşıyoruz ve Kehf suresinde anlatılan kıssadaki gibi içinde yaşadığımız gemiyi deliyoruz. Bu bir fesat çıkarma şeklidir. Belki de bu iş afetlere sebep oluyordur.
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ
اَلَا taaccüb manasında arz edatıdır.
اَلَا Konuşmacı dinleyenlerin dikkatini çekmek,onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır.Onun için bu edata istiftah ve tembih edatı denilmiştir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. هُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. هُمُ الْمُفْسِدُونَ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiri veya mübteda olarak mahallen merfûdur. الْمُفْسِدُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُفْسِدُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. لٰكِنْ istidrak harfidir, لكنّ ’den muhaffefedir.
İstidrak ;düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir.Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimmalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَشْعُرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümlenin başına gelen اَلَٓا , devamında gelecek söze dikkat çekerek, tekid ifade etmiş tenbih edatıdır. اِنَّ harfi, اَلَٓا ve fasıl zamiri هُم ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi,fasıl zamiri هُم ve tenbih edatı sebebiyle birden fazla tekit unsuru taşıyan çok muhkem cümlelerdir.
Tenbih harflerinden اَلَٓا , ayette isim cümlesinin başına gelerek devamında gelecek sözü muhatabın can kulağıyla dinlemesini sağlamıştır. (Elif Yavuz, Belagat İlminde Haber Ve İnşa (Bakara Suresi Örneği))
Cümlede müsnedin ال ile marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis ifade eder.
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ cümlesinde bilindiği için mef‘ûl hazf olmuştur. اَلَٓا kelimesi de mürekkep (bileşik) bir kelimedir. Soru edatı olan elif ile nefy (olumsuzluk) harfi olan لا ‘ dan oluşmuştur. Bunun da nedeni, başına geldiği haberin gerçekleşeceği hakkında tenbih (uyarı), ya da dikkat çekmektir. Çünkü soru edatı olumsuzluk manası veren bir harfin başına geldiğinde tahkik manasını ifade eder. Örneğin; yüce Rabbimizin şu kavli gibi. ألَيْسَ ذالِكَ بِقَادِرٍ [Allah kâdir değil mi?] (Kıyame/40) Bunun anlamı, Allah elbette kâdirdir. şeklindedir. İşte bu gibi yerlerde tahkik manasının verilebilmesi için ancak bu harflerden ya da soru şeklindeki bir ifadeden sonra gelecek olan cümle, kendisiyle yemin telakki olunan benzer bir cümle ile başlamalıdır. Yüce Allah, onların kendilerini ıslah edicilerden, düzeni sağlayanlardan kabul etmelerini kesin ve net bir dille reddetmektedir.
Aynı zamanda onların büyük bir gazap ile karşı karşıya bulunduklarını delil olarak sunup gösterir. Buradaki mübalağa ya da aşırılık sadece istînâf (başlangıç ya da giriş) cümlesi olması bakımından değildir. ألا ve إنَّ deki tekit, haberin marife oluşu ve araya bir fasl zamirinin girmesi, bir de arkadan gelen şuursuzluklarından ötürü bunun farkında olmazlar cümlesidir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
اَلَٓا tenbih harfidir, uyarır, ikaz eder. İkinci هُم fasıl zamiridir. Vurgu yapar, dikkat çeker. Zaten هُمُ daha önce gelmişti. ‘’Dikkat edin onlar fesad çıkaranların ta kendileridir. Ancak hissetmezler, farketmezler’’ demektir.
Burada münafıklar, muhataplarının iddia ettikleri gibi fesat yapmadıklarını ifade ederken nefy ve istisna harfiyle kasr yapmaları gerekirken fasıl zamiriyle اِنَّمَا ile kasr yapmışlardır. Böylece مُصْلِحُ olduklarının çok açık olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak müminler bu apaçık işi inkâr ediyor konumundadırlar. Bunun için sonraki ayet bir çok tekidle pekiştirilmiş olarak gelmiştir ki bunlar; sübuta delalet eden isim cümlesi, müsnedin müsnedün ileyhe hasredildiğine delalet eden haberin başındaki harf-i tarif, fasl zamiri, kelamın mazmûnunun önemine delalet eden tenbih harfi ألا ve ayetin kınamaya delalet eden ‘’Lakin şuurunda değiller’’ sözüyle tamamlanmasıdır. Buradaki belâgî nükte; münafıkların مُصْلِحُ olmaya çağırılmalarının inkârı mümkün olmayacak kadar aleni bir iş olmasıdır. Yani onların, gerçekten bunun aksine fesat çıkarmaya çalışmalarıdır.
وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
Cümle atıf harfi وَ ‘la istînâfa atfedilmiştir.
لٰـكِنَّ ’den tahfif edilmiş istidrak harfi لٰـكِنْ ’in dahil olduğu وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki يَشْعُرُونَ cümlesine atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil sıygasında gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İstidrak, ‘’önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesi” şeklinde tarif edilmiştir. “İstidrâk, istisnaya benzemekle birlikte istisna, bir cüz’ü bir bütünden ayırmak, istidrâk ise, aynı anda farklı iki hükmü ifade etmek demektir.” İstidrâk, geçen sözden doğabilecek bir yanlış anlamayı düzeltmektir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
لٰكِنْ şeddeden muhaffeftir, ibtida harfidir, amel etmez. Sadece istidrak ifade eder. Kendisinden önce atıf edatı geldiğinden, atıf harfi olamaz. Kendisinden sonra müfred kelime geldiğinde, atıf edatı olmakla beraber, istidrak manasını da korur. (İtkan, c.1, s. 475)
Onlar, bozguncu olduklarını bilmezler. Bunların idrak ve kavrama kapasiteleri yoktur. Çünkü onlar duyularını yitirmişlerdir. Dolayısıyla düşüncesizlikleri onların bozgunculuklarına tam denk düşmektedir. (Rûhu-l Beyân)
Şihâbuddîn Mahmûd b. Abdullah el-Âlûsî’ye (ö. 1270/1854) göre; münafıklar kendilerine verilen haberi bilerek inkar ettikleri için bu ayete lâzım-ı faide anlamı vermek mümkündür. O zaman ayetin anlamı “Onların fesat çıkarttıklarını biliyoruz veya yaptıkları bozgunculuğun vebâli onlara dönecektir.” şeklinde olur. (Ahmet Gezek, Arap Belâgatında Lâzım-ı Fâide-i Haber Kavramı ve Müfessirlerin Bu İfadelere Dair Görüşleri)
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَـهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَـهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذَا | zaman |
|
2 | قِيلَ | denildiği |
|
3 | لَهُمْ | onlara |
|
4 | امِنُوا | iman edin |
|
5 | كَمَا | gibi |
|
6 | امَنَ | inandıkları |
|
7 | النَّاسُ | insanların |
|
8 | قَالُوا | derler |
|
9 | أَنُؤْمِنُ | inanır mıyız? |
|
10 | كَمَا | gibi |
|
11 | امَنَ | inandığı |
|
12 | السُّفَهَاءُ | beyinsizlerin |
|
13 | أَلَا | iyi bilin ki |
|
14 | إِنَّهُمْ | doğrusu onlardır |
|
15 | هُمُ | onlar |
|
16 | السُّفَهَاءُ | asıl beyinsizler |
|
17 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
18 | لَا | değildir |
|
19 | يَعْلَمُونَ | bilenlerden |
|
Onlara “Diğer insanlar gibi siz de iman ediniz” denildiğinde, “Akılsızların inandıkları gibi biz de inanalım mı?” derler. Biline ki, asıl akılsızlar onlardır, fakat bilmezler.
İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akıl ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur.
Bu sebeple iman edenler akıllarıyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah’ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O’na şükrederler. İnkârcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar.
13. ve yukarısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 81وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ
وَ istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan,cezmetmeyen zaman zarfıdır.Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
ق۪يلَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ق۪يلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. لَهُمْ car mecruru, ق۪يلَ fiiline mütealliktir. اٰمِنُوا emir fiil, naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
اٰمِنُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. كَ misli manasındadır.
ما ve masdar-ı müevvel كَ harfi ceriyle birlikte mahzuf masdarın sıfatı veya mef‘ûlu mutlak olarak mahallen mansubdur. Takdiri: آمنوا إيمانًا مثل إيمان الناس (Öyle bir iman ki tıpkı gerçek insanların imanı gibi bir iman) şeklindedir.
اٰمَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. النَّاسُ fail olup damme ile merfûdur.
فَ karînesi olmadan gelen قَالُوا cümlesi şartın cevabıdır.
قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli اَنُؤْمِنُ ’ dur. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlü bihi olarak mahallen mansubdur.
Hemze istifham harfidir. نُؤْمِنُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. كَ misli manasındadır.
ما ve masdar-ı müevvel كَ harfi ceriyle birlikte mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubdur. Takdiri: أنؤمن إيمانًا مثل إيمان السفهاء؟ (Akılsız insanların imanı gibi iman eder miyiz?) şeklindedir.
اٰمَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. السُّفَهَٓاءُ fail olup damme ile merfûdur.
اٰمِنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ
اَلَٓا taaccüb manasında arz edatıdır.
اَلَا Konuşmacı dinleyenlerin dikkatini çekmek,onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır.Onun için bu edata istiftah ve tembih edatı denilmiştir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. هُمُ السُّفَهَٓاءُ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
هُمْ fasıl zamiri veya mübteda olup mahallen merfûdur. السُّفَهَٓاءُ haber olup damme ile merfûdur.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
السُّفَهَٓاءُ kelimesi فعلاء vezninde sıfatı müşebbehedir.
Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لٰكِنْ istidrak harfidir, لكنّ ’den muhaffefedir.
İstidrak ;düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir.Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimmalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَعْلَمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ
وَ istînâfiyyedir.
اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan ق۪يلَ لَهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ق۪يلَ fiilinin naib-i faili olan mekulü’l-kavli اٰمِنُوا ; emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. ق۪يلَ fiili, meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Teşbih harfi ك sebebiyle mecrur mahaldeki masdar harfi مَا , mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubdur. Takdiri: أنؤمن إيمانًا مثل إيمان السفهاء؟ (Akılsız insanların imanı gibi iman eder miyiz?) şeklindedir. ما ’nın sılası olan اٰمَنَ النَّاسُ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli olan اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ cümlesi istifham üslubunda gelmiş, talebî inşâî isnaddır. Müspet muzari fiil sıygasında gelen cümle hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen inkari anlamdadır. Yani “sana inanmamız olacak şey değil” demek istemişlerdir. Cümle, inşâ manasından çıkıp haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca ayette tecâhül-i ârif sanatı vardır.
ءَامَنَ - ءَامَنَوا - نُؤۡمِنُ ,قِیلَ - قَالُوۤا۟ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
السُّفَهَٓاءُ kelimesindeki tarif ahd veya cins içindir. Yani ya önceki insanları, ya da tüm ırkı ve başlangıçta kendi bozuk iddialarıyla bu işe giren ve devam edenleri uzak tutan şerefli, bilge ve asil insanları kastetmişlerdir. (Âlûsî)
Burada إنْ değil, اِذَا buyrulmuştur. Çünkü bahsedilen olay gerçekleşmiştir ya da kesinlikle gerçekleşecektir. Çünkü اِذَا harfi, sık karşılaşılan durumlarda veya kesinlik bulacak olaylarda kullanılır. إنْ harfi ise varsayım ifade eder. Bu hadise vuku bulur ya da vuku bulmaz. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi 7, c. 2, s. 397)
النَّاسُ kelimesindeki ال ahd içindir, yani akılda var olan belli bir şeyi işaret etmektedir. Dolayısıyla şöyle demektir: "Tıpkı Allah Rasulünün ve onunla birlikte iman etmiş olanların iman ettikleri gibi. Hz. Peygamberin yanında yer alan imanlı kimseler de, Abdullah b. Selâm (v.43/663) ve taraftarlarıdır. Yani arkadaşlarınızın ve kardeşlerinizin inandıkları gibi siz de gelin iman edin, manasındadır.
Ya da buradaki ال cins içindir. Bu durumda ise mana şöyledir: İnsanlıkta kemâl ve olgunluk derecesine ulaşmış olanların inandıkları gibi... Ya da sanki burası, bu ifade ile, inanmış olanları gerçek anlamda insan ve bunların dışındakileri de hayvanlar olarak... değerlendirmesidir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Bu ayetteki اَنُؤْمِنُ [İman eder miyiz?] ifadesinde bulunan istifham, inkâr - yalanlama içindir. Yani inanmayız anlamındadır.(Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl)
Ayette istifham asli manasından - o da bir şeyi öğrenmek istemektir - ayrılarak ifadenin mazmunundan anlaşılan başka manaları, inkâr ve istihza manalarını almıştır. Bu manaları tayindeki ölçü ise zevk-i selimdir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifhâm Üslûbu)
اَنُؤْمِنُ [İman eder miyiz?] ifadesindeki soru, inkâr anlamı taşır. السُّفَهَٓاءُ (beyinsizler) kelimesindeki lâm-ı tarif, daha önce işaret edilen “insanlar”a göndermedir. Nitekim bir kişi dostuna; “Zeyd senin aleyhinde kötü konuştu” dendiğinde, “Yapmış mı beyinsiz!?” diye cevap verir. Lâm-ı ta‘rîfin cins ifade etmesi ve bu cinsin kapsamına -onların iddiasına göre- ‘beyinsiz’ kapsamına giren kimselerin dahil olması da mümkündür. Çünkü münafıklara göre müminler insanlar içerisinde en beyinsiz olanlardır. (Keşşâf)
Bu ayet-i kerimedeki النَّاسُ kelimesinin başındaki tarif, rasul manasında ahd-i ilmî olabileceği gibi (“Rasul’un iman ettiği gibi”); insan cinsi manasında cins için de olabilir. Bu ikinci durumda ince bir mana da vardır. Şöyle ki; iman eden insanlar, kâmil manada insandır. Onların dışındakiler ise insan cinsinden değildir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayette müminleri budalalıkla itham eden münafıkların, bu vasfa müminlerden daha layık olduğuna vurgu yapılmaktadır. (Zemahşerî, Mufassal fî İlmi’l-Arabiyye, s. 312, 313.)
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümlenin başına gelen اَلَٓا , devamında gelecek söze dikkat çekerek, tekid ifade etmiş tenbih edatıdır. اِنَّ ile اَلَٓا ve fasıl zamiri هُم ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi, fasıl zamiri هُم ve tenbih edatı sebebiyle birden fazla tekit unsuru taşıyan çok muhkem cümlelerdir.
اَلَٓا, ayette isim cümlesinin başına gelerek devamında gelecek sözü muhatabın can kulağıyla dinlemesini sağlamıştır. (Elif Yavuz, Belagat İlminde Haber Ve İnşa (Bakara Suresi Örneği))
Cümlede müsnedin ال ile marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis ifade eder.
ألا edatı tenbih edatı olarak kullanılmış olup tekid ifade eder.
Cümlede müsnedin marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis de ifade eder.
ءَامَنَ - ٱلسُّفَهَاۤءُ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Burada tenbihler ve fasıl zamirlerinin de bulunması dolayısıyla çok kuvvetli bir ifade vardır diyebiliriz.
وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ
Atıfla gelen cümlede cihet-i camia temasüldür. Cümle atıf harfi وَ ‘la istînâfa atfedilmiştir.
لٰـكِنَّ ’den tahfif edilmiş istidrak harfi لٰـكِنْ ’in dahil olduğu وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki يَعْلَمُونَ cümlesine atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil sıygasında gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İstidrak, ‘’önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesi” şeklinde tarif edilmiştir. “İstidrâk, istisnaya benzemekle birlikte istisna, bir cüz’ü bir bütünden ayırmak, istidrâk ise, aynı anda farklı iki hükmü ifade etmek demektir.” İstidrâk, geçen sözden doğabilecek bir yanlış anlamayı düzeltmektir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
لٰكِنْ şeddeden muhaffeftir, ibtida harfidir, amel etmez. Sadece istidrak ifade eder. Kendisinden önce atıf edatı geldiğinden, atıf harfi olamaz. Kendisinden sonra müfred kelime geldiğinde, atıf edatı olmakla beraber, istidrak manasını da korur. (İtkan c.1 s.475)
Burada لَا يَعْلَمُونَ [bilmezler] buyuruldu. Bundan önceki ayette de, لَا يَشْعُرُونَ [farkında olmazlar, şuursuzdurlar] denilmişti. Çünkü burada sefeh’ten söz edilmiştir ki bu cehildir, bilgisizliktir. Dolayısıyla cehaletin söz konusu edildiği bir yerde ona uygun olarak ilimden yani bilmekten söz etmek daha yerindedir. Çünkü iman olayı delil ve kanıt ister, doğru teşhis ister ki bu sayede delil ve kanıtları göz önünde tutan kimse bilgi kazanmış olsun.
Yeryüzünde fesat çıkarma, bozgunculuk meydana getirme, huzuru bozma olayına gelince, bu sıradan şeylere dayanan bir durumdur. Bu da adeta duyularla algılanabilen şeyler gibidir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
11, 12, ve 13.ayetler başlangıç bölümlerine münasip bir şekilde bitmiştir. Önceki ayette fesattan bahsedilmektedir. Fesat dünyevî bir şeydir ve adetlere mebnidir. Mahsus şeylerden olduğu için ayetin “fark etmezler” şeklinde bitmesi uygun olmuştur. Sonraki ayet ise imanla alakalıdır. Hak ve batılı kavramakla alakalıdır. Bu da teemmül gerektirir. Dolayısıyla “bilmezler” şeklinde bitmesi münasip olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in nazmı üzerinde düşünülürse ayet sonlarındaki esma-i hüsnanın bulunduğu yere özel olarak seçildiği anlaşılır. Kur'an'daki bu harika üslup, teşâbüh-i etrâf sanatı olarak isimlendirilir.
Bu ayette süfehanın sözleri tazmin sayılmıştır.
11, 12 ve 13.ayetler arasında mukabele vardır. Benzer ayetler olmasına rağmen sonlarında farklı fiiller tercih edilmiştir. Bunun sebebi müminlerin hak, kendilerinin batıl üzere olduklarını anlamak için düşünmelerini sağlamaktır. Münafıklar, müminlerin görüşlerinin yanlış olduğuna inandıkları ve onları küçümsedikleri için onlara “sefîh” dediler. Çünkü müminlerin çoğu fakirdi. İşte buna mukabil Allah Teâlâ asıl sefîhlerin onlar olduğunu ifade ederek ayeti “ilim" fiiliyle bitirdi. halbuki nifak ve buna bağlı olan yeryüzünde fitne ve fesada yol açan azgınlıklar dünyevi şeylerdir ve âdetlere mebnidir. Onun için önceki ayet de buna münasip olarak “şuur” fiiliyle sona ermiştir.
Münafıklar kendilerinin değil müminlerin akılsız olduklarına inanıyorlardı. Allah Teâlâ onların bu inancını ters çevirerek, inananların değil kendilerinin akılsız olduğunu ama bunu bilmediklerini dile getirdi. Bunun için kasr-ı kalb olmuştur.
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذَا | zaman |
|
2 | لَقُوا | rastladıkları |
|
3 | الَّذِينَ | kimselere |
|
4 | امَنُوا | inanan |
|
5 | قَالُوا | derler |
|
6 | امَنَّا | inandık |
|
7 | وَإِذَا | ve zaman |
|
8 | خَلَوْا | yalnız kaldıkları |
|
9 | إِلَىٰ | ile |
|
10 | شَيَاطِينِهِمْ | şeytanları |
|
11 | قَالُوا | derler |
|
12 | إِنَّا | şüphesiz biz |
|
13 | مَعَكُمْ | sizinle beraberiz |
|
14 | إِنَّمَا | elbette sadece |
|
15 | نَحْنُ | biz |
|
16 | مُسْتَهْزِئُونَ | (onlarla) alay ediyoruz |
|
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ
وَ atıf harfidir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezm etmeyen zaman zarfıdır.Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. اِذَا zaman zarfı, قَالُٓوا ‘nun cevabına mütealliktir. لَقُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَقُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef‘ûlün bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavl اٰمَنَّا ’ dır. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlü bihi olarak mahallen mansubdur.
فَ karînesi olmadan gelen قَالُوا cümlesi şartın cevabıdır.
قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اٰمَنَّاۚ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
اٰمَنَّاۚ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ
وَ atıf harfidir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezm etmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. اِذَا zaman zarfı قَالُٓوا ‘nun cevabına mütealliktir. خَلَوْا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
خَلَوْا iki sakinin birleşmesinden dolayı mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْ car mecruru خَلَوْا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ karînesi olmadan gelen قَالُوا cümlesi şartın cevabıdır.
قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavl اِنَّا مَعَكُمْ ’ dur. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
إنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. مَعَكُمْ zaman zarfı اِنَّ ’ nin mahzuf haberine mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫ن
اِنَّمَا kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
اِنَّـمَٓا , kâffe (durduran, engelleyen anlamında ismi faildir) ve mekfûfe’dir.Usul ve beyan alimlerinin Cumhuruna göre kâffe olan مَٓا harfi, اِنَّ ile birlikte nafiye olur ve bu da hasr için kullanılma sebebidir. Çünkü اِنَّ ispat, مَٓا nefiy içindir. Bu ikisinin tek bir şey için kullanılması caiz değildir, çünkü aralarında tenakuz vardır. https://www.arapcadilbilgisi.com/
Cumhura göre إنما hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. https://islamansiklopedisi.org
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olup mahallen merfûdur. مُسْتَهْزِؤُ۫نَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’ dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مُسْتَهْزِؤُ۫نَ sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istifâl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ
Ayet atıf harfi وَ ‘ la makabline atfedilmiştir.
اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan لَقُوا الَّذ۪ينَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi قَالُٓوا اٰمَنَّا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Burada إنْ değil, اِذَا buyrulmuştur. Çünkü bahsedilen olay gerçekleşmiştir ya da kesinlikle gerçekleşecektir. Çünkü اِذَا harfi, sık karşılaşılan durumlarda veya kesinlik bulacak olaylarda kullanılır. إنْ harfi ise varsayım ifade eder. Bu hadise vuku bulur ya da vuku bulmaz. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi 7, c. 2, s. 397)
اٰمَنُوا - اٰمَنَّاۚ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatı vardır.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ ibaresi imana saplananları, imanınn kendilerinde yerleştiği kişileri ifade eder. Yukarıdaki اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ifadesi gibidir.
وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ
Ayetin ikinci cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi temasüldür.
اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّا مَعَكُمْ cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mekân zarfı مَعَكُمْ , mahzuf habere mütealliktir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
خَلَوْا kelimesi بِ ve اِلٰى cer edatlarıyla kullanılabilmektedir. Ancak اِلٰى edatıyla kullanılması daha mübalağalıdır. Çünkü اِلٰى edatı kullanılınca, “başından sonuna dek... ” demek olur. Dolayısıyla bunun manası, müminlerden ayrılıp tamamen ve baştan sona şeytan tıynetindeki (aynı görüşte oldukları) liderleriyle bire bir baş başa kaldıklarında... manasında olur.
Şeytanları ifadesinden kasıt; azgınlık ve sapkınlıklarında şeytanlara benzeyen, şeytanlaşan kimseler, demektir. Bunlar da Yahudilerdir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Dikkat edilecek olursa bu ayette, münafıkların müminlere hitap etme durumu fiil cümlesiyle anlatılmıştır. Oysa kendi şeytanlarına hitap ederken isim cümlesi gelmiştir. Hem de bu, إنّ ile de tekit edilmiştir. Çünkü münafıklar müminlerle olan konuşmalarında, kendilerinde iman denen şeyin var olduğunu söylemekle birlikte, iman konusunda tevhid ehli olduklarına ilişkin olarak bir şey söylemiyorlar. Bu da şu nedenlerden olabilir:
Ya bizzat kendileri buna uygun değildirler; yani müminlerle aynı şeyi paylaşmamalarındandır. Çünkü bunların akidelerinde herhangi bir muharrik (harekete geçiren, yönlendiren) bir sebep yoktur.
Veya münafıklar bunu tekit ve mübalağa ifadeleriyle de söylemiş olsalar bile müminler tarafından doğru kabul edilmeyeceklerini bilmelerindendir. Bunlar ensar ile muhacirinin tam ortasında bulunurlarken durumları bilindiği halde, müminler olarak kabul görmeleri hiç olacak şey midir? Fakat münafıkların kendi yoldaşlarıyla hitapları, konuşma ve görüşmeleri bir arzu ve isteğin sonucudur. Onlar tarafından kabul görmektedirler. İşte bu, tekit ve teyidin olması gereken yerdir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
İmam Beyzâvî bu ayetin tefsirinde şu açıklamalarda bulunmuştur: münafıklar müminlerle karşılaştıklarında müminlere, hudûs ve teceddüd ifade eden اٰمَنَّا şeklindeki fiil cümlesiyle hitap etmişlerdir. Şeytanlarına (müşrik yada münafık dostlarına) ise اِنَّا مَعَكُمْۙ şeklindeki اِنَّا tahkik edatıyla başlayan, sübut ve tekid ifade eden isim cümlesiyle hitap etmişlerdir. (Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl)
إِذَا ayette istimrar ifadesi için mazi fiilin başına gelmiştir.
اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasrla tekit edilmiştir. اِنَّمَٓا kasır edatıdır. نَحْنُ mübteda, مُصْلِحُونَ haberdir.
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. نَحْنُ mevsûf/maksûr, مُسْتَهْزِؤُ۫ن sıfat/maksûrun aleyh yani kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur, ya da bu konuma konulmuştur. Muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan مُسْتَهْزِؤُ۫ن , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiş, isim cümlesinin sübutunu artırmıştır.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ
Ayette verilen haberler genel itibariyle Yahudilerin riyâkar hallerini haber verdiğinden dolayı fâide-i haberdir. Haberin içeriği incelendiğinde dikkat çeken husus kafirlerin imanlarına şüpheli yaklaşan ve inanmayan müslümanlarla olan diyaloglarında muktezâ-yı zahirin dışına çıkılarak pekiştirilmemiş zayıf anlam ifade eden fiil cümlesi kullanıp kendilerinden olanlarla diyaloglarında ise onlara olan bağlılıklarını daha kuvvetli manada ifade eden, pekiştirilmiş isim cümlesi kullanmalarıdır. Zira onların müslümanlarla karşılaştıklarında "iman ettik" demeleri dikkate değer bir ifade değildir, çünkü onlar kalplerinde iman bulunduğunu ifade ediyorlar, fakat kendilerinin bu konuda tek olduklarını iddia etmiyorlardı. Bu sebeble haberlerini pekiştirmeye ihtiyaç duymamışlardır. Fakat kendilerinden olanlarla diyaloglarında birden fazla pekiştirme kullanmalarının sebebi ise karşıdakilerinin inkarı için değil; gönüllerinde taşıdıkları Yahudilik inancına sebat gösterip, küfürlerinde istikrarlı olduklarını ifade etmek içindir. Bu ayette muktezayı zahirin dışına çıkılarak münkir, haber hakkında bilgisi olmayan durumuna konulmuş ve bunun tam tersine haber hakkında bilgisi olmayan da münkir durumuna konulmuştur. (Elif Yavuz,Belagat İlminde Haber Ve İnşa (Bakara Suresi Örneği)
Kasr-ı kalbdir. Efendilerinin (şeytanların) kalplerine gelebilecek mümin oldukları zannı değiştirmek ve kendilerinin sadece islam ve islam ehliyle istihza ettikleri manasını ifade etmek için tekid ettiler. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim,Soru Soru;115)
Münafıkların dilinden نَحۡنُ مُسۡتَهۡزِءُونَ ifadesiyle isim cümlesi ve ism-i fail kullanılması bu sıfatın onlarda yerleşik, sabit bir özellik olduğunu belirtmek, şeytanlar kelimesiyle de onların elebaşları, yandaşları, kafadarları kastedilmiştir. Burada bu ifade insan için kullanılmıştır. Yaptıkları işin ne kadar kötü olduğunu ifade etmek için “şeytan” kelimesi seçilmiştir.
Münafıklar müminlere onları aldatarak ve korkarak imanlarını gösterdikleri için fiil cümlesiyle hitap etmişlerdir. Ama şeytanlarına daha kuvvetli olan isim cümlesiyle hitap etmişlerdir. Çünkü küfür üzere sabit olduklarını, bu konuda doğru sözlü ve istekli olduklarını ifade etmişlerdir.
Ya da bunun sebebi müminlere inanmadıkları bir şeyi söylemeleri, şeytanlarıyla konuşurken ise söyledikleri söze canı gönülden inanmalarıdır.
إنَّما نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫ن cümlesiyle إنّا معَكُم cümlesi arasındaki fasl, tekid sebebiyledir. Mana bakımından aynı şeyi ifade ederler. Bunun için و ile atfedilmeleri doğru olmaz. Çünkü iki cümle arasındaki giriftlik ve dahili ilişki, harici bir atıf harfinin gelmesine manidir. Bu faslın sebebi, kemâl-i ittisâldir.
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Allah(C.C.)bu ayette ya’meune deseydi “Onlar göremezler, kördürler” demiş olacaktı.
Ama ya’mehune kalplerinin kör olduğunu, artık kalplerinin yumuşamadığını söyler. Aslında başladığımız yere geri dönüyoruz gibi. İlk ayetlerde kalpleri mühürlenmişti. Şimdi de kalplerinin kör olduğu, hissetmekten aciz olduğu ifade edilmiştir. (Nouman Ali Khan)
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
İsim cümlesidir. اَللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup damme ile merfûdur. يَسْتَهْزِئُ cümlesi haber olarak mahallen merfûdur.
يَسْتَهْزِئُ damme ile merfû muzari fiildir. بِهِمْ car mecruru يَسْتَهْزِئُ fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَمُدُّ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
ف۪ي طُغْيَانِهِمْ car mecruru يَمُدُّ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olup mahallen mecrurdur. يَعْمَهُونَ cümlesi يَمُدُّهُمْ ’deki zamirin hali olup mahallen mansubdur.
يَعْمَهُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْتَهْزِئُ fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi, هزأ ‘dir.
Bu bab fiile taleb,tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamlar katar.
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اَللّٰهُ lafza-i celâli mübteda, يَسْتَهْزِئُ cümlesi mübtedanın haberidir. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَعْمَهُونَ cümlesi يَمُدُّهُمْ ’deki zamirin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
هم zamirinin tekrarında reddü’l-acüz ales-sadr sanatı vardır.
’مُسْتَهْزِؤُ۫نَ - يَسْتَهْزِئُ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Ayette muzari fiil olarak gelen یَسۡتَهۡزِئُ kelimesi, istihzanın an be an yenilenerek devam ettiği anlamını vermektedir. (Keşşâf)
Tuğyanın onlara izafe edilmesindeki nükte şudur: taşkınlık ve mütemadiyen yanlış yolda gitme, bizzat kendi işledikleri kendi elleriyle yaptıkları şeylerdir; Allah bunlardan berîdir. Bu ifade ile, ‘’Allah dileseydi şirk koşmazdık’’ [En‘âm 6/148] diyen kâfirlerin düşünceleri reddedildiği gibi, onları daha donanımlı hale getirenin Allah olduğunun belirtilmesinden yola çıkarak, tuğyanı da -kendisine izafe edilmeyecek olsa da- Allah’ın fiili zannedebilecek kimselerin bu düşüncesinin yanlış olduğu gösterilmektedir. (Keşşâf)
عمى (âmâ / körlük), عمه kelimesine benzer; ancak أعمى görme ve aklî görüşü kapsayan bir kullanıma sahipken, عمه (doğruyu bilmeyen, şaşkın) sadece görme konusunda kullanılır. Anlamı ise şaşkınlık, hayret, tereddüt, nereye gideceğini bilememedir. (Keşşâf)
Allah Teâlâ önceki ayette münafıkların sözünü aktarırken ism-i fail kalıbında olan ’مُسْتَهْزِؤُ۫نَ kelimesini kullandığı halde, kendi sözünü muzari kipi يَسْتَهْزِئُ ile vermiştir. İlahi nazmın üslubundaki bu değişimin hikmetini Beyzâvî şöyle açıklar: belki de, Yüce Allah’ın münafıkların sözlerine uyacak şekilde ألّله مسْتَهْذؤ بهم dememesi istihzanın yavaş yavaş meydana geleceğini ve yenileneceğini ima etmek içindir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)
14 ve 15.ayetlerde müşâkele yapılmıştır. Birinci ayette geçen ’مُسْتَهْزِؤُ۫نَ (alay etmek) lafzının hakiki/sözlük anlamı kastedilirken, ikinci ayette Allah'a nispetle kullanılan aynı lafızla يَسْتَهْذِئ بهم ile münafıkların müminlere alaylarının cezalandırılması kastedilmiştir. (Ebüssuûd)
Allah’ın alay etmesi onun şanına yakışmaz, insan zaafı gibi bir zayıflıkla nitelenmekten münezzehtir. Allah insanla aynı seviyede değildir, insan onun muhatabı değildir. Bu ve benzeri ifadeler şöyle anlaşılır: onlar Müslümanlarla alay eder, Allah onların bu istihzalarının / alaylarının karşılığını verir. Ona uygun muamele eder. Buna müşâkele sanatı denir.
Allah’ın onların alaylarına verdiği ceza “alay” kelimesiyle ifade edilmiştir. Burada münafıkları şiddetle uyarma ve bu davranışlarından vazgeçirme maksadı vardır.
إستِهذاء ifadesinde iki istiare bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, alay etme (istihza) fiilinin Yüce Allah için söylenmiş olmasıdır. ''Allah'ın alay etmesi'' ile anlatılmak istenen, onlar için cezalandırma fırsatları kollamak suretiyle alay etmeleri yüzünden hak ettikleri karşılığı vermesidir. Bu durumda ceza istihza karşılığında vuku bulduğu için, istihzanın karşılığı da istihza diye isimlendirilmiş oluyor. Ancak biz deriz ki: Yüce Allah'ı istihzanın gerçek anlamıyla nitelemek caiz değildir. Çünkü istihza hikmet sahibi Allah'ın sıfatlarına ters, hilim sahibi Allah'ın fiillerine zıttır.
İkincisi, وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ [azgınlıkları içinde serserice dolaşmaları için onlara fırsat tanır] sözüdür. Allah'ın azgınlara fırsat tanıması, onları serbest bırakıp başıboş salmasıdır ki böylece bu fırsat kendi aleyhlerine delil teşkil etsin veya dönüş yapmaları ümit edilebilsin. Bu suretle Yüce Allah onların durumunu, boğazı daha rahat nefes alsın, dolaşma alanı daha geniş hale gelsin diye atının veya devesinin ipini salıp uzatan kimseye benzetmiştir. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
Burada murad, hükmü takviye ve tekid etmektir. Yani, Allah Teâlâ’nın istihzası bütün istihzaların fevkindedir.
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ile وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ cümleleri و ile vasl yapılarak gelmiştir. Çünkü maksat Allah Teâlâ’dan iki farklı şekilde haber vermektir. Eğer atfı terk edip fasl yapılsaydı bu mana değişirdi ve Allah’ın onlara tek bir ceza verdiği, bu cezanın da azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaşmaları için mühlet vermek şeklinde bir alay olduğu zannedilirdi. Bu da kasdedilen mana değildir. (Yani îrab uygunluğu sebebiyle vasl yapılmıştır.)
Burada ikinci ayetteki cümlenin اِنَّا مَعَكُمْ veya قَالُٓوا cümlesine atfedilemeyeceği açıktır. اِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِم قالوا şeklindeki şart ve ceza cümlesine atfı ise caizdir. Ancak bu atıf; önceki iki cümleden birine atfedildiği vehmedilmesin diye terk edilmiş ve fasl yapılmıştır.
Burada ikinci ayetteki اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ cümlesi fasılla gelmiştir. Çünkü eğer vasl yapılsaydı; münafıkların sözü gibi olurdu ve “münafıklar şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz, Allah da onlarla alay ediyor” manasına gelirdi. Halbuki bu cümle münafıkların sözünü takip eden Allah Teâlâ’nın sözüdür. Zemahşerî ise Keşşâf’ta bu ayetteki faslın istînâf nedeniyle olduğunu söylemiştir. Sanki; bu çirkin fiilleri ve sözlerinin cezası ne olacak şeklinde bir sorunun cevabı olarak gelmiştir.
Bu sayfada sonu و ve ن ile biten ayetlerde (9-15) lüzûm-u mâ lâ yelzem sanatı vardır.
Ayet sonlarındaki uygunluğu sağlamak için fasıla harfleri aynı gelmiştir. Bu, kulağa hoş gelir ve ruhta güzel bir tesir bırakır. Bakara /10 يَكْذِبون , Bakara / 11 مصْلحون , Bakara / 15 يعْمَهون ayetlerinde olduğu gibi. Bu uygunluk da edebî güzelliklerdendir.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أُولَٰئِكَ | işte onlar |
|
2 | الَّذِينَ |
|
|
3 | اشْتَرَوُا | satın aldılar |
|
4 | الضَّلَالَةَ | sapıklığı |
|
5 | بِالْهُدَىٰ | hidayet karşılığında |
|
6 | فَمَا | etmedi |
|
7 | رَبِحَتْ | kâr |
|
8 | تِجَارَتُهُمْ | ticaretleri |
|
9 | وَمَا | ve değildir |
|
10 | كَانُوا | olanlardan |
|
11 | مُهْتَدِينَ | doğru yolu bulan |
|
Dalle ضلّ :
ضَلالٌ doğru yoldan sapıp ayrılmaktır. هِدايَةٌ sözcüğünün zıddıdır. İster kasıtlı ister gafletle olsun, ister az ister çok olsun doğru yoldan uzaklaştıran her türlü sapmaya denir.
إضْلالٌ yani Yüce Allah'ın saptırması iki şekilde olur: Birincisi; insanın kendisinin doğru yoldan sapması. Yani insan doğru yoldan sapar, ayrılırsa Yüce Allah dünyada onun doğru yoldan saptığına hükmeder ve onu ahirette cennet yolundan cehennem yoluna saptırır. İkincisi; bunun nedeni Allah'ın saptırmasıdır. Şöyle ki; Yüce Allah insanın karakterini öyle bir biçimde koymuştur ki insan övülen ya da yerilen bir yolu izlediğinde ona alışır, onu hoş görür ona sıkı sıkıa yapışır. Artık onu o yoldan geri çevirmek ve onunda kendi kendine gittiği yoldan geri dönmesi zorlaşır. Böylece bu yol kendisini başka bir tarafa taşımak isteyeni reddeden bir tabiat haline dönüşür. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı türevleriyle 191 kez geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekli dalaletttir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ
İsim cümlesidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اشْتَرَوُا’ dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اشْتَرَوُا iki sakinin birleşmesinden dolayı mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الضَّلَالَةَ mef‘ûlün bih olup fetha ile mansubdur. بِالْهُدٰى car mecruru اشْتَرَوُا fiiline mütealliktir.
اشْتَرَوُا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi شري ’dır.
İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. رَبِحَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. تِجَارَتُ fail olup damme ile merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olup mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. مَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’ nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
مُهْتَد۪ينَ kelimesi كان ’nin haberi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مُهْتَد۪ينَ sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle, fâide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedün ileyhin ism-i işaretle marife olarak gelmesi, işaret edilene dikkat çekip tahkir etmek içindir. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
الضَّلَالَةَ - لْهُدٰى kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
ٱلۡهُدَىٰ - مُهۡتَدِینَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
ٱلضَّلَـٰلَةَ kelimesi sapkınlık, ٱلۡهُدَىٰ kelimesi iman karşılığında kullanıldığı için burada istiare vardır. Kelimeler hakiki manalarında değil, mecazî manada kullanılmıştır. (Dalalet; yolunu şaşırmak demektir) İman ve küfür satın alınacak, ticareti yapılacak şeyler değildir, dolayısıyla anlıyoruz ki bunlar hakiki manada kullanılmayarak, muhatabı etkilemek için kelimelerin düz manaları yerine mecazî manaları kullanılmıştır. Bu üslup daha etkilidir. ‘’Oğlum geldi’’ yerine ‘’aslanım geldi’’ demek gibidir. İkinci cümle daha etkilidir. Ticaretin kâr etmemesi istiarenin karînesidir. Altı-yedinci ayetlerde kâfirlerden bahsedilirken sonrasında ise münafıklardan bahsedilmiştir. Bizim de kendi açımızdan münafıklık alametlerine, davranışlarına dikkat etmemiz gerekir. Münafıklar inanmadıkları halde inandık derler ve inanma alametleri gözükmez. 8-16.ayetler münafıkları anlatmaktadır.
اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ [Hidayeti sapıklıkla değiştirdiler.] cümlesinde istiare-i tasrihiyye vardır. Maksat, onların doğruluğu eğrilikle, imanı da küfür ile değiştirmelerini vurgulamaktır. Bundan dolayı alışverişlerinde kazanamadılar, aksine zarar ettiler. Yüce Allah "satın almak’’ lafzını "değiştirmek" manasında istiare olarak kullandı ve buna "onlar ticaretlerinde kazançlı olmadı" sözü ile bir açıklık getirdi. Bu, açıklamaya edebiyatta terşîh sanatı denir ki, bu da istiareyi en yüksek zirveye ulaştırır. (Safvetü't Tefâsir)
Ayetteki اشْتَرَوُا [satın aldılar], فَمَا رَبِحَتْ [kâr etmedi] ve تِجَارَتُهُمْ [ticaretleri] sözcükleri arasında tenâsüp vardır. Çünkü hepsi alışverişle ilgili sözcüklerdir.
Ayette اشْتَرَوُا lafzı, değiştirmek ve tercih etmek anlamı taşıdığı için istiaredir. Sonra Allah, onu اشْتَرَوُا (satın aldılar)’a uygun olan الرِّبح (kâr) ve التِّجارة (ticaret) lafızlarıyla terşîh etti/besledi. Burada الرِبّح (kâr) ve التِّجارة (ticaret) lafızlarının zikredilmesi, teşbihte mübalağayı beslemektedir. Çünkü istiare ve teşbihte mübalağa vardır. (Arap Dili Belâgatında Bedî İlmi ve Sanatları/ Dr. Mustafa Aydın)
فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ
Menfi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlenin müsnedinin mazi fiille gelmesi kesinlik ve hudûs ifade eder.
مَا كَانُوا مُهْتَد۪ي cümlesi وَ ’la öncesine atfedilmiştir.
Kâne’nin haberinin isim olarak gelmesi sübut ifade eder.
مَا كَان ’li olumsuz sîgalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir, Âl-i İmrân/79)
Bu ayetle ilgili biri çıkıp: ‘’Ticaret nasıl kâr edebilir? Kâr etmek, ticaret yapan kişiye özgüdür’’ şeklinde bir soru yöneltse, ona cevabımız şudur: Kazancın ticarete isnat edilmesi, Arap kelamında yaygın olan bir ifade üslubudur. Nitekim Araplar, رَبِحَ بيْعُكَ (alışverişin kazandı) ve خَسِرَ بَيْعُكَ (alış verişin zarar etti) gibi tabirler kullanırlar. Çünkü kâr ve zarar ancak ticarette olur.
رَبِحت fiili تجارةً kelimesine isnad edilmiştir. Halbuki ticaret, kâr eden birşey değildir. Ticareti yapan kişi, yani tacir kâr eder. Demek ki bu isnadda kelime hakiki manalarında kullanılmış, ancak isnad olması gereken unsura yapılmamıştır. Tacir ticaretle o kadar iç içedir ki; sanki birbirinden ayırt edilemez bir haldedir. Bunun için faile isnad edilmesi gereken kelime, onun yerine mef'ûle isnad edilmiştir. (Âlûsî kelimede veya isnadda mecaz olduğunu söylemiştir. Meknî veya tahyîlî istiâre olduğu da söylenmiştir.)
Ayetteki وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ [doğru yolu da bulamadılar.] ifadesi îğâldir. Çünkü mana bu ifade olmaksızın tamamlanmıştı. Fakat onların sapkınlıklarındaki mübalağayı artırmak maksadıyla bu ifade îğâl olarak getirilmiştir.
Îgâl; ayetin sonunda muhtevayı pekiştirmek, güzelleştirmek, açıklamak veya mübalağa amacıyla ek bir kayıt getirme şeklindeki ıtnâb türüdür.
Bu ayette ise وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ ifadesi onların zararda olduğunu ifade etmekte ve öncesindeki manayı pekiştirmektedir. (Kur’ân-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu / Ali Bulut)
Geçmişten bugüne, insan ve insan ahlakı üzerine pek çok yazı yazılmıştır. Ekonomik, sosyolojik gibi birçok kategori açısından insan farklı sınıflara ayrılmıştır. En çok tercih edileni ise iyi ve kötü sınıflandırmasıdır. Ancak, bu da farklı tartışmalara kapı açmış: iyi ve kötünün ne olduğu, niyetin tek başına kabul görüp görmeyeceği gibi sorulara cevap aranmıştır. Zira, insan hayatı karmaşıktır ve nefsine göre konuşanın kafası daha da karışıktır. Kötü niyetlerle başlanan bir iş, iyilikle sonuçlanabilecekken; iyi niyetlerle başlanan ise kötülükle sonuçlanabilmektedir. Bir toplumda ya da bir kültürde iyi görünen, öteki toplum ve kültürlerde kötü kabul edilmektedir.
En temel insan sınıflandırması ise Kur’an-ı Kerim’de karşımıza çıkmaktadır: iman edenler, inkarcılar ve münafıklar. Bu sınıflandırma, insanın her boyutunu göz önüne alandır. Buna bakıldığı zaman iyi ve kötü ifadelerinin sığlığı ortaya çıkmaktadır. Zira; kimi düşünürün ortaya attığı bir bakış açısı vardır: aslında kimse kötülük yaptığını düşünmemektedir. Yani iyilik ya da kötülük yapanların, öyle ya da böyle, haklı gerekçeleri vardır. İslamî öğretilere göre esas olan Allah’ın sınırlarına riayet ederek ve O’nun rızasını gözeterek yaşamaktır. Belki kaba bir özetle şöyle denenebilir: Allah’a teslim olan kul için iyilik, kendisini O’nun rızasına yaklaştırandır; kötülük ise rızasından uzaklaştırandır.
Ey bizi bizden iyi bilen Allahım!
Bizi: İman edenler zümresine ait kullarından ve o şekilde huzuruna gelenlerden;
Kalpleri, kulakları ve gözleri hakka karşı açıklardan;
Uyarıları dikkate alanlardan ve hatalarını düzeltirken, günahlarından tevbe edenlerden;
Son nefesine kadar imanını korumak için çabalayanlardan;
İçi ve dışı, doğru ve dürüstlükte bir olanlardan;
Münafıklık alametlerinden kaçınanlardan ve hepsinin şerrinden Sana sığınanlardan;
Daima sapıklıktan uzaklaşarak hidayeti seçenlerden ve iki cihanda da kârlı çıkanlardan;
Hiçbir niyetin, sözün ve hareketin Senden gizli kalmadığına iman edenlerden ve bu bilinçle yaşayanlardan eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji