Bu sûre ilâhî kitabın bütün amaçlarını; getirdiği mâna, bilgi ve hükümleri özet halinde ihtiva etmektedir. Kur’an-ı Kerîm’in gönderiliş amacı insanların dünya hayatını düzene koymak ve iyi (ilâhî irade, rızâ ve düzene uygun) bir dünya hayatından sonra ebedî saadeti sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için: 1. Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır. 2. Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının “yaratıcı, varlığı zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan Allah” olduğunun bilinmesine bağlıdır. 3. Bu imanı, bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Sûrenin başından “yevmi’d-dîn”e kadar birincisi, “müstak^m”e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da mükâfat ve ceza vaadi ile –konuları desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen– Kur’an kıssalarının özü veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in bilgi, irşad ve tâlimatla ilgili bütün muhtevası “bilinmesi ve inanılması gerekenler” ve “yapılması gerekenler” diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında bilgiler, öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler, hayat düzeni gibi amelî, ahlâkî hükümler ve öğretiler vardır. Fâtiha sûresi bütün bunları ya sözü veya özüyle ihtiva etmektedir ya da bu konularda aklın önünü açarak ona ışık tutmaktadır.
“Hamd Allah’a mahsustur” cümlesi Allah Teâlâ’nın kendisini hamde (övgü, yüceltme) lâyık kılan bütün yetkinlik sıfatlarını; “âlemlerin rabbi” ifadesi diğer yaratma ve fiil sıfatlarını; “rahmân ve rahîm” isimleri Allah’ın insanlara rahmet ve merhametinden kaynaklanan din kurallarını; “ceza ve hesap gününün sahibi” nitelemesi kıyamet hallerini ve âhiret âlemini; “Yalnız sana kulluk ederiz” kısmı iman, ibadet ve sosyal düzeni; “Yalnız senden yardım dileriz” cümlesi amellerde ihlâsı (ibadetlerin yalnızca Allah rızâsı için yapılmasını) ve tevhidi (O’ndan başkasına kul olarak boyun eğilmemesini, Tanrı’ya mahsus sıfat ve etkilerin O’ndan başkasına tanınmamasını) ifade etmektedir. “Bizi doğru yola ilet” cümlesi ibadet, nizam, düşünce ve ahlâk çerçevesini, “nimete erdirdiklerinin yoluna...” kısmı gelip geçmiş örnek nesilleri, millet ve toplulukları; “gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil” bölümü ise kötü örnek teşkil eden ve hallerinden ibret alınması gereken geçmiş toplulukları içine almaktadır.
Denebilir ki besmelenin başındaki “bi” edatından başlayarak besmeleye, sonra Fâtiha’ya ve devamında bütün Kur’an’a doğru ilâhî sırlar perde perde açılmakta; yoğunlaştırılmış dar hacimden, yoğunluğu gittikçe hafifleyen geniş hacimlere doğru yansıyan ilâhî irşadın ışığı âlemlere yayılmaktadır. “Bi” edatındaki “musâhabe” (beraberlik) ve “ istiâne” (yardım dileme) mânaları, kul ile Allah ilişkisinin ve dolayısıyla dinin amacının bütününü ihtiva etmektedir. Besmelenin geri kalan kısmı ile Fâtiha, bu ilişkiyi daha da açarak devam etmekte, diğer sûre ve âyetler de bunları, aralarında bir bütünlük oluşturarak her kabiliyet ve zihin seviyesine uygun üslûplar içinde açıklığa kavuşturmaktadır.
Gerek yalnızca “elhamdülillâh” vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: “Zikrin en üstünü ‘lâ ilâhe illallah’, duanın en yücesi ‘elhamdülillâh’tır” (Tirmîzî, “Duâ”, 9). “Allah’a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür” (İbn Mâce, “Nikâh”, 19). Allah’ın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur’an-ı Kerîm’deki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’an”, 9).
Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’ân”, 9).
“Eûzü” veya “istiâze” diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. “Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur’an okumaya başlayanlar, besmeleden önce “eûzü...” ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler.
Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A‘râf 7/11-17). Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (En‘âm 6/112). Ancak Allah’a iman eden, O’na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/98-100).
Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur’an okumaya başlayanlar “eûzü” çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.
Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur’an okuma halinde bile –okumaya başlarken– eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur’an’ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Mü’minûn 23/96-98). Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Allah ismi; Allah’ın özel ismidir. Arapça kelime yapısına benzemez. Müsennası, çoğulu yoktur. Bu ismin belirsiz hali de yoktur. Bazıları e-li-he veya ve-le-he fiilinden türediğini, bazıları da İbraniceden geldiğini söyler.
Rahman ve Rahim kelimeleri aynı kökten türemiştir. Allah’ın merhametini ifade eder. Bunlar arasında ufak bir fark vardır. İkisi de mübalağalı ismi fail kalıbıdır. Rahim kelimesi beş mana birden taşır: İsmi fail, mübalağalı ismi fail, ismi meful, sıfatı müşebbehe, masdar.
Rahman kelimesi “merhametle dolup taşma”yı ifade eder. Ferhan, nedman gibi kelimeler de böyledir. Bu duygular içimize doğduğu zaman onu saklayamayız, dışa vurur.
Müfessirler demiş ki: Rahman sıfatı Allah’ın bu dünyadaki bütün mahlukata olan merhametini ifade eder. Mahlukat onu inkar da etse, isyan da etse rızkını verir.
Rahim kelimesi yine mübalağalı olarak rahmeti ifade eder. Fakat bu kelime “tavîl” gibi bir sıfat kalıbındandır. İnsanın uzun boylu olması değişmez. Bu duygu da değişken olmayan bir duygudur, zaman zaman dolup taşmaz, sabittir, genel olarak o duygu vardır, gerektiği zaman ortaya çıkar. Sürekli olarak o duyguya sahip olmayı ifade eder. Rahim ismi ahirete bakar. Bu dünyada ona inanan, itaat eden kişilere ahirette merhametini tezahür ettirir ve onları cennetine koyar.
Müfessirler Rahman kelimesinin bu dünyada bütün varlıkları kapsaması, rahim kelimesinin ise ahirette sadece inananları kapsamasını bu kalıpların taşıdığı manadan çıkarırlar.
Rab kelimesi: Türkçe'de terbiye, erbab, rububiyet türevlerini kullanıyoruz. Herhangi bir şeyi en aciz halinden alıp kamil hale getirene kadar bütün ihtiyaçlarını karşılamak demektir..
Besmele, birinci ayettir: Her şeye başlama adabını öğretir.
2-3-4: Allah’ı tanıtan ayetlerdir.
5. Ayet: kulluk itirafıdır. Önce ibadet edip sonra yardım isteriz. Önce itaat gelir. İbadetleri bitirdikten sonra da yardım istemeye devam etmek gerektiğine bir işaret vardır. Kulluk itirafı olarak algılayabiliriz bu ayeti.
6. Ayet: Dua bölümüdür.
Besmele insanlıkla yaşıttır. İlk insanla birlikte kullanılmıştır. Nuh as ve Süleyman as’ın besmeleyi söylediklerine dair ayetler vardır. 11/41, 27/30.
Bir kutsi hadis'te Allah teala şöyle buyurur: “Ben Fatiha’yı kulumla aramda ikiye ayırdım. Kulum “elhamdulillah” der, ben derim ki kulum bana sena etti… Son bölüm kuluma aittir, ona istediği verilmiştir.” O yüzden melekler ve biz “amin” deriz.
Besmele insanlıkla yaşıttır. İlk insanla birlikte kullanılmıştır. Nuh as ve Süleyman as’ın besmeleyi söylediklerine dair ayetler vardır. 11/41, 27/30.
Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur’an-ı Kerîm’in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur’an’a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa –aksine görüşler bulunmakla birlikte– her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 12). İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü –ona ait olması yönünden– daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtiha’dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha’yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz. Yukarıda verilen bilgiler istikametinde besmele bu sûrenin ilk âyeti olarak tefsir edilmiştir.
Besmele dilimize genellikle “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan “... okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum” gibi bir yüklem vardır. “Allah’ın adıyla yemek, okumak” ifadesinden Türkçe’de “yenen ve okunanın Allah’ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu” anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi “Rahmân ve rahîm olan Allah adına, ... adını anarak, ... Allah’tan yardım dileyerek ...” şekillerinde çevirmek de uygun olur.
Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını...” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.
Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
‘Besmele” 2 dakika 47 saniye https://youtu.be/_5lKmDm1KFs
Allah ismi; Allah’ın özel ismidir. Arapça kelime yapısına benzemez. Müsennası, çoğulu yoktur. Bu ismin belirsiz hali de yoktur. Bazıları e-li-he veya ve-le-he fiilinden türediğini, bazıları da İbraniceden geldiğini söyler.
Rahman ve Rahim kelimeleri aynı kökten türemiştir. Allah’ın merhametini ifade eder. Bunlar arasında ufak bir fark vardır. İkisi de mübalağalı ismi fail kalıbıdır. Rahim kelimesi beş mana birden taşır: İsmi fail, mübalağalı ismi fail, ismi meful, sıfatı müşebbehe, masdar.
Rahman kelimesi “merhametle dolup taşma”yı ifade eder. Ferhan, nedman gibi kelimeler de böyledir. Bu duygular içimize doğduğu zaman onu saklayamayız, dışa vurur. Müfessirler demiş ki: Rahman sıfatı Allah’ın bu dünyadaki bütün mahlukata olan merhametini ifade eder. Mahlukat onu inkar da etse, isyan da etse rızkını verir.
Rahim kelimesi yine mübalağalı olarak rahmeti ifade eder. Fakat bu kelime “tavîl” gibi bir sıfat kalıbındandır. İnsanın uzun boylu olması değişmez. Bu duygu da değişken olmayan bir duygudur, zaman zaman dolup taşmaz, sabittir, genel olarak o duygu vardır, gerektiği zaman ortaya çıkar. Sürekli olarak o duyguya sahip olmayı ifade eder. Rahim ismi ahirete bakar. Bu dünyada ona inanan, itaat eden kişilere ahirette merhametini tezahür ettirir ve onları cennetine koyar.
Müfessirler Rahman kelimesinin bu dünyada bütün varlıkları kapsaması, rahim kelimesinin ise ahirette sadece inananları kapsamasını bu kalıpların taşıdığı manadan çıkarırlar.
Türkçe'de Rab kelimesinden türeyen terbiye, erbab, rububiyet kelimelerini kullanıyoruz. Bu fiil; herhangi bir şeyi en aciz halinden alıp kamil hale getirene kadar bütün ihtiyaçlarını karşılamak demektir.
Besmele, birinci ayettir: Her şeye başlama adabını öğretir.
Besmelede geçen,‘Allah’ kelimesi ile ilgili, geçmişimizde alimlerimizin uzun tartışmaları olmuştur. Allah kelimesinin kökeni nedir? ‘Allah’ kelimesi ‘ilah’tan mı geliyor ve ‘el’ ile birleşmiş hali midir?
Ya da Arapçadan ve bütün dillerin hepsinden önce Allah’a ait olan bir isim mi? Her zaman Allah’ın ismi miydi? Tarihimiz boyunca bu iki farklı görüş olagelmiş. Ve her ikisinin de kendi kanıtları vardır.
Bu kelimenin ‘ilah’ kelimesinden geldiğini söyleseniz bile… ‘İlah’ yaygın olarak ‘ibadet edilen biri’ olarak çevrilir.
Arapçadaki ‘elihe’ fiili aslında sevgiden gelir. Aşırı bir tür sevgidir. İslam’dan önceki eski Arapların sevgi için on derecesi vardı. Sevginin en düşük derecesi ‘hubb’du. Onuncu derecedeki sevgi kişiyi öldürürdü. Birisini o kadar çok seviyorsunuz, o kadar kafanızı takıyorsunuz ki yemek bile yiyemiyorsunuz, uyuyamıyorsunuz. Sizi öldürüyor.
Dokuzuncu sevgi derecesine ‘veleh’ ya da ‘eleh’ deniyor, ki bunlardan ‘ilah’ kelimesi gelir. ‘Veleh’ kelimesi öyle bir sevgidir ki ona sahip olduğunuzda acı hissetmiyorsunuz. Ona sahip olduğunuzda aç ya da üzgün hissetmiyorsunuz. Bu sevgi iştahınızı o kadar dolduruyor ki başka hiçbir şeye yer kalmıyor. Hayatınızda olumsuz duygulara yer kalmıyor. Çünkü bu İlah sizin için orayı doldurmuştur.
Allah’a ‘Bismillah’ diyerek dua ettiğimizde Allah için olan sevgimizi ifade ediyoruz. Ve gerçekten Allah için sevgimiz varsa bütün problemlerimizi bir hiç gibi hissettirecektir.
Müfredat'ta Allah isminin 3 manası olduğu yazılıdır:
Hayret ve şaşkınlık uyandırır.
Her varlık O'na yönelmiştir.
Perde arkasındadır, gizlidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
بِسْمِ اللَّهِ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. Takdiri, ابتدائي şeklindedir. بِسْمِ kelimesi aynı zamanda muzâftır. اللَّهِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Veya mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri أبتدئ şeklindedir.
اللَّهِ lafza-i celâlin aslı الإلاه ‘dur. Hemzenin harekesi lam-ı tarife nakledilip sonrasında sükun oldu. İki sakinin birleşmesinden dolayı elif hazfedildi. Lam ikinci lama idgam edildi.(Mahmud Safi)
الرَّحْمَٰنِ kelimesi lafz-i celâlin sıfatı olup kesra ile mecrurdur. الرَّحِيمِ kelimesi, ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الرَّحْمَٰنِ - الرَّحِيمِ kelimeleri,mübalağalı ism-i fail kalıbındandır.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Surenin ilk ayeti beraat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyye olarak gelmiştir.
Cümlede haberin mahzuf oluşu ‘îcâz-ı hazif’ sanatıdır.
Allah Teâlâ’ya ait iki vasıf olan الرَّحْمَٰنِ ,الرَّحِيمِ kelimelerinin marife olarak gelmesi bu sıfatların O’nda kemâl derecede olduğunu, aralarında و olmadan gelmesi bu vasıfların her ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir. Bu sıfatların ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf, birbiriyle uyumu ise murâât-ı nazîr sanatıdır.
Sıfatlar, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Lafza-i celâle muzaf olması اسْم kelimesine şan ve şeref kazandırmıştır.
الرَّحْمَٰنِ , الرَّحِيمِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الرَّحْمَٰن kelimesi mana ve kapsam bakımından, الرَّحِيم kelimesinin taşıdığı manadan çok daha geniş, kapsamlı bir manayı içerir. Kısaca, الرَّحْمَٰن kelimesinin taşıdığı mana الرَّحِيم kelimesinde yoktur. Çünkü, الرَّحِيم kelimesinde bir tek ziyade (ek) var iken -ki bu ي harfidir- الرَّحْمَٰن kelimesinde iki ziyade (ek) harf vardır -ki bunlar da, ا ve ن harfleridir-. Kelimenin bünyesinde yer alan ziyadelik aynı zamanda manayı da etkiler ve daha kapsamlı bir mana ifade eder. Allah’ın rahmeti demek, Yüce Allah’ın kullarına in’am (nimetlendirme) ve ikramda bulunması, ihsan ve lütfunu esirgememesi demektir. Bu da esasen şefkat ve acıma manalarında kullanılır. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Ayette geçen ب harfi, istiâne manasında ele alınıp; yardım isteyen ile yardım istenen arasındaki ilişki göz önünde bulundurulduğunda ‘meknî, tebe-î istiâre’ sanatı; ب harfinin ilsâk manasında olduğu varsayıldığında ise ‘mecâz-ı mürsel’ olmuştur. Mecâz-ı mürseli meydana getiren alaka, mahalliyet ilgisidir. Çünkü hakiki anlamda Allah'ın ismine yapışmak / tutunmak mümkün değildir. Tutunulan / yapışılan ismin muhtevasında olan bereket, esenlik, rahmet vb. şeylerdir. Belâgat açısından ortaya çıkan bu manalar ب harfinin istiâne veyahut ilsâk anlamında olduğu varsayımına göre meydana gelmiştir. Ne var ki bazı alimler ب ِ harfinin kasem olduğunu,ayetin anlamının "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adına yemin ederim ki okuduğum şey haktır ve içerisinde hiçbir şüphe yoktur." şeklinde olduğunu söylerler. Bu anlam, belâgat açısından ele alındığında haberî cümlenin vurgulu gelmesiyle alakalı bir durumdur. Nihayetinde bir cümlenin tekidli gelmesi için -şüphe, inkar vb.- sebepler gerekir. Ayetin gelişine baktığımızda, tekidi gerektirecek nedenlerin mevcut olduğunu görürüz. Çünkü müşrikler tevhidi reddediyor, Kur’an-ı Kerim'in vahiy olduğunu kabul etmiyor ve bir işe başladıklarında ilahlarının adıyla başlıyorlardı. Müşriklerin bu inkâr ve yalanlamalarına karşı ayet tekid edilerek varit olmuştur. Böylelikle kâfirlerin söylemlerinin ne büyük bir hezeyan olduğu belirtilmiştir.
Ayette umûm bir lafız olarak yer alan بِسْمِ lafzı, hususi (hâs) bir lafız olan اللَّهِ lafzına izafe edilmiştir. Belâgat ilminde bu işlem az lafız ile çok şey ifade etmek anlamına gelen ‘îcâzu'l-kasr’ diye isimlendirilmektedir. Bu kısacık terkib; "Ben yapacağım işi Allah adına yapar, nefsimin arzu ve istekleri adına yapmam. Yapacağım işlerin kendi adıma olmasından teberru eder, gücümü kuvvetimi Allah'tan alırım. Şayet O, bu gücü kuvveti vermezse ben bu işi yapmaya asla güç yetiremem. Okuduğum bu Kur'an, içerisinde yer alan hükümler, nasihatler, kıssalar hepsi Allah'tandır" manalarını ifade etmektedir. Fakat alimlerin genel kanaati ب ِ harfinin kasem için olmadığı yönündedir. Hatta اسم lafzının, الله lafzı ile ب ِ harfinin arasında gelmesini, ب ِharfinin kasem anlamında olmadığını, kasemin isme değil ancak Allah'a yapılabileceğini belirtmek için olduğunu söylemişlerdir.
Besmelede, terkibin بالله şeklinde olmayıp بسم الله şeklinde olması, teberrük ve istiânenin Allah'ın ismiyle gerçekleştiğindendir. İbn 'Âşûr (ö.1973) bu konuda şöyle bir genelleme yapar: Teberrük ve istiânenin istendiği her makamda fiile bitişen, بسم الله (bismillahi) terkibidir. Örnek: وَقَالَ ارْكَبُوا فٖيهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭۙيهَا وَمُرْسٰيهَاؕ [Onun gitmesi de durması da Allah'ın adıyladır.] Hûd, 11/41
Kolaylık ve yardım istenildiğinde ise fiile bitişen bizatihi yaratanın zatını, sıfatını belirten özel isimdir. Örnek: اللهم ّبك ّنصبح و بك نمسي {Allah'ım senin meşîet ve kudretinle sabahlar ve gecelerim.} (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Alimler الرحمن lafzı içerisinde yer alan ال ‘ın galebe için olduğunu belirtmişlerdir. Galebeden maksat cins bir isme ahdiye manasındaki ال’ ın bitişmesiyle cins ismin alem isme dönüşmesidir. Bitişen bu ال artık o alem ismin bir cüzü olmuştur. Dolayısıyla ondan koparılması caiz değildir. Örneğin: ‘’es-Saik’’ lafzı yıldırım çarpmış bir kimse için kullanılırken, ال takısının bitişmesiyle büyük bir günahtan dolayı kendisine yıldırım çarpmış olan Huveylid b. Nufeyl'in (ö.?-?) özel ismi olmuştur. الرحيم lafzı içerisinde yer alan ال ise ‘ahd-i zihnî’ veya ‘ahd-i hudûrî’ içindir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Cenab-ı Hak, Rahman ve Rahim zikrini tekrarlamıştır. Çünkü Rahmet, ihtiyacı olanı nimetlendirmektir. Nimet verilen değil, nimet veren zikredilmiştir. Bu yüzden bu sıfatlar 3. ayette tekrarlamıştır. (Mahmud Safî)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh...” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir.
Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
İsim cümlesidir. اَلْحَمْدُ mübteda olup damme ile merfûdur. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. Takdiri, وَاجِبٌ veya ثاَبِةٌ (gereklidir veya sabittir) şeklindedir.
رَبِّ lafzı لِلّٰهِ lafza-i celâlinin sıfatı veya bedeli olarak kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. الْعَالَم۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ‘ dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
Ayet ibtidaiyye olarak gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede haberin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır.
لِلّٰهِ için sıfat olan رَبِّ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ, lafzen haber, manen inşâ cümlesidir. Yani ''elhamdulillah deyiniz'' demektir. Hamd'in Allah'a mahsus olduğunu ifade eder. Bu, Arapların ألْكريم في العرابِ (Cömertlik Araplara mahsustur) sözüne benzer.
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ izafeti الْعَالَم۪ينَ için tazim ve teşrif ifade eder. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde ve رَب isminde tecrîd sanatı vardır.
الْعَالَم۪ينَ lafzının cemi gelme nedeni, kelimeye dahil olan ال takısının istiğrak ifade etmesindendir. Şayet müfred gelseydi o zaman ال ' in ahdiye veya cins için olduğu akla gelebilirdi. Dolayısıyla cemi gelmiş olması ال' in istiğrak için olduğunu belirtmiştir. (Âşûr)
Ayette, ulûhiyet ve rububiyet ifade eden isimler, bir arada zikredilmiştir.
لِلّٰهِ ve رَبِّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rab isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rab olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 234)
Allah Teâlâ’dan رَبِّ الْعَالَم۪ينَ şeklinde bahsedilmesi; her tür mahlukatın Malik’i olması dolayısıyla azametine işaret eder. (Âşûr, Mutaffifin/5)
Bedel, manayı pekiştirip güzelleştirmek için yapılan ıtnâb’tır.
لِلّٰهِ lafzı teberrük, telezzüz ve muhatabın zihnine iyice yerleştirmek için tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb, cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَبّ kelimesi her ne kadar yaygın bir kullanım alanına sahip olsa da, اَل takısıyla veya izafetsiz kullanıldığında bütün mevcudatın maslahatına kefil olduğundan sadece Allah için kullanılır. Ancak, izafetli olduğu zaman hem Allah hem de başkaları için kullanılabilir. رَبِّ الْعَالَم۪ينَ âlemlerin rabbi, رَبُّ الفرسِ (atın sahibi) misallerinde olduğu gibi. Çağdaş alimlerden İbni Âşûr (ö.1973) yaygın olan bu kanaatin aksine رَبّ kelimesinin izafet olmaksızın da Allah'ın dışındaki varlıklar için kullanılabileceğini söylemiş; nitekim hem cahiliye Araplarında, hem de sonrasında bu kullanımın var olduğunu iddia etmiştir. Kanaatimizce birbirine zıt gibi görünen bu iki görüş telif edilebilir. Şöyle ki; رَبّ lafzının cahiliye döneminde ister اَلْ takısıyla olsun ister olmasın mutlak manada kullanıldığı kabul edilebilir. İslâm'dan sonra ise bu kullanımın giderek azalıp yok olmaya yüz tuttuğu söylenebilir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
الحمد lafzındaki ال hakkında alimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. İmam Zemahşerî ال ‘ın cins için olup, herkes tarafından bilinen hamd anlamına işaret ettiğini söyler. Ona göre ال ‘ın istiğrak için olduğunu söyleyenler yanılmışlardır. Ne var ki konuyla ilgili bir açıklama yapmamıştır. Fakat Semîn hâlebî, Zemahşeri'nin itiraz nedenini açıklamaya çalışmış ve şöyle demiştir: "Hiç şüphesiz kuldan istenen şey Allah'a hamd etmesidir. Kulun var olan bütün hamdleri teker teker yerine getirmesi elbette mümkün olmayacaktır. Oysa ال cins için olduğunda böyle bir sorun meydana gelmemiş olacaktır. Yani gerçeğe daha uygun olacaktır.”
Kadı Beyzâvî, Zemahşeri'nin aksine ال ‘ın istiğrak için olabileceğini, zira bütün hamdlerin Allah'a ait olduğunu, hayır namına ne varsa ister bir vasıta aracıyla olsun ister vasıtasız olsun verenin Allah olduğunu belirtmiştir.
Öte yandan İbni Âşûr her iki görüşü de içerisine alan şöyle bir görüş ortaya koymuştur: الحمد ‘ deki ال her ne kadar cins için olmuş olsa da اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümle olarak istiğrak ifade etmektedir. Çünkü لِلّٰهِ lafzında yer alan ل ihtisas için olduğundan hamdın bütün efradı Allah'a has kılınmış olur; bu suretle istiğrak manası zımnen ifade edilmiş olur. Nitekim hamd, cinsinin Allah'a has kılınması aynı zamanda onun efradının da Allah'a has kılınması anlamına gelmektedir. Daha çok sûfiler tarafından dile getirilen görüşe göre ise الحمد lafzındaki ال ‘in ahdiye için olduğudur. Şöyle ki; Allah Teâlâ zat-ı celâline yapılması gereken ezelî bir hamdin kullar tarafından idrak edilip yerine getirilemeyeceğini bildiğinden, kendince malum olan hamde ahdiye için gelen ال ile işaret etmiştir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
الْعَالَم۪ينَ lafzının başında yer alan ال ise istiğrâk içindir. (Ebû Hayyân, Tefsîru' l-bahri'l- muhît, C. I, s.132.)
اَلْحَمْدُ, kelimesinin başındaki اَل takısı istiğrak ifade ettiği için, övgüde mübalağa sanatı vardır. Hitap şeklini zenginleştirmedir. Çünkü hitap, lafzen haber manen emir cümlesidir. Yani ''elhamdulillah deyiniz'' demektir.
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ifadesi bir terhîb (korkutma), اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ifadesi ise tergîb (teşvik) kabilindedir. Bu yüzden terhîb ve tergîb birlikte kullanılmıştır ki insanlar için hem itaate sevk edici hem de günahtan menedici olsun. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Burada konuya ilişkin şöyle bir sual sorulabilir: Yaratanın en hususi ismi olan Allah lafzı müsnedün ileyh olan الحمد lafzına göre daha önemli olmasına rağmen neden الحمد lafzı önce gelmiştir?
Çünkü makam hamd makamıdır. Burada hamd, herşeyden önce nimetlerin en yücesi, dünya ve ahiretin kurtuluş reçetesi olan Kur'an-ı Kerîmin nüzulüne yapılmıştır. Zaten belâgat, makama ve hale uygun söz söyleme sanatı olduğundan اَلْحَمْدُ kelimesi, lafza-i celâlden önce gelmiştir. Ayrıca zatı itibariyle zaten önem taşıyan bir lafzın -lafza-i celâl gibi- önemli olduğunu vurgulamak gereksizdir. Fakat zatı itibari ile olmayıp, arızî bir nedenden ötürü ehemmiyet kazanan lafızlar, -الحمد lafzı gibi- takdim yapılarak önemi vurgulanabilir. (Âşûr)
Ayette müsnedün ileyh olan اَلْحَمْدُ lafzının cümlenin başında geldiği görülmektedir. Müsnedün ileyhin cümle başında gelmesi belâgat açısından birçok nedene bağlanmıştır. Kanaatimizce bu nedenler arasından muhatapta merak uyandırmak anlamına gelen teşvîk, müsnedün ileyhin ayetin başında gelme nedenidir. Zira اَلْحَمْدُ lafzına bitişen ال ‘ın istiğrak veya cins için olduğu varsayıldığında -ki alimlerin genel kanaati bu yöndedir- mana, ya "sizin bildiğiniz hamd..." veya “bütün hamd'lar”...şeklinde olacaktır. Dolayısıyla cümleye bu türden bir başlangıç muhatapta merak uyandıracak ve ‘’bütün hamdlar, bilinen hamd’’ acaba kimedir veya bu konuda ne denecektir diye bir intibah, bir merak uyanacaktır. Ayetin isim cümlesi olduğu görülmektedir. İsim cümlesinin fiil cümlesine tercih edilimiş olması, isim cümlesinin süreklilik/devamlılık/sübût gibi manalar içeriyor olmasındandır. Zira ayetin anlatmak istediği, hamd’in belirli zaman dilimi ve şahıslarla sınırlı olmadığı, ezelden ebede Allah'a olduğunu beyan etmektir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
لِلّٰهِ lafzına dahil olan ل tahsis ifade eder. (Safvetü't Tefâsir)
2-4.ayetler Allah’ı tanıtan ayetlerdir. Bu ayette اَلْحَمْدُ (hamd) لِلّٰهِ (Allah’a aittir) diyerek isim cümlesi kullanılmış ve böylelikle الحمد kelimesi Allah’a tahsis edilmiştir. Yani , اَحْمَدُ (hamdederim) veya نَحْمَدُ (hamdederiz) diyerek fiil cümlesi kullanılmamış, الحمد herhangi bir zaman veya mekânla kısıtlanmamıştır.
“Allah” lafzı diğer esmâ ve sıfattan farklıdır. O’ndan her bir harfin eksiltilmesi sonucu yine Allah’a ait bir özellik ortaya çıkar. Bu hususiyet, Allah’ın isimleri içinde sadece “Allah" isminde bulunur. Bu hususiyet lafız yönünden olduğu gibi mana yönünden de bulunmaktadr. Çünkü sen, Cenâb-ı Hakk'a “Rahmân" ismi ile dua ettiğinde, O’nu rahmet sıfat ile nitelemiş kahr sıfat ile nitelememiş olursun. O’na "Alîm" ismi ile dua edersen, O'nu ilimle tavsif edip, "kudret" sıfat ile tavsif etmemiş olursun. Fakat “Ya Allah” dediğinde, Hak Teâlâ’yı bütün sıfatlarıyla nitelemiş olursun. Çünkü “ilâh”, ancak bütün bu sıfatlar taşıdığında "ilâh" olur. Böylece, "Allah" sözümüzde, diğer esmâ-i hüsnâda bulunmayan bu hususiyetin varolduğu ortaya çıkar. Allah lafzı Fâtiha suresinde 2, Bakara suresinde 282, Âl-i İmrân suresinde 209, Nisâ suresinde ise 229 kez zikredilmektedir.(Keziban Dut,Ayet Sonlarindaki Esmâü’l-Hüsnâ’nin Ayetle Olan Münâsebeti (Fâtiha, Bakara, Âl-İ İmrân Ve Nisâ Sureleri Bağlaminda)
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ
اَلرَّحْمٰنِ ve الرَّح۪يمِ kelimeleri, lafza-i celâlin sıfatı veya bedeli olarak kesra ile mecrurdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلرَّحْمٰنِ - الرَّح۪يمِ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır.
Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nahiv açısından الرحمن ve الرحيم lafızlarının medh yoluyla mansub olmaları veya gizli bir mübtedanın haberi olarak merfû olmaları da caizdir. Örnek: اَمْدَحُ الرحمنَ الرحيمَ هو الرحمنُ الرحيمُ (Rahman rahimi methediyorum, O rahman rahimdir.)
Yine الرحمنُ lafzını, sıfat veya bedel olduğunu varsayarak mecrur, الرحيم lafzını da merfû veya mansub varsayarak îrab etmek mümkündür. (Nuhhâs,C. I, s.172)
الرَّح۪يمِۙ lafzı ise فعيل vezninde olup, beş mübalağalı ism-i fail vezninden bir tanesidir. Bu vezin ayrıca masdar, mübalağalı ism-i fail, ism-i mef’ûl, sıfat-ı müşebbehe anlamlarına da gelmektedir. فعيل vezni, فعلان vezninin aksine taşıdığı niteliğin değişmezliğine (sübût ve istikrar) delalet eder. Tıpkı طويل (uzun), قبيح (çirkin) örneklerinde olduğu gibi. Veya خطيب (hatîb), كريم (cömert) örneklerinde olduğu gibi değişmezliğe yakın bir duruma delalet eder. (Sâmerrâî, Lemesâtun beyâniyye fî nusûsin mine't-tenzîl, s. 33-34.)
الرحمن ve الرحيم lafızlarının hem birlikte gelmiş olması, hem de فعلان ve فعيل vezinlerinde olmaları ihtiyattan dolayıdır. Şöyle ki: Rahmet vasfı yalnızca فعيل vezninde gelmiş olsaydı, Allah'ın değişmez/sabit bir vasfı olduğu zannedilebilir, Allah Teâlâ'nın bazen de gadab edebileceği göz ardı edilmiş olurdu. Şayet فعلان vezni tek başına gelseydi, bu defa rahmet vasfının yaratanda gelip geçici olduğu zannedilebilirdi. Böyle bir zannın oluşmaması için الرحمن ve الرحيم vasıfları hem bir arada hem de فعلان ve فعيل vezinlerinde gelmiştir. Böylelikle Allah'ın rahmetinin hem teceddüt hem de sübut ifade ettiği belirtilmiştir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın marife olarak gelmesi bu sıfatların O’nda kemâl derecede olduğunu, aralarında وَ olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir.
اَلرَّحْمٰنِ - الرَّح۪يمِ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.
Besmelede geçen اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ lafızları tekrar edilerek te’kit edilmiştir. Aralarında iştikak cinası olan bu kelimelerin tekrarında ıtnâb ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah isminin iki sıfatı daha gelmiştir. Sıfat, anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Cenab-ı Hak, Rahman ve Rahim zikrini tekrarlamıştır. Çünkü Rahmet, ihtiyacı olanı nimetlendirmektir. Nimet verilen değil, nimet veren zikredilmiştir. Bu yüzden ilk ayette geçen bu sıfatlar 3. ayette tekrarlamıştır. (Mahmud Safî)
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ
“Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
“Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19). Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir.
Meleke ملك :
مَلِكٌ halk üzerinde emretme ve yasak koyma yetkisine sahip kişidir. Bu da insan siyasetine mahsus bir durumdur.
مُلْكٌ sözcüğü ise özellikle akıl sahiplerinin yönetilmesiyle/idare edilmesiyle ilgili kullanılır.
Milk مِلْكٌ iki çeşittir: 1- Sahiplik etmek ve üstlenmektir. 2- Sahiplik ve üstlenme olmasa bile bunları yapabilecek güce sahip olmaktır.
مُلْكٌ Yüce Allah'ın sürekli olan hakkıdır.
مَلَكُوتٌ kelimesi Yüce Allah'ın hükümdarlığına mahsus bir kavramdır. مَمْلَكَةٌ e gelince hükümdarın sultası altındaki bölge anlamındadır.
Bu köke ait memluk مَمْلُوكٌ sözcüğü mülkler arasında yer alan kölelere mahsus kullanılır.
Son olarak melek مَلَكٌ kavramına gelince; a) Nahivciler bunun Melâike lafzından geldiğini b) Bazı araştırmacı muhakkikler ise bunun mülk kökünden geldiği melâikeden yönetme/idare etme çerçevesinde herhangi bir şey üstlenene de melek; beşerden bu işi yapana ise melik deneceğini ifade etmişlerdir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda 206 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri melik, melek, melaike, mülk, meleke, melekut, emlak, temlik, memluk, temellük, malikane, istimlak, memleket, müstemleke, mülkiyet, temellük, Mâliki ve Memlükler'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ
مَالِكِ kelimesi, الله lafza-i celâlin sıfatı veya bedeli olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. يَوْمِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الدّ۪ينِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَالِكِ kelimesi, sülâsi mücerredi ملك olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ
Fasılla gelen ayette مَالِكِ kelimesi, الله lafza-i celâli için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
İzafetle az sözle çok anlam ifade edilmiştir. Bu îcâz sanatıdır.
Ayette ilk göze çarpan مَالِكِ lafzının يَوْمِ الدّ۪ينِ terkibine izafe olduğudur. Burada izafet ihtisas için olup hükümdarların hükümranlıklarının bittiğine, biricik hükümdarın Allah olduğuna, ahiret gününün başından sonuna her şeyin yegâne malikinin o olduğuna atıfta bulunulmuştur. Nitekim, zahiren de olsa dünyada bazı şeylere malik olanlar o gün geldiğinde hiçbir şeye malik olmayacaklardır. Veya يَوْمِ lafzı, Allah'ın مَالِكِ ismine izafe edilerek o günün şanı böylelikle yüceltilmiştir. Görüldüğü üzere izafet yoluyla az söz ile çok şey ifade edilmiştir. Bu sebepledir ki belâgat ilminde izafet terkibi îcâz bağlamında ele alınmış az söz ile çok şey anlatma yollarından biri olarak değerlendirilmiştir.
يوم mefhumu, hakiki manada malik olunabilecek bir şey değildir. Ayette geçen gün kelimesinden maksat, gün içerisinde yer alan şeylerdir. Dolayısıyla يوم (gün)e malik olmak demek, içerisinde yer alan maddi manevi her şeye malik olmak demektir. İşte bu sebepten Âlûsî gibi alimler ayeti tebe-î istiare olarak değerlendirmişlerdir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Zincirleme isim tamlaması Allah isminin dördüncü sıfatı olarak gelmiştir. مَالِكِ kelimesi ملِك olarak da okunmuştur.
يَوْمِ الدّ۪ينِ [karşılıkların verildiği gün] demektir Burada, يَوْمِ zarfı mecazen mef ‘ûlün fîh değil de mef‘ûlün bih yerinde kullanılarak مَالِكِ şeklindeki ism-i fail, zarfa izafe edilmiştir. Allah Teâlâ hakkında kullanılan bütün bu nitelikler; yani Rab oluşu, âlemlerin sahibi oluşu, hiç kimsenin O’nun egemenlik ve Rablığının dışına çıkamaması, irili ufaklı, görünür görünmez bütün nimetleri verenin O olması, akıbette sevap ve ceza günü bütün her şeye, her işe O’nun sahip olması ve bunların öncesinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ifadesiyle hamdin sadece O’na ait olduğunun bildirilmesi; bütün bu niteliklerin sahibi olan Zat dışında hiç kimsenin, hakkıyla hamdu sena edilmeye layık olmadığının delilidir. (Keşşâf)
مَالِكِ kelimesi lafzı ملك fiilinden ism-i fail vezninde sıfat-ı müşebbehedir. İsm-i fail vezninde olmasına rağmen sıfat-ı müşebbehe olarak ele alınması, sıfatı müşebbehelerin devamlılık/sübût ifade etmesindendir. Allah'ın mülkiyetinin daim olduğu göz önünde bulundurulduğunda sıfat-ı müşebbehe olması mana açısından daha uygundur. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.
İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “Sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Fiil cümlesidir. Munfasıl zamir ك mukaddem mef‘ûl olarak mahallen mansubdur. نَعْبُدُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’ dur. اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ cümlesi atıf harfi وَ ‘ la makabline matuftur.
Munfasıl zamir ك mukaddem mef‘ûl olarak mahallen mansubdur. نَسْتَع۪ينُ fiili damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur.
Hâlîl b. Ahmed şöyle demiştir: اِيَّا dil için bir merdiven mesabesinedir, كَ harfi mansubdur, yani bu daha önce geçmiş olan bir ismin zamiridir. Eğer كَ harfi fiilden sonra gelecek olsa نعبدك (Sana kulluk ederiz) şeklinde kullanılır. Ama fiilin önüne geçtiği zaman tek bir harf olarak telaffuz edilmez, bu yüzden başına, dile bir merdiven, dayanak olsun ve kolayca telaffuz edilsin diye اِيَّا eklemişlerdir. Ya da كَ harfi fiilin öncesinde tek başına kullanıldığı zaman teşbih harfi ile karıştırılmasın diye bu eklemeyi yapmış, böylece bu karışıklığı gidermişlerdir. Ferrâ şöyle demiştir: Fiil kendisine taalluk ettiği için nasb edilmiştir, ك harfi ise izafet nedeniyle mecrurdur. Yani bu ifade; نَفْسَكَ نَعْبُدُ zatına kulluk ederiz manasına gelir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
نَسْتَع۪ينُ fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi, عون ‘dir.
Bu bab fiile taleb,tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamlar katar.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı fâide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı fâide-i haber talebî kelamdır.
Bu ayet-i kerimedeki haber cümlesi, ibadetleri Allah Teâlâ’ya tahsis etmek ve sadece O’ndan yardım istemek için dua kabilinden gelmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) Dolayısıyla cümle mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
اِيَّاكَ ’nin tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mef‘ûlün amiline takdimi kasır ifade eder.
Ayet-i kerimede اياك lafzının, نستعين fiili ile tekrar edildiği görülmektedir. Oysa ayetin, bu tekrar olmaksızın اياك نعبد و اليك نستعين şeklinde gelmesi pekala mümkündür. Ne var ki bu durumda, yalnız Allah'a kulluk edilmesi gerektiği anlaşılmış olsa da, yardımın yalnızca Allah'tan istenmesi gerektiği anlaşılmamış olacaktır. Hatta bu durumda yardım talep olunacak zâtın kimliği dahi meçhul kalmaktadır. (Sâmerrâî, Lemesâtun Beyâniyye Fî Nusûsin Mine't-tenzîl, s. 42)
Dolayısıyla اياك ‘ nin tekrar edilmiş olması her iki cümlenin başlı başına hedef olunduğunu, ibadet ve istiâne mefhumlarının ayrı ayrı gaye edildiğini beyan etmiştir.
اياك نعبد terkibinin, hakiki manada hasr ifade ettiği konusunda şüphe olmasa da, اياك نستعين terkibindeki hasrın hakiki olmadığı, iddiâî hasr cinsinden olduğu bazı alimlerce dile getirilmiştir. Çünkü insanların birbirlerinden yardım istemeleri olağan olup, bunda dinen bir sakınca yoktur. Dolayısıyla ayette yardımın yalnızca Allah'tan istenebileceğinden maksat, Allah'tan başka kimsenin güç yetiremediği yardım türleri için geçerlidir.(Âşûr)
Bu ayet kulluk itirafıdır. Önce ibadet edip sonra yardım isteriz. Önce itaat gelir. İbadetleri bitirdikten sonra da yardım istemeye devam etmek gerektiğine bir işaret vardır.
Burada sebep, müsebbebe takdîm edilmiştir. İbadetin yardım istemeye takdîmi, yardım istemeden önce vesileyi zikretmektir. Bu şekil; talebîn husûle gelmesi için daha başarılı bir üslûbdur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Arapçada, cümlede bulunan mef‘ûl fiilin önüne geçerse hasr olur, yani mana ‘’ancak sana ibadet ederiz senden başkasına asla ibadet etmeyiz’’ olur. Kulun yer yüzünde ulaşacağı en ulvi makam kulluk makamıdır. Efendimiz (s.a.v) kemâl noktada kulluk makamına ulaşmıştır. Çünkü kendi arzu ve davranışlarıyla Allah’ın emir ve yasakları mutabıktır, uygunluk içerisindedir. Bizler ise; %70 arzularımız ve davranışlarımızla, Allah’ın emirleriyle uyum içerisindeyken, davranışlarımızın %30 u uygunluk arz etmiyorsa, bir zıtlık varsa işte o zaman kamil bir kul olmamızdan bahsedilemez.
Burada cemaat nunu tazim için gelmemiştir. Kul kendisini Allah'ın huzurunda o denli acziyet ve mahviyet içerisinde görmüştür ki, tek başına hitap etme cesaretini kendisinde bulamamıştır. Kul adeta şöyle demektedir: ‘’İlahi; ibadetim kusurlarla, eksikliklerle dolu olduğundan onu tek başıma arz etmeye yüzüm yok. Onu diğer kulların ibadetleri arasına derç edip öyle arz ediyorum. Umulur ki onların hürmetine ibadetimi kabul buyurursun’’. (Fahreddin er-Râzî)
Önceki ayet-i kerimelerin başında gaib zamiri varken bu ayette muhatab zamirine dönülmüştür. Ayetteki bu iltifat sanatı,müminin içinde daha fazla huşû ve Rabbine yakınlık duyması içindir. Surenin başından beri anlatılan sıfatların manası müminin kalbinde yerleşince O’na yakınlık duyar ve ibadeti O’na tahsis ederken karşısında imiş gibi hitab eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Fatiha Suresindeki ayette ibadet ve yardım istemek fiilleri, Allah Teâlâ’ya takdim kasrıyla tahsis edilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. ‘’Yalnız sana’’ hem mevsûf, hem de maksûrun aleyhdir. İbadet; hem sıfat hem de maksurdur. İbadetin kasrı; hakiki ve tahkikidir. Çünkü hem vakıaya, hem de hakikate uygundur. Yardım istemek de hem sıfat, hem maksûrdur. Yardım istemek hakîkîdir, ama tahkîkî değildir. Çünkü kullar arasında da yardım isteme mevzu bahistir. Ancak Allah’tan başkasından yardım istemek, hakiki yardım istemek değildir. Dolayısıyla bu bölüm hakîkî iddiâî, yâni mecazî kasrdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
نَعْبُدُ ’nun anlamı "itaat ederiz" dir. İbadet; itaat ve zilletle boyun eğmek demektir. Bu fiil gidip gelenler için rahat bir şekilde yapılmış olan yol için de kullanılır. Bunu Herevî söylemiştir. İbadetle mükellef olan kimsenin bu sözleri söylemesi Allah'ın rububiyyetini ikrar ve yüce Allah'a ibadeti de tahkiktir. Çünkü başka insanlar O'nun dışında kalan bir takım putlara ve başka şeylere ibadet etmektedirler. (Kurtubî)
نَسْتَع۪ينُ fiilinin aslı نستعون şeklindedir. Sülâsîsi عون olan نَسْتَع۪ينُ fiili istif’al babındadır.
Yalnız Senden yardım dileriz, yani yardımı sadece senden talep ederiz. Çünkü istif‘al veznindeki س harfi talep ve isteme anlamı katar.
Hâlîl b. Ahmed şöyle demiştir: اِيَّا dil için bir merdiven mesabesinedir, كَ harfi mansubdur, yani bu daha önce geçmiş olan bir ismin zamiridir. Eğer كَ harfi fiilden sonra gelecek olsa نعبدك (Sana kulluk ederiz) şeklinde kullanılır. Ama fiilin önüne geçtiği zaman tek bir harf olarak telaffuz edilmez, bu yüzden başına, dile bir merdiven, dayanak olsun ve kolayca telaffuz edilsin diye اِيَّا eklemişlerdir. Ya da كَ harfi fiilin öncesinde tek başına kullanıldığı zaman teşbih harfi ile karıştırılmasın diye bu eklemeyi yapmış, böylece bu karışıklığı gidermişlerdir. Ferrâ şöyle demiştir: Fiil kendisine taalluk ettiği için nasb edilmiştir, ك harfi ise izafet nedeniyle mecrurdur. Yani bu ifade; نَفْسَكَ نَعْبُدُ zatına kulluk ederiz manasına gelir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/6-8). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır.
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
Fiil cümlesidir. اِهْدِنَا dua manasında, illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Fiilin başında yer alan, elif vasıl elifi olup Basralılara göre aslı kesredir. Kûfelilere göre ise vasıl elifinin aslı sükûn olup hem kendisinin hem de daha sonra gelen harfin sükûn olması sebebiyle kesre harekesini almıştır.(Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Mütekellim zamir نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الصِّرَاطَ kelimesi ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
الْمُسْتَق۪يمَۙ kelimesi, الصِّرَاطَ kelimesinin sıfatı olup fetha ile mansubdur. Lafzın aslı مُسْتَقْوِمَ iken kesrenin و harfinde siklet oluşturması kesrenin ق harfine intikal etmesine neden olmuştur. Böylelikle و harfi sakin, kendisinden önceki harfte kesre olduğundan kaide gereğince ي harfine dönüşmüştür. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
المستقيم sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الصِّرَاطَ lafzı ikinci mef‘ûlün bih olup mansub veya hazf olunmuş bir harf-i cerle mecrur iken, harf-i cerin hazfedilmiş olmasından ötürü mefu‘lün bih olarak nasp edilmiştir. Böyle bir takdirin gerekliliği هدى fiilinin ikinci mef'ûlü harf-i cer vasıtasıyla erişiyor olmasındandır. Nasb alameti fethadır. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Emir üslubunda gelmesine karşın, emir değil dua manası içermektedir. Dolayısıyla mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
الصراط kelimesinin başındaki ال takısı ahd-i zihnî içindir. Zira talep edilen yol sıradan bir yol olmayıp varlığı gönüllerde olan, eğri büğrü olmayan bir yoldur. Doğal olarak talep edilen biricik, eşi benzeri olmayan yoldur. (Âşûr ve Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Ayette özellikle hidayet kelimesinin seçilmiş olması, hidayetin nazikçe, şefkatle delalet etmek manasında olmasındandır. Zira sıratı müstakimi isteyen kimseler hayrı talep ettiklerinden; münasip olan onların şefkatle, lütufla irşad edilmeleridir. (Ebüssuûd)
اِهْدِنَا - الصِّرَاطَ - الْمُسْتَق۪يمَۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Hidayeti talep eden kimselerin zaten hidayette oldukları halde hidayet talep etmeleri, hidayetin ilâhî lütuf ile artmasının talep edilmesi anlamındadır. Emir kipi ile dua kipi aynıdır, çünkü her ikisi de taleptir. Farklılıkları ise (kendisinden talepte bulunulan zatın) mertebe(si) açısındandır. (Keşşâf)
الْمُسْتَق۪يمَ kelimesi الصِّرَاطَ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Buradaki الصِّرَاطَ kelimesi iki tevilden birine göre istiâredir. Çünkü sırat sözlük anlamıyla yol (tarik) manasında bir isimdir. Halbuki burada din kelimesinden kinayedir. Çünkü din, müntesiplerini sevap kazanmaya, ceza ve azaptan kurtulmaya götürdüğü için, kurtuluş ve esenlik yurduna, ikamet edilecek güvenli diyara götüren yol gibidir. Yüce Allah dini, doğru yol ve açık çığır olarak ifade edince, zatını da din yolunu gösterme konusunda doğru yol gösteren kılavuz konumuna koyarak ''bizi doğru yola ilet'' buyurmuştur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
صراط ; maddî veya manevî olarak açık ve geniş yol demektir. Sâd harfi ortaya çıkmaya delâlet eder. Ra ve tı harfleri de istilâ harfleridir. Dolayısıyla genişliğe ve yüceliğe delâlet eder. Elif med ve lîn harfidir. Uzunluğa delâlet eder. Aslında طريق kelimesindeki harfler de aynı özelliktedir. Tı, ra ve kâf harfleri istilâ harfleridir. Ya harfi de med ve lîn harfidir, ancak ya harfi ve kesre harekesi elife mukâbil azalmaya delâlet eder.
Sırât kelimesi; bir noktaya ulaştırması veyâ bir ameli gerektirmesi bakımından değil zâtı bakımından açık yol demektir.
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur. Kul “rahmân ve rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.
“Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, 72-76). Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, 112-113; Müslim, “Salât”, 72-76). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 229-232). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
صِرَاطَ kelimesi bir önceki ayette geçen الصِّرَاطَ kelimesinden bedeli mutabık olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası اَنعَمْتَ ' dir. Îrabtan mahâlli yoktur.
اَنْعَمْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru اَنْعَمْتَ fiiline mütealliktir.
غَيْرِ kelimesi, cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ' den veya عَلَيْهِم 'deki zamirden bedeldir. Aynı zamanda muzâftır.
الْمَغْضُوبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَلَيْهِمْ car mecruru ism-i mef’ûl الْمَغْضُوبِ ‘un naib-i failidir.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ile matufun aleyh arasında irab bakımından, siga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. الضَّٓالّ۪ينَ atıf harfi وَ ‘ la غَيْرِ ‘ye matuf olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Bedeller tıpkı sıfatların mevsuflarına îrab bakımından uydukları gibi, bedel olarak geldikleri lafızlara îrab bakımından uymaktadır. Bundan dolayı da mansub olarak gelmiştir. Aynı zamanda muzâftır. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
غَيْرِ lafzı, çoğulu olmayan müfred müzekker bir isim olup ism-i fail manasında sıfattır. Bununla birlikte istisna edatı ve nefy edatı olarak gelmektedir. Ancak her ne anlamda gelirse gelsin hem lafzen hem de manen izafe olması zorunludur. Ne var ki izafe olduğunda - tıpkı ism-i failin izafe olduğunda marifelik kazanmaması gibi- marifelik kazanmamaktadır. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْعَمْتَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نعم ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
الضَّٓالّ۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan ضلل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمَغْضُوبِ kelimesi, sülâsî mücerred olan غضب fiilinin ism-i mef’ûlüdür.
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Atıf sebebi kemâl-i ittisâldir.
Önceki ayetteki الصِّرَاط kelimesinden bedel olarak gelmiştir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin, tefsir ve izah maksadıyla, bir kelimenin bir başka kelimeyle açıklandığı ıtnâb sanatıdır.
Arap dilinde bir kelimenin yerine kullanılan başka bir kelimenin atıf yapılmadan ve tefsîr maksatlı kullanılması “bedel” ile anlatılmaktadır. Bedel yapmanın amacı, kapalı olan kelamı açmak, açık olanı ise tekit etmektir. (Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi, İtnâb-îcâz)
Nimet vermenin اَنْعَمْتَ şeklinde mâzi fiil vezninde gelmiş olması, nimetlendirmenin zamanını belirlemek ve geçmişte nimet verilmiş olan peygamberler, sıddıklar, şehitler, vb. ayetin kapsamında olduğuna işaret içindir. Muzari fiil daha ziyade şimdiki zamana işaret eder. (Sâmerrâî, Lemesâtun Beyâniyye s. 63-64.)
Ayette geçen ٱلۡمَغۡضُوبِ lafzının ism-i mef‘ûl vezninde olduğu görülmektedir. Bunun nedeni, ism-i mef‘ûllerin tıpkı meçhul fiillerde olduğu gibi faillerinin, yani müsnedün ileyhlerinin belirtilmemiş olmasıdır. Bilindiği üzere müsnedin ileyhin hazfedilmesi belagat açısından belirli bir maksada tabidir. Buradaki maksat Kur'ân'ın genel üslubuna riâyettir. Zira genel olarak Kuran'da rahmet, ihsan, nimet vb. Allah'a nispet edilmiş; ceza, ukubet gibi fiiller ise Allah'a nispet edilmemiştir. Dolayısıyla ayette de غضب lafzı meçhul gelerek, açıktan Allah'a nispet edilmemiştir. Hemayet asli olarak öfke, intikam gibi kavramları değil Allah'ın lütuf ve ihsanını ele aldığından, gazap ve intikam gibi kavramların açıktan Allah'a nispet edilmesi münasip düşmemiştir. Ayrıca غضب lafzı meçhul gelerek, gazap olunan kimselerin ağza alınmayacak derecede kötü, uzak durulması gereken kimseler olduğu vurgulamıştır. Zira meçhullük; yüz çevirme, kayda değer bulmama, uzak durma gibi manaları içermektedir. (Fatiha Suresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Ayette المغضوب lafzının الضالين lafzından önce geldiği görülmektedir. Bunun nedeni gazaba uğrayanların sapkınlara nisbeten daha yerilmiş kimseler olmalarıdır. Çünkü bu kimseler Allah'a bilerek asi olmuşlardır. Onların bu kötü halleri, lafızların takdim-tehiri yoluyla ifade edilmiş, onlar gibi olmaktan şiddetle kaçınılması gerektiği tenbih edilmiştir. Hem ayetin başında nimet verilenler geçtiğinden, buna mukabil nimetin zıttı olan, ٱلۡمَغۡضُوبِ lafzının ٱلضَّاۤلِّینَ lafzından önce geçmiş olması belâgat ilminde ‘’terakki’’ sanatıyla ifade edilmektedir. Şöyle ki, ilk önce gazaba uğrayanlar, ardından durumları gazaba uğrayanlara nisbeten daha az kötü olan zümre zikredilmiştir.
Burada bir diğer önemli nokta da ayette gazaba uğrayanların ism-i mefu‘l vezninde, dalalet ehlinin ise ismi-i fail vezninde gelmiş olmasıdır. Bunun nedeni, gazaba uğrayanların gazaba Allah tarafından uğratılmış olmalarıdır. Dalalet ehli ise kendi iradeleriyle sapıtmış ve yoldan çıkmışlardır. Şâyet dalalet ehlinin durumu ism-i mef’ûl vezninde gelerek anlatılmış olsaydı, düştükleri bu hâl kendi iradeleriyle değil de Allah tarafından zorla meydana getirilmiş gibi bir algı oluşabilirdi. (Fâtiha Sûresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
Ayeti bir bütün olarak ele aldığımızda, belâgatta ‘mukabele/mutabaka’ diye isimlendirilen sanatın en güzel örneklerinden birini görürüz. Şöyle ki ayette geçen أَنۡعَمۡتَ lafzı Allah'ın rahmetini, inâyetini; ٱلۡمَغۡضُوبِ ve ٱلضَّاۤلِّینَ lafızları ise intikamını ve cezalandırmasını ifade eder. Birbirine zıt bu zümreler, cümle içerisinde zikredilerek, aralarındaki fark, gözler önüne serilmiştir. Adeta muhataplara, "hangi zümreden olmak istiyorsanız ona göre tercihinizi yapın" denilmiştir. (Fâtiha Sûresi’nin Arap Dili Açısından Tahlili / Murat Ataman)
عليهم - الصِّرَاط kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
مغضوب - الضالنن , غَیۡرِ- لَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Nimet vermek Allah Teâlâya nisbet edilirken gazab meçhul olarak gelmiştir. Bu üslupta gazap edilenleri tahkir manası da vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
غَیۡرِ ٱلۡمَغۡضُوبِ عَلَیۡهِمۡ [Gazaba uğrayanların değil] terkibinden ''sırat'' kelimesi hazfedilmiştir. Bunun takdiri şöyledir: غَیۡرِ الصِّرَاط ٱلۡمَغۡضُوبِ عَلَیۡهِمۡ وَغَیۡرِ الصِّرَاط ٱلضَّاۤلِّینَ (Gazaba uğrayanların yoluna ve sapmış olanların yoluna değil) Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. (Safvetü't Tefâsir)
Medeni bir suredir. Medine’ye hicretten sonra ilk olarak nazil olmaya başlamıştır ve içinde en son nazil olan ayet de bulunmaktadır, dolayısıyla indirilmesi 10 yıl sürmüştür. Kur’an’ın en uzun suresidir. İçinde en uzun ayetin bulunduğu suredir. Ayetel kürsi ve Amenerrasulü de bu surede yer almıştır. Fatiha suresindeki duaya bir cevap niteliğindedir.
Bu surenin fazileti hakkında Resulullah (s.a.v.)’ den şöyle bir hadis rivayet olunmuştur. “Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan Bakara suresinin okunduğu evden kaçar.” Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur. “Bakara suresini okuyunuz. Çünkü onu okumak bereket, terketmek ise pişmanlıktır.” sihirbazlar ona güç getiremezler.”
Kur’an-ı Kerîm’in kendine mahsus tertip ve üslûbu içinde şu ana konuları ihtiva etmektedir: İslâm’ın getirdiği inanç, ibadet ve hayat düzeniyle ilgili temel bilgiler; münafıklar, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, insanın yaratılışı, kabiliyetleri, imtihanı; İsrâiloğulları tarihinin önemli kesitleri, kâmil bir din olan İslâm’ın, daha önceki dinlerin evrensel kısmını ihtiva ettiği, buna karşılık onların –değişmesi, ıslah edilmesi, düzeltilmesi gereken– hükümlerini de ıslah ettiği; Hz. İbrâhim kıssası, Kâbe’nin yapılışı ve kıble oluşu; yiyecekler, kısas, vasiyet, oruç, savaş, hac, nikâh, boşama, dulluk, yetimlik, şarap, kumar, faiz, akidlerin yazılması, din ve vicdan hürriyeti, Allah-kul ilişkisi, örnek dualar vb. hususlarla ilgili hükümler ve irşadlar.
Bakara sûresi daha ziyade Fâtiha’nın, “doğru yolu bulanlarla ondan sapanlar”a işaret eden kısmının, örnekler ve tarihî vâkıalarla açıklanması gibidir.
Bakara sûresinin değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır: “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürker ve uzaklaşır” (Müslim, “Müsâfirîn”, 212). “Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların güçleri yetmez” (Müslim, “Müsâfirîn”, 252). “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet –o gece– ona yeter” (Buhârî, “Fezâil”, 10).
Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece hurma yığınının yanında Kur’an (Bakara sûresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd atın, çocuğu Yahyâ b. Üseyd’i çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd, Resûlullah’a gelerek durumu anlattı. Resûlullah ondan Bakara sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber’e söyleyince şöyle buyurdular: “Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi” (Müslim, “Müsâfirîn”, 242).
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓمٓ ۚ
Bakara suresi 1-5 ayetler arası tefsiri Nouman Ali Khan : 54 dakika
https://youtu.be/O5ISR7l8tn8
Elif-Lam-mim harfi mukattadır
Sure medenidir yani yahudilerin alimlerinin de yaşadığı medine döneminde inmiştir ki bu yahudi alimlerine Ehbar denirdi.Arapça mürekkepten gelen bir kelime yani bütün gün yazıp çizen mürekkeple hemhal olan manasında.Ama peygamberimiz ümmiydi yani okuma yazması yoktu.Okuma yazması olmayan biri harfleri tek tek söyleyemez.Elem diye okuması gerekirdi mesela.
İşte peygamberimizi okuma yazma bilmediğini peygamber olmasına engel gören Yahudi alimlere de bir cevaptır bu harfler “O nun elbette bir eğiticisi var”mesajıdır.Ayrıca bir öğrenci oryantasyonu gibidir.Okula veya işe yeni başladığınızda ;şu saatte geleceksiniz,şu saatte gideceksiniz,giriş burdan,bir problem olursa şu kişiden yardım alacaksınız şeklinde eğitim verilir.
İşte bize de Kuran ın daha ilk sayfasında ilk gün oryantasyonu olarak “Bilmen gereken hiç birşey bilmediğindir.”deniyor.Onun için bilmediğimizle başlıyor.Rahman suresinde Allah Kuranı öğretti der.
Demek ki anlamsız birşey olamaz Elif Lam Mim..
Bir imtihandır da ayrıca ,bakalım burada takılmayıp bir sonraki ayete geçebilecek miyiz.Yoksa bu ne demektir diye zamanı bununla mı harcayacağız.
ya da
Ey insan işte senin kullandığın harfler,o harflerle belagatı muhteşem,mucizelerle dolu bir vahiy yolluyorum sana da demektir...
الٓمٓ ۚ
Surenin ilk ayeti beraat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Hurûf-u mukattaa ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerimde sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
Kur’an-ı Kerim’de mukattaa harfleriyle başlayan surelerin hepsinde bu harflerden sonra muhakkak kitapla ilgili bir açıklama gelir.
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Bakara sûresi Medine’de nâzil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne “kitap” demek uygun görülmüştür.
“Şüphe yok” ifadesi, hem kitabın Allah’tan geldiği, anlatmak istediğini açıkça anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her iki konuda da şüpheye yer yoktur.
“Rehber” diye çevirdiğimiz hüdâ hidâyetle aynı kökten olup Allah’ın razı olduğu hayat tarzında, iman, ibadet ve ahlâk yolunda ilâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan bilincin bulunması gerekir (geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, DİA, XVII, 473-477).
Müttaki (takvâ sahibi) ve takvâ dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakiler kelimesinin lügat mânası, “sakınılması gereken şeylerden sakınanlar” demektir. Kur’an’da ve özellikle bu âyette geçen takvânın mânası onu takip eden âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takvâ sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır: Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’an’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak. Bu vasıfları kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takvâ sahibidir, müttakidir. Böylece takvâ sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Konuyla ilgili birkaç hadisin anlamı şöyledir: “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sahibi olamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 24). “Kul, vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedikçe takvâ derecesini elde edemez (Buhârî, “Îmân”, 1). Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen bir benzetme, “Yolda yürürken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takvâ da budur; hayatı Allah Teâlâ’nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır” (takvâ hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197).
Rayebe ريب : رَيْبٌ sözcüğü bir şeyle ilgili belirli bir hususta vehme düşüp de sonra onun açığa çıkmasıdır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 36 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
İsim cümlesidir. ذٰلِكَ ism-i işaret mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. الْكِتَابُ işaret isminden bedel veya atf-ı beyan olup damme ile merfûdur. لَا رَيْبَ ف۪يهِ cümlesi ذٰلِكَ ' nin haberi olarak mahallen merfûdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir. اِنَّ gibi ismini nasb, haberini ref eder.
رَيْبَ kelimesi لَا ’nın ismi fetha üzere mebnidir. ف۪يهِ, car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine mütealliktir. Takdiri, حاصل şeklindedir.
هُدًى kelimesi, ذٰلِكَ ’nin ikinci haberi olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. لِلْمُتَّق۪ينَ car mecruru هُدًى ’e veya onun mahzuf sıfatına müteallik olup cer alameti ى 'dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
هُدًى kelimesi, maksur isimdir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir.
Maksur isimlerin nekre halinde sonundaki elif-i maksure kelimenin kök harflerinden biriyse bütün irab halleri takdiren olur ve tenvinli fetha ile yazılır ve okunur. Eğer ki kök harflerinden biri değilse bütün irab halleri yine takdiren olur, ancak tek fetha ile yazılır ve okunur. Çünkü sondaki illet harfi ilave olunca kelime gayr-ı munsarif olup cer ve tenvini kabul etmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُتَّق۪ينَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi وقى ’dir. İftial babının fael fiili و ي ث olursa fael fiili ت harfine çevrilir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
ذٰلِكَ الْكِتَابُ [İşte o kitap] ifadesindeki ذٰلِكَ üç harften müteşekkildir. ذا işaret, ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. Bu kelime Kur’an’da üç şekilde kullanılmıştır:
1. Gaibe işaret etmek maksadıyla kullanılmıştır: [İşte onda yarışanlar yarışsınlar.] Mutaffifîn 83/26
2. Hâzıra (hazır bulunana, muhataba) işaret etmek maksadıyla kullanılmıştır: Allah Teâlâ şöyle buyurur: [Bunda akıl sahibi için yeterli bir yemin var mıdır?] Fecr 89/5
3. Gāib ya da hâzır olarak nitelenemeyenin ismi olarak kullanılmıştır: [İşte O Allah, sizin Rabbinizdir.] En‘âm 6/102 (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
مُتَّق۪ينَ kelimesi lügatte ism-i fail (yani etken sıfat/fiil)dir. Kelime, وقى kökünden alınmadır ve iftiâl kalıbında, اِتَّقَى'dır.
Bu kelimenin ilk harfi و, son harfi ise ى 'dır. Kelime iftiâl kalıbında olduğu için و harfi, ت harfine dönüştürülmüştür. Sonra da bu ت harfi diğer ت harfinin içine katıştırılmış, idgam olunmuştur. Böylece, اتَّقٰى fiili elde edilmiştir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
هُدًى kelimesi mahzuf bir mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Ya da, هُدًى kelimesi, لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ ile birlikte, işaret ismi olan, ذٰلِكَ 'nin haberi olarak mahallen merfûdur. Yahut da ف۪يهِۚۛ’deki هِ zamirinden hal olmak üzere mahallen mansubdur.
Ancak dil, edebiyat ve belâgat bakımından söylenmesi gereken en uygun söz şudur:
“الم" bağımsız bir cümledir veya yine kendi başına bağımsız bir takım mu’cem (yani manaları pek anlaşılamayan, müphem ve kapalı) harflerdir. Ve birinci cümledir. ذٰلِكَ الْكِتَابُ ise ikinci cümledir. لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ de üçüncü cümledir. هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ de dördüncü cümledir. İşte söylenmesi gereken en doğru söz de budur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl Tefsiri)
هُدًى fiili, bizzat kendi başına bir mef‘ûl yani nesne alabilir. Nitekim, bu ayette kendi adına müteaddi (geçişli) olup mef‘ûl aldığı gibi birden fazla mef‘ûl alabilmesi mümkündür. Geçişli olması ise لِ ve الى cer edatlarıyla olabilir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Surenin ikinci ayeti ibtidaiyye olarak gelmiştir.
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesi, işaret edilene dikkat çekip, tazim ifade etmek içindir.
ذٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgi Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)
لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِ cümlesi haberdir. Cümledeki لَا cinsini nefyeden harftir. İsim cümlesine dahil olur, ismini nasbeder. Bu cümlede لَا ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Car mecrur ف۪يهِ bu mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ cümlesi ذٰلِكَ ’nin ikinci haberidir.
لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚ ve هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ cümleleri ذٰلِكَ الْكِتَابُ َ ifadesinin tekidi oldukları için öncesine و ile atfedilmemiştir. (Ali Bulut, Kur’ân-ı Kerim’de ıtnâb Üslûbu, s.134.)
Allah Teâlâ, bu ayetinde uzağa işaret eden ذٰلِكَ ism-i işaretini, müsnedün ileyh olarak getirmek suretiyle Kuran’ın yüceliğine dikkat çekmiştir.
الكتاب kelimesinin başındaki ال takısı da kitabın büyüklüğünü ifade etmek için gelmiştir. “Yani îcazında ve açıklamasında mükemmel, fevkalade kitap’’ demektir. (Safvetü’t Tefasir)
الكتاب kelimesinin başındaki ال takısı ahd içindir. (Âşûr)
Kuran’ın hidayet rehberi olduğunu reddeden muhataplara onda hiçbir şüphe olmadığı bilgisi tekidsiz bir şekilde verilmektedir. Oysa durum zahiren haberin inkârî formda olmasını gerektirmektedir. Ancak ayet, Kuran-ı Kerim’de hiçbir şüphe olmadığının tartışılmaz bir gerçek olduğunu ifade etmek ve bunu inkâr etmenin abesliğine dikkati çekmek maksadıyla ibtidaî formda gelmiştir. (Sekkâkî, Miftahu’l-Ulûm, s. 174)
Ayette yer alan لا ريب فيه cümlesindeki فيه zarfının sonra gelmesi, bu kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmayan mükemmel bir kitap olduğunu ve kâfirlerin ileri sürdükleri gibi batıl değil aksine hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Ancak ifade bu şekilde değil de zarf öne alınarak لا فيه ريب tarzında gelseydi “Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var” vehmini akla getireceğinden maksadı anlatmaktan, gerçekten uzak olacaktı. Dolayısıyla zarfın ertelenmesi istenilen anlamı ortaya koymak için gerekli olmuştur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Beyzâvî, bu noktaya da işaret ederek ayetlerdeki belâgî sırları şu şekilde sıralar: “Bunlar her birinde ince bir nükte bulunan dört cümledir:
Birincisinde, الم, hazifle beraber maksuda (istenip arzulanana) bir işaret vardır.
İkincisinde, ذالك الكتاب ’deki marifeliğin azameti vardır.
Üçüncüsünde, لا ريب فيه ’de batılı akla getirme korkusundan zarfın ertelenmesi durumu vardır.
Dördüncüsünde, هُدًى للمتقين hazif ve aynı zamanda mübalağa için masdarla niteleme vardır. (Beyzâvî )
Burada ذٰلِكَ ile, telaffuz edilmiş ve bitmiş olan الٓمٓ 'a işaret edilmektedir. Telaffuz edilmiş ve bitmiş olan kelime ise uzak olan şey hükmündedir. ذٰلِكَ kelimesi kişinin konuşup bitirdiği ve ardından “Bunda kuşku yoktur” demek istediği her durumda kullanılır. Aynı şekilde hesap yapan kimse, hesabı bitirdiği zaman, “İşte bu şöyle şöyledir” der. (Keşşâf)
Bu ayette, Takva sahiplerini hidâyete erdirir denildi ve fakat, dalalette olanları هُدًى للضلين (dalalettekileri hidayete erdirir) denmedi. Bunun sebebi, iki grup olan dalalet erbabından birinin dalalette kalacağı, diğerinin ise hidayete, doğru yola yöneleceğinin bilinmesidir. Takvaya en yakın olan bu ikincilerdir. لِّلۡمُتَّقِینَ ifadesi bu grup için zikredilmiştir.(Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
هُدًى للمتقين [Muttakiler için kılavuz] ibaresi mecazi bir ifadedir. Çünkü burada hidayet , Kur'an'a isnat olunmuştur. Bu ise, sebebe isnat kabilindendir. Gerçekte hidayete erdiren Allah Teâlâ'dır. Dolayısıyla burada mecaz-ı aklî vardır. (Safvetü't Tefâsîr)
Bu ayet-i kerimede hazif yerine zikir tercih edilip هُوَهُدࣰى buyurulsaydı sıkıcı bir söz olurdu. Çünkü müsnedün ileyh olan kitap gayet belirgindir. Mesafe olarak da yakındır. Bu yüzden zikri bıkkınlık uyandırırdı. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
المتقين ism-i faildir, وقى kökünden gelir. Vikaye, korumaktır. O, şeri konularda kendini ahirette zarar verecek şeylerden çeken kimsedir. Bunun da üç derecesi vardır: Birincisi, şirkten uzak durarak kendini ebedî azaptan korumaktır. İkincisi, yapma ve terk etme gibi (aktif ve pasif) her türlü günaha götüren şeylerden uzak durmaktır. Hatta bazılarına göre buna küçük günahlar da dahildir. Şeriatta takva denince akla gelen budur. Üçüncüsü, sırrını haktan meşgul eden şeyden uzak tutup kendini bütün varlığıyla ona vermektir. (Beyzâvî)
Fadl Hasan Abbâs, ma‘rife ve nekre konusunda geniş malumatlar vermiş, konuları ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. Konunun inceliklerine değinmesi açısından, konu anlatımına ve ayrıntıya girmeden onun verdiği misallerden bir kaçına değinmek yeterli olacaktır. Meselâ اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ [Kuşkusuz bu Kur’an en doğru olana iletir…] ayeti ile ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِ [İşte Kitap; onda asla şüphe yoktur.] ayetinde müsnedün ileyh marife olarak gelmiştir. Birinci ayette müsnedün ileyh هٰذَا , ikinci ayette ism-i işaret olan ذٰلِكَ marifedir. Bunlar isim konumunda olmalarına rağmen neden ism-i işaret olarak geldi? Bu konuda Fadl Hasan Abbâs şunları söylemektedir: اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يهدي ifadesindeنط ism-i işaret yakınlık için, ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadesindeki ism-i işaret ise uzak için kullanılmıştır. Cümlelerin siyakı bunu gerektirmektedir. Birinci ayette hidayete erdiren ile hidayete eren birbirine yakın olsunlar diye hidayet zikredilmekte ve bu da yakınlığı gerektirmektedir. İkinci ayette ise ism-i işaret şüpheyi nefyetmek için gelmiştir. Bu da tabiatıyla uzaklığı gerektirmektedir. (Zafer Akyüz,Fadl Hasan Abbâs Ve Belâgat İlmindeki Yeri)
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
Gayba iman etmek, namaz kılmak ve Allah rızâsına uygun harcama yapmak; İslâm’ın fert ve topluluk olarak insana getirdiklerinin ve ondan istediklerinin güzel bir özetidir. Gayba iman, iman esaslarına; namaz kılmak, özel duygu ve davranışlarla Allah’a ibadet etmeye; Allah rızâsına uygun harcamada bulunmak (infak) ise dayanışmaya, düzen ve adalete, yani muâmelâtın ruhuna ve amacına işaret etmektedir.
İman akıl ve vicdanın doğrulaması (tasdik), dilin bunu itiraf edip söylemesi (ikrar) ve davranışların da bunlara uygun olmasıyla gerçekleşip tamamlanmaktadır. Yalnızca tasdik bulunur, fakat söz ve davranış buna aykırı ve tutarsız olursa iman zayıf demektir. Böyle bir imanla gerçek mânasıyla İslâm yaşanmış ve temsil edilmiş olmayacağı gibi, İslâm’ın insanlara vaad ettiği mutluluğa da erişilemez. Söz ve uygun davranış bulunur da kalbin tasdiki bulunmazsa ya şuursuz, rastgele bir dış uygunluk ya da ikiyüzlülük (münafıklık), durumu gizleme (takıyye) söz konusudur. Her ne kadar âhirette zerre kadar imanın bile insana fayda vereceği ve sonunda onu cehennemden çıkararak cennete sokacağı sahih hadislerde bildirilmişse de (Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 320, 325) dinin vaad ettiği dünya ve âhiret saadeti ancak “tasdik, ikrar ve tutarlı amel” unsurlarının birlikte var oluşu halinde gerçekleşir.
Gayb “gözle görülmeyen; akıl, duyular vb. beşerî bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen varlıklar, ilişkiler ve oluşlar”dır. Allah, vahiy, kader, yaratılış, ruh, kıyametin zamanı, kabirde olacaklar, yeniden dirilme, toplanma, sırat, terazi, cennet, cehennem... hep gayb âlemine dahildir. Bunlar hakkında bilgi alınabilecek iki kaynak vardır: Vahiy ve ilham. Akıl, ancak bu iki kaynaktan alınacak bilgiler üzerine tefekkür yoluyla açıklamalar getirebilir. Keşif, kalp gözünün açılması, Allah tarafından haber verilmek (tahdîs) gibi çeşitleri veya isimleri bulunan ilham, ancak İslâm’a sağlam iman ve onun esaslarını samimiyetle (ihlâs) yaşama sonucu elde edilmiş bulunursa muteber olur. Yine de ilham objektif ve herkes için geçerli, üzerine genel hüküm bina edilebilecek bir bilgi kaynağı değildir, kime gelmişse onu ilgilendirir, umumi ve kesin delillere (vahiy) aykırı olmamak şartıyla onu bağlar.
“Namaz kılarlar” (yüsallûne) yerine “namazı ikame ederler” (yukîmûne’s-salâte) ifadesinin kullanılmış olması, namaza önem verilmesi, onun devamlı ve şartlarına uyularak eda edilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Namaz dinin direği, ibadetlerin özü ve özetidir, Allah’ın Resulü, mutluluğu namazda bulduğunu, onunla yaşama sevinci kazandığını ifade buyurmuştur (Nesâî, “Nisâ”, 1; namaz hakkında ayrıca bk. Bakara 2/238-239; Mâide 5/6).
“Kendilerine verdiklerimizden harcayanlar” nitelemesi iki önemli konuya ışık tutmaktadır: 1. Allah Teâlâ’nın bütün verdikleri harcanmayacak, yeteri ve gereği kadarı harcanacak, geri kalanı yine iyi maksatlarla tasarruf edilecektir. 2. Harcama Allah’ın rızâsına uygun olacaktır. Bu da kişinin kendisi, ailesi, yakınları ve diğer ihtiyaç sahipleri için yapacağı harcamaları, vakıf, tesis, hayrat vb. yatırımları kapsamaktadır. Dünya nimetleri, yer altı ve yer üstü servetleri mülk olarak yaratıcısına aittir. İnsanlar meşrû yollardan onlara sahip olduklarında bu sahiplik mecazidir ve sınırlanmıştır; asıl sahibinin izin verdiği kadar ve O’nun gösterdiği yerlere, belirlediği şekillerde sarfedilebilir. Bir zerresi yersiz, faydasız ve gereksiz sarfedildiğinde Allah’ın mülküne, O’nun halen yaşayan ve gelecekte yaratacağı kullarının haklarına tecavüz edilmiş olur. Bu tecavüzlerin yaptırımı dünyada sosyal ve ekonomik krizlerdir, tabiatın tahrip edilmesi, çevrenin içinde yaşanamaz hale gelmesidir; âhirette ise mutlak âdil olan hâkimin vereceği cezalardır.
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
اَلَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, مُتَّقِینَ 'nın sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
İsm-i mevsûl, iki cümleyi birbirine bağlayan, manası ancak kendisinden sonra gelen cümleyle tamam olan kelimedir. Türkçedeki ilgi zamiri gibi iş görür. İsm-i mevsûl’den sonra gelen cümleye sıla denir. Sılada ism-i mevsûlle ilgili ona dönen bir zamir bulunur. Bu zamire aid zamiri denir. https://arapdili.emsile.com/node/636
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِالْغَيْبِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir. يُق۪يمُونَ atıf harfi وَ ‘ la sılaya matuftur.
يُق۪يمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ile matufun aleyh arasında irab bakımından, siga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ما müşterek ism-i mevsûl من harfi ceriyle يُنْفِقُونَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası رَزَقْنَا ’dır. Îrabtan mahalli yoktur. İkinci mef’ûlün bih olan aid zamir mahzuftur.
رَزَقْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
يُنْفِقُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
يُنْفِقُونَۙ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نفق ‘dır.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
Burada bir ilgi zamiri olan اَلَّذ۪ينَ kelimesi هُمْ zamirinin takdiriyle medih (övgü) manası içermek üzere mahallen merfûdur. Ve cümle: هم الذين يؤمنون takdirinde olmuş olur. Ya da bunun başına bir عن kelimesi eklenmek suretiyle yine medih manasını içermek üzere mahallen mansubdur. Bu takdirde cümle şöyle olmaktadır: عن الذين يؤمنون
Veya bu cümle, mübtedadır. Bunun haberi de, اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى ’dir. Bu durumda yine mahallen merfûdur. Ya da, المتقين kelimesinin sıfatı olarak mecrurdur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Buradaki اَلَّذ۪ينَ kelimesi, başına elif-lam takısının gelmiş olmasının gösterdiği üzere, isimdir. Bu, ism-i mevsûldür. Çünkü sılası olan يُؤْمِنُونَ [inanırlar] ifadesi ile tam bir ifade olur. Bunun aslı iki lam harfi ile yazılan şeklidir ki bunların biri kelimenin kendi lam harfi, diğeri ise lam-ı tariftir. Yazıda sadece birinin yazılması ile yetinilmesi ise, çok kullanıldığı için hafifletme maksadı taşır. Bu nedenle aynı kelimenin tesniyesi iki lam harfi ile yazılır, çünkü tesniyesi çok kullanılmamaktadır. اَلَّذ۪ينَ kelimesi, lafız olarak mebnidir. Bu nedenle mansub, merfû ya da mecrur olması fark etmez. Örneğin: جاءني الذين علمت (bildiğim kişiler bana geldi), رأيت الذين علمت (bildiğim kişileri gördüm) ve مررت الذين علمت (bildiğim kişilere uğradım) denir.
يُؤْمِنُونَ kelimesi if’âl babındandır ve امن kökünden türemiştir. Manası da: doğrularlar, tasdik ederler, onaylarlar, demektir. Nitekim, آمَنَهُ denir ki bu, (Onu tasdik etti, doğruluğunu onayladı.) manasındadır. Bunun gerçek ifadesi ise şöyledir:
Onu yalanlamaktan ve ona karşı çıkmaktan uzak durarak ona güven ve teminat verdi.
Bu kelimenin ikrar etti, itirafta bulundu manasını içermesi için cer edatı olan ب harfiyle müteaddilik (yani geçişlilik) kazanması gerekir (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
ٱلَّذِینَ önceki ayetteki لِّلۡمُتَّقِینَ için sıfat konumundadır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ ‘nin sılası olan يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya atfedilmiştir. Cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Müspet muzari fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade eden cümleler, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Yine sılaya atfedilen وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ , amili olan يُنْفِقُونَ ’ye, ihtimam için takdim edilmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası olan رَزَقْنَاهُمْ , mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. رَزَقْنَاهُمْ fiilinin, azamet zamirine isnad edilmesi tazim ifade eder.
يُنْفِقُونَۚ - رَزَقْنَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يُق۪يمُونَ - يُؤْمِنُونَ - يُنْفِقُونَ fiillerinin muzari gelmesi, bu yaptıklarının yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılmasını sağlar.
Muttakilerin halleri sayılarak taksim sanatı yapılmıştır.
و مما رزقناهم ينفقون ayetinin öncesinde yer alan fiiller, normal cümle tertibine göre mef‘ûllerinden önce يوٌمنون بالغيب ve يقيمون الصلاة şeklinde gelmişlerdir. Oysa و مما رزقناهم ينفقون kısmında mef‘ûl, fiilden önce zikredilerek tertip dışına çıkılmıştır. Kural ve cümlenin akışına göre ibarenin وينفقون مما رزقناهم şeklinde gelmesi gerekirdi. Beyzâvî bundaki nükteleri şöyle sıralar: Mef‘ûlün (nesne) fiile takdim edilmesi onun önemini yani rızık ve imkân olarak sunulan şeylerin ehemmiyetini göstermek ve vurgulamak, bir de ayet sonlarına riayet etmek (fasıla) içindir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)
Mef‘ûlün, amilinin önüne geçmesi takdim - tehir sanatıdır.
وَمِمَّا رَزَقْناهُمْ ifadesindeki من, ba’ziyet ifade eder.
Ancak الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ ifadesinin َالمتقينْ ifadesinin beyanı olmaması, ibadetlere delalet eden müstakil bir sıfat olması da mümkündür. Bu durumda muttakilerden maksat günahlardan kaçınanlardır. Yine الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ ifadesinin, takva sahibi olmakla nitelenen kimselere yönelik bir övgü olması da mümkündür. Burada hususi olarak gayba iman, namazı dosdoğru kılma ve zekat verme fiillerinin zikredilmiş olması, bunların “güzel fiiller” isminin kapsamına girecek diğer şeylere nazaran daha üstün ve faziletli olduğunu göstermeye yöneliktir. (Keşşâf)
يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ ifadesinde namaz dinin direği gibi ifade edilmiştir. Bu ifadede istiare vardır. Din çadıra benzetilmiştir. Çadır ancak direk sayesinde ayakta durur. Direk olmayınca çadır da olmaz.
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَالَّذِينَ | ve onlar ki |
|
2 | يُؤْمِنُونَ | iman ederler |
|
3 | بِمَا | şeye |
|
4 | أُنْزِلَ | indirilen |
|
5 | إِلَيْكَ | sana |
|
6 | وَمَا | ve şeye |
|
7 | أُنْزِلَ | indirilen |
|
8 | مِنْ | -den |
|
9 | قَبْلِكَ | senden önce |
|
10 | وَبِالْاخِرَةِ | ve ahirete de |
|
11 | هُمْ | onlar |
|
12 | يُوقِنُونَ | kesinlikle inanırlar |
|
Allah bir olduğuna, din de Allah’ın gönderdiği, kendisiyle kulları arasında bir bağ, kulları için bir irşad, bir hayat düzeni olduğuna göre gerçek bir peygamberin aracılığı ile Allah’ı tanıyan ve O’na iman edenlerin diğer peygamberlere ve hak dinlere de iman etmesi kaçınılmazdır. Ancak böyle bir imanla tevhide ulaşılır: Allah birdir ve bütün insanlar bir tek, eşi ve ortağı olmayan Allah’ın kullarıdır, bütün peygamberler bir Allah’ın elçileridir, bütün hak dinler bir Allah’tan gelmiş ve aynı esasları getirmiştir. Kültür ve medeniyet geliştikçe insanlar bu bakımdan değiştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve dinler göndererek nihaî dini tamamlamış, eskiyen kısımları (önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümleri, öğretileri) yenilemiştir. Hak dinin adı İslâm’dır, bütün semavî dinler ardarda gelerek İslâm binasını tamamlamıştır. Son peygamber Hz. Muhammed’den sonra yeni bir peygamber ve din gelmeyeceği bildirilmiştir. Son kitabın ışığı altında işletilecek olan insan aklı, yeni ihtiyaçları karşılamak için yeterli hale gelmiştir. Müslümanlar tarihe ve dünyaya bu iman, düşünce ve duyguyla bakıp böyle değerlendirirler. İnsanları tek Allah’ın ve tek dinin sevgi, rahmet ve kardeşlik bayrağı altında toplayabilecek başka bir iman ve düşünce de mevcut değildir.
Bütün hak dinlerde âhirete şeksiz ve şüphesiz inanma esası vardır. Âhirete iman unsuru bulunmadan ne din olur ne de sağlıklı bir dünya düzeni kurulabilir. Dünya gelip geçicidir, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz mutluluk ve ölümsüzlük arayanlar hüsrana uğramış, asıl mutluluk ve sonsuzluğu da kaybetmişlerdir. Bütün dinlerin âhiret inancı üzerinde ısrar etmesinin hikmeti bu ziyanı ve hüsranı önlemektir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 72-73
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, atıf harfi و ‘ la önceki ayetteki ism-i mevsûle atfedilmiştir. İsm-i mevsûlun sılası يُؤْمِنُونَ ’ dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. ما müşterek ism-i mevsûl ب harf-i ceriyle يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اُنْزِلَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُنْزِلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اِلَيْكَ car mecruru اُنْزِلَ fiiline mütealliktir. ما müşterek ism-i mevsûl atıf harfi و ‘ la öncesindeki ما ‘ ya atfedilmiştir. İsm-i mevsûlun sılası اُنْزِلَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُنْزِلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir. مِنْ قَبْلِكَۚ car mecruru اُنْزِلَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَۚ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اُنْزِلَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
وَ atıf harfidir. بِالْاٰخِرَةِ car mecruru يُوقِنُون fiiline mütealliktir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يُوقِنُونَۜ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُوقِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُوقِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi يقن ’dir.
İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
Cümlede konudaki önemine binaen car mecrurun takdimi söz konusudur. هُمْ يُوقِنُونَۜ cümlesi sılaya matuftur.
وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ [Ahirete de yakîn ile (kesin olarak) inanırlar.] Ahiret kelimesi أَلآخَرُ (son) kelimesinin müennesidir ve اَلْأَوَّلُ (ilk) kelimesinin zıddıdır. Sayılabilen varlıklar söz konusu olduğunda kelime sonda gelenin ismidir. أَلآخَر ise birincinin ardından gelen demektir.
اَلآخَرَةُ kelimesi ayette gizli (muzmer) olan bir müennes kelimenin sıfatı konumundadır, ancak bunun tayininde tefsirciler ihtilaf etmiştir. Kimine göre bu “ahiret diyarı”dır, nitekim Kur’an وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ [Ve elbette ahiret diyarı…”] (En‘am 6/32) ayetinde bu ibareyi aynen kullanmıştır. Ahiret diyarı ifadesi, bu diyarın yani dünyanın karşıtıdır. Allah Teâlâ bu ikisini, yani dünya ve ahiret kelimelerini pek çok ayette birlikte kullanmıştır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki ism-i mevsûle atfedilmiştir. Cihet-i camiâ, temasüldür.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ ‘nin sılası olan يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ٱلَّذِینَ یُؤۡمِنُونَ ibaresinin zamirle ifade edilmesi yerine tekrarlanması, o kişilere verilen önemi göstermek amacıyla yapılan ıtnâbtır. Bu ibaredeki أُنزِلَ ve مَاۤ ' nın tekrarında reddü’l acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اُنْزِلَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naibu fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
الَّذ۪ينَ - مَٓا ve یُوقِنُونَ - یُؤۡمِنُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette, مَاۤ أُنزِلَ إِلَیۡكَ diye vahiyden geçmiş zaman ile söz edilmiştir. Oysa bu ifade nazil olduğu zaman henüz Kuran’ın bütünü inmiş değildi. Bunun böyle ifade edilmesinin sebebi, elde var olanın henüz inmemiş olana oranla galebe çalmış olmasıdır. Yani tağlib sanatı vardır. Çünkü devamının da vahyi kesindir. Kaldı ki, vahyin bir kısmı gelmiş ve bir kısmının da gelmesi bekleniyor ise bu, tamamı gelmiş ya da nazil olmuş hükmündedir ve öyle değerlendirilip kabul edilir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Üçüncü ayetteki اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ ibaresi bu ayette de tekrarlanmıştır. İki anlatım arasındaki zamanın uzamasından dolayı birinci anlatımın unutulması korkusuyla ve anlamı daha da yerleştirmek gayesiyle yapılan tekrara, tekrir sanatı denir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
Ayetin son cümlesi temasül nedeniyle atıfla gelmiştir.
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır.
هُمْ mübteda, يُوقِنُونَ haberdir. Müsned olan يُوقِنُونَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ şeklinde car mecrurun, yani mamulun amili olan يُوقِنُونَ takdim edilmesi, fasılaya riayetle birlikte ihtimam içindir. (Âşûr)
هم يُوقِنُونَ cümlesinde müsnedin ileyhin fiil olan habere takdim edilmesi hükmü takviye, yani tekid etmek içindir. (Âşûr)
Car mecrurun önemine binaen amilinin önüne geçmesi takdim tehir sanatı vardır.
الْاٰخِرَة -قَبْل kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Burada وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ [Ahirete yakînen iman edenler de onlardır] cümlesinde, önce وَبِالْاٰخِرَةِ ifadesinin zikredilmesi ve يُوقِنُونَ fiilinin هُمْ zamirinin ardından getirilmesi, ehl-i kitaba ve onların ahiret hayatı konusundaki gerçeğe aykırı inanışlarına bir gönderme olup, bu tür inanç ve sözlerinin yakinî bir inançtan sadır olmadığı, kesinliğin ancak Hazret-i Muhammed’e ve daha önce indirilenlere iman eden kimsenin inancında bulunduğu vurgusu söz konusudur. (Keşşâf)
اخر ,ٱلۡـَٔاخِرَة kelimesinin müennesi olup ”ilk" olanın karşıtı olan ”son" demektir. Bu, ”ev" anlamındaki mahzuf ٱلدَّار kelimesinin sıfatıdır. Bunu da şu ayetten anlıyoruz: تِلۡكَ ٱلدَّارُ ٱلۡـَٔاخِرَةُ (Kasas: 83). ٱلۡـَٔاخِرَة kelimesi çok kullanıldığından mevsufu terk edilen bir sıfattır. İşte bu türden kullanılan sıfatlara sıfat-ı galibe denir. Dünyaya ”dünya" adının verilişi, ahirete yakın olmasından, ahirete de ٱلۡـَٔاخِرَة adının verilişi dünyadan sonra gelmesindendir. (Rûhu-l Beyân)
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Allah Teâlâ’dan vahiy yoluyla geldiğinde ve takvâ sahipleri için doğru yolun kılavuzu olduğunda şüphe bulunmayan Kur’an-ı Kerîm’i kendilerine rehber edinen müttakilerin (âyet ve hadislerde açıklanan iman, ibadet ve ahlâk yolunu benimseyenlerin, yaşayanların) doğru yolda olmaları mantık gereği ve tabiidir. “Rablerinden gelen doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır” cümlesi bu tabii ve mantıkî sonucu açıklamakta ve teyit etmektedir. Her yolun ulaştığı bir son, bir menzil, bir hedef vardır; burası yolu takip edenlerin ulaşmak istedikleri yerdir, yolu seçenler buraya ulaşmak için seçmişlerdir. Dünyada her bir yolun, oradan gideni nereye götüreceği bellidir, bilenlerden sorulur, öğrenilir ve yol takip edilerek istenilen yere ulaşılır. Fert ve topluluklar olarak davranışlarımızın, yapıp ettiklerimizin ne sonuç vereceği, bizi nereye götüreceği, hem geçici hem de ebedî âlemde bize neleri kazandırıp neleri de kaybettireceği konusunu bilmek için yalnızca insanî bilgi kaynakları yeterli değildir. Bu sebepledir ki, girilen yollar çok kere çıkmaz olmuş, iyi sanılıp umulan sonuçlar elde edilememiş, elde edilenlerin iyi olmadığı anlaşılmış, fertler ve gruplar mutsuz olmuş; sıkıntılar, krizler, olumsuzluklar birbirini kovalamıştır. İnsanın Allah, kâinat ve diğer insanlarla ilişkisinde tutacağı doğru yol –dinin rehberliğinin dışlandığı durumların çoğunda– bulunamamıştır, bulunamayacaktır. Yalnız takvâ sahiplerinin bu yolda olduklarını bildiren âyet işte bu gerçeği dile getirmektedir. Yol doğru seçilmişse ve insanlar o yolda usulünce yürüyorlarsa hedefe ulaşılacaktır, bu hususta şüpheye yer yoktur. Dünya hayatı bir yolculuk olarak düşünülürse yolcunun amacı mutluluktur; korktuklarından kurtulup umduklarına nâil olmaktır. İşte kurtuluş budur, zafer ve felâh buna denir. İslâm, her gün beş kere ezanda “haydin felâha!” diyerek insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok benzeri gibi konumuz olan âyet de en güçlü üslûpla açıklamaktadır: “Kurtuluşa erenler ancak onlardır.”
Bakara sûresinin bu ilk beş âyetinin hüküm ve mâna bakımından büyük önemi yanında, hadislerde mânevî özellik ve şifa hususiyetlerinin bulunduğu da bildirilmiştir (meselâ bk. Dârimî, “Fezâilü’l-Kurân”, 13-15).
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İsim cümlesidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَلٰى هُدًى car mecruru mahzuf habere mütealliktir. مِنْ رَبِّهِمْ car mecruru, هُدًى ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ atıf harfi وَ ‘ la ilkine matuftur.
İşaret ism-i اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ fasıl zamiridir. الْمُفْلِحُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْمُفْلِحُونَ ise haberi olup ref alameti و ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
هُمُ الْمُفْلِحُونَ isim cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُفْلِحُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُدًى kelimesi maksur isimdir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir.
Maksur isimlerin nekre halinde sonundaki elif-i maksure kelimenin kök harflerinden biriyse bütün irab halleri takdiren olur ve tenvinli fetha ile yazılır ve okunur. Eğer ki kök harflerinden biri değilse bütün irab halleri yine takdiren olur, ancak tek fetha ile yazılır ve okunur. Çünkü sondaki illet harfi ilave olunca kelime gayr-ı munsarif olup cer ve tenvini kabul etmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ [İşte onlar] Yani onlar önceki ayetlerde zikredilen kimseler. اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ [Ve (…) iman edenler] [Bakara 2/3] ayetini ilk ayette geçen “müminler” kelimesinin sıfatı ya da onlara atıf olarak kabul eden kimselere göre bunlar gayba ve daha sonra zikredilecek diğer hususlara iman etmekle nitelendirilmiş olan takva sahipleridir. Bu durumda cümle هُمْ يُوقِنُونَ [Onlar yakîn ile iman ederler.] (Bakara 2/4) ayeti ile tamamlanmıştır ve bu ayetin başındaki اُو۬لٰٓئِكَ [İşte onlar] ifadesi mübtedadır. عَلٰى هُدًى [Bir hidayet üzeredirler.] ifadesi ise bu mübtedanın haberidir. Fakat “Ve (…) iman edenler” Bakara 3. ayetinin başındaki وَ harfinin mübteda (yani cümle başlangıcı) olduğunu söyleyenlere göre “İşte onlar” ifadesi bu mübtedanın haberidir ve özellikle “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de iman ederler. وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَوَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ [Ahirete de yakîn ile (kesin olarak) inanırlar.] (Bakara 2/4) ayetinde sözü edilen kimselere işaret eder. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tazim ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek ve tembih içindir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى هُدًى ’in müteallakı olan haber mahzuftur.
Ayetin atıfla gelen وَأُو۟لَـٰۤىِٕكَ هُمُ ٱلۡمُفۡلِحُونَ şeklindeki ikinci cümlesi istînâfa matuftur.
Cümlenin fasıl yapılmaksızın وَ ile atfedilmesi cümleler arasında kemâl-i ittisal ile kemâl-i inkita’ olması sebebiyledir. (Âşûr)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Müsnedin الْ takısıyla marife olması bu vasfın, müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmiştir.
هم zamiri mübteda ile haberin arasına girdiği için, îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir, tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Haber olan الْمُفْلِحُونَ ism-i fail vezninde gelmiştir.
İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübut ve süreklilik anlamı ifade eder. Bunun manası, haddi aşma özelliğinin onlarda sabit olduğudur.
Müsnedin ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
رَّبِّهِمۡ izafeti; هِمۡ zamirinin ait olduğu kişilere tazim ve teşrif ifade eder. Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle رَّبّ isminde tecrîd sanatı vardır.
أُو۟لَـٰۤىِٕكَ , hazfi mümkün olduğu halde muttakilerin şanının yüceliğini vurgulamak ve onların durumuna gereken önemin verildiğini göstermek için zikredilmiştir. Beyzâvî’nin konuyla alakalı izahı şöyledir: “Burada ism-i işaret; muttakilerin gayba iman, infak gibi sıfatları taşımalarının her iki hasleti de (dünyada hidayet, ahirette kurtuluş) gerektirdiğine ve o iki hasletin her birinin onları diğerlerinden ayırmaya kafi geldiğine dikkat çekmek için tekraren zikredilmiştir. Beyzâvî’nin açıklamalarından anlaşıldığına göre zamirin ikinci kez zikredilmesi, muttakilerin durumunu daha iyi açıklamak içindir. Müfessirimiz, ayette yer alan diğer edebî incelikleri ise şu veciz ifadelerle aktarır: “Allah Teâlâ muttakilerin, hiç kimsenin elde edemediği şeylere nasıl nail olduklarına çeşitli yönlerden dikkat çekmiştir. Şöyle ki; kelamı gayet veciz bir tarzda işaret ismi üzerine kurmuş ve onu tekrar etmiş, haberi de المفلحون şeklinde marife yapmıştır. Muttakilerin kadr-i kıymetini göstermek ve izlerini takip etmeye teşvik için de araya fasıla olan هم zamirini koymuştur.
Beyzâvî, ayetin tefsirinde şöyle der: هم zamiri, haberi sıfattan ayıran ve nispeti tekid eden fasıladır. Müsned’in müsnedün ileyhe tahsisini ifade eder. Ya da هم zamiri, mübtedadır. المفلحون ‘de haberdir. هم المفلحون cümlesi de أُو۟لَـٰۤىِٕكَ 'nin haberidir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)
عَلٰى هُدًى ifadesinde yer alan عَلٰى cer harfindeki isti’lâ manası sadece bir temsildir ve takva sahiplerinin idrakı demektir. Burada takva sahiplerinin hidayetin üzerine çıkmaları değil, -temsili bir mana olarak- kararlılıkları belirtiliyor. Buna sağlam bir şekilde bağlılıklarına değiniliyor. Böylece bunların durumları adeta bir şeyin üzerine çıkıp binen manasında temsili bir anlatımdır. Nitekim bunun bir benzer ifadesi de, ”hak üzerinde, batıl üzerinde ” şeklinde kullanılmakta ve bu ifade de durumu açıkça ortaya koymaktadır. (Nesefî/Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
هُدࣰى مِّن رَّبِّهِمۡ [Allah katından verilen bir hidayet üzere.] Burada, هُدࣰى kelimesinin nekre olarak getirilmiş olması kimsenin künhüne, incelik ve detayına ulaşamayacağı bir tür hidayet anlamındadır. Sanki, "Hangi hidayet üzerindedirler?" denilir gibi bir ifadedir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
علي, isti’la manası taşır. Onlar hidayeti kaplamışlar gibi ifade edilmiştir. Hidayeti bir binek gibi düşünüp bu insanların hidayetin üzerine bindikleri gibi bir mana dile getirilmiştir. Sanki bineğin, yani hidayetin kontrolü onların elindedir. Tersini söyleyerek mübalağa sanatı (kalb) yapılmıştır. (Kalb sanatında deveye havuzu gösterdi yerine, dikkati çekmek için havuza deveyi gösterdi şeklinde mef‘ûllerin yeri değiştirilir.) Burada da sanki öyle yapılmış, takva sahipleri hidayetin üzerine binmiş, tamamen ona hakim olmuşlardır. Halbuki hidayet onlara hakim olmuştur.
Bu ayette ikinci cümledeki ism-i işaretin zikri; daha fazla izah, zihinde yerleştirmek, müsnedin sadece bunlara mahsus olduğunu tekid için gelmiştir. İşte felah; Rab’lerinden bir hidayet üzere olan bu kişilere, başkalarına değil, sadece onlara mahsustur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
أُو۟لَـٰۤىِٕكَ ' nin tekrarında ıtnâb ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İki unsurla tekid edilen cümlede müsnedin ال takısıyla marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis ifade eder. Ayetteki ikinci tekid, fasıl zamiridir.
ٱلۡمُفۡلِحُونَ kelimesindeki lâm-ı tarif, cins içindir.
هُمُ الْمُفْلِحُونَ sözündeki zamir fasl içindir. الْمُفْلِحُونَ ‘daki tarif ise cins içindir. Buradaki duruma göre bu şekildeki ifade daha açıktır. Maksad felaha erişenlerin bunlar olduğunu ifade etmektir. Cins lamı ile marife olan müsnedin, marife müsnedin ileyhe isnadı ihtisas ifade eder ve fasl zamiri ihtisas manasını tekid etmiş olur. Marifeliğin cins için olmasına gelince ki bu açıktır; müsnedün ileyhin müsned ile de marife oluşu çoğunlukla ihtisas ifadesinin şanındandır. Ama burada sadece hakiki ihtisas manası ifade eder. Bir mananın öneminin haberle ifade edilmesidir. (Âşûr)
Burada müsnedin marifeliği, “işte daha önce kurtulacaklarını duyduğun kişiler kurtulmuştur” vurgusunu taşır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Burada أُو۟لَـٰۤىِٕكَ ‘den önce müttakiler için bir çok vasıf zikredilmiştir. Bundan sonra da onların hidayet üzere ve felaha erenler oldukları zikredilmiştir. Burada ism-i işaret; kendisinde bu sıfatların toplandığı müşarun ileyhin; hidayete layık olduğuna, bu hidayetin şanının da zillete düşmemeleri, dünya hayatının fitnelerine aldanmamak olduğuna işaret için gelmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bilindiği gibi fasl zamiri haberin sıfat olmadığına da delalet eder. Bu tip kasırlarda, fasl zamiri tahsise ilaveten haberin mübtedaya nisbetini de tekid eder. Aslında bu ifade bütün kasırlarda vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ [Onlar bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler ancak onlardır.] ayetinde, muttakilerin şanının yüceliğini vurgulamak için اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti iki defa zikredilmiştir. هم zamiri ise hasr ifade etmek için getirilmiştir. Sanki; "Kurtuluşa erenler onlardır, başkaları değildir’’ denilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Bu son cümlelerde cem sanatı vardır. Önceki ayetlerde belirtilen muttakilerin özellikleri, ‘onların dosdoğru bir yolda oldukları” ve “kurtuluşa erenlerin de onlar oldukları” hükmünde birleştirilmişlerdir. Daha önce de muttakilerin vasıfları taksim sanatı yapılarak bildirilmişti, dolayısıyla cem' ma’at-taksim sanatı oluşmuştur.
Zemahşeri burada geçen ihbari cümlelerin hepsinin muttakilerin mertebelerini göstererek onların istedikleri ve nail oldukları şey konusunda inananları teşvik ettiğini ifade etmiştir. Buna dayanarak yukarıda geçen bu ihbarî cümlelerin temel amacı dışında teşvik anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. (Elif Yavuz, Belagat İlminde Haber Ve İnşa (Bakara Suresi Örneği))
Fatiha Suresi:
Kur'an'ın anahtarıdır
En güzel duadır
Her anımızda bunu okuyarak Allah'tan yardım ister ve sadece Allah'a ibadet ederiz.
Bakara suresi 1-5:
Fatiha suresindeki duanın cevabıdır.
Sıratı müstakimi anlatan kitabı haber verir.
Mümini tarif eder.
Buyurulur ki: Fatiha Suresi bir çeşit anahtardır. Kur’an-ı Kerim’in açılışını yapandır. Her namazın içindedir. İnsan için en güzel hatırlatıcıdır. Zira; dünyanın akışına kapılan insan, aslında ne için yaşadığını unutmaya ve mutluluklardan çok mutsuzluklara odaklanmaya yani şükürden çok şikayet ile meşgul olmaya meyillidir.
Her işe Allah’ın adıyla başlayanın, hayatı ve kalbi düzene girer. Allah’ın adıyla başlayamayacağı işlerden uzaklaşması gerektiğini bilir. Her nimetin Allah’tan geldiğinin bilincinde olur ve şükrü artar. Böylece Allah’a olan muhabbeti derinleşir ve O’na daha çok yaklaşmak ister. Sadece O’na kulluğa giden yolda ilerleme isteğiyle dolar. O’ndan uzaklaştıran batıl yollardan ve o yolların yolcularından kaçar. Kısacası, insanın en temel ihtiyaçlarını bünyesinde barındırır. İşte bu yüzden Besmele, Fatiha’nın; Fatiha, Kur’an-ı Kerim’in ve Kur’an-ı Kerim’de insanın anahtarıdır. Anahtarını kaybedenin ve değerini bilmeyenin hali ne yazıktır.
Ey alemlerin Rabbi olan Allahım! Her gün, defalarca tekrarladığımız Fatiha suresi bilinçli bir şekilde okuyanlardan ve özünde saklanan nice hikmetlerinden faydalananlardan eyle bizi. Anlamını hakiki manada idrak edenlerden ve kalbine yerleştirenlerden eyle bizi.
***
Kur’an-ı Kerim’in ilk iki sayfasını tezhib sanatı ile süsleyen kişinin aklından farklı düşünceler geçiyordu:
İnsan hafızası için unutmanın bir gereklilik olduğu söylenir. Bulunduğumuz an ve geleceğimiz için gereksiz görünen bilgiler, bellek dışına ya da altına süpürülür. Böylece yeni bilgi ve anılara yer açılır. Ancak, bu süpürme esnasında unutmak istemediğimiz bazı bilgilerin kaybolması da muhtemeldir. Hatırlamak istediklerimiz için yapılması gerekenler, temel olarak şöyle sıralanır: dikkati vermek ve tekrar etmek.
Dikkati vermek için zihnin sakinleşmesine ve özellikle de başlangıçta, tekrar etmek için bilginin kolaylaştırılmasına yani kodlanmasına ya da özetlenmesine ihtiyaç vardır. Bilginin kalıcı hale gelmesinde, tekrarın düzenli olması da büyük bir rol oynamaktadır. Fakat, bilgi ne kadar kalıcı olursa olsun, tekrarı bırakıldıktan sonra silikleşir ve doğru zaman ve yerlerde hatırlanmaktan uzaklaşır.
İşte, Kur’an-ı Kerim’in ilk iki sayfası yani Fatiha Suresi ve Bakara Suresi’nin ilk ayetleri. Sanki, Allah’ın kelamının ve insan olarak dünyada yapılması gerekenlerin bir özeti. Bilgiler detaylandırılmadan önce hazırlık evresi. Sanki, bu ayetlerin ilk sayfalarda olmasındaki hikmetlerinden biri, bilinen bütün başlangıçlarda hatırlanması gerektiğinin işareti. Her yeni günde, sohbette, ilişkide, niyette, işte, güçte ve daha nicesinde. Neden bu dünyadasın ve nasıl biri olmalısın sorularının cevabı. Özetle; ihlasla yapılan her ibadetin ve özellikle de bilinçle kılınan her namazın öğretici hali ve hafızaya katkısı hayret verici. Düşünerek samimi niyetle okuyana ve ibadet edene müjdeler olsun.
Ey Allahım! Bizi, hatırlaması gerekenleri, doğru yer ve zamanlarda, doğru şekilde hatırlayanlardan eyle. Kalplerimizi gereksiz ve faydasız bilgilerden, duygulardan ve düşüncelerden arındır. Emrettiğin üzere kulluk bilinciyle yaşayan ve kurtuluşa eren kullarından eyle.
Amin...