Nûr Sûresi 19. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ  ...

İnananlar arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الَّذِينَ kimselere
3 يُحِبُّونَ isteyenlere ح ب ب
4 أَنْ
5 تَشِيعَ yayılmasını ش ي ع
6 الْفَاحِشَةُ edepsizliğin ف ح ش
7 فِي içinde
8 الَّذِينَ
9 امَنُوا inananlar ا م ن
10 لَهُمْ vardır
11 عَذَابٌ bir azab ع ذ ب
12 أَلِيمٌ acıklı ا ل م
13 فِي
14 الدُّنْيَا dünyada د ن و
15 وَالْاخِرَةِ ve ahirette ا خ ر
16 وَاللَّهُ ve Allah
17 يَعْلَمُ bilir ع ل م
18 وَأَنْتُمْ ancak siz
19 لَا
20 تَعْلَمُونَ bilmezsiniz ع ل م
 
Hem Hz. Peygamber’in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe’nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye atıfta bulunmaktadır. Müslim’in (“Tevbe”, 56) genişçe rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 5. yılında (Benî Müstalik diye de anılan) Müreysî‘ seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi eşlerinden birini –bu defa Hz. Âişe’yi– yanına almıştı. Daha önce Peygamber eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine’ye yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş, epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe’nin kapalı mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce, “Farkettiklerinde beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi beni burada bulur” diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş, beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe olduğunu anlayınca “innâ lillâh...” diye seslenerek uyandırmış, devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. 
 
 Hadise bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak çirkin bir iftira ürettiler: Hz. Âişe ile Safvân arasında iffete aykırı bir olay yaşandığını söylediler ve bunu halk içinde yaymaya başladılar. Hz. Âişe Medine’ye gelince hastalanmış, bir ay kadar yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile iftira onun da kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber’den izin alıp baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı.
 
 Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile istişarede bulundu, hepsi Hz. Âişe’nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde bir şey söylememekle beraber “kadın kıtlığının bulunmadığını” ifade etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe’yi savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz. Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir’in evine geldi, burada aile arasında şu konuşma geçti:
 
 Hz. Peygamber:
 
 – “Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen mâsum isen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir günaha bulaştıysan Allah’tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf ederek Allah’a tövbe ederse O bağışlar.” 
 
 Bu sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşları kesilen Hz. Âişe, önce babasının, sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar “Biz Resûlullah’a karşı ne diyebiliriz?” deyince kendisi şöyle konuştu: “Öyle anlaşılıyor ki siz bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu biliyor, ancak ben size ‘yapmadım’ desem inanmayacaksınız, ‘yaptım’ desem inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf’un babasının durumuna benziyor, o şöyle demişti: “Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah’tır” (Yûsuf 12/18). Hz. Âişe bunları söyledikten sonra kırgın olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti. İşte tam bu sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, iftiracıların yüzünü karartan on âyet (11-20) nâzil oldu.
 
 “İftira kandan çetindir” diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanların içine sızmış bulunan bazı münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da mânevî getirisi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur. 
 
 19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 58-61
 
Riyazus Salihin, 235 Nolu Hadis
Abdulah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”
(Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 38, 60;Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17)

Riyazus Salihin, 242 Nolu Hadis
Ebû Hureyre  radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:
“Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter.”
(Müslim, Birr 72. Ayrıca bk. Buhârî, Mezâlim, 3; Ebû Dâvûd, Edeb 38; Tirmizî, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17)

Riyazus Salihin, 243 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:
“İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü halde, sabahleyin kalkıp:
Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım”, demesi, açık günahlardandır. Oysa o kişi, Rabbi kendisinin kötülüğünü örttüğü halde geceyi geçirmişti. Fakat o, Allah’ın örttüğünü açarak sabahlıyor.” 
(Buhârî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52)
 

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ 

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  اِنَّ nin ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُحِبُّونَ dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

يُحِبُّونَ  fiili  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

تَش۪يعَ  mansub muzari fiildir.  الْفَاحِشَةُ  fail olup lafzen merfûdur. 

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  فِي  harf-i ceriyle birlikte  تَش۪يعَ  fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنُوا dur. Îrabdan mahalli yoktur. 

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ  cümlesi  اِنَّ nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  عَذَابٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  اَل۪يمٌۙ  kelimesi  عَذَابٌun sıfatı olup merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فِي الدُّنْيَا  elif üzere mukadder kesra ile mecrur olup  عَذَابٌ’a mütealliktir.

الدُّنْيَا  kelimesi maksûr isimdir. Maksûr isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksûr isimler” denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir.  اَلْفَتَى - اَلْعَصَا  gibi.

Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْاٰخِرَةِ  atıf harfi  وَ ’la  الدُّنْيَا ’ya matuftur.


 وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. 

يَعْلَمُ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  يَعْلَمُ  damme ile merfû muzari fiildir, faili müstetir olup takdiri  هُوَ ’dir.

وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  اَنْتُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَعْلَمُونَ  fiili  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur.
 

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ 

 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilen ayet, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi formunda geldiği için sübut ve istimrar ifade eder.

İsm-i mevsûl  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tahkir içindir.

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Muzari fiilin gelmesi istimrara delalet eder. (Âşûr)

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  cümlesi, masdar teviliyle  يُحِبُّونَ  fiilinin mef’ûlü olarak nasb mahallindedir.

Masdar-ı müevvel müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Burada iman edenlerden murad, ya bütün insanlardır ve müminlerin zikri, insanlar arasında umde olmalarından dolayıdır. Ya da özellikle müminler kastedilmektedir. (Ebüssuûd)  

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , harfi-cer  ف۪ي  ile birlikte  تَش۪يعَ  fiiline mütealliktir. Sılası olan  اٰمَنُوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107) 

لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ  cümlesi,  اِنَّ ’nin haberidir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  لَهُمْ  mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muahhar mübteda olan  عَذَابٌ ’un nekre gelişi bu azabın tasavvur edilemez nitelikte olduğunu ve tahkirini ifade eder.

Nekre müsnedün ileyhin takdimi marifenin takdimine benzer. Ancak nekre ile ya cins ya da adet kasdedilir. Dolayısıyla bunun takdiminde cinsin veya adedin tahsisi veya tekidi kasdedilir. Bunu da siyak ve hal karinesi belirler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

اَل۪يمٌ , kelimesi  عَذَابٌ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ  ibaresindeki  فِي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla dünya ve ahiret hayatları, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ahirette dünyada uğrayacakları azabı tekid etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.

عَذَابٌ - اَل۪يمٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı îcab  sanatı vardır.

الَّذ۪ينَ ’lerin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 

Ayet-i kerimede haber olan  لَهُمْ  cümlesi, mübtedadan sonra gelmesi gerekirken hasr ifade edebilmek için mübteda olan  عَذَابٌ اَل۪يمٌ ’dan önce gelerek  لَهُمْ  maksûrun aleyhi,  عَذَابٌ اَل۪يمٌ ise maksûr olmuştur. Yani elem verici azabın onların işlemiş oldukları günaha göre tam tamına uygun olarak onlara özel olarak hazırlandığını ifade etmiştir. (Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Suresinin Meânî İlmi Açısından Tahlili)

Dünyadaki dayanılmaz azaptan murad, onlara uygulanan had cezası ile başlarına gelen dünyevî belalardır. (Ebüssuûd) 


 وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi formunda gelerek sübut ve istimrara işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsned ise muzari fiille gelerek teceddüt, hudûs, istimrar ve hükmü takviye ifade etmiştir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla  اللّٰهَ  isminde tecrîd sanatı vardır.

وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ  cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedin menfi muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliği sayesinde muhayyile harekete geçer ve konuyu anlamak kolaylaşır.

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur'an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

وَاللّٰهُ يَعْلَمُ  ve  اَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

يَعْلَمُ  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

يَعْلَمُ - لَا تَعْلَمُون  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.