اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | يَمْسَسْكُمْ | size dokunduysa |
|
3 | قَرْحٌ | bir yara |
|
4 | فَقَدْ | muhakkak |
|
5 | مَسَّ | dokunmuştu |
|
6 | الْقَوْمَ | o topluluğa da |
|
7 | قَرْحٌ | bir yara |
|
8 | مِثْلُهُ | benzeri |
|
9 | وَتِلْكَ | işte o |
|
10 | الْأَيَّامُ | günler |
|
11 | نُدَاوِلُهَا | biz onları çeviririz |
|
12 | بَيْنَ | arasında |
|
13 | النَّاسِ | insanlar |
|
14 | وَلِيَعْلَمَ | (bu) bilmesi içindir |
|
15 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
16 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
17 | امَنُوا | inanan(ları) |
|
18 | وَيَتَّخِذَ | ve edinmesi içindir |
|
19 | مِنْكُمْ | sizden |
|
20 | شُهَدَاءَ | şehidler (şahidler) |
|
21 | وَاللَّهُ | Allah |
|
22 | لَا |
|
|
23 | يُحِبُّ | sevmez |
|
24 | الظَّالِمِينَ | zalimleri |
|
“…ve uğrunda şehitleri olsun diye…”
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah’ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir. (Fizilal’il Kur’ân)
Karhun dışarıdan dokunan şeyden dolayı meydana gelen yara izidir. Kurh ise içeriden kaynaklanan yara izine denir. Bu ayette karh kurh olarak da kıraat edilmiştir. (Müfredat)
<style="text-align:>Nudâviluha kelimesinin kökü devele (دول) olup savaş, makam/nüfuz için kullanılır. Ayette döndürüp durmak manasındadır (Müfredat). Devlet, düvel (devletler) ve tedâvül (elden ele dolaşma) kelimeleri dilimize bu kökten geçmiştir. </style="text-align:>اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezmeder. يَمْسَسْكُمْ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. قَرْحٌ fail olup lafzen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
مَسَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْقَوْمَ mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. قَرْحٌ muahhar fail olup lafzen merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi قَرْحٌ ’un sıfatıdır. Muttasıl zamir هُۜ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ istînâfiyyedir. Veya itiraziyyedir. (Âşûr)
تِلْكَ işaret ismi mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. الْاَيَّامُ kelimesi işaret isminden bedeldir. نُدَاوِلُهَا mübtedanın haberidir.
نُدَاوِلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بَيْنَ mekân zarfı, نُدَاوِلُهَا fiiline müteallıktır. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
وَ atıf harfidir. لِ harfi, يَعْلَمَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte نُدَاوِلُهَا fiiline müteallıktır.
يَعْلَمَ mansub muzari fiilidir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَّخِذَ fiili atıf harfi وَ ’la يَعْلَمَ ’ye atfedilmiştir. Mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مِنْكُمْ car mecruru يَتَّخِذَ fiiline müteallıktır. شُهَدَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ itiraziyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.
Mübtedanın haberi لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi olup mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الظَّالِم۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Şart üslubundaki ilk cümle, faide-i haber talebî kelamdır.
Şart fiili müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam, cevap cümlesi ise müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Haber cümlesinin inşâ üslubuyla gelmesi, ifade açısından daha etkili bir yöntemdir.
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ cümlesiyle فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
مَسَّ - يَمْسَسْكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası, قَرْحٌ kelimesinin tekrarında cinas ve her iki grupta reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müslümanlar için sıkıntının dokunması, muzari fiil ile müşriklere sıkıntı dokunması mazi fiil ile ifade edilmiştir. Müşrikler daha önce yapılan Bedir Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardı. Müslümanlar da yeni girişip de mağlup gibi görünen ve birçok şehitlerin verildiği Uhud Savaşı’nda sıkıntıya girmişlerdi. Bu nedenle hal manasındaki muzari sıygası kullanılmıştır. (Âşûr)
Bir görüşe göre bu iki yaradan biri Uhud diğeri de Bedir Savaşı’ndadır.
O takdirde anlam şöyle olur: Eğer o müşrikler, Uhud Savaşı’nda size zayiat verdirmişlerse siz de Bedir Savaşı’nda onları büyük bir zayiata uğrattınız.
Ama onlar, yine de sizinle savaşmaktan geri durmadılar. Binaenaleyh zafiyet ve gevşeklik göstermemek daha çok size yaraşır. Çünkü onların Allah’tan ummadıkları uhrevî nimetleri siz umuyorsunuz.
Bir görüşe göre ise her iki yara da Uhud Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Nitekim Müslümanlar, Resulullah’ın (s.a.) emrine muhalefetten önce müşrikleri önemli bir zayiata uğratmış ve müşrik ordusunun sancaktarının da aralarında bulunduğu yirmi küsür kişiyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı. Özellikle süvarilerin büyük kısmını oklamışlardı. (Ebüssuûd)
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
وَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder. ذَ ٰلِكَ ile muşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kamil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, s. 190)
İşaret ismi تِلْكَ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Haber müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ [Bu günleri insanlar arasında evirip çeviriyoruz.] cümlesinde zamana isnad alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Günler değil, günlerin içindeki olaylar devri daim eder.
نُدَاوِلُهَا [Dönüp dolaştırıyoruz] tabiri, istiare-i tebeiyyedir. İnsanların başına gelen iyi veya kötü hallerin değişmesi; harekete, dönüp dolaşmaya benzetilmiştir. Câmi’; yaşanan olayların hep aynı olmayıp farklılaşması, değişikliktir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Günler anlamındaki الْاَيَّامُ kelimesi ile ayette zafer ve galibiyet zamanları kastedilmektedir. İbare, [Bunu devlet olarak insanlar arasında döndürürüz.] anlamında olup “Zaferin yüzünü bazen şunlardan yana bazen de bunlardan yana çeviririz.” demektir. (Keşşâf)
Bu söz, Hakk Teâlâ’nın, “Gevşemeyin, mahzun olmayın. Eeğer mümin iseniz, en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran Suresi, 139) ayetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenab-ı Hakk, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü bu yara ve bereler Müslümanlara isabet ettiği gibi bundan önce de aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi batıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harp konusunda bir gevşeklik izhar etmemişlerdi. Binaenaleyh elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evladır.
Cenab-ı Hakk şayet her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp müminlerin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise batıl olduğuna dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de İslam dininin gerçek olduğuna delalet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazen iman edenlere, bazen de kâfirlere musallat eder.
Rivayet edildiğine göre Ebu Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor hem de “Nerede İbn Ebi Kebşe (Hazreti Peygamber); nerede İbn Ebi Kuhâfe (Hz. Ebubekir) ve nerede İbnu’l Hattab (Hz. Ömer)?” diyordu. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Şu, Allah’ın Resulü, şu Ebubekir; ben Ömer de işte!” dedi. Buna karşılık Ebu Süfyan, “Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harp de (muzafferiyet), nöbetleşedir.” dedi. Buna mukabil, Hazreti Ömer, “Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi. Ebu Süfyan da “Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir…” dedi. (Fahreddin er-Râzî)
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
وَ ’la makabline atfedilen cümledeki لِ sebep bildiren masdar ve cer harfidir.
لِ ve müteakip cümle, masdar teviliyle نُدَاوِلُهَا fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel olan bu cümle, faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Sılası mazi fiil sıygasında fiil cümlesi olan müşterek ism-i mevsûl, لِيَعْلَمَ fiilinin mef’ûlüdür. Nasb mahallindeki mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
نُدَاوِلُهَا ’daki azamet zamirinden, لِيَعْلَمَ cümlesinde gaib zamire iltifat edilmiştir. Bu iltifat sanatındaki sır, Allah yolunda cihadın şanını yüceltmektir. (Safvetu't Tefasir)
شُهَدَٓاءَۜ ’nin nekre gelişi tazim ve nev için olabilir.
Allah iman edenleri zaten bilir. İman edenleri bize göstermek için söylemiştir. Mecazî isnaddır. Hüsn-ü ta’lil de diyebiliriz.
Burada sebebin adını müsebbebe vermek kabilinden bilmek, mecaz olarak temyiz ve tefrik yerine kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, imanda sebat edenleri diğerlerinden temyiz etmek için bunu yapmıştır. (Ebüssuûd)
“İlim” kelimesinin “malum (bilinen)”; “kudret” kelimesinin de “makdûr (güç yetirilen kudrete konu olan şey)” manasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Mesela bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın ilmidir.”; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın kudretidir.” denilir. Binaenaleyh yukarıda zikredilen her ayetin zahiri, Cenab-ı Hakk'ın ilminin teceddüt ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir. Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki bu ayetin tefsiri için şu izahlar yapılmıştır:
a) “İhlaslı olanı münafık olandan, mümini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için…”,
b) “Allah (dostları) bilsin diye…” Böylece Cenab-ı Hakk bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir.
c) “İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için…” Böylece “ilim” kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur.
d) “Bu vakıanın onlardan sudûr edeceğini bildiği gibi bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için…” Çünkü mücâzât ve mükâfat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp bizzat tahakkuk eden şeye göre olur.
“İlim (bilmek)” fiili bazen bir mef’ûl alır. Mesela, (Zeyd'i bildim) yani “Zeyd’in kendisini bildim ve tanıdım” denilmesi gibi. Bu fiil, bazen de iki mef’ûl alır. Mesela, “Zeyd'i, (cömert tanıdım)” denilmesi gibi. Bu ayette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat ayette ikinci mef’ûl hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: “Allah, iman edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye…” Yani günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslam’da sebatları ile iman ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmektir. Buradaki “ilim” fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef’ûl alan (ilk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mana, “Onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle Allah iman edenleri tanısın ve görsün diye…” yani “onların bizzat kendilerini tanısın diye…” şeklinde olur. Fakat ne var ki bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey yani “sabrın ortaya çıkması” ayette hazf edilmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Şühedâ ya şehidin çoğuludur. O takdirde mana, “sizden bazı insanlara şehit ikram etmek için…” olur. Bunlar Uhud şehitleridir.
Şühedâ ya da şahidin çoğuludur. Bu takdirde de mana “hak üzerinde sebat, sıkıntılara sabır ve metanetle tahammül eden veya başkaca sadakat kanıtları veren müminlerden adil şahitler edinmek ve kıyamet günü ümmetler hakkında şehadet etmelerini sağlamak için…” olur.
İki manadan hangisi olursa olsun, seçmek ve yaklaştırmak anlamlarını kapsayan ittihaz kelimesinin kullanılmasında onlar için apaçık bir teşrif ve tazim vardır. (Ebüssuûd)
“Şühedâ”, “Küremâ (Kerimler)” ve “Zürefâ (zarifler)” vezninde olup, “şehid” kelimesinin cem’idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere “şehit” denilir
İbnu’l Enbârî şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şehadet ederler. Binaenaleyh ‘şehid’ kelimesi, fe’îl vezninde olup mef’ûl (yani şahadet edilen) manasındadır.”
Şehitler, kıyamet gününde peygamberler ve sıddıklarla birlikte bulunacakları için “şüheda” diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, “İnsanlara karşı (gerçeğin) şahidleri olasınız diye…” buyurmuştur.
Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenab-ı Allah, “(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar.” (Nuh Suresi, 25) buyurmuştur. Burada da Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir. (Fahreddin er-Râzî)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
وَ itiraziyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esmayı bünyesinde toplayan اللّٰهَ ismiyle marife oluşu telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Menfi fiil cümlesi formunda gelen müsned, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de muzari fiil olması; hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Mütekellimin Allah Teâlâ olmasına rağmen lafza-i celâlin zikredilmesinde tecrîd ve kalbe korku salmak için tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
134. ayetteki وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ [Allah muhsinleri sever.] cümlesiyle bu ayettteki وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ cümlesi arasında mukabele vardır.
[Allah, zalimleri sevmez.] ifadesi, ayette zikredilen ta’lîllerden biriyle diğeri arasında bir ara cümledir; anlamı şudur: İmanda sebat eden, Allah yolunda cihat eden ve günahlarından temizlenen kişilerden olmayanları Allah sevmez. (Keşşâf)
Bu itiraz cümlesi, makablinin mefhûmunu hülasa olarak açıklar. Burada ifade edilen sevmemek, buğz etmekten kinayedir. Bunun zalimler hakkında olması, Allahu Teâlâ'nın, zalimlerin mukabillerini sevdiğine işarettir. (Ebüssuûd, Elmalılı)
Cenab-ı Hak, “Allah zalimleri sevmez.” buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.), buradaki zalimlerin, “Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13) ayetinden dolayı “müşrikler” manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade ayette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i itiraziye olmuş olur. Allah, imanda sebat etmeyen ve cihadda sabır göstermeyenleri sevmez.
Burada, Allahu Teâlâ'nın müminlere karşı kâfirleri bazen güçlendiriyor gibi görünmesi, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır. (Fahreddin er-Râzî)