27 Mayıs 2024
Âl-i İmrân Sûresi 133-140 (66. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Âl-i İmrân Sûresi 133. Ayet

وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ  ...


Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَسَارِعُوا ve koşun س ر ع
2 إِلَىٰ
3 مَغْفِرَةٍ bir bağışlanmaya غ ف ر
4 مِنْ -den
5 رَبِّكُمْ Rabbiniz- ر ب ب
6 وَجَنَّةٍ ve cennete ج ن ن
7 عَرْضُهَا genişliği ع ر ض
8 السَّمَاوَاتُ göklerle س م و
9 وَالْأَرْضُ ve yer kadar olan ا ر ض
10 أُعِدَّتْ hazırlanmış ع د د
11 لِلْمُتَّقِينَ korunanlar için و ق ي

Bu üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir.(Kur’ân Yolu,Diyanet Tefsiri)

Râzî tefsirinde nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.v.): "Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ


Fiil cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  

سَارِعُٓوا  fiili  نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.

اِلٰى مَغْفِرَةٍ  car mecruru  سَارِعُٓوا  fiiline müteallıktır.  

مِنْ رَبِّكُمْ  car mecruru  مَغْفِرَةٍ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

جَنَّةٍ  kelimesi atıf harfi وَ ’la  مَغْفِرَةٍ ’e atfedilmiştir.  

عَرْضُهَا  mübtedadır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. السَّمٰوَات  haberdir. 

الْاَرْضُ  kelimesi ise atıf harfi وَ ’la  السَّمٰوَاتُ ’ye atfedilmiştir.

سَارِعُٓوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  سرع dır. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.  

      

 اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ


Cümle  جَنَّةٍ  kelimesinin ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Fiil cümlesidir.  

اُعِدَّتْ  meçhul mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.  

لِلْمُتَّق۪ينَ  car mecruru  اُعِدَّتْ  fiiline müteallıktır.  اَلْمُتَّق۪ينَ ’nin cer alameti  ی ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

اَلْمُتَّق۪ينَ  sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftial babının ism-i failidir. İftial babının fael fiili  و , ي , ث  harflerinden biri olursa, fael fiili  ت  harfine çevrilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ


Ayet  لا تأكلوا  cümlesine veya önceki ayete  وَ ’la atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ  cümlesi  جَنَّةٍ  için sıfat olup müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sıfat cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

رَبِّكُمْ  izafetinde, Rabb ismine muzâfun ileyh olmasıyla  كُمْ  zamiri şeref kazanmıştır. Allah Teâlâ’nın onlara olan ikramını gösterir. (Ebüssuûd)


مَغْفِرَةٍ  ve  جَنَّةٍ  kelimelerinin nekre gelişi tazim ve nev ifade eder.( Âşûr)

السَّمٰوَاتُ  - الْاَرْضُۙ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

'وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ [Mağfirete koşun] ibaresinde koşmak kelimesi, çalışmak manasında istiaredir. Sevilen, arzu edilen bir şeye ulaşmak için yapılan bedensel gayret, çalışmak manasında  kullanılmıştır. 

“Koşuşun” emri, riba’dan (faiz) ve günahlardan bir an önce tövbe etmeye koşun, demektir. Bu şu şekilde izah edilir: Allahu Teâlâ, önce ribâyı yasaklamış, sonra da “Rabbinizin mağfiretine... koşuşun” buyurmuştur. İşte bu, bundan muradın, daha önce yasaklanan şeyi terk etmeye koşma olduğunu gösterir. Evla olan bu ifadeyi, daha önce de söylendiği gibi vacipleri eda edip bütün mahzurlu şeylerden tövbe edip uzak durma manasına hamletmektir. Çünkü burada “mağfiret” lafzı umumidir, onu tahsis etmeye imkân yoktur. (Fahreddin er-Râzî)

Bunlara vesile olan:

- İslam'a,

- ibadetlere,

- tövbe istiğfara

- ihlasa,

- cihada,

- bütün vecibelerin edasına ve bütün yasakların terkine koşun. (Ebüssuûd, Elmalılı, Âşûr)

Ayette, mağfiret söylenip mağfirete sebep olan ameller kastedildiği için sebep-müsebbep alakası ile mecaz-ı mürsel vardır.

Onun genişliği semavat ve arzdır, cümlesinde teşbih-i beliğ vardır.

Cennet için ikinci sıfat cümlesi olan  اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ [Müminler için hazırlanmıştır.] cümlesi 131. ayetteki اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَۚ cümlesinin mukabilidir. 

Mağfiret cennetten önce zikredilmiştir. Çünkü bir şey önce kirlerinden temizlenir sonra süslenir. Günahlarından arınmamış bir kimse cennete girmeye hak kazanamaz. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, Ebüssuûd) 

عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ  [Göklerin ve yerin genişliğinde] ifadesi, [Genişliği göklerle yerin genişliği kadardır. (Hadid Suresi, 21)] ayetinde olduğu gibi “göklerin ve yerin genişliği kadar geniş” demek olup cennetin çok geniş olduğunu anlatmaktadır. Burada cennet insanların bildiği en geniş ve en yaygın şeye benzetilerek anlatılmıştır. Cennetin genişlik açısından anlatılması ise normal olarak genişliğin mübalağaya “uzunluktan daha yakın” olması sebebiyledir (Keşşâf)

Abdullah İbn Abbas’tan (r.a.) rivayet olunduğuna göre: “Cennetin genişliği, birbirleriyle birleştirilmiş yedi gök ve yedi yer kadardır.” Bu ayet, “Cennetin halen mevcut ve bu âlemin dışında bulunduğuna” delildir. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)


Âl-i İmrân Sûresi 134. Ayet

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ  ...


Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ onlar ki
2 يُنْفِقُونَ infak ederler ن ف ق
3 فِي
4 السَّرَّاءِ bollukta س ر ر
5 وَالضَّرَّاءِ ve darlıkta ض ر ر
6 وَالْكَاظِمِينَ yutkunurlar ك ظ م
7 الْغَيْظَ öfke(lerin)i غ ي ظ
8 وَالْعَافِينَ ve affederler ع ف و
9 عَنِ
10 النَّاسِ insanları ن و س
11 وَاللَّهُ Allah da
12 يُحِبُّ sever ح ب ب
13 الْمُحْسِنِينَ güzel davrananları ح س ن

Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah’ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin bilincinde olmaktır… Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır… Allah’tan korkmak ve O’nun gözetimini idrak etmektir… Mal arzusundan, ihtiras köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir bilinçtir.

Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur’ân’ın akışı içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.

Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.

Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.

Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe, vicdan da huzura kavuşur.

Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri “sever”… Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.

Allah’ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade değildir. İfadeden öte bir gerçektir de…

Allah’ın sevdiği ve onların da Allah’ı sevdiği bir cemaat… Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu bir cemaat… Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir. (Fizilal’il Kur’ân)

 

Riyazus Salihin, 633 Nolu Hadis

İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarından Eşecc’e:

“Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu.

Müslim, Îmân 25, 26. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 149; Tirmizî, Birr 66; İbn; Mâce, Zühd 18

Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, gönderildiği kavim tarafından dövülüp yüzü kanatılan, bir taraftan yüzündeki kanı silen bir taraftan da “Ey Allah’ım, halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar” diyen bir peygamberi anlatması hâlâ gözlerimin önündedir.

Kâzımîn kelimesinin kökü kezame (كظم) olup nefesini tutmak demektir. Bu kökten olan kelimelerle sukût ve sessizlik de ifade edilir. Ayette de gelen kezmul gayz öfkesini yutmak demektir (Müfredat). Kâzım ismi bu köktendir. 

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ

 

İsim cümlesidir. اَلَّذ۪ين  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  اَلْمُتَّق۪ينَ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُنْفِقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يُنْفِقُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.  

فِي السَّرَّٓاءِ  car mecruru  يُنْفِقُونَ  fiiline müteallıktır.

الضَّرَّٓاءِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّرَّٓاءِ ’ye atfedilmiştir.  

الْكَاظِم۪ينَ  kelimesi  اَلَّذ۪ينَ ’ye matuf olup mecrurdur. Cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salimler ى  ile mecrur olurlar.   

الْغَيْظَ  ism-i fail olan  الْكَاظِم۪ينَ ’nin mef’ûlun bihidir.  

الْعَاف۪ينَ  ise atıf harfi  وَ ’la  الْكَاظِم۪ينَ ’ye matuftur.  

عَنِ النَّاسِ  car mecruru  الْعَاف۪ينَ’ye müteallıktır.      

      

 وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ


İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  

ٱللَّهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. Mübtedanın haberi  يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ   cümlesi haber olup mahallen merfûdur.

یُحِبُّ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.  

الْمُحْسِن۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُحْسِن۪ينَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  حسن’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.


اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ


Has ismi mevsûl  اَلَّذ۪ينَ  mahzuf mübtedanın haberi veya önceki ayetteki  لِلْمُتَّق۪ينَۙ  için sıfattır.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ cümlesi, mevsûlün, irabdan mahalli olmayan sılasıdır. Müphem yapısı nedeniyle mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Muttakilerin özelliklerinin infak etmek, öfkelerini yenmek ve insanları bağışlamak olarak sıralanması, infak etmenin darlıkta ve bollukta olmak üzere iki şeklinin bildirilmesi taksim sanatıdır.

اَلَّذ۪ينَ ’ye matuf olan  الْكَاظِم۪ينَ, ism-i faildir ve  الْغَيْظَ ’nın amilidir. İsm-i fail kalıbında olduğu için mef’ûl almıştır.

الْكَاظِم۪ينَ  kelimesi  الْعَاف۪ينَ ’ye veya  اَلَّذ۪ينَ’ye matuftur.

فِي السَّرَّٓاءِ  ibaresindeki  فِیۤ harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi  فِیۤ  harfinde zarfiyet anlamı vardır.  فِي السَّرَّٓاءِ  lafzına dâhil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur.  السَّرَّٓاءِ  [Rahatlık, bolluk]  içine bir şey konabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Bolluk ve zarfiyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır. 

السَّرَّٓاءِ  -  الضَّرَّٓاءِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

Bu kelimelerdeki tarif cins ifade eder. Her tür darlık ve bolluk halinde infak ederler.

يُنْفِقُونَ  [İnfak ederler], fiilinin mef’ûlünün söylenmemesi hem muhatapça malum olduğundan fazla sözden sakınmak için hem de faideyi çoğaltmak içindir. Kime, ne olursa olsun fark etmez. Onlar herkese her türlü infakı yaparlar. 

“Allah onları sever” buyurulmayıp “Muhsinleri sever” buyurulması tecrîddir. “Öfkelenmezler” denmeyip “Öfkelerini yutarlar” buyurulmuştur. Bu ifade, gazabın fıtri olduğunu, insanın normal özelliği olduğunu bildirir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatının heyecanıdır. Yani öfke demektir ki gazap (kızgınlık)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki herhalde gazabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut gazap (kızgınlık), istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız kalpte kalabilir. Bir de Allah’a gazap isnat edilir de gayz isnad edilmez. “Kezm = dolu bir kırbanın (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır” ki burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Elmalılı)

Ayette muttakilerin özelliklerinden bahsedilirken infakın bir eylem ve hareket gerektirmesi bakımından ve muttakilerin infaktaki sürekliliklerini ifade etmesi açısından muzari fiil kullanılmış sonra da insanın öfkesini yenmesi ve affedici olabilmesi için gerekli olan kararlılığı ve sabırlılığı ifade etmeye isimler daha uygun olduğu için ism-i faile geçiş yapılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları)


 وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ


وَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esmayı bünyesinde toplayan اللّٰهَ ismiyle marife oluşu telezzüz, teberrük ve teşvik ifade etmesi içindir.

Müspet mazi fiil cümlesi formunda gelen müsned, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye ve hudûs ifade eder.

Lafza-i celâlde tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr, Ebüssuûd,)

Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

الْمُحْسِن۪ينَ  kelimesinin başındaki  اَلْ  cins manasında ise bu, her tür iyiliği kapsar. Aynı zamanda burada söz konusu olan özelliklere sahip bulunanlar da girer. Eğer bu  اَلْ ahd içinse sadece burada söz konusu edilenlere işaret eder. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl, Fahreddin er-Râzî)

الْغَيْظَ -  يُحِبُّ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Peygamber Efendimiz ihsanı şöyle tefsir eder: “İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir, sen O’nu göremiyorsun ama O seni görüyor.” (Ebüssuûd)

Öfkeyi yutmak tabirinde istiare vardır.

Allah Teâlâ gayzı yutun demiş, hiç gayz duymayın dememiştir. İçimizde öfke olabilir, bu elde olmayan bir durum, bir duygudur. Önemli olan bunun davranışa dönüşmemesidir. 

Başkasına iyilik, ya ona fayda vermek veya ondan zararı gidermek suretiyle olur. Ona fayda vermek, ayetteki, “Onlar, bollukta ve darlıkta infak eden(lerdir)” kısmı ile ifade edilmiştir ki buna ilim infak etmek de girer. Bu da cahil insanlara ilim öğretmek ve sapkınları doğru yola çekmekle olur. Yine bu ifadenin içine, çeşitli hayır ve ibadet yollarında mal infak etme de girer. Başkasından zararı gidermek ya dünyevî olur ki bu, kötülüğe kötülükle karşılık vermemekle olur. Ayetteki, “Öfkelerini yutan(lar)” kısmı ile ifade edilen budur. Yahut zararı giderme uhrevî olur ki bu, insanın zimmetinin, ahirette çeşitli hesaplardan beri olmasıdır. Bu da “İnsanları affedenlerdir.” tabiri ile kastedilen husustur. Binaenaleyh bu ayet, bu bakımdan başkalarına iyilik yapmanın bütün yollarını göstermektedir. Bu üç şey, başkasına iyilik etmede müşterek olduğu için Cenab-ı Hakk üçünün sevabını, “Allah iyilik edenleri sever.” buyurarak ifade etmiştir. Çünkü Allah’ın, kullarını sevmesi, her türlü mükâfat derecelerini içine alır. (Fahreddin er-Râzî)


Âl-i İmrân Sûresi 135. Ayet

وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ  ...


Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالَّذِينَ ve onlar
2 إِذَا zaman
3 فَعَلُوا yaptıkları ف ع ل
4 فَاحِشَةً bir kötülük ف ح ش
5 أَوْ ya da
6 ظَلَمُوا zulmettikleri ظ ل م
7 أَنْفُسَهُمْ nefislerine ن ف س
8 ذَكَرُوا hatırlayarak ذ ك ر
9 اللَّهَ Allah’ı
10 فَاسْتَغْفَرُوا bağışlanmasını dilerler غ ف ر
11 لِذُنُوبِهِمْ günahlarının ذ ن ب
12 وَمَنْ ve kim
13 يَغْفِرُ bağışlayabilir غ ف ر
14 الذُّنُوبَ günahları ذ ن ب
15 إِلَّا başka
16 اللَّهُ Allah’tan
17 وَلَمْ
18 يُصِرُّوا ve onlar ısrar etmezler ص ر ر
19 عَلَىٰ
20 مَا şeylerde (hatalarında)
21 فَعَلُوا yaptıkları ف ع ل
22 وَهُمْ onlar
23 يَعْلَمُونَ bile bile ع ل م

Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.

Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan merhameti, şu özellikleri; “Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler.” müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük günah işleyenleri Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün mertebe olan “müttakiler” mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden ortaya çıkan; Allah’ı anmaları, günahlarından dolayı bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla… Diğer bir deyişle, Allah’a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O’na teslim oldukları sürece, O’nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin kuşatıcılığı içinde olacaklardır.

Evet, bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din insanı Allah’ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah’ı anıp O’nu unutmadığı, O’ndan bağışlanma dileyip O’na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.

Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.

Birtek şey istiyor ondan; Allah’ı unutacak şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını… Allah’ı andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.

İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin, ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah’ı unutmayıp sürekli andığı ve hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir. Rasûlullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: “İstiğfar eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da… (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid’den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve “Hasen bir hadistir” demiştir.) (Fizilal’il Kur’ân)

 

Riyazus Salihin, 1879 Nolu Hadis

Şeddâd İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir: Allâhumme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente, halaktenî ve ene ‘abdüke, ve ene ‘alâ ‘ahdike ve va‘dike m’esteta‘tü. Eûzü bike min şerri mâ sana‘tü, ebûü leke bi-ni‘metike ‘aleyye, ve ebûü bi-zenbî, fağfir lî fe-innehû lâ yağfirü’z-zünûbe illâ ente: Allahım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim.  Beni affet; şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur.”

Rasûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti: “Her kim, bu seyyidü’l-istiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” Buhârî, Daavât 2, 16. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100-101; Tirmizî, Daavât 15; Nesâî, İstiâze 57 

وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ 


Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ,  önceki ayetteki ism-i mevsûle atıf harfi  وَ’la atfedilmiştir. İsm-i mevsûlun sılası şart ve cevabıdır. 

اِذَا  şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.  

فَعَلُوا  cer mahallinde muzâfun ileyhtir.  فَعَلُوا  damme üzere mebni mazi fiildir.  Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.  فَاحِشَة  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

فَاحِشَة  zina gibi büyük günah, başkasına geçen; gıybet ve zulüm gibi günahlar, demektir. Burada  فَاحِشَةً  kelimesi, mahzûf bir kelimenin sıfatıdır.  فِعْلَةً فَاحِشَةً  [çirkin bir fiil] takdirindedir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an) 

اَوْ  atıf harfidir.  ظَلَمُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir.  Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.  

اَنْفُسَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Şartın cevabı  ذَكَرُوا اللّٰهَ ’dir.  ذَكَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.

اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

فَ  atıf harfidir.  اسْتَغْفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.  

لِذُنُوبِهِمْ  car mecruru  اسْتَغْفَرُوا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

              

وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ


وَ  itiraziyyedir. Haliyye olması da caizdir.  

مَنْ  istifham ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur.

يَغْفِرُ   fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.  الذُّنُوبَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

اِلَّا  hasr edatıdır.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  يَغْفِرُ  fiilindeki gizli zamirden bedeldir.

     

وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يُصِرُّوا  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur. 

مَا  müşterek ism-i mevsûl,  عَلٰى  harf-i ceriyle birlikte  يُصِرُّوا  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  فَعَلُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur. 

فَعَلُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَ  haliyyedir. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  

يَعْلَمُونَ  fiili haber olarak mahallen merfûdur. Merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَهُمْ يَعْلَمُونَ  cümlesi,  لَمْ يُصِرُّوا  [Israr etmezler] fiilinin failinden haldir. Onlar yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilir ve günahlarını hatırlayarak onlardan tövbe ederler. Çünkü bir işin haram olduğunu bilmeyenler bazen mazur sayılabilirler. Fakat haram olduğunu bilenler, bile bile yaptıkları o işten dolayı kesinlikle mazur sayılmazlar. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ 


وَ  atıftır.  الَّذ۪ينَ  önceki ayetteki ism-i mevsûle matuftur. Sıla cümlesi şart üslûbunda haberî isnaddır.

Şart fiili olan  فَعَلُوا, müstakbel şart manalı zaman zarfı  إِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Yine mazi fiil sıygasında, aynı üslupla gelen  ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ  cümlesi şart fiiline tezayüf sebebiyle atfedilmiştir. 

Şartın cevabı  ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip de faide-i haber ibtidaî kelamdır.

 اسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ  cümlesi  فَ  ile cevap cümlesine atfedilmiştir. 

Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle bildirilmesi, onlara tazim ifade eder. Mevsûlde tevcih sanatı vardır. 

فَاحِشَةً - ظَلَمُٓوا - لِذُنُوبِهِمْۖ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah lafzının zikri tecrîd sanatıdır.

Allahu Teâlâ, cennetin muttakiler için hazırlandığını bildirince muttakilerin iki kısma ayrıldığını da beyan etmiştir: Birincisi, taat ve ibadete yönelen kimselerdir ki Hakk Teâlâ onları, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden kimseler olarak tavsif etmiştir. İkincisi, günah işleyip de sonra tövbekâr olanlardır. Allahu Teâlâ böylece bu topluluğun da, birincisi gibi muttakilerden olduğunu beyan etmiştir. Çünkü günahkâr, günahından tövbe ettiği zaman durumu, Allah katında bir makam ile ikrama müstehak olmada, hiç günah işlememiş olan bir kimsenin durumu gibidir. Allahu Teâlâ, insanı önceki ayette başkalarına iyilik etmeye; bu ayette de kendisine iyilik etmeye teşvik etmiştir. Çünkü günahkâr tövbe ettiği zaman kendisine iyilik yapmış olur. (Fahreddin er-Râzî)


وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ


وَ  itiraziyye veya haliyyedir. İstifham harfi  مَنْ , mübtedadır. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnad olmasına rağmen haber manalıdır.

İsim cümlesi formunda gelerek sübut ifade eden terkibin müsnedinin, muzari fiil sıygasında cümle olması hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.

İstifham üslubunda olmasına karşın, soru manası taşımayıp nefy anlamına gelmesi sebebiyle cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

İstifham harfi  مَنْ  bu cümlede nefy manasında olup istisna harfi  اِلَّا  ile kasr oluşturmuştur.  يَغْفِرُ ,اللّٰهُۖ  fiilindeki gizli fail zamirinden bedeldir. Kasr, fiille bedel arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Günahları affedecek olan, Allah’tır. O’ndan başka mağfiret edici yoktur.

Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi ve tekrarlanması korkuyu ve ikazı artırmak içindir. Bu cümledeki Allah isminde de tecrîd sanatı vardır.

اسْتَغْفَرُوا - يَغْفِرُ  kelimeleri arasında iştikak cinası vardır. Hal ve bedel cümlenin anlamını kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.

Bu ayette geçen  وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ  cümlesi itiraziyye cümlesidir. Günahların sadece Allah tarafından bağışlanacağı tenbih edilmektedir. (Kanatbek Orozobekov, Arap Dilinde Cümle-i Mu’terize ve Kur’an-ı Kerim’den Seçme Örnekler, Fahreddin er-Râzî, Âşûr, Ebüssuûd,)


وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

 

Cümle  وَ ’la cevap cümlesine atfedilmiştir. Bu cümlenin hal olması da caizdir.

Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır. Mecrur mahalde olup  يُصِرُّوا  fiiline müteallık olan müşterek ismi mevsûl  مَا ’da tevcih sanatı vardır. Sılası müspet mazi fiil sıygasındaki  فَعَلُوا  cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اللّٰهُۖ - الذُّنُوبَ  -  فَعَلُوا  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 

Ayetin son cümlesi hal وَ’yla gelmiş isim cümlesi  وَهُمْ يَعْلَمُونَ, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eder. Müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiildeki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi uyarılarak dikkati celbedilir. 

Hal cümlesi ıtnâb sanatıdır.

Bir hata bir günah işlemek bizi umutsuzluğa düşürmemeli, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. Ancak o günahta ısrar etmemeli, hemen tövbe etmeliyiz.

Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur

“İstiğfar eden kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz; velev ki bir günde yetmiş kere dönsün. Ve istiğfar ile, büyük günah vasfı kalmaz ve ısrar edilen bir günah da küçük olarak kalmaz.” (Ebüssuûd)

يَعْلَمُونَ  [Bilirler] fiilinin iki mef’ûlü mahzuftur, manayı çoğaltmak için böyle gelmiştir.

وَهُمْ يَعْلَمُونَ  [Bile bile] ifadesi,  يُصِرُّوا  fiilinden haldir. Israr etmedeki olumsuzluk ise her iki günaha da yöneliktir yani “Çirkin olduğunu, Allah’ın onu yasakladığını ve ona karşı azap tehdidinde bulunduğunu bile bile günahlarda ısrar edenlerden olmazlar.” demektir. Zira bir fiilin çirkin olduğunu bilmeyen kimse onu işlediğinde mazur olabilir. Bu ayetler iman edenlerin; muttaki, tövbekâr ve ısrarcı olmak üzere üç grup olduklarını; bunlardan ısrarcıların değil, sadece muttaki ve tövbekârların cennete gireceğini kesin bir ifade ile beyan etmektedir. Buna aykırı düşüncede olan biri aklına karşı direnmiş ve Rabbine karşı gelmiş olur. (Keşşâf)
Âl-i İmrân Sûresi 136. Ayet

اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ  ...


İşte onların mükâfatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedî kalacaklardır. (Allah yolunda) çalışanların mükâfatı ne güzeldir!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أُولَٰئِكَ işte
2 جَزَاؤُهُمْ onların mükafatı ج ز ي
3 مَغْفِرَةٌ bağışlanma غ ف ر
4 مِنْ tarafından
5 رَبِّهِمْ Rableri ر ب ب
6 وَجَنَّاتٌ ve cennetlerdir ج ن ن
7 تَجْرِي akan ج ر ي
8 مِنْ
9 تَحْتِهَا altlarından ت ح ت
10 الْأَنْهَارُ ırmaklar ن ه ر
11 خَالِدِينَ sürekli kalırlar خ ل د
12 فِيهَا içinde
13 وَنِعْمَ ve ne güzeldir ن ع م
14 أَجْرُ ücreti ا ج ر
15 الْعَامِلِينَ çalışanların ع م ل

Onlar günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine düşeni yaparlar. `…Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir…” Rablerinden bağışlanma… Allah’ın bağışlaması ve sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet… Burada hem ruhun derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.

Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi… Konunun başında değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah’a dönüp O’nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah’a, O’nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık yapar, O’nun için savaşır ve O’nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla, Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah’a döndürmemekten kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, “Bu işte bize bir çıkar var mı?” diye sormaları, bazısının “Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik” demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz konusudur.

Kur’ân-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir. (Fizilal’il Kur’ân)

اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ


İsim cümlesidir. İsm-i işaret olan  اُو۬لٰٓئِكَ  birinci mübteda olarak mahallen merfûdur.  

جَزَٓاؤُ۬هُمْ  ikinci mübtedadır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مَغْفِرَةٌ  ise  جَزَٓاؤُ۬هُمْ  kelimesinin haberidir.

جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ  cümlesi birinci mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  

مِنْ رَبِّهِمْ  car mecruru  مَغْفِرَةٌ ‘un mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

جَنَّاتٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  مَغْفِرَةٌ ’e atfedilmiştir.

تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ  cümlesi  جَنَّاتٌ kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.  تَجْرِي fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

مِنْ تَحْتِهَا  car mecruru,  تَجْرِي  fiiline müteallıktır.  الْاَنْهَارُ  kelimesi,  تَجْرِي  fiilinin failidir. 

خَالِد۪ينَ  hal olup mansubtur. Nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي ile nasb olurlar.  

ف۪يهَا  car mecruru  خَالِد۪ينَ’ye müteallıktır.           


 وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ


وَ  istînâfiyyedir.  نِعْمَ  camid fiildir. Medih fiillerindendir.  اَجْرُ  kelimesi  نِعْمَ ’nin failidir. نِعْمَ  fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri;  الجنّة  şeklindedir.

الْعَامِل۪ينَ  muzâfun ileyh olup cer alameti ى’dir. Cemi müzekker salimler harfle irablanırlar.

الْعَامِل۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  عمل  fiilinin ism-i failidir.

اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ


Ayet fasılla gelmiştir. İsm-i işaretin mübteda,  جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ  cümlesinin haber olduğu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedin uzağa mahsus işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenlerin yani müminlerin makamlarının ve faziletteki mertebelerinin yüceliğini göstermek içindir.

جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ  cümlesinde, müsnedün ileyhin izafetle marife olması az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur. İsme isnad edilmiş cümle sübut ifade eder.

تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ  cümlesi  مَغْفِرَةٌ’a matuf olan  جَنَّاتٌ  için sıfattır. 

خَالِد۪ينَ  haldir. Sıfat ve hal dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır.

رَبِّهِمْ  izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir. 

O sıfatları taşıyan insanların mükâfatları, Rablerinden büyük bir mağfirettir. “Rabb” unvanının  هِمْ zamirine izafe edilmesi, teşrif ve hükmün illet ve sebebini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

“Elde edilmek istenen (matlûb) şey ikidir: Birincisi, Cenab-ı Hakk’ın ikâbından emin olmak ki Allah buna ‘Rabb Teâlâ’dan bir bağışlanma’ ifadesiyle işaret etmiştir. İkincisi ise kullara mükâfaat vermesidir ki bu da ‘Altlarından ırmaklar akan cennetler ki (onlar) orada ebedi kalıcıdırlar.’ buyurmakla göstermiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, ‘(Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!’ diyerek onlar için meydana gelen şeyin bir mağfiret olduğunu ve cennetlerin de onların amellerinin bir mükâfatı ve karşılığı olduğunu beyan etmiştir.” Kâdi şöyle demiştir: “Bu ifade, ‘Mükâfat, Allah’ın bir lütfudur, insanların amellerine karşı verilmiş bir karşılık değildir.’ diyenlerin görüşünü iptal eder.” (Fahreddin er-Râzî)

Mükâfatlarının bağışlanma ve cennet olarak ayrıntılanması cem’ ma’at-taksim sanatıdır.

Cennet kelimesinin arkasından gelen تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ [Altından nehirler akar.] sözü orada otoritenin bu kişilere ait olduğunu ya da bahçenin en mükemmel şeklinin içinden suyu akan bahçeler olduğuna işaret eder. 


 وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ


وَ  istînâfiyyedir. Cümle gayr-ı talebî inşâî isnaddır. Nakıs  fiil  نِعْمَ ’nin faili  اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ , izafet terkibiyle gelerek az lafızla çok anlam ifade etmiştir.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Medh fiillerinden olan  نِعْمَ’nin mahsusu, mahzuftur. Cümlenin takdiri; نعم أجر العاملين ذلك  (Bunu yapanların mükâfatı ne güzeldir.) şeklindedir.  

اَجْرُ -  تَجْر۪ي  kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve  reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

Mükâfatın ücret olarak ifade edilmesi istiare-i temsiliyyedir. Mümin kul, ücretle çalışan bir işçiye benzetilmiştir. Câmi’, yaptığının karşılığını kesin alacak olmasıdır. İşçinin hakkını vermek işveren üzerine kesin bir yükümlülük olduğu gibi Cenab-ı Hakk da amel yapan kuluna sevap vermeyi aynı kesinlikte tekeffül etmiştir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Her iki kelime de aynı manada olup mükâfat anlamına geldiği için Allah Teâlâ, ayetin başında  جَزَٓاؤُ۬هُمْ  [bunların mükâfatı] buyurduktan sonra اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ  [amel sahiplerinin mükâfatı] buyurmuştur. Farklı kelime kullanılması, batıl görüş sahiplerinin iddialarının aksine ceza ve mükâfatın işlenen amele karşılık olarak hak edilmiş ve zorunlu bir son olduğunu kuvvetli bir şekilde ifade etmek içindir.  وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ  cümlesinde medhin mahsusu, mahzuf olup ibarenin sonunda düşünülebilecek  ذلك  lafzıdır yani [Amel sahiplerinin mükâfatı olarak ne güzeldir.] mağfiret ve cennetler. (Keşşâf)

العالمين’deki ال, ahd içindir. (Âşûr)

Bu cümle, hatadan sonra tövbe edenlere mahsus bir zeyl mahiyetindedir. Nasıl ki bundan önceki zeyl de daha öncekilere mahsus idi. Zaten iki zeylin mefhumu da iki sınıf arasındaki açık farkı ortaya koyar. (Ebüssuûd, Âşûr)


Âl-i İmrân Sûresi 137. Ayet

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ  ...


Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَدْ şüphesiz
2 خَلَتْ uygulanmıştır خ ل و
3 مِنْ
4 قَبْلِكُمْ sizden önce de ق ب ل
5 سُنَنٌ yasalar س ن ن
6 فَسِيرُوا dolaşın س ي ر
7 فِي
8 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
9 فَانْظُرُوا ve görün ن ظ ر
10 كَيْفَ nasıl ك ي ف
11 كَانَ olduğunu ك و ن
12 عَاقِبَةُ sonunun ع ق ب
13 الْمُكَذِّبِينَ yalanlayıcıların ك ذ ب

Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir’de elde edilen olağanüstü zaferden sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına gelenlerden sonra bazı müslümanlar, “Bu da nerden çıktı?”, “Müslüman olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?” demeye başlamışlardı.

Burada Kur’ân-ı kerim, müslümanları Allah’ın yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa, olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer ve üstünlük elde etmek için, başta Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek olmak üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri yeterli değildir.

Surenin akışının burada işaret edip bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların arındırılması için denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.

Bu kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya, zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de felakettir her zaman…

“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah’ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.”

“Bu Kur’ân insanlara yönelik bir açıklama takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.”

Kuşkusuz Kur’ân, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar. Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm’dan önce- bu derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur’ân işte bu Arapları yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına yükseltmiştir.

Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah’a döneceği gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı, değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.

“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti.”

Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir. Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah’ın dilemesiyle aynısı sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz size de uygulanacaktır.

“…Yeryüzünü geziniz…”

Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.

“…Allah’ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz.”

Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir. Kur’ân-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu.

(Fizilal’il Kur’ân)

 

Sünen, takip edilen yol manasına gelen sünnet kelimesinin çoğuludur. Peygamberimizin sünneti de bu manayadır. Buradaki maksat, yalanlayanların başına gelen olaylardır. (Sabuni)

Sîrû kelimesinin kökü seyera (سير) olup manası yeryüzünde gitmektir (Müfredat). Seyir (yolculuk, bir rotayı takip etme), mesire (gezilen yer), seyyar (gezgin), seyran (geziş), sîret (yürüyüş, menkıbe, hayat hikayesi), siyer (sîretler) kelimeleri bu köktendir. 

Ayette geçen ‘yeryüzünde dolaşın’ ifadesini alimler değişik yorumlamışlardır. Bazıları ayetin yeryüzünde bedenle dolaşmaya teşvik ettiğini söylerken bazıları ayetin düşünceyi çalıştırmaya veya onun gereğini yapmaya teşvik ettiğini söylemektedir. Sîret ister doğuştan, ister sonradan elde edilmiş olsun, insan ve onun dışındakilerin üzerinde oldukları hale denir. Bu anlamda ‘falan kişinin iyi bir sîreti vardır’ denir. (Müfredat) 

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ


Fiil cümlesidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  

خَلَتْ  fiili iki sakin harfin birleşmesi dolayısıyla hazfedilmiş bir elif üzerine mukadder fetha üzerine mebni mazi fiildir.   تۡ  te’nis alametidir.

مِنْ قَبْلِكُمْ  car mecruru  خَلَتْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

سُنَنٌ  fail olup lafzen merfûdur.

  

فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri;  إن شككتم فسيروا (Şüphelenirseniz yürüyün, gidin…) şeklindedir.  

س۪يرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  س۪يرُوا  fiiline müteallıktır.

فَ  atıf harfidir.  انْظُرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

كَيْفَ كَانَ  cümlesi  انْظُرُوا  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

كَيْفَ  istifham ismi,  كَانَ ’nin mukaddem haberidir.  عَاقِبَةُ  ise  كَانَ ’nin muahhar ismi olup merfudur.  

الْمُكَذِّب۪ينَ  muzâfun ileyh olup cer alameti  ى ’dir. Cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. الْمُكَذِّب۪ين  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ

 

Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelmiş cümle tahkik harfi  قَدْ  ile tekid edilmiştir.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  مِنْ قَبْلِكُمْ, müsnedün ileyh olan  سُنَنٌۙ ’e, konudaki önemine binaen takdim edilmiştir.  سُنَنٌۙ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ  [Sizden önce bir takım vakalar geçti.] cümlesinde umum söylenmiş husus kastedilmiştir.  سُنَنٌۙ  kelimesi umum, yalanlayanların başına gelen olaylar, husustur. 

[Geçti] fiilinin سُنَنٌۙ  kelimesine isnadı, mecazidir. Geçen, olaylar değil olayların yaşandığı zamandır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Bundan önce istikamet ve salahın unsurları açıklandıktan ve necat ile felahın mukaddimeleri sıralandıktan sonra burada kıssanın geri kalanının tafsiline dönülmektedir.

Sünnetlerden murad olaylar, vakıalardır.

Bir görüşe göre de ümmetlerdir. Yani sizden yahut sizin zamanınızdan önce hakkı tekzib eden ümmetler hakkında Allah’ın icra ettiği birçok olaylar geçti. (Ebüssuûd,  Âşûr)

Bundan muradın, “Allah'ın gerek kâfir gerekse müminler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mümine ne de kâfire kalır. Ancak mümin için geriye ölümünden sonra dünyada güzel bir övgü, ahirette de bol mükâfaat; kâfir içinse dünyada lanet, ahirette de şiddetli bir azap kalır.” şeklinde olduğu söylenmiştir.  (Fahreddin er-Râzî)


فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ


Cümleye dâhil olan  فَ, rabıtadır. Şart  cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri; … إن شككتم فسيروا  [Eğer şüphe ediyorsanız, gezin…] olabilir. 

“Geziniz” emri, mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade eder. (Elmalılı)

Cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Yine aynı üslupla gelen …فَانْظُرُوا كَيْفَ , cevap cümlesine  فَ  ile atfedilmiştir. Cihet-i câmia tezayüftür. Bu cümlenin mef’ûlü, istifham üslubunda talebî inşâî isnad olan  كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ  cümlesidir. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru anlamı dışında, tehdit ve azarlama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

كَانَ ’nin dâhil olduğu isim cümlesi formundaki terkipte takdim-tehir sanatı vardır.   كيف  istifham ismi  كَانَ’nin mukaddem haberidir,  كَانَ ,عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ’nin muahhar ismidir.  İsim cümleleri sübut ifade eder.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip ise talebî inşâî isnaddır. 

الْمُكَذِّب۪ينَ  [yalancılar] peygamberleri inkâr eden kavimlerden kinayedir.

[Gerçek şu ki sizden önce birtakım (helak) uygulamalar(ı)] yani Allah’ın tarihte peygamberleri yalanlayanlara verdiği musibet uygulamaları [gelip geçti.] (Keşşâf)


Âl-i İmrân Sûresi 138. Ayet

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ  ...


Bu (Kur’an), insanlar için bir açıklama, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 هَٰذَا bu
2 بَيَانٌ bir açıklamadır ب ي ن
3 لِلنَّاسِ insanlara ن و س
4 وَهُدًى ve yol göstermedir ه د ي
5 وَمَوْعِظَةٌ ve öğüttür و ع ظ
6 لِلْمُتَّقِينَ korunanlara و ق ي

Bu, bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve şayet şu yol gösterici açıklama olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete ulaşamazlardı. Çünkü hidayet; uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel bir grup buradaki hidayeti algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan yararlanıp hidayete ulaşabilir. Bunlar “Müttakîler” grubudur…

Hidayete açık olan bir mümin kalpten başkası, yol gösterici söze gereken dikkati göstermez. Bu üstün öğütten, hidayet için çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi kalpler yararlanabilir ancak… İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd ettikleri çok az vaki olmuştur. Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik nedeniyle uzun açıklamalara ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı eğilimleri ve hakk yolu seçme istekleri hep eksik olmuştur. 

Hakkı isteme ve onun yolunu seçme gücü imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi onu takvadan başkası da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık Kur’ân’da tekrarlanması bu yüzdendir. Bu Kitap’ta yer alan hakk, hidayet, nur, öğüt ve ibret… Evet bunların tümünün müminler ve müttakiler için olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve nuru seçmeyi öğüt ve ibretten yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı kalbe süslü gösteren bunlardır. (Fizilal’il Kur’ân)

 

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  هٰذَا  mübteda olarak mahallen merfûdur.  بَيَانٌ  haber olup lafzen merfûdur. 

لِلنَّاسِ  car mecruru  بَيَانٌ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. 

 هُدًى وَمَوْعِظَةٌ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  بَيَانٌ ’e atfedilmiştir.  

لِلْمُتَّقِينَ  car mecruru  هُدًى  veya  مَوْعِظَةٌ  kelimesine müteallıktır.

اَلْمُتَّق۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftial babının ism-i failidir. İftial babının fael fiili  و ,ي ,ث  harflerinden biri olursa fael fiili  ت  harfine çevrilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Yüce Allah olan olayları, anlatılan kıssaları açıklanan hakikatleri yakınlık ifade eden  هٰذَا  َism-i işaretiyle gösteriyor ve  ها َ tenbih harfiyle uyarıyor, ikaz ediyor: Ha; dikkat edin, uyanık olun, aklınızı başınıza alın, gafletten uyanın diyor. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ

 

Fasılla gelen ayet isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bu ayette  هٰذَا  ile açıklamalara işaret edilmiştir. Müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesi, işaret edilene tazim ifade etmek içindir. Böylece  açıklamanın önemine dikkat çekilmiştir.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

Ayette, önceki ayetteki muhatap zamirden gaib zamire iltifat vardır.

هُدًى  ve  مَوْعِظَةٌ, habere tezayüf sebebiyle atfedilmiştir. Bu kelimelerdeki tenvin tazim ve kesret içindir.

لِلنَّاسِ ‘deki tarif, örfî istiğraktır. Mükellef olan insanlar kastedilmiştir.

Ayette cem’ ma’at-tefrik sanatı vardır. Bu ihtar, umum insanlara bir nevi beyan, yalnız muttakilere bir hidayet ve mevizedir. Muttaki olmayanlar mütenebbih olamazlar.

لِلنَّاسِ  [İnsanlar için] ifadesinden sonra مَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ  [Muttakilere mevizedir.] ifadesi tecrîddir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ  [Bu, insanlar için bir açıklama] yani onların yalanlamalarının kötü sonunu beyandır. Allah bu beyanıyla Mekkelileri, kendilerinden önce yaşamış olan yalanlayıcıların kötü sonları üzerinde düşünmeye ve onların helakını anlatan, görüp inceledikleri kalıntılardan ibret almaya teşvik etmektedir. 

هُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ  [Muttakiler için de bir hidayet ve nasihattir.] yani bu anlatılanlar yalanlayanlar için bir beyan ve uyarı olduğu gibi muttaki müminler için de ilave bir nasihat ve pekiştirmedir.  قَدْ خَلَتْ  ifadesi, imana ve güzel amel sahiplerini zikredilen mükâfatların hak edileceği şeyleri yapmaya yönlendirmek için bir ara cümle de olabilir. Bu durumda [bu bir açıklamadır] ifadesi de muttaki, tövbekâr ve ısrarcıların durumuna dair yapılan özet ve açıklamaya işaret olur. (Keşşâf)

Kelamın, tekzib ehli için beyan olması, takva ehline hidayet ve öğüt olmasına takdim edilmiştir. Amaç, tekzib ehline beyan olmak değil, fakat takva ehline hidayet ve öğüt olmaktır. Çünkü seleflerinin helak kalıntılarını görmeyi mümkün kılan haleflerin görünen halleridir. Hidayetin ziyadesi veya hidayetin aslı da bundan sonra gelir.

Hidayet ve nasihat, söz konusu beyana terettüb ettiği halde onların takva sahiplerine hasredilmesi, burada asıl maksadın hidayet ve öğüt olmasındandır. (Ebüssuûd)

Ayette, beyan, hidayet ve mevizenin muttakilere tahsis edilmesi, “Bunlardan istifade edenler, ancak muttakilerdir. Binaenaleyh bu hususlar, muttaki olmayanlar için yok gibidir.” anlamındadır. (Fahreddin er-Râzî)

“Beyan”, şüphe mevcut iken onu izale etmeyi ifade eden bir delalettir. Binaenaleyh fark, “beyan”ın, hangi manada olursa olsun, o manalar hakkında umum ifade etmesidir. “Hidayet”, bir kimseye, sapkınlık ve azgınlık yoluna uymasın diye, doğruluk yolunu izah etmek demektir. “Öğüt” ise din hakkında uygun olmayan şeylerden men etmeyi ifade eden bir kelamdır. Binaenaleyh netice olarak diyebiliriz ki beyan, altında iki nev’i bulunan bir cinstir: Birincisi, dini hususlarda uygun olan şeyleri yapmaya teşvik eden bir kelamdır. İkincisi ise dinî bakımdan yapılması uygun olmayan şeylerden men eden kelamdır. (Fahreddin er-Râzî)


Âl-i İmrân Sûresi 139. Ayet

وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ  ...


Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَا
2 تَهِنُوا gevşemeyin و ه ن
3 وَلَا
4 تَحْزَنُوا üzülmeyin ح ز ن
5 وَأَنْتُمُ mutlaka siz
6 الْأَعْلَوْنَ üstün geleceksiniz ع ل و
7 إِنْ eğer
8 كُنْتُمْ iseniz ك و ن
9 مُؤْمِنِينَ inanıyor ا م ن

Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide üstündür; çünkü, siz sadece Allah’a secde edersiniz. Onlarsa, O’nun yarattıkları şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah’ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa Allah’ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, topyekün insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü Allah’ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah’ın bir kanunudur. (Fizilal’il Kur’ân)

Tehinû kelimesinin kökü vehene (وهن) olup manası yaratılış veya ahlak yönünden zayıflık demektir.

(Müfredat) 

وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ


Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  

تَهِنُوا  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  

تَحْزَنُوا  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَ  haliyyedir. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  اَنْتُمُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  الْاَعْلَوْنَ  haberdir. Cemi müzekker salim olduğu için  و ’la merfû olmuştur.

الْاَعْلَوْنَ ’nin aslı اَعْلَيُونَ ’dir. Kesre ile damme arasını cem etmek dile ağır geldiğinden i’lal yapılmıştır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

اِنْ  iki muzari fiili cezmeden şart harfidir.  كُنتُم ’ün dâhil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.  تُمْ  muttasıl zamiri  كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri;  فلا تهنوا ولا تحزنوا (Gevşemeyin ve hüzünlenmeyin) şeklindedir.

مُؤْمِن۪ينَ  kelimesi كان ’nin haberidir. Nasb alameti  ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar. 

مُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. Sülâsîsi  أمن  fiilidir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.


وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ 

وَ  istînâfiye,  لَا  nahiyedir. Cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Aynı üsluptaki  وَلَا تَحْزَنُوا  cümlesi tezayüfle makabline atfedilmiştir. 

وَ’la gelen hal cümlesi  وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ, sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin  الْ  takısıyla marife oluşu bu vasfın kemâl derecede olduğunu ifade eder. 

Bu ilâhî kelam, müminleri cesaretlendir (teşci’ et)mekte, kalplerini kuvvetlendir (takviye et)mekte ve Uhud Savaşı’nda maruz kaldıkları zayiat (katl ve karh) dan dolayı onları teselli etmektedir.

Uhud Savaşı’nda muhacirlerden Hamza b. Abdülmuttalib, Resulullah’ın (s.a.) sancaktarı Mus’ab b. Umeyr (r.a.) ve halasının oğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Maz’ûn ve Utbe’nin azatlı kölesi Sa’d (r.a.) olmak üzere beş; Ensar’dan da yetmiş sahabi şehid edilmişti.

Burada yapılan uyarı şudur: “Aldığınız yaralardan dolayı cihadda zafiyet ve gevşeklik göstermeyin ve sizden şehit edilenler için kendinizi sarsacak kadar üzüntüye kapılmayın.”

Bu cümle üç türlü tefsir edilebilir:

1- Son galibiyet sizindir. Çünkü seleflerinin hallerini gördüğünüz gibi onların sonu yok olmaktır. Şu halde bu, daha önce zımnen ifade edilen zafer ve galibiyet vaadinin sarih biçimde ortaya konmasıdır.

2- Şanları yüce olanlar sizsiniz. Çünkü siz hak üzeresiniz; sizin savaşınız Allah içindir ve sizin ölüleriniz cennettedir. Onlar ise batıl üzeredir; savaşları şeytan içindir ve ölüleri de cehennemdedir.

3- Sizin haliniz, onlarınkinden daha üstündür. Nitekim siz, Bedir’de, onlara Uhud’da uğradığınız zayiattan daha fazlasını verdirmiştiniz. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî)

Cenab-ı Hakk’ın, hitabı, “Cihada karşı gevşeklik göstermeyin ve zayıflamayın.” demektir. Bu fiilin (وهن) masdarının anlamı, zayıflık, güçsüzlük demektir. “(Sizden ölüp yaralananlar hakkında) mahzun olmayın.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Burda  وهن  (zayıflık, güçsüzlük), mecaz anlamındadır. (Âşûr)


اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ


Ayetin fasılası fasılla gelen müstenefedir. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Şart cümlesi  كان ’nin dâhil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şartın takdiri; …فلا تهنوا ولا تحزنوا  [gevşemeyin mahzun olmayın] olan cevap cümlesi mahzuftur. 

تَحْزَنُوا  [Üzülmekle]  تَهِنُوا  [gevşemek] arasında mürâat-ı nazîr vardır. 

Bu ayet inananlara hitap ettiği halde  اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ  ifadesinin gelmesi üstünlüğün inanma şartına bağlı olduğunun vurgulanması içindir. (Ömer Özbek, Arap Dili ve Belâgatı’nda Itnâb Üslûbu)

Şartın mazi fiille gelmesi, tariz ve kinaye içindir. 

Ayetin mefhum-u muhalifinden anlaşıldığı üzere “Eğer üzülüyor ve gevşiyorsanız gerçekten mümin değilsiniz.” demektir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Eğer siz gerçekten müminler iseniz galip gelecek olan sizsiniz, çünkü iman, mutlak surette galibiyet gerektirir. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî)

Uhud Harbi’nde müminlerin bir kısmı bozulunca o zaman düşman komutanlarından olan Halid b. Velid dağı tutmak istemiş, Resulullah da: “Sakın üzerimize yükselmesinler. Ey Allah’ım, bizim kuvvetimiz ancak Seninledir.” demişti. Bu ayet de o zaman indi diye rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud’dan sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslam ordusu da öyle olmuştur. (Elmalılı)


Âl-i İmrân Sûresi 140. Ayet

اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ  ...


Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنْ eğer
2 يَمْسَسْكُمْ size dokunduysa م س س
3 قَرْحٌ bir yara ق ر ح
4 فَقَدْ muhakkak
5 مَسَّ dokunmuştu م س س
6 الْقَوْمَ o topluluğa da ق و م
7 قَرْحٌ bir yara ق ر ح
8 مِثْلُهُ benzeri م ث ل
9 وَتِلْكَ işte o
10 الْأَيَّامُ günler ي و م
11 نُدَاوِلُهَا biz onları çeviririz د و ل
12 بَيْنَ arasında ب ي ن
13 النَّاسِ insanlar ن و س
14 وَلِيَعْلَمَ (bu) bilmesi içindir ع ل م
15 اللَّهُ Allah’ın
16 الَّذِينَ kimseleri
17 امَنُوا inanan(ları) ا م ن
18 وَيَتَّخِذَ ve edinmesi içindir ا خ ذ
19 مِنْكُمْ sizden
20 شُهَدَاءَ şehidler (şahidler) ش ه د
21 وَاللَّهُ Allah
22 لَا
23 يُحِبُّ sevmez ح ب ب
24 الظَّالِمِينَ zalimleri ظ ل م

“…ve uğrunda şehitleri olsun diye…”

Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah’ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir. (Fizilal’il Kur’ân) 

Karhun dışarıdan dokunan şeyden dolayı meydana gelen yara izidir. Kurh ise içeriden kaynaklanan yara izine denir. Bu ayette karh kurh olarak da kıraat edilmiştir. (Müfredat)

<style="text-align:>Nudâviluha kelimesinin kökü devele (دول) olup savaş, makam/nüfuz için kullanılır. Ayette döndürüp durmak manasındadır (Müfredat). Devlet, düvel (devletler) ve tedâvül (elden ele dolaşma) kelimeleri dilimize bu kökten geçmiştir. </style="text-align:>

اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ


اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  يَمْسَسْكُمْ  meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  قَرْحٌ  fail olup lafzen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.   

مَسَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  الْقَوْمَ  mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  قَرْحٌ  muahhar fail olup lafzen merfûdur. 

مِثْلُهُ  kelimesi  قَرْحٌ ’un sıfatıdır. Muttasıl zamir  هُۜ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  istînâfiyyedir. Veya itiraziyyedir. (Âşûr) 

تِلْكَ  işaret ismi mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.  الْاَيَّامُ  kelimesi işaret isminden bedeldir. نُدَاوِلُهَا  mübtedanın haberidir.  

نُدَاوِلُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن’dur. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  

بَيْنَ  mekân zarfı,  نُدَاوِلُهَا  fiiline müteallıktır.  النَّاسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.    

        

 وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ


وَ  atıf harfidir.  لِ  harfi,  يَعْلَمَ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harfi ile birlikte  نُدَاوِلُهَا  fiiline müteallıktır. 

يَعْلَمَ  mansub muzari fiilidir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. 

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

يَتَّخِذَ  fiili atıf harfi  وَ ’la  يَعْلَمَ ’ye atfedilmiştir. Mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  

مِنْكُمْ  car mecruru  يَتَّخِذَ  fiiline müteallıktır.  شُهَدَٓاءَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.      

      

وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ


İsim cümlesidir.  وَ  itiraziyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. 

Mübtedanın haberi  لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ  cümlesi olup mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  یُحِبُّ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.  الظَّالِم۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Şart üslubundaki ilk cümle, faide-i haber talebî kelamdır.

Şart fiili müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam, cevap cümlesi ise müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

Haber cümlesinin inşâ üslubuyla gelmesi, ifade açısından daha etkili bir yöntemdir.

اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ  cümlesiyle  فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

مَسَّ -  يَمْسَسْكُمْ  kelimeleri arasında iştikak cinası,  قَرْحٌ  kelimesinin tekrarında cinas ve her iki grupta reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Müslümanlar için sıkıntının dokunması, muzari fiil ile müşriklere sıkıntı dokunması mazi fiil ile ifade edilmiştir. Müşrikler daha önce yapılan Bedir Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardı. Müslümanlar da yeni girişip de mağlup gibi görünen ve birçok şehitlerin verildiği Uhud Savaşı’nda sıkıntıya girmişlerdi. Bu nedenle hal manasındaki muzari sıygası kullanılmıştır. (Âşûr)

Bir görüşe göre bu iki yaradan biri Uhud diğeri de Bedir Savaşı’ndadır.

O takdirde anlam şöyle olur: Eğer o müşrikler, Uhud Savaşı’nda size zayiat verdirmişlerse siz de Bedir Savaşı’nda onları büyük bir zayiata uğrattınız.

Ama onlar, yine de sizinle savaşmaktan geri durmadılar. Binaenaleyh zafiyet ve gevşeklik göstermemek daha çok size yaraşır. Çünkü onların Allah’tan ummadıkları uhrevî nimetleri siz umuyorsunuz.

Bir görüşe göre ise her iki yara da Uhud Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Nitekim Müslümanlar, Resulullah’ın (s.a.) emrine muhalefetten önce müşrikleri önemli bir zayiata uğratmış ve müşrik ordusunun sancaktarının da aralarında bulunduğu yirmi küsür kişiyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı. Özellikle süvarilerin büyük kısmını oklamışlardı. (Ebüssuûd)


وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ 


وَ  istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder.  ذَ ٰ⁠لِكَ  ile muşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kamil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, s. 190)

İşaret ismi تِلْكَ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

Haber müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ  [Bu günleri insanlar arasında evirip çeviriyoruz.] cümlesinde zamana isnad alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Günler değil, günlerin içindeki olaylar devri daim eder. 

نُدَاوِلُهَا  [Dönüp dolaştırıyoruz] tabiri, istiare-i tebeiyyedir. İnsanların başına gelen iyi veya kötü hallerin değişmesi; harekete, dönüp dolaşmaya benzetilmiştir. Câmi’; yaşanan olayların hep aynı olmayıp farklılaşması, değişikliktir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Günler anlamındaki  الْاَيَّامُ  kelimesi ile ayette zafer ve galibiyet zamanları kastedilmektedir. İbare, [Bunu devlet olarak insanlar arasında döndürürüz.] anlamında olup “Zaferin yüzünü bazen şunlardan yana bazen de bunlardan yana çeviririz.” demektir. (Keşşâf)

Bu söz, Hakk Teâlâ’nın, “Gevşemeyin, mahzun olmayın. Eeğer mümin iseniz, en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran Suresi, 139) ayetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenab-ı Hakk, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü bu yara ve bereler Müslümanlara isabet ettiği gibi bundan önce de aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi batıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harp konusunda bir gevşeklik izhar etmemişlerdi. Binaenaleyh elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evladır.

Cenab-ı Hakk şayet her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp müminlerin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise batıl olduğuna dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de İslam dininin gerçek olduğuna delalet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazen iman edenlere, bazen de kâfirlere musallat eder.  

Rivayet edildiğine göre Ebu Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor hem de “Nerede İbn Ebi Kebşe (Hazreti Peygamber); nerede İbn Ebi Kuhâfe (Hz.  Ebubekir) ve nerede İbnu’l Hattab (Hz. Ömer)?” diyordu. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Şu, Allah’ın Resulü, şu Ebubekir; ben Ömer de işte!” dedi. Buna karşılık Ebu Süfyan, “Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harp de (muzafferiyet), nöbetleşedir.” dedi. Buna mukabil, Hazreti Ömer, “Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi. Ebu Süfyan da “Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir…” dedi. (Fahreddin er-Râzî)


وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ

 

وَ ’la makabline atfedilen cümledeki  لِ  sebep bildiren masdar ve cer harfidir. 

لِ  ve müteakip cümle, masdar teviliyle  نُدَاوِلُهَا  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel olan bu cümle,  faide-i haber talebî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Cümlede  mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Sılası mazi fiil sıygasında fiil cümlesi olan müşterek ism-i mevsûl,  لِيَعْلَمَ  fiilinin mef’ûlüdür. Nasb mahallindeki mevsûlde tevcîh sanatı vardır.

نُدَاوِلُهَا ’daki azamet zamirinden,  لِيَعْلَمَ  cümlesinde gaib zamire iltifat edilmiştir. Bu iltifat sanatındaki sır,  Allah yolunda cihadın şanını yüceltmektir. (Safvetu't Tefasir)

شُهَدَٓاءَۜ ’nin nekre gelişi tazim ve nev için olabilir.

Allah iman edenleri zaten bilir. İman edenleri bize göstermek için söylemiştir. Mecazî isnaddır. Hüsn-ü ta’lil de diyebiliriz. 

Burada sebebin adını müsebbebe vermek kabilinden bilmek, mecaz olarak temyiz ve tefrik yerine kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, imanda sebat edenleri diğerlerinden temyiz etmek için bunu yapmıştır. (Ebüssuûd)

“İlim” kelimesinin “malum (bilinen)”; “kudret” kelimesinin de “makdûr (güç yetirilen kudrete konu olan şey)” manasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Mesela bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın ilmidir.”; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın kudretidir.” denilir. Binaenaleyh yukarıda zikredilen her ayetin zahiri, Cenab-ı Hakk'ın ilminin teceddüt ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir. Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki bu ayetin tefsiri için şu izahlar yapılmıştır:

a) “İhlaslı olanı münafık olandan, mümini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için…”,

b) “Allah (dostları) bilsin diye…” Böylece Cenab-ı Hakk bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir.

c) “İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için…” Böylece “ilim” kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur.

d) “Bu vakıanın onlardan sudûr edeceğini bildiği gibi bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için…” Çünkü mücâzât ve mükâfat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp bizzat tahakkuk eden şeye göre olur.

“İlim (bilmek)” fiili bazen bir mef’ûl alır. Mesela, (Zeyd'i bildim) yani “Zeyd’in kendisini bildim ve tanıdım” denilmesi gibi. Bu fiil, bazen de iki mef’ûl alır. Mesela, “Zeyd'i, (cömert tanıdım)” denilmesi gibi. Bu ayette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat ayette ikinci mef’ûl hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: “Allah, iman edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye…” Yani günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslam’da sebatları ile iman ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmektir. Buradaki “ilim” fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef’ûl alan (ilk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mana, “Onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle Allah iman edenleri tanısın ve görsün diye…” yani “onların bizzat kendilerini tanısın diye…” şeklinde olur. Fakat ne var ki bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey yani “sabrın ortaya çıkması” ayette hazf edilmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Şühedâ ya şehidin çoğuludur. O takdirde mana, “sizden bazı insanlara şehit ikram etmek için…” olur. Bunlar Uhud şehitleridir.

Şühedâ ya da şahidin çoğuludur. Bu takdirde de mana “hak üzerinde sebat, sıkıntılara sabır ve metanetle tahammül eden veya başkaca sadakat kanıtları veren müminlerden adil şahitler edinmek ve kıyamet günü ümmetler hakkında şehadet etmelerini sağlamak için…” olur.

İki manadan hangisi olursa olsun, seçmek ve yaklaştırmak anlamlarını kapsayan ittihaz kelimesinin kullanılmasında onlar için apaçık bir teşrif ve tazim vardır.  (Ebüssuûd)

“Şühedâ”, “Küremâ (Kerimler)” ve “Zürefâ (zarifler)” vezninde olup, “şehid” kelimesinin cem’idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere “şehit” denilir

İbnu’l Enbârî şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şehadet ederler. Binaenaleyh ‘şehid’ kelimesi, fe’îl vezninde olup mef’ûl (yani şahadet edilen) manasındadır.”

Şehitler, kıyamet gününde peygamberler ve sıddıklarla birlikte bulunacakları için “şüheda” diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, “İnsanlara karşı (gerçeğin) şahidleri olasınız diye…” buyurmuştur.

Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenab-ı Allah, “(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar.” (Nuh Suresi, 25) buyurmuştur. Burada da Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir. (Fahreddin er-Râzî)


وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ

 

وَ  itiraziyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esmayı bünyesinde toplayan اللّٰهَ ismiyle marife oluşu telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Menfi fiil cümlesi formunda gelen müsned, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de muzari fiil olması; hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Mütekellimin Allah Teâlâ olmasına rağmen lafza-i celâlin zikredilmesinde tecrîd ve kalbe korku salmak için tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

134. ayetteki  وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ  [Allah muhsinleri sever.] cümlesiyle bu ayettteki  وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ  cümlesi arasında mukabele vardır. 

[Allah, zalimleri sevmez.] ifadesi, ayette zikredilen ta’lîllerden biriyle diğeri arasında bir ara cümledir; anlamı şudur: İmanda sebat eden, Allah yolunda cihat eden ve günahlarından temizlenen kişilerden olmayanları Allah sevmez. (Keşşâf)

Bu itiraz cümlesi, makablinin mefhûmunu hülasa olarak açıklar. Burada ifade edilen sevmemek, buğz etmekten kinayedir. Bunun zalimler hakkında olması, Allahu Teâlâ'nın, zalimlerin mukabillerini sevdiğine işarettir. (Ebüssuûd, Elmalılı)

Cenab-ı Hak, “Allah zalimleri sevmez.” buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.), buradaki zalimlerin, “Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13) ayetinden dolayı “müşrikler” manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade ayette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i itiraziye olmuş olur.  Allah, imanda sebat etmeyen ve cihadda sabır göstermeyenleri sevmez.

Burada, Allahu Teâlâ'nın müminlere karşı kâfirleri bazen güçlendiriyor gibi görünmesi, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır. (Fahreddin er-Râzî)


Günün Mesajı
Takva sahipleri: Bollukta da darlıkta da infak ederler. Öfkelerini yener kötülük yapanları affederler. Büyük ya da küçük günah işlediklerinde ısrar etmez, tevbe istiğfar ederler.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Alemlerin Rabbi olan Allahım! Emrettiğin üzere gezdim, dolaştım. İbret almak niyetiyle zihnimi ve kalbimi açtım. Yarattığın dünyanın her köşesinde, bir denge olduğuna şahit oldum. Geçmişte yaşamışları andım. Kimisi hiçbir iz bırakmadan kaybolmuş gitmiş. Kimisi iz bırakmış ama izin sahibi aslında nasıl biri bilinmemiş. İzsiz gidenlerin sayısı, iz bırakanlardan daha fazlaymış. Geçmiştekilerin bizim kadar insan olduklarını unuttuğumuzu farkettim. Her gitmişin benim gibi bir bedeni, bir de nefsi varmış. İstekleri, hırsları, üzüntüleri, yanlış veya doğru seçimleri olmuş. Ancak dünyaya dair nesi varsa, hepsi geride kalmış ve adeta yeryüzünden silinmiş. Kendisini hatırlayan ve hatırlatanlar da kalmamış. Meğer dünya hayatı ne kadar yalanmış.

Neyi istememiz gerektiğini en güzel şekilde öğreten ve affetmeyi seven Allahım! Cennetine girmek için yarışan kullarından. Bollukta ve darlıkta, Senin rızan için harcayanlardan. Öfkesini yenenlerden. Nefsinin ayaklandırdığı duygu ve düşüncelere rağmen bilinçli kararlar alanlardan. Affetmesini bilenlerden ve Senin affına layık olanlardan. Dünyalık her işini ve ahiretlik her ibadetini, güzel yapanlardan. Yaptığı her yanlışın ardından Seni hatırlayıp affına sığınanlardan. Yanlışında ısrar etmektense, doğrularını arttırmaya çalışanlardan. Kur’ân-ı Kerim’in hidayet ve öğüt olduğu takva sahiplerinden olmamızı nasip et.

Amin. 

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji