اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَباً وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | كَفَرُوا | inkar eden |
|
4 | وَمَاتُوا | ve ölenler |
|
5 | وَهُمْ | ve onlar |
|
6 | كُفَّارٌ | kafir olarak |
|
7 | فَلَنْ |
|
|
8 | يُقْبَلَ | kabul edilmeyecektir |
|
9 | مِنْ | -nden |
|
10 | أَحَدِهِمْ | hiçbiri- |
|
11 | مِلْءُ | dolusu |
|
12 | الْأَرْضِ | dünya |
|
13 | ذَهَبًا | altın |
|
14 | وَلَوِ | ve olsa dahi |
|
15 | افْتَدَىٰ | fidye vermiş |
|
16 | بِهِ | onu |
|
17 | أُولَٰئِكَ | işte |
|
18 | لَهُمْ | onlar için vardır |
|
19 | عَذَابٌ | bir azab |
|
20 | أَلِيمٌ | acıklı |
|
21 | وَمَا | ve yoktur |
|
22 | لَهُمْ | onların |
|
23 | مِنْ | hiçbir |
|
24 | نَاصِرِينَ | yardımcıları |
|
Rasûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştu: “Kıyamet gününde Allah Teala Cehennem’de azabı en hafif birine: “Yeryüzünde ne varsa senin olsaydı, kurtulmak için onları verir miydin?” diye soracak. Adam “evet” diye cevap verecek. Bunun üzerine Allah Teala ona “Baban Adem’in sulbünde iken, Ben senden, bundan daha kolayını istedim. Allah’a hiçbirşeyi ortak koşmayacaksın diye senden söz aldım, ama sen Allah’a ortak koşmakta direttin” diyecektir. (Buhari, Enbiya 1, Rikak 49, 51; Müslim, Kıyamet 51)
(Kaynak: Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ - Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR)
Mele'e ملأ : مَلأ sözcüğü bir görüş üzerinde bir araya gelenlerdir. Gözleri, görüş ve duruşları itibarıyla, kalpleri saygınlık ve heybet yönünden dolduran ileri gelen topluluk demektir.
Bu kökten gelen مِلْءٌ lafzı dolu kabın aldığı miktardır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 40 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَباً وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, اِنَّ ’in ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا۟ ‘dur.
مَاتُوا۟ fiili atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمۡ mübteda olarak mahallen merfûdur. كُفَّارٌ haber olup lafzen merfûdur.
فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. فَ zaiddir. لَنْ ,muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. يُقْبَلَ meçhul mebni muzari fiildir. مِنْ اَحَدِ car mecruru يُقْبَلَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِلْءُ naib-i faildir. الْاَرْضِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. ذَهَبًا temyiz olup fetha ile mansubtur.
Bu ayette bulunan فَلَنْ يُقْبَلَ kavlindeki فَ harfi, bu cümlenin şart ve ceza cümlesi olarak geldiğini bildirmek içindir. Bu kimselerden fidyenin kabul edilmeme nedeni, bunların kâfir kimseler olarak ölmelerindendir. Daha önce geçen 90. ayetteki benzer ifadenin başında فَ harfinin yer almaması, cümlenin mübteda ve haber cümlesi olduğunu yani isim cümlesi olduğunu göstermek içindir. Onda sebep-sonuç ilişkisine dair hiçbir delil yoktur. Ayetteki ذَهَبًا kelimesi de temyizdir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl, Keşşâf)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ [Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya…] cümlesindeki وَ hal içindir. فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا [Fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir.] Ayette geçen مِلْءُ kelimesi “bir şeyi dolduran miktar” anlamına gelmektedir. ذَهَبًا [altın] kelimesi temyiz olarak mansubdur.
Temyiz iki çeşittir: Birincisi: اَحَد عَشَرَ دِرْهَمًا وَ عِشْرُونَ دِينَارًا (on bir dirhem, on iki dinar) örneklerinde olduğu üzere fertlere ait olanlar; ikincisi ise عِنْدِي مَلؤ زقِّ عَسَلاً (Bende bir tulum bal var.) örneğindeki gibi miktarlara ait olanlar. Temyizin mansub oluşu şöyle açıklanabilir: Temyizden önceki kelime marife/bilinen bir miktardır. Miktara konu olan şey ise meçhuldür. Marifeden sonra nekre geldiği için mansub olmuştur. Temyiz bilinmeyen şeyin ne olduğunu açıklamaktadır. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
وَ haliyyedir. لَوِ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. افْتَدٰى şart fiili olup elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
بِه car mecruru افْتَدٰى fiiline müteallıktır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri; فلن يقبل منه (Ondan asla kabul edilmez.) şeklindedir.
وَلَوِ افْتَدٰى بِه [Eğer fidye olarak verseydi.] ayetindeki وَ harfi tekid (pekiştirme) için getirilmiştir. عَلَيْكَ بِالصِدْقِ وَ اِنْ ضَرَّكَ (Sana zararı dokunsa da doğru söylemen gerekir.) sözünde olduğu gibi. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
افْتَدٰى fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi فدي’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. عَذَابٌ muahhar mübtedadır. أَلِیمٌ ise عَذَابٌ kelimesinin sıfatıdır.
وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
مِنْ harfi zaiddir. نَاصِر۪ينَ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. نَاصِر۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
Türkçemizdeki “himaye eden”, “kollayan”, “yardım eden” gibi kelimelerin karşılığı olan نَاصِرٌ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de نَاصِرُونَ ve اَنْصَارُ şeklinde iki farklı cemi kipi ile gelmektedir. Bunlardan cemi müzekker salim kipi ile gelen نَاصِرُونَ kelimesi sekiz yerde, cemi kıllet kipi ile gelen اَنْصَارُ kelimesi de on bir ayette geçmektedir.
نَاصِرُونَ ; Âl-i İmran, 3/22, 56, 91, 150; Nahl, 16/37; Ankebût, 29/25; Rûm, 30/29; Casiye, 45/34; اَنْصَارُ; Bakara, 2/270; Âl-i İmran, 3 /52, 192; Maide, 5/72; Nuh, 71/25; Tevbe, 9/100, 117; Saff, 61/14. (Abdurrahman Güney, Arap Dili Ve Belâgatı Açısından Kur’an’da Sözcüklerin Çoğul Halleri)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَباً وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ
İstînâf cümlesi fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkarî kelamdır.
اِنَّ’nin isminin arkadan gelecek olan habere işaret eden ism-i mevsûlle gelmesi, bahsedilen kişilerin bilinen bir grup olduğunu belirtmesi yanında bu kişilere tahkir ifade eder.
Müphem yapısı nedeniyle tevcih ihtiva eden mevsûlün sılası olan كَفَرُوا cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Akabindeki aynı üslupla gelen مَاتُوا cümlesi sılaya وَ ile atfedilmiştir.
Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ifade eden, faide-i haber ibtidaî kelam olan وَهُمْ كُفَّارٌ cümlesi, haldir. Hal, ıtnâb babındandır.
Cümlenin müsnedi, فَ karînesiyle gelmiş, mahzuf şartın cevabı olan لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْۚ cümlesidir. Faide-i haber talebî kelamdır. Menfi fiil cümlesi formunda gelmiştir.
Şart cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsnedin muzari fiil cümlesi formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm, ayrıca zem makamı olduğu için istimrar ifade eder.
لَنْ يُقْبَلَ fiili meçhul bina edilerek failin aşikâr olduğu bu durumda mef’ûle dikkat çekilmiştir.
اَحَدِهِمْ’e dahil olan مِنْ ‘hiç’ manasındadır.
كَفَرُوا - كُفَّارٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ cümlesinde وَ haliyye, لَوِ şartiyyedir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا [yer dolusu altın] mübalağanın gulüv türüdür. لَوِ harfi dolayısıyla makbul olmuştur.
Burada yardım edilmeyeceğinin sürekli ve ebedi oluşunu belirtmek için isim cümlesi gelmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder.
Neden ayetlerden birinde لَنْ تُقْبَلَ şeklinde فَ ’sız, öbüründe ise فَلَنْ يُقْبَلَ şeklinde فَ’lı olarak ifade edilmiştir? dersen, şöyle derim: فَ’lı ifadede açıklamanın şart ve ceza şeklinde yapılandığını, onlardan fidye kabul edilmemesinin sebebinin küfür üzere ölmeleri olduğu; فَ’sız ifadede ise cümle mübteda ve haber şeklinde yapılanıp (fidye kabul edilmemesinin) sebebine dair herhangi bir işaret içermemektedir. (Keşşâf)
Eğer kâfir kıyamet gününde yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye verme imkânı olsa ve bunu da yapsa bu ondan kabul edilmeyecek ve bunun kendisine faydası dokunmayacaktır. Zeccâc’a göre bu ayetin manası şudur: Dünyadayken kâfir kalarak bu kadar malı verseydi yine kabul edilmezdi. وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ [Eğer fidye olarak verseydi.] cümlesindeki وَ harfi tekid (pekiştirme) için getirilmiştir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedün ileyh olan اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi isim cümlesi formunda gelmiştir.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, tahkir ifade eder.
Haber olan لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Haberin takdimi kasr ifade eder. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade ederek azabın hakikatinin ancak Allah tarafından bilineceğine işaret eder.
اَل۪يمٌ sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.
عَذَابٌ - اَل۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Burada elim azabın sürekli ve ebedi oluşunu ifade etmek için isim cümlesi gelmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder.
Buna karşılık onlara büyük azap türleri içerisinden öylesine büyük bir azap vardır ki bu azabın künhünü Allah’tan başkası bilmez. (Keşşâf)
عذاب مؤلَم yerine عَذَابٌ اَل۪يمٌ gelmesi mübalağa için mecaz-ı mürseldir.
عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ ifadesindeki اَل۪يمٌۙ kelimesi ism-i fail kalıbındadır. İşârî olarak o öyle bir azap ki azap verirken kendisi bile acımaktadır, şeklinde düşünülebilir. اَل۪م kökünden gelen elem acı, ağrı; اَل۪يمٌۙ ise acı çektiren, elem veren demektir. Eğer burada elim acı duyan anlamına alınırsa bu azabın değil azap edilenin sıfatı olur. O takdirde ifadede mübalağa (manayı tekid) vardır.
وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
Makabline matuf son cümle menfi isim cümlesi formunda gelmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
Zaid harf مِنْ ve takdim olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir. Haberin takdimi kasr, müsnedün ileyh olan نَاصِر۪ينَ۟’nin nekre gelişi, taklîl ifade eder.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
Olumsuz cümledeki مِنْ ‘hiç’ anlamı verir.
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ [Onlara elim bir azap vardır.] Yani elem verici bir azap vardır. وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟ [Onların hiç yardımcıları yoktur.] Yani onlardan azabı kaldıracak, onların kınanmasını önleyecek kimse bulunmaz. Onların küfür üzerinde ısrarcı olmaları insanların mallarını alma amacına yöneliktir. Allah Teâlâ yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye olarak verseler dahi bunun kendilerine fayda vermeyeceğini bildirmiştir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)