وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَ | ve dediler ki |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | كَفَرُوا | inkar eden(ler) |
|
4 | لَا |
|
|
5 | تَأْتِينَا | bize gelmez |
|
6 | السَّاعَةُ | sa’at |
|
7 | قُلْ | de ki |
|
8 | بَلَىٰ | hayır |
|
9 | وَرَبِّي | Rabbim hakkı için |
|
10 | لَتَأْتِيَنَّكُمْ | o mutlaka size gelecektir |
|
11 | عَالِمِ | bilen |
|
12 | الْغَيْبِ | gaybı |
|
13 | لَا |
|
|
14 | يَعْزُبُ | gizli kalmaz |
|
15 | عَنْهُ | O’ndan |
|
16 | مِثْقَالُ | ağırlığınca |
|
17 | ذَرَّةٍ | zerre |
|
18 | فِي | olan |
|
19 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
20 | وَلَا | ne de |
|
21 | فِي | olan |
|
22 | الْأَرْضِ | yerde |
|
23 | وَلَا | ve yoktur |
|
24 | أَصْغَرُ | küçük |
|
25 | مِنْ |
|
|
26 | ذَٰلِكَ | bundan |
|
27 | وَلَا | ve yoktur |
|
28 | أَكْبَرُ | büyük |
|
29 | إِلَّا | ki olmasın |
|
30 | فِي |
|
|
31 | كِتَابٍ | bir Kitapta |
|
32 | مُبِينٍ | apaçık |
|
İlk âyette yüce Allah’ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve mânevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ’nın bilgisi dahilindedir (Taberî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404). Şu halde O’ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. “Ona yükselen” anlamına gelen cümlede “ilâ” değil “fî” edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: İlâ “sona ulaşma”yı, fî ise “içine girip nüfuz etme”yi ifade eder. 3. âyette Allah’ın –insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan– gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfûzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey bütün ayrıntılarıyla Allah tarafından bilinmektedir (ayrıca bk. En‘âm 6/59).
İnkârcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifadeyle inkârcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyân tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyân, “Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var” diyerek –en büyük putlardan– Lât ve Uzzâ’nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu (İbn Atıyye, IV, 405).
Gayb, Allah’ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96). Burada Cenâb-ı Allah’ın kendisini “gaybı bilen” şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanını sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır (Taberî, XXII, 61). Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çürüyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesini imkânsız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943).
<kur'an> </kur'an>وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَأْت۪ي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Mütekellim zamir نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. السَّاعَةُ fail olup lafzen merfûdur.
قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
بَلٰى nefyi iptal için gelen cevap harfidir.
بَلٰى ; soru olumsuz cevap olumlu olduğunda cevap cümlesinin başına getirilen tasdik edatıdır. Yani olumsuz soruya verilen olumlu cevaba has bir edattır ve olumsuz soru cümleleri ile olumsuz cümlelerin anlamını olumluya çevirir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, (Doktora Tezi))
Mekulü’l-kavli رَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
وَ kasem vavıdır. رَبّ۪ي car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أقسم (yemin ederim.) şeklindedir.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. تَأْتِيَنَّ fetha üzere mebni muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.Fiilin sonundaki نَ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir.
Tekid nunları, bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
Tekid nûnu çoğu zaman sarih kasem, gizli kasem ve nehiyden sonra gelir. Hal ve istikbal ifade eden muzari fiilin manasını sadece istikbal anlamına hamleder ve bu ن , َّfiilin üç defa tekidini sağlar. (Kur'an’da Tekid Üslupları ve Çeşitleri Mehmet Altın Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. عَالِمِ kelimesi رَبّ۪ي ’nin sıfatı olup mecrurdur. الْغَيْبِۚ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ cümlesi عَالِمِ ’deki zamiri tekid eden hal cümlesidir.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَعْزُبُ merfû muzari fiildir. عَنْهُ car mecruru يَعْزُبُ fiiline mütealliktir. مِثْقَالُ fail olup lafzen merfûdur. ذَرَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru ذَرَّةٍ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
وَ atıf harfidir. لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. فِي الْاَرْضِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
لَا zaid harf makabline matuftur. اَصْغَرُ mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ ذٰلِكَ car mecruru mahzuf habere mütealliktir.
لَٓا اَكْبَرُ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. اَصْغَرُ ve اَكْبَرُ kelimeleri ism-i tafdil kalıbındandır.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme mufaddal, sonra gelen isme mufaddalun aleyh denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَّا hasr edatıdır. ف۪ي كِتَابٍ car mecruru مِثْقَالُ ’nun mahzuf haline mütealliktir. مُب۪ينٍ kelimesi كِتَابٍ ’ın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُب۪ينٍ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Müsnedün ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan كَفَرُوا , mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bilinen kişiler olduklarını belirtmesi yanında, bahsi geçenleri tahkir amacına matuftur.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
السَّاعَةُ , kıyamet gününden kinayedir. السَّاعَةُ kelimesi Kur'an-ı Kerim’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır.
السَّاعَةِ kelimesi burada marife gelerek Kur'an ıstılahında çoğunlukla bu dünyevi alemin yok olup uhrevi aleme girişi ifade eden ba’s veya kıyamet gününü ifade etmiştir. (Âşûr Araf Suresi 187)
Keşşâf sahibi şöyle demektedir: “نجم kelimesinin, genel olarak her yıldız için kullanılıp elif lamlı geldiğinde ise ‘Süreyya Yıldızı’ anlamı taşıması gibi السَّاعَةِ kelimesi de elif lamlı geldiğinde kıyamet anlamında kullanılır. Bunlar ‘esmâ-i gâlibe’dendir. Kıyamet; ya ansızın geleceği için bu ismi almıştır yahut bütün mahlukatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için yahut da uzun bir zaman olmasına rağmen canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği için bu adla, ‘ السَّاعَةِ’ adıyla adlandırılmıştır.” (Fahreddin er-Râzî)
قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ cümlesine dahil olan بَلٰى , olumsuz soruya olumlu cevap harfidir. وَ ise kasem içindir.
Cümle kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. رَبّ۪ي izafeti mahzuf kasem fiiline mütealliktir. Takdiri, أقسم (yemin ederim.) şeklindedir.
Mahzuf kasem ve nûn-u sakile ile tekid edilmiş لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ cümlesi, mukadder kasemin cevabıdır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber inkâri kelamdır. Muzari fiil hudus, istimrâr, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
قَالَ - قُلْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَبّ۪ي izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
عَالِمِ - الْغَيْبِۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı, لَا تَأْت۪ينَا - لَتَأْتِيَنَّكُمْ kelimeleri arasında ise cinası iştikak ve tıbâk-ı selb sanatları vardır.
عَالِمِ الْغَيْبِۚ “Her gaybı bilen…” cümlesi de bu hakikati eksiksiz olarak ve en mükemmel şekilde pekiştirmektedir, “gaybı bilen” ifadesinin kullanılması da tekidi daha da güçlendirmekte, ikinci kez bunu sağlamlaştırmakta ve onların inkârlarını tamamen kırmaktadır. Zira yeminden sonra kendisiyle yemin edilenin yüce sıfatlarının mutlak olarak zikredilmesi, yemin konusu olan şeyin şanının azametini ve sübut ile sıhhatinin kuvvetini bildirmektedir. Zira bu, o konuya delil hükmündedir. (Ebüssuûd)
Zemahşerî bu ayette, insanların en fazla merak ettikleri gaybi haberlerden biri olan kıyamete dair yeminin, takip eden bölümdeki hiçbir istisnaya mahal olmayan [gaybın alimi] ifadeleriyle tam bir uyum sergilediğini belirtir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
Burada olduğu gibi bazen بَلٰى kelimesinin yeminden önce kullanıldığı görülmektedir. Zemahşerî bu kullanımın “olmayacaktır yönündeki düşüncenin yanlışlığını kesin bir dille ifade etmek” gayesine matuf olduğunu belirtir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ
رَبّ۪ي ’den veya عَالِمِ’den müekked hal olarak ıtnâbtır. و ’la gelmeyen bu hal cümlesi bu durumun, sürekli bir özellik olduğuna işaret eder. Hal sahibinin durumunu tekid ifade ettiği için fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Tekid edici halin başına وَ gelmez.
Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle iki tekid hükmündeki kasrla tekid edilmiştir.
Muzari fiil hudus, istimrâr, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَنْهُ, ihtimam için fail olan مِثْقَالُ ’ya takdim edilmiştir.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir. Bu kelimeler arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
لَا ’nın tekrarı, olumsuzluğu tekid içindir. Ayetteki beyanî üsluptan umum anlaşılmaktadır. ذَرَّةٍ ibaresi, nefy siyakında nekre olarak gelmiş kıllet ifade etmiştir. Bilindiği gibi olumsuz siyakta gelen nekra, umum ve şümule işaret eder.
Car mecrur مِنْ ذٰلِكَ ’nin müteallakı اَصْغَرُ veya اَكْبَرُ ya da fail olan مِثْقَالُ ’nun mahzuf halidir.
اَصْغَرُ ve اَكْبَرُ, ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
ذَرَّةٍ - اَصْغَرُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ , fail olan مِثْقَالُ ’nün mahzuf haline mütealliktir.
اَصْغَرُ - اَكْبَرُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لَٓا nefy harfi, اِلَّا istisna edatı ile oluşan kasr, fail ile hali arasındadır.
كِتَابٍ için sıfat olan مُب۪ينٍۙ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe vezninde gelmiştir.
Sıfat-ı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِيَجْزِيَ (Böylece mükâfatlandıracaktır) ifadesi لَتَأْتِيَنَّكُمْ (kesinlikle size gelecektir) ifadesiyle onu gerekçelendirmek için bitişmiştir. لَتَأْتِيَنَّكُمْ yâ ile de tâ ile de okunmuştur; يَ ’lı okuyuşta zamir يوم (gün) anlamında olmak üzere saate racidir veya “O’nun emri mutlaka size gelecek.” anlamında olmak üzere “gaybı bilen”e isnat edilmiştir. Tıpkı [Galiba bunlar, kendilerine meleklerin gelmesini ya da bizzat senin Rabbinin gelmesini bekliyorlar! (Enam Suresi, 158)] ve [ya da Rabbinin emrinin gelmesini (Nahl Suresi, 33)] ayetlerinde olduğu gibi. عَالِمِ الْغَيْبِۚ (gaybı bilen) ifadesi; وَرَبّ۪ي kelimesinin sıfatı olarak عَالِمِ الْغَيْبِۚ ve عَلاَّمِ الغَيب şeklinde مِ , mecrûr olarak okunduğu gibi medih ifade etmek üzere مِ , merfû olarak عَالِمُ الغيب ve عَلاَّمُ الغيب şeklinde de okunmuştur. لَا يَعْزُبُ ifadesi de uzaklık anlamına gelen عُذُب ’dan olmak üzere ذُ , mecrûr olarak لَا يَعْزِبُ şeklinde de okunmuştur. Nitekim رَوضٌ عزيبٌ (uzak bahçe) denir. مِثْقَالُ ذَرَّةٍ (zerre kadar) yani en küçük bir karınca kadar. ذٰلِكَ kelimesi, ‘zerre kadar’a işarettir. ‘Bundan daha küçüğü de daha büyüğü de’ anlamında olan لَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ ifadesinde, رَ ’lar cinsi nefyetmek üzere bu şekilde okunduğu gibi cümle başı olmak üzere ve لَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ şeklinde merfû‘ olarak da okunmuştur. Tıpkı لَٓاحَولَ وَلاَ قُوَّةَ إﻻَّ بِ اللّهِ ifadesindeki حَولَ ve قُوَّةَ kelimelerinin merfû ve mansub okunması gibi. O zaman ifade, öncesinden ayrı yeni bir söz olur. (Keşşâf)