Fetih Sûresi 26. Ayet

اِذْ جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يماً۟  ...

Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِذْ o zaman
2 جَعَلَ koymuşlardı ج ع ل
3 الَّذِينَ kimseler
4 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
5 فِي
6 قُلُوبِهِمُ kalblerine ق ل ب
7 الْحَمِيَّةَ öfke ve gayreti ح م ي
8 حَمِيَّةَ öfke ve gayretini ح م ي
9 الْجَاهِلِيَّةِ cahiliyye (çağının) ج ه ل
10 فَأَنْزَلَ ve indirdi ن ز ل
11 اللَّهُ Allah
12 سَكِينَتَهُ huzur ve güvenini س ك ن
13 عَلَىٰ üzerine
14 رَسُولِهِ Elçisi ر س ل
15 وَعَلَى ve üzerine
16 الْمُؤْمِنِينَ mü’minlere ا م ن
17 وَأَلْزَمَهُمْ ve onları bağladı ل ز م
18 كَلِمَةَ kelimesine ك ل م
19 التَّقْوَىٰ takva و ق ي
20 وَكَانُوا zaten onlar idiler ك و ن
21 أَحَقَّ daha layık ح ق ق
22 بِهَا buna
23 وَأَهْلَهَا ve ehil ا ه ل
24 وَكَانَ ve ك و ن
25 اللَّهُ Allah
26 بِكُلِّ her ك ل ل
27 شَيْءٍ şeyi ش ي ا
28 عَلِيمًا bilendir ع ل م
 

Hudeybiye Mekke’ye 17 kilometredir, –günümüzde de Mekke’de oturanların umre için mîkat yeri olan– Ten‘îm ise 8 kilometredir. Mekke şehir sınırının yakınlarında, Ten‘îm ve Hudeybiye’de, yani Mekke’nin neredeyse içinde veya –bir başka açıklamaya göre Hudeybiye aşağıda, vadide olduğu için– Mekke’nin aşağısında birkaç defa düşmanın özel harekat ve baskın güçleri yakalanmış, fakat barışı olumsuz etkilememesi için serbest bırakılmışlardır. O zamanlar müşrik olan Hâlid b. Velîd komutasında 200 kişilik bir güç, Usfân önünde bulunan Gamîm isimli bir tepeyi siper alarak mevzilenmiş ve müslümanlar namazda iken ansızın hücum etmeyi planlamışlardı. Müslümanlar öğle namazına niyetlendiler, sonra vazgeçip ikindiye bıraktılar. Hz. Peygamber ikindi namazını salâtü’l-havf (tehlike halinde namaz) usulü ile kıldırdığı ve böylece yüzleri düşman tarafına dönük bulunduğu için Hâlid, “Bu adam korunmaktadır” diyerek kararını gerçekleştiremedi (Mustafa Fayda, “Hâlid b. Velîd” , DİA, XV, 289-292).

Müşrikler, Kâbe’yi ziyarete gelenleri engellemek şöyle dursun onlara hizmet vermek şeklinde yerleşmiş bulunan geleneklerine aykırı olmasına rağmen, Câhiliye psikolojisinin, büyüklük kompleksinin, müslümanlara karşı kalplerinde besledikleri kin ve düşmanlık duygusunun etkisinde kalarak Medine’den gelen müminlerin Mescid-i Haram’ı ziyaretlerini engellediler; yanlarında getirdikleri yetmiş kadar kurbanlık devenin kesim yerine ulaştırılıp kurban edilmesine de mâni oldular. Peygamber efendimiz bulundukları yerde kurbanlarını kesip ihramdan çıkabileceklerini söyledi ise de, müslümanlar bir müddet şaşkınlık ve tereddüt geçirerek bunu yapmadılar ve onu üzdüler. Eşi Ümmü Seleme’nin tavsiyesine uyarak Hz. Peygamber kurbanını kesince işin ciddiyetini anlayan sahâbe bu defa acele ve heyecanla emri yerine getirmeye koyuldular (Müsned, IV, 323-326; Kurtubî, XVI, 270). Sahâbenin ahlâkı, edebi, Hz. Peygamber’den aldıkları eğitimi, Allah ve resulünün emirlerine tereddütsüz ve ertelemesiz teslim olmayı kaçınılmaz kılıyordu ve genellikle de böyle yaparlardı. Hudeybiye’de olup biten gerilime iki şey sebep olmuştu: a) Peygamber efendimizin gördüğü rüyaya dayanarak –o yıl gerçekleşeceği açıklanmadığı halde– ziyaretin hemen gerçekleşeceğine inanmaları, rüyayı eksik yorumlamaları, b) Mekke’yi ve Kâbe’yi özlemiş oldukları ve ona çok yaklaştıkları halde haksız olarak engellenmeleri karşısında öfke ve heyecanlarını kontrol edememeleri. Ama Allah’ın mânevî yardımı, Hz. Peygamber’in de kararlı tutumu sayesinde bu heyecan fırtınası yatıştı, sahâbe asıl çizgilerinin gerektirdiği davranışa döndüler ve her şey yoluna girdi. 

Peygamberimizin ve ashabının kestikleri kurbanlar nâfile kurbanlar idi; çünkü tek başına umre ibadetinde kurban gerekli (vâcip) değildir. Hudeybiye’nin Harem bölgesi mi, serbestlik (Hill) bölgesi mi olduğu tartışılmıştır; Hanefîler’e göre bir bölümü Harem bölgesine dahildir. Hac ve umre kurbanı Harem bölgesinin her yerinde kesilebilir. Ancak hac kurbanının Mina’da, umre kurbanının ise Merve’de kesilmesi müstehaptır. Günümüzde Merve’de kurban kesme imkânı ortadan kalk­mıştır. 

Hudeybiye’de engellenen müminlerin, Mekke’de ya kendilerini henüz tanımadıkları veya bulundukları yerleri bilmedikleri müslümanlar vardı. Eğer savaşa karar verip Mekke’ye hücum etselerdi, kurunun yanında yaş da yanacak, bilmeden birçok müslümanın kanına girilecekti. Allah buna razı değildi, Mekke’nin daha uygun şartlarda ve kutsallığına yaraşır şekilde kan dökülmeden fethedilmesini takdir buyurmuştu, nitekim iki yıl sonra fetih böyle gerçekleşti.

Mekke’de müşriklerin içinde yaşayan müminler de bulunduğu için savaşın Allah tarafından engellenmiş olması fıkıhçıları, gerektiğinde düşmanı yenmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak için böyle bir durumda savaşa girmenin câiz olup olmadığı konusunu tartışmaya yöneltmiştir. Ebû Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî’ye göre başka çare bulunmaması halinde büyük zararı küçük zarar karşılığında önlemek için taarruz yapılır, bu arada müslümanlar da isabet alabilir. Mâlik ve Şâfiî’ye göre ise haram olan bir şeyi araç yaparak mubah olan bir sonuca ulaşmak câiz değildir. Meselâ müslüman esirlerin ölmesi pahasına bir kaleye hücum etmektense bundan vazgeçmek gerekir. Kurtubî iki grubun ittifak etmeleri gereken bir durumu şöyle dile getirmektedir: Ortada bütün müslümanları veya o bölgedeki müslümanların tamamını ilgilendiren küllî (genel) ve kesin bir zorunluluk varsa az sayıda müslümanın ölmesi ihtimali göze alınarak tehlike defedilmelidir; buna kimsenin itirazı olamaz. Müslüman esirleri siper yaparak müslümanların kalelerine veya mevzilerine doğru ilerleyen düşmana atış yapılma zarureti konumuza bir örnektir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1708; Kurtubî, XVI, 274).

 


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 77-79
 
Hudeybiye anlaşması gereğince Mekkeliler’den müslüman olup Medine’ye Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gidenler Mekkelilere iâde edilecekti. Anlaşma imzalandıktan sonra Ebû Basîr isminde biri müslüman olmuş, bir Mekkeli de Medine’ye sığınmıştı. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.), şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allah Resûlü’nün bu hareketine bir mâna veremeyerek:
“–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsun?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Resûlullah (s.a.s.) sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu:
“–Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allah Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”
Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in verdiği hükme boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden, yolda bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Yanındaki iki kişiden birini öldürdü, diğerini ise elinden kaçırdı. Ebû Basîr, öldürdüğü kişinin elbisesini, eşyâlarını ve kılıcını aldı, Allah Resûlü’ne getirdi:
“–Yâ Resûlallah! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz:
“–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum anlaşmaya uymamış olurum. Fakat sen ayrı bir durumdasın. Senin davranışın da, öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir” buyurdu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 626-627)
Firâsetle hareket eden Ebû Basîr, bir müddet sonra Medine’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Az önce bahsi geçen Ebû Cendel de zâlimlerin elinden kurtularak Ebû Basîr’e katıldı. Durumdan haberdar olan mazlum mü’minler birer ikişer oraya toplanmaya başladılar. Böylece müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Peygamber Efendimiz’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medine’ye kabul olunmasını ricâ ettiler. Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr’e mektup göndererek Medine’ye gelmelerini bildirdi. Bunu üzerine Fetih sûresinin 24-26. âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Şurût 15)
 

اِذْ جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ 

 

اِذْ  zaman zarfı olup  عَذَّبْنَا  fiiline mütealliktir.  جَعَلَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

(إِذْ) : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.

a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.

b) (إِذْ) den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.

c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا) dan sonra gelirse müfacee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.

d) Sükûn üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur. 

جَعَلَ  değiştirme manasında kalp fiillerindendir. Değiştirme manasına gelen  جَعَلَ  kelimesi 3 şekilde gelir: 1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek  2. Bir halden başka bir hale geçmek  3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  ف۪ي قُلُوبِهِمُ  car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlün bihe mütealliktir. Muttasıl zamir  هِمُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْحَمِيَّةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

الْحَمِيَّةَ  birincisinden bedel olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır.  الْجَاهِلِيَّةِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى

 

Ayet, atıf harfi  فَ  ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri,  فهمّ المسلمون مخالفة رسول الله فأنزل الله سكينته… (Müslümanlar Resule muhalefet etmeye karar vemişlerdi ve Allah onlara sekinet indirdi) şeklindedir.

Fiil cümlesidir.  اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ , lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.  سَك۪ينَتَهُ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عَلٰى رَسُولِه۪  car mecruru  اَنْزَلَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ  atıf harfi  وَ ‘la makabline matuf olup  اَنْزَلَ  fiiline mütealliktir. 

اَلْزَمَهُمْ  atıf harfi  وَ ‘la  اَنْزَلَ ‘ye matuftur.  اَلْزَمَهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

كَلِمَةَ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  التَّقْوٰى  muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. 

اَنْزَلَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  نزل ’dir. 

اَلْزَمَهُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  لزم ‘dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

  

وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَاۜ 

 

Cümle, atıf harfi  وَ ‘la  اَنْزَلَ  fiiline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. 

اَحَقَّ  kelimesi  كَانُوا ’nun haberi olup lafzen mansubdur.  بِهَا  car mecruru  اَحَقَّ ‘ya matuftur.  اَهْلَهَا  atıf harfi  وَ ‘la  اَحَقَّ ‘ya matuftur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَحَقَّ  ism-i tafdil kalıbındandır. İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil  اَفْضَلُ  veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi  فُعْلَى  veznindedir.  (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يماً۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâl  كَانَ ‘nin ismi olup lafzen merfûdur. 

بِكُلِّ  car mecruru  عَل۪يماً۟ ‘e mütealliktir.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  عَل۪يماً۟  kelimesi  كَانَ ‘nin haberi olup lafzen mansubdur. 

عَل۪يماً۟  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِذْ جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ

 

Önceki ayetin devamı olan ayette, îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı  اِذْ , önceki ayetteki  عَذَّبْنَا  fiiline mütealliktir. Veya takdiri اذكر (Hatırla.) olan fiile mütealliktir.

Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan  جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ  cümlesi  اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.

Fail konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  كَفَرُوا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması tahkir ifade eder. 

كَفَرُوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  ف۪ي قُلُوبِهِمُ  car mecruru ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

ف۪ي قُلُوبِهِمُ  car mecruru  الْحَمِيَّةَ ‘nin mahzuf ikinci mef’ûlüne mütealliktir.  حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ  izafeti mef’ûl olan  الْحَمِيَّةَ ‘den bedeldir. Tevabiden birisi olan bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.

حَمِيَّة (taassup) kelimesinin  الجاهِلِيَّةِ  kelimesine izafeti, o anlayış ve dönemin tahkiri ve çirkinliğinin ifadesi içindir. Nitekim  حَمِيَّة  olarak ifade edilen taassup, cahiliye dönemi ehlinin ahlakındandır. İşte bu sebeple “يَظُنُّونَ بِاللَّهِ غَيْرَ الحَقِّ ظَنَّ الجاهِلِيَّةِ (Allah’a karşı cahiliye zannı gibi gerçek dışı zanda bulunuyorlar) ve “أفَحُكْمَ الجاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ (Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar?)” ayetlerinde de geldiği üzere bu ifadeler, Kur’anî ıstılahta bir yergi ve zemmin bir devrin anlayışına nispet edilmesidir. (Âşûr)

الْحَمِيَّةَ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الْحَمِيَّةَ : Namus gayretiyle kızmak, bir şeyden arlanarak vazgeçmek, demektir. Râgıb der ki: ‘’Öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman hamiyet denir. "Filana karşı hamiyete geldim" ifadesi ‘kızdım, ona öfkelendim’ demektir… (Elmalılı)

   

فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَاۜ 

 

Ayet, takdiri  فهمّ المسلمون مخالفة رسول الله (Müslümanlar Resule muhalefet etmeye karar vermişlerdi) olan, mukadder istînâfa matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

سَك۪ينَة  kelimesinin Allah’a ait olan zamire muzâf olması, teşrif ifade etmesi içindir. Çünkü  سَك۪ينَة  üstün ahlâklardandır ve ilâhi bir mevhibedir. (Âşûr)

رَسُولِه۪  izafetinde Allah’a ait zamire muzâf olması Resul için tazim ve teşrif ifade eder.

وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى  cümlesi, atıf harfi وَ ‘la  اَنْزَلَ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

كَلِمَةَ التَّقْوٰى  izafeti  اَلْزَمَ  fiilinin ikinci mef’ûludur.

كَلِمَةَ التَّقْوٰى (Takva sözü) Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm ve Muhammedün Resulullah)  (Muhammed Allah’ın resulüdür) cümleleridir. Allah, bunları nebisi ve yanındakiler için seçmiştir. Onlar hayır ehli, bu sözü hak etmiş ve hidayete başkalarından daha layık kimselerdir. Takva sözünün kelime-i şehadet olduğu da söylenmiştir. Hasan-ı Basrî’den ise şöyle rivayet edilmiştir: “Takva sözü; ahde vefa göstermektir.” Bu sözün takvaya izafe edilmesinin sebebi, takvaya sebep olması ve onun temelini teşkil etmesidir. Diğer bir görüşe göre takva sözü, takva ehlinin sözüdür. (Keşşâf) 

Diğer bir görüşe göre ise takva kelimesi, ahde vefa ve onda sebattır. Buna göre ‘takva kelimesi’ denilmesi, takvanın sebebi ve esası olduğu içindir. (Ebüssuûd)

Takva: Allah'ın korumasına girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. " كَلِمَةَ التَّقْوٰى " tamlaması, ihtisas veya edna mülâbese veya beyâniyye olabilir: Birincisi, sebebin müsebbebine izafeti şeklinden olarak: Takva için şart olan, gerekli olan kelime, korunmak için zaruri olan kelime; İkincisi, takva ehlinin kelimesi, konunanların alameti olan kelime. Üçüncüsü, takva kelimesi, takvanın aslı demek olur. Bir çokları takva sözünden maksat, kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet olduğunu söylemişlerdir. Zira bütün takvanın baş ve esas şartı odur. (Elmalılı)

Osman b. Affan (r.a); Resulullah (sav)'den işittim, buyuruyordu: "Ben bir kelime bilirim ki onu kalbinden inanarak söyleyen kul, ateşe haram olur." dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattab (ra) da dedi ki: Ben size söyleyeyim nedir o? O ihlas kelimesidir ki Allah Teâlâ onu Muhammed'e ve ashabına gerekli kıldı ve o takva kelimesidir. (Elmalılı) 

وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَاۜ  cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiştir. 

İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)

كَان ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

بِهَا  car mecruru, ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade eden  اَحَقَّ ’ye mütealliktir.

كَان ’nin haberi, isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Duhan/36, C. 5, s.124) 

اَهْلَهَا  izafeti  اَحَقَّ ’ya matuftur. Cihet-i câmia, tezâyüftür.

Hak Teâlâ, kâfirler hakkında  جَعَلَ  fiilini, müminler hakkında da  اَنْزَلَ  fiilini kullanmış; hamiyetin, o anda ve ebedi olmayan arızî şeyler hakkında suni bir şey olduğuna işaret etmek için, "sekînetini kıldı ve yarattı" gibi ifadeler kullanmamıştır. Sekîne, hazinesinde adeta korunmuş, müminler için hazırlanmış bir şey gibidir. Dolayısıyla Allah onu oradan indirmiştir. (Fahreddin er-Râzî)


 وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يماً۟

 

وَ , istînâfiyyedir.

İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)

كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin  كَانَ ’nin ismi olarak gelmesi telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak amacına matuftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  بِكُلِّ شَيْءٍ  amili olan  عَل۪يماً۟ ’e takdim edilmiştir.

كَانَ ’nin haberi olan  عَل۪يماً۟ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.

Cümlede car mecrurun amiline takdimi önemi sebebiyledir.

Allah isminin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd, Nisa/81)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. 

Tezyîl cümlesi önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir. 

Allah Teâlâ kendi vasıflarını  كَانَ  ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden  كَانَ  bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî  كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda  söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde  كَانَ ‘nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)