كَمَثَلِ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَر۪يباً ذَاقُوا وَبَالَ اَمْرِهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | كَمَثَلِ | durumu gibidir |
|
2 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | قَبْلِهِمْ | kendilerinden önceki |
|
5 | قَرِيبًا | yakın zaman |
|
6 | ذَاقُوا | tadmışlardır |
|
7 | وَبَالَ | vebalini |
|
8 | أَمْرِهِمْ | yaptıklarının |
|
9 | وَلَهُمْ | ve onlar için vardır |
|
10 | عَذَابٌ | bir azab |
|
11 | أَلِيمٌ | acıklı |
|
كَمَثَلِ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَر۪يباً ذَاقُوا وَبَالَ اَمْرِهِمْۚ
İsim cümlesidir. كَمَثَلِ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine mütealliktir. Takdiri, مثلهم (Onların hali) şeklindedir.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِنْ قَبْلِهِمْ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. قَر۪يباً zaman zarfı mahzuf sılaya mütealliktir.
ذَاقُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. وَ atıf harfidir. بَالَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. اَمْرِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۚ
İsim cümlesidir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
عَذَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. عَظ۪يمٌ kelimesi عَذَابٌ ‘un sıfat olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَل۪يمٌ kelimesi mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَمَثَلِ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَر۪يباً
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesinde كَ , misli manasında teşbih harfidir. Car mecrur كَمَثَلِ , takdiri مثلهم (Onların hali) olan mukadder mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. Haberinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Muzâfun ileyh konumunda olan cemi müzekker has ismi mevsul الَّذ۪ينَ ‘nin sılası mahzuftur. مِنْ قَبْلِهِمْ bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
قَر۪يباً zaman zarfı, onlardan öncesindeki zamana taalluk eder.
Cümledeki teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, vech-i şebeh zikredilmediği için mücmeldir.
مِنْ قَبْلِهِمْ قَر۪يباً Bunda üç görüş vardır:
Birincisi: Onlar Kaynuka oğullarıdır, Resulullah (sav) ile barış yapmışlardı, sonra hiyanet ettiler, Müslümanlar da onları abluka altına aldılar, sonra da malları, kadınları ve çocukları kendilerinin olmak üzere verdiği hükmü kabul ettiler. Mana da şöyledir: Nadiroğullarının hali kendilerine yapılan şeyde Kaynukaoğullarının hali gibidir.
İkincisi: Onlar Bedir savaşındaki Kureyş kâfirleridir, bunu da Mücâhid, demiştir. Mana da şöyledir: Bu Yahudilerin hali kendilerinden az önceki müşriklerin hali gibidir. Çünkü Nadır oğulları savaşı ile Bedir gazası zaman itibarı ile birbirine yakın idi.
Üçüncüsü: Onlar Kurayza oğullarıdır, Mana da şöyledir: Nadir oğullarının hali Kureyza oğullarının hali gibidir. (Zâdu’l Mesîr)
Beni Kaynuka vakasını İbnü Kesîr, "el-Kâmil" adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: "Resulullah (sav) Medine'ye hicret ettiği zaman yahudilerle bir anlaşma yapmıştı. Bedir'den galibiyetle döndüğü zaman kıskançlık ettiler. İlk defa Beni Kaynuka yahudileri kıskançlık gösterip anlaşmalarını bozdular. Resulullah (sav) onların bu kıskançlıklarını işittiği zaman kendilerini Beni Kaynuka çarşısına topladı ve dedi ki: "Kureyş'in başına gelenlerden sakının, İslâm'a girin. Çünkü benim Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu anladınız." Bunun üzerine, "Ya Muhammed! Harp etmesini bilmeyen bir kavimle karşılaştın da onlardan bir fırsat yakaladın. Sakın buna aldanma!" dediler. Peygamber'le aralarındaki anlaşmayı ilk defa bozan bu yahudiler oldular. Bir gün müslüman bir kadın Beni Kaynuka çarşısına gitmiş, zinet eşyalarından bir şey için bir kuyumcunun yanında oturmuştu. Bu sırada onlardan bir adam kadının yanına gelerek (habersizce) fistanını arkasından sırtına kadar kesmişti. Kadın farkına varmadan aniden kalkınca avret mahalli açılıvermiş bundan dolayı da üzerine gülmüşlerdi. Bunun üzerine müslümanlardan birisi de o adamı vurup öldürmüştü. Olayı öğrenen Beni Kaynuka yahudileri hemen Resulullah'a karşı ahidlerini bozup, yahut bozduklarını ilân edip kalelerine girdiler ve siperlere çöktüler. Resulullah (sav) da hareket edip onları on beş gün muhasara altında tuttu. Nihayet Peygamber'in hükmüne teslim olarak kaleden indiler. Kolları arkalarına bağlandı, zira öldürüleceklerdi. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler. Abdullah b. Übey b. Selül kalkıp onların hakkında Hz Peygamber'le konuştu. Resulullah hiç cevap vermedi. Abdullah elini Peygamber'in yakasına koydu. Bundan dolayı Peygamber'in yüzünde kızgınlık alâmeti belirmişti. Abdullah'a "Bırak!" dedi. O da, "Üç yüz silahlı, dört yüz silahsız dostumu bana bağışlayıncaya kadar bırakmam. Bunlar, Benî Ahmer ve Esved'e karşı müdafaada bulundular. Vallahi bir karışıklık olmasından korkarım." dedi. Bunun üzerine Resulullah da, "Haydi senin olsunlar, Allah onlara lanet etti, oradan çıkartın ve sürün." dedi. Abdullah da beraberce lanet etti. Böylece yurtlarından çıkarıldılar, malları müslümanlara ganimet olarak kaldı. Ancak arazileri yoktu, çünkü kuyumcu idiler. Ensâr'dan Übâde b. Samit onları çıkarıp Zebbâ'ya kadar götürdü. Sonra oradan Şam tarafına, Ezriat'a kadar gittiler. Orada da çok kalmadan tarih sahnesinden silindiler. "İşte Beni Nadir'den az önce geçenler ve yaptıklarının vebâlini tadanlar, Bedir'den sonra bu topluluktur. Bunlar hicretin yirminci ayında Şevval içerisinde sürülmüşlerdi. Beni Nadir olayı da hicretin dördüncü senesi Rebiülevvel ayında olmuştu. Bu, yahudilerin hali idi. (Elmalılı)
ذَاقُوا وَبَالَ اَمْرِهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
ذَاقُوا وَبَالَ اَمْرِهِمْۚ [Onlar (Bedir’de) yaptıklarının cezasını tatmışlardır.] ifadesi istiaredir. Işlerinin sonucu yani azap acı bir yiyeceğe benzetilip bu yiyecek hazf edilmiş, levazımı olan tatmak fiili zikredilmiştir. Azabın korkunçluğunu mübalağa içindir. Aralarındaki zıddiyet, tehekküm ve alay maksadıyla tenasübe benzetilmiştir. Câmi’ acıyı hissetmektir.
وَبَالَ , otlağın otunun ağır olması demektir. Otu çok ağır ve tehlikeli olan otlağa كَلَأٌ وبِيلٌ ve مَرْعًى وبيل denilir. "Keleün vebîl", mutlak ağırlık (hazımda zorluk) ve tehlike, "mer'an vebîl" ise, çekilmez kötü sonuç manasına mecaz olmuştur. Dilimizde her iki mana da yaygındır. Vebalin ağır günah anlamında kullanılması da bundandır. (Elmalılı, Âşûr)
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ cümlesi atıf harfi وَ ‘la ذَاقُوا fiiline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَذَابٌ , muahhar mübtedadır. Cümlede müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekra gelişi tazim, kesret ve tarifi imkansız bir nev olduğunu ifade eder.
عَذَابٌ için sıfat olan اَل۪يمٌ kelimesi mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Bu iki kelime arasında mürââti nazîr sanatı vardır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.