بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَتِ | ve dediler |
|
2 | الْيَهُودُ | Yahudiler |
|
3 | وَالنَّصَارَىٰ | ve hıristiyanlar |
|
4 | نَحْنُ | biz |
|
5 | أَبْنَاءُ | oğullarıyız |
|
6 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
7 | وَأَحِبَّاؤُهُ | ve sevgilileriyiz |
|
8 | قُلْ | de ki |
|
9 | فَلِمَ | o halde niçin |
|
10 | يُعَذِّبُكُمْ | size azabediyor |
|
11 | بِذُنُوبِكُمْ | günahlarınızdan ötürü |
|
12 | بَلْ | hayır |
|
13 | أَنْتُمْ | siz de |
|
14 | بَشَرٌ | birer insansınız |
|
15 | مِمَّنْ |
|
|
16 | خَلَقَ | O’nun yaratıklarından |
|
17 | يَغْفِرُ | bağışlar |
|
18 | لِمَنْ | kimseyi |
|
19 | يَشَاءُ | dilediği |
|
20 | وَيُعَذِّبُ | ve azabeder |
|
21 | مَنْ | kimseye |
|
22 | يَشَاءُ | dilediği |
|
23 | وَلِلَّهِ | Allah’ındır |
|
24 | مُلْكُ | mülkü |
|
25 | السَّمَاوَاتِ | göklerin |
|
26 | وَالْأَرْضِ | ve yerin |
|
27 | وَمَا | bulunan herşeyin |
|
28 | بَيْنَهُمَا | ve ikisi arasında |
|
29 | وَإِلَيْهِ | O’nadır |
|
30 | الْمَصِيرُ | dönüş de |
|
Rivayete göre Hz. Peygamber, yanına gelerek kendisiyle (muhtemelen din konularında) konuşma yapan bir grup yahudiyi İslâm dinine davet etmiş; kabul etmedikleri takdirde Allah’ın azabına uğrayacaklarını söylemiş; yahudiler de “Bizi bununla nasıl korkutursun? Oysa biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir (Taberî, VI, 164-165). O dönemde müslümanlarla yahudiler arasında barış antlaşması bulunduğundan Hz. Peygamber’in bu daveti tamamen barışçı bir davet olup onları uyardığı azap da âhiret azabı olmalıdır.
“Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” sözüyle bazı yahudiler, Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Üzeyir’e mensup olduklarını, hıristiyanlar da Allah’ın oğlu olduğuna inandıkları Hz. Îsâ’ya mensup olduklarını (bk. Tevbe 9/30), dolayısıyla ayrıcalığa sahip bulunduklarını ifade etmek istemişler veya doğrudan doğruya Allah’a bağlılıklarını kastederek Allah’ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve merhametli davranacağını, kendilerinin de O’nun oğullarıymış gibi Allah’a yakın ve O’nun katında değerli olduklarını iddia etmişlerdir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 240-241
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. الْيَهُودُ fail olup lafzen merfûdur.
نَصَارٰى kelimesi atıf harfi وَ ’la الْيَهُودُ ’ye matuftur.
Mekulü’l-kavli, نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَبْنَٓاءُ fail olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَحِبَّٓاؤُ۬هُ kelimesi atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت’dir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. Takdiri, إن صح قولكم فلم يعذّبكم (Eğer sözünüz doğruysa niye size azap etsin?) şeklindedir.
مَا istifham isminin ism-i mevsûl olmadığı anlaşılsın diye elifi hazf edilmiştir. لِ harf-i ceriyle birlikte يُعَذِّبُكُمْ fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli şart ve cevap cümlesinden oluşmuştur. يُعَذِّبُكُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. بِذُنُوبِكُمْ car mecruru يُعَذِّبُكُمْ fiiline müteallıktır. بِ harf-i ceri, sebebiyyedir.
Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ
بَلْ idrâb harfidir. Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. بَشَرٌ haberdir. مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harf-i ceriyle birlikte بَشَرٌ mahzuf sıfatına müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
بَلِ atıf edatlarından biridir. Ancak hüküm bakımından diğer atıf edatları gibi atıf görevi görmez. Bu edat sadece matufu, îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. يَغْفِرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte يَغْفِرُ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
وَ atıf harfidir. يُعَذِّبُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsûlun sılası شَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يُعَذِّبُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef’ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
وَ atıf harfidir. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
مُلْكُ muahhar mübtedadır. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyhtir.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Müşterek ism-i mevsûl مَا, atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتِ ’ye matuf olup mahallen mecrurdur. Mekân zarfı بَيْنَ, mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir هُمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اِلَيْهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْمَص۪يرُ muahhar mübtedadır.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ, sübut ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin izafetle gelmesi veciz ifade amacına matuftur.
اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ izafetinde اللّٰهِ ismine muzâf olan اَبْنَٓاءُ ibaresi, اَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ izafetinde ise Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اَحِبَّٓاؤُ۬ şan ve şeref kazanmıştır.
[Yahudi ve Hristiyanlar dedi ki] cümlesinde cem’ ma’at-taksim sanatı vardır. Söyledikleri söz kizbî haberdir.
النَّصَارٰى - الْيَهُودُ isimleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
Cenab-ı Hakk’ın azametine yakışmayan sözleri söyleyerek inançsızlıklarındaki ahmaklığa işaret eden ve diğer sözlerine zıt olan Yahudilerle aralarındaki müşterek başka bir sözdür. (Âşûr)
اَحِبَّٓاؤُ۬هُ izafeti اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ’ye atfedilmiştir. Sevilen oğullar oldukları ifade edilmiştir. Çünkü öfkelenilen oğullar da olabilir. (Âşûr)
قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ
Fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Fiilin mekulü’l-kavli ise şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Takdiri, …إن صح قولكم (Eğer sözünüz doğruysa) olan şart cümlesi mahzuftur. Bu îcâz-ı hazif sanatıdır.
Cevap cümlesi لِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
يُعَذِّبُكُمْ - ذُنُوبِكُمْ kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs, reddü’l-acüz ale’s-sadr ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
İstînaf cümlesidir. Veya mahzuf bir قُلْ fiilinin mekulü’l-kavlidir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بَلْ idrâb harfidir. Önceki hükmün değil, arkadan gelen hükmün doğru olduğunu ifade eder.
يَغْفِرُ- يُعَذِّبُ arasında tıbâk-ı îcab vardır.
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ cümlesiyle يُعَذِّبُ مَنْ شَٓاءُۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Fiillerin muzari olarak gelmesi yenilenerek devam ettiğini ifade eder.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ [Göklerin yerin ve ikisi arasındakiler Allah’ındır.] cümlesinde cem’ vardır. “Siz hiçbir şeye sahip değilsiniz.” anlamında tarizdir.
[Dönüş O’nadır.] cümlesinde sebebe isnat vardır. Öldükten sonra insanı bekleyen şeyler hesap, mizan, azap, mağfiret, cennet, cehennemdir. Bunların faili Allah olduğu için dönüş O’nadır, buyurulmuştur.
Ayette şöyle bir mantık örgüsü hakimdir: Evlatlara ve sevgililere azap edilmez. Allah size azap edileceğini bildirdiğine göre siz Allah’ın evlatları ve sevdikleri olamazsınız. Bu mezheb-i kelamî sanatıdır. Bu sanatın kullanılmasında amaç, felsefecilerin ve filozofların metotlarını kullanarak delil getirmek, iddiayı güçlendirmek, hükümlerin gerçek nedenlerini göstermek ve muhalif görüşü çürütmek için akla ve mantığa daha yatkın sebepler sunarak, kesin aklî delillerle dinî temelleri ispat etmektir. Bu üslup aynı zamanda muhatabın inadını kırar ve onu hakikatı itiraf etmeye zorlar. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Bu cümle, kelamın siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Yani “Hayır, siz böyle değilsiniz, fakat Allah Teâlâ’nın yarattığı insan cinsindensiniz; insan olarak da sizin diğer insanlardan bir üstünlüğünüz yoktur.” (Ebüssuûd)
Yine bunda Mesih’in beşer olmasına tariz vardır. Çünkü onda beşeri olgular ve korkular vardır. Bu sebeple çarmıha gerileceğini ve öldürüleceğini iddia ettiler. (Âşûr)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَهْلَ | ehli |
|
2 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
3 | قَدْ | muhakkak |
|
4 | جَاءَكُمْ | size geldi |
|
5 | رَسُولُنَا | Elçimiz |
|
6 | يُبَيِّنُ | gerçekleri açıklıyan |
|
7 | لَكُمْ | size |
|
8 | عَلَىٰ |
|
|
9 | فَتْرَةٍ | arasının kesildiği sırada |
|
10 | مِنَ |
|
|
11 | الرُّسُلِ | elçilerin |
|
12 | أَنْ |
|
|
13 | تَقُولُوا | demeyesiniz |
|
14 | مَا |
|
|
15 | جَاءَنَا | bize gelmedi |
|
16 | مِنْ |
|
|
17 | بَشِيرٍ | bir müjdeleyici |
|
18 | وَلَا | ve ne de |
|
19 | نَذِيرٍ | bir uyarıcı |
|
20 | فَقَدْ | işte |
|
21 | جَاءَكُمْ | size geldi |
|
22 | بَشِيرٌ | müjdeleyici |
|
23 | وَنَذِيرٌ | ve uyarıcı |
|
24 | وَاللَّهُ | Allah |
|
25 | عَلَىٰ |
|
|
26 | كُلِّ | her |
|
27 | شَيْءٍ | şeye |
|
28 | قَدِيرٌ | kadirdir |
|
Sözlükte “gevşeklik, zayıflık, bezginlik, sakinlik ve kesilmek” anlamlarına gelen fetret kelimesi dinî terim olarak, daha çok Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman dilimi de fetret olarak adlandırılır.
Kelime, bazı hadislerde sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından yoksun kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâmî literatürde fetret, ilk bakışta İslâm öncesi dönemle ve özellikle Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilen dinin tahrife uğraması, dolayısıyla ilâhî vahyin etkisini ve bereketini kaybetmesinin ardından son peygamberin gelişine kadar geçen süreyle ilgili bir kavram niteliğinde görülür. İslâmiyet geldikten sonra bu dinin varlığından haberdar olmayan veya yeterince aydınlanamayan kişilerin fetret ehli kavramı içinde mütalaa edilip edilmeyeceği tartışmalı bir konudur. Bu husustaki deliller, fetret kavramının hem İslâmiyet’ten önce hem de İslâm geldikten sonra yaşayan, değişik engeller yüzünden dinî tebliğden haberdar olamamış kişi ve grupları kapsamına aldığını düşündürmektedir.
İslâmî kaynaklarda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret döneminin süresiyle ilgili olarak 577 ile 600 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu farklılıkların, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin belirlenmesi ve hesabın kamerî takvime göre yapılması gibi âmillerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Müslim, “Fezâil”, 113; İbn Sâ‘d, Tabakåt, Beyrut 1985, I, 194; İbn Kesîr, III, 65; Ateş, II, 501; Metin Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475-480).
İbn Âşûr’a göre âyette zikredilen peygamberlerden maksat Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar birbirini takip eden Ehl-i kitap peygamberleridir. Bu peygamberlerle Hz. Muhammed arasında geçen zamana “fetret dönemi” denir veya peygamberler ifadesiyle sadece Hz. Îsâ kastedilmiştir. İbn Âşûr, Îsâ’nın göklere kaldırılışıyla Hz. Peygamber’in gönderilişi arasındaki sürenin de yaklaşık 580 yıl olduğunu kaydettikten sonra ancak bu dönemde Ehl-i kitabın dışındaki kavimlerden Hâlid b. Sinân ve Hanzale b. Safvân gibi bazı peygamberlerin daha gelmiş olduğunu hatırlatır (VI, 158).
Âyet her ne kadar Ehl-i kitaba hitap ediyorsa da maksat umumi olup bütün insanlığı kapsamaktadır. İnsanlar âhirette, kendilerine herhangi bir uyarıcının gelmediğini mazeret olarak ileri sürmesinler diye yüce Allah zaman zaman emir ve yasaklarını onlara tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Hz. Îsâ’dan sonra yaklaşık altı asır gibi uzun bir zaman geçmiş, insanlar onun getirdiği kitabı tahrif ederek Allah’ın dinini bozmuşlardı. Böyle bir dönemde yüce Allah kıyamete kadar geçerli olmak üzere bütün insanlara doğru yolu göstermekle görevli kıldığı Hz. Muhammed’i öğüt verici, müjdeleyici, uyarıcı bir peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderdi (Sebe’ 34/28; Enbiyâ 21/107).
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 241-242
فَتَر Futûr, öfkeden sonra sukûnet, sertlikten sonra yumuşama ve kuvvetten sonra zayıflama anlamındadır. Bu ayette ise mana ‘peygamberlerin gelişinden hâlî olan bir evrede, bir durgunluk hali hâkimken…’ şeklindedir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri fetret, fütur ve fütursuzdur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ
يَٓا nida harfidir. اَهْلَ münadadır. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Nidanın cevabı قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا ’dır. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. رَسُولُنَا fail olup lafzen merfûdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُبَيِّنُ لَكُمْ كَث۪يراً cümlesi رَسُولُنَا ’nın hali olarak mahallen mansubtur.
يُبَيِّنُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. لَكُمْ car mecruru يُبَيِّنُ fiiline müteallıktır.
عَلٰى فَتْرَةٍ car mecruru يُبَيِّنُ’deki failin mahzuf hale müteallıktır. مِنَ الرُّسُلِ car mecruru فَتْرَةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf olumsuzluk harfi لَا ve mahzuf harf-i cerle birlikte جَٓاءَكُمْ fiiline müteallıktır. Takdiri, لئلا تقولوا şeklindedir.
تَقُولُوا fiili نَ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. جَٓاءَنَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِنْ harf-i ceri zaiddir. بَش۪يرٍ lafzen mecrur, جَٓاءَ fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. لَا zaiddir. Nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَذ۪يرٍۘ kelimesi بَش۪يرٍ ’e matuftur.
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ
فَ atıf, قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. بَش۪يرٌ fail olup lafzen merfûdur. نَذ۪يرٌ ise atıf harfi وَ ’la بَش۪يرٌ ’e matuftur.
وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.
عَلٰى كُلِّ car mecruru قَد۪يرٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. قَد۪يرٌ ise haberdir.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ
Müstenefe olan cümle nida üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. Münada, kitap ehlidir. Nidanın cevabı tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş müspet mazi fiil sıygasındaki قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا cümlesidir. Faide-i haber talebî kelamdır.
رَسُولُنَا izafetinde azamet zamirine muzâf olan رَسُولُ, şan ve şeref kazanmıştır.
اَهْلَ الْكِتَابِ Yahudi ve Hristiyanlardan kinayedir.
يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ cümlesi رَسُولُنَا için hal cümlesidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. من harfi zaiddir. Hal cümlesinin وَ olmaksızın gelmesi bu halin mevsufta sürekli ve sabit olduğuna işaret eder. Muzari fiildeki istimrar, teceddüt ve tecessüm özelliğide manayı kuvvetlendirmiştir. Hal cümlesi ıtnâb sanatıdır.
Masdar harfi اَنْ ve تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ cümlesi, masdar tevilinde, takdir edilen ل ve لَا harfiyle birlikte جَٓاءَكُمْ fiiline müteallıktır. Bu harflerin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu ayette مِنَ الرُّسُلِ ibaresindeki من harfi zaid olarak gelmiş ve manayı pekiştirmiştir. Nahiv alimlerinin ekseriyetine göre من harfinin zaid olabilmesi için iki şart bulunmaktadır: Birincisi kendisinden önce olumsuzluk (nefy), yasaklama (nehiy) veya هل soru edatının olması, ikincisi de sonrasında gelen kelimenin nekre gelmesidir. (Ömer Özbek Arap Dili Ve Belâgatı’nda Itnâb Üslûbu Yüksek Lisans Tezi)
Müspet mazi fiil sıygasındaki فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. Nidanın cevabına matuftur. قَدْ tahkik harfi, cümleyi tekid etmiştir.
نَذ۪يرٌ ,بَش۪يرٌ’e matuftur. Atıf sebebi tezattır.
Beşîr ve nezîr, peygamberlerin en önemli sıfatıdır ve ikisi bir aradadır. Burada da iki kere tekrarlanmıştır. Allah’tan hem korkacağız hem de ümit edeceğiz.
Ayet-i kerime lâzım-ı faideî haber şeklinde gelmiş, mantık yollu kelamdır.
جَٓاءَكُمْ - مَا جَٓاءَنَا arasında tıbâk-ı selb, بَش۪يرٌ - نَذ۪يرٌ arasında tıbâk-ı îcab vardır.
بَش۪يرٌ- نَذ۪يرٌۜ- قَد۪يرٌ arasında muvazene vardır. Nekre oluşları tazim ifade eder.
رَسُولُنَا - الرُّسُلِ arasında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
Bu, Ehl-i Kitab’a iltifat yoluyla hitabın tekrarıdır ve hakka davette kendileri için bir lütuftur. Yani “Ey Ehl-i Kitap! Size Resulümüz geldi; o, size dinin vaat ve vaîdleri (ceza veya azab tehdidi) ile hükümlerini ve umdelerini açıklıyor. Daha önceki ayetlerde açıklananlar ve bundan sonra zikri gelecek eski ümmetlerin haberleri de resulümüzün size bildirdiği gerçeklerdendir. O, size ihtiyaç duyduğunuz bütün bilgileri veriyor. Resulümüz, peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği bir fetret döneminde bahsedilmiştir.” (Ebüssuûd)
Ayetteki “Size, (hakikatleri) apaçık söyleyip duran…” ifadesiyle ilgili iki izah bulunmaktadır:
1. Burada mef’ûl olarak bir “mübeyyen (açıklanan, beyan edilen)” kelimesi takdir edilir. Bu takdire göre de iki ihtimal bulunmaktadır:
a. Bu açıklanan şeyin, din ve dinin hükümleri olmasıdır. Bu kelimenin cümlede hazfedilmesi güzel olmuştur; çünkü Hazreti Peygamberin (s.a.) ancak şeriatın hükümlerini beyan etmek için gönderildiğini herkes bilmektedir.
b. Bu cümlenin takdirinin, “Size, “gizlemekte olduğunuz şeyleri” beyan eden…” şeklinde olmasıdır. Bu takdire göre mef’ûlün daha önce geçmiş olduğu için yerinde ve güzel olmuştur.
2. Burada mef’ûl olarak bir mübeyyen takdir edilmez. İfadenin manası da “Size beyanı iyice açıklıyor, beyan ediyor…” şeklinde olur. Bu takdire göre mef’ûlün hazfedilmesi daha çok mana ifade edeceği için daha mükemmel olur. (Fahreddin er-Râzî)
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌ cümlesi, illeti olduğu mahzuf (kaldırılmış, gizlenmiş) bir cümle ile bağlantılıdır. Yani artık özür beyanına kalkışmayın; çünkü işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.(Ebüssuûd)
وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelen ve takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyh tazim ve korkutmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan ٱللَّه ismiyle gelmiştir.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
عَلٰى كُلِّ شَيْء amiline takdim edilmiştir. Bu cümle mamulun amile kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye kadirdir. Muktedir olmadığı hiçbir şey yoktur. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ ifadesi maksûrun aleyh, قَد۪يرٌ۟ ise maksûrdur.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder. قَد۪يرٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir.
Allah Teâlâ, öldürmeye de hayat vermeye de ve hepinizi bir araya toplamaya da kādirdir. Bu itibarla bu cümle, geçen hükmün sebep ve gerekçesidir.
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | قَالَ | demişti |
|
3 | مُوسَىٰ | Musa |
|
4 | لِقَوْمِهِ | kavmine |
|
5 | يَا قَوْمِ | kavmim |
|
6 | اذْكُرُوا | hatırlayın |
|
7 | نِعْمَةَ | ni’metini |
|
8 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
9 | عَلَيْكُمْ | size olan |
|
10 | إِذْ | zira (O) |
|
11 | جَعَلَ | var etti |
|
12 | فِيكُمْ | aranızda |
|
13 | أَنْبِيَاءَ | peygamberler |
|
14 | وَجَعَلَكُمْ | ve sizi yaptı |
|
15 | مُلُوكًا | krallar |
|
16 | وَاتَاكُمْ | ve size verdi |
|
17 | مَا | şeyleri |
|
18 | لَمْ |
|
|
19 | يُؤْتِ | vermediği |
|
20 | أَحَدًا | hiç kimseye |
|
21 | مِنَ |
|
|
22 | الْعَالَمِينَ | dünyalarda |
|
Bu ayetler, Kur’an’ın ayrıntılı biçimde açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.
Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler. Medine’de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah’ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.
Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah’ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm’dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah’la yaptıkları “sözleşme”yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Allah’ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır.
Fizilal-il Kuran / Seyyid Kutub
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ
وَ atıf harfidir. اِذْ zaman zarfı, takdiri اذكروا olan mahzuf fiile müteallıktır.
قَالَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
لِقَوْمِ car mecruru قَالَ fiiline müteallıkır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavl cümlesi يَا قَوْمِ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَا nida, قَوْمِ münadadır. Kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Mütekellim يَ ‘sı mahzuftur.
Nidanın cevabı اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ ’dir. اذْكُرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نِعْمَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
عَلَيْكُمْ car mecruru نِعْمَةَ ’nin mahzuf haline müteallıktır.
اِذْ zaman zarfı, نِعْمَتَ ’ye müteallıktır. جَعَلَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. ف۪يكُمْ car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlun bihe müteallıktır.
اَنْبِيَٓاءَ kelimesi birinci mef’ûlun bihtir.
جَعَلَكُمْ مُلُوكاً cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. جَعَلَكُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مُلُوكاً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
وَ atıf harfidir. اٰتٰيكُمْ mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Müşterek ism-i mevsûl مَا ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası لَمْ يُؤْتِ اَحَداً’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
لَمْ, muzariyi cezm ederek anlamını olumsuz maziye çeviren edattır. يُؤْتِ illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
اَحَداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. İkinci mef’ûlun bih hazfedilmiştir. Takdiri, ما لم يؤته أحدا şeklindedir.
مِنَ الْعَالَم۪ينَ car mecruru اَحَداً ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. الْعَالَم۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı اِذْ ’in takdiri اذكر olan muteallakı mahzuftur.
Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan قَالَ cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ , nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Münada olan قَوْمِ ’deki mütekellim zamirinin hazfi nida edenin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Nidanın cevap cümlesi اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümledeki ikinci zaman zarfı نِعْمَةَ ,اِذْ’ye müteallık veya نِعْمَةَ ’den bedeldir.
جَعَلَكُمْ مُلُوكاً cümlesi muzâfun ileyh olan جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür.
نِعْمَةَ اللّٰهِ izafetinde, lafza-i celâle muzâf olan نِعْمَةَ, şan ve şeref kazanmıştır.
Ayetin son cümlesi اٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ, muzâfun ileyhe matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası ise menfi muzari fiil sıygasında gelmiştir. Fiil, mef’ûle dikkat çekmek için meçhul bina edilmiştir.
اَحَداً ’deki tenvin kesret ve nev ifade eder. ‘Hiçbir’ anlamındadır. Bilindiği gibi olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işarettir.
Kimseye verilmemiş olan şey, mucizelerdir.
Hz Musa’nın konuşmasına يَا قَوْمِ [Ey kavmim] diye başlaması hüsn-i ibtidadır.
اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ [Allah’ın nimetini anın.] cümlesinde lazım söylenmiş, melzumu olan “nimetlerine şükredin” manası kastedilmiştir. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatıdır.
Cem’ ma’at-tefrik vardır. اذْكُرُوا cem, nimetlerin sayılması tefriktir.
[Sizi hükümdarlar yapmıştı.] cümlesinde teşbih-i beliğ vardır. Teşbih edatı ile teşbih yönü hazfedilmiştir. Yani rahat yaşayış, huzur bakımından sizi hükümdarlar gibi kılmıştı demektir. Kıptilerin hakimiyetini kaldırıp sizi Allah’a kulluk edecek hale getirmiştir.
اٰتٰيكُمْ - لَمْ يُؤْتِ arasında tıbâk-ı selb vardır.
جَعَلَ - قَوْمِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Kıssa, kıssa ve öğütlere atfedilmiştir. وَاِذْ قَالَ ile başlayan benzer ayetler daha önceden geçmiştir. (Âşûr)
يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ Emrin, maksut olan olaylara değil de olayların içinde vuku bulduğu vakte tevcih edilmesi, mübalağa içindir. Çünkü vaktin hatırlatılmasından istidlal edilen, onda meydana gelen olayların anlatılmasıdır.
Bir de vakit, içinde vukua gelen olaylara tafsilatıyla amildir. Bu itibarla vakit düşünüldüğü zaman, onda vukua gelmiş olaylar tafsilatıyla düşünülmüş ve sanki müşahede edilmiş olur. (Ebüssuûd)
“Sizden” kelimesinin karşılığı olan فِيكُم veya مِنْكُم kelimesinin zikredilmemiş olması, mananın açık olmasından dolayıdır. Veya minnet yüklemek makamında hepsi hükümdar kabul edilmiştir. Zira hükümdarların akarabaları da iftihar ederken “biz hükümdarlar…” derler. Ancak bundan önce peygamberler için aynı üslup kullanılmamış, orada “içinizden” kelimesinin karşılığı olan فِيكُم kelimesi açıkça zikredilmiştir. Çünkü nübüvvet makamı o kadar şerefli ve erişilmesi zor bir makamdır ki, Allah Teâlâ'nın seçip üstün kılmadığı kimselere mecazî anlamda da olsa nübüvvet nispet edilmesi uygun düşmez. (Ebüssuûd)
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا قَوْمِ | kavmim |
|
2 | ادْخُلُوا | girin |
|
3 | الْأَرْضَ | toprağa |
|
4 | الْمُقَدَّسَةَ | Kutsal |
|
5 | الَّتِي | ki |
|
6 | كَتَبَ | yaz(ıp nasibet)diği |
|
7 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
8 | لَكُمْ | size |
|
9 | وَلَا |
|
|
10 | تَرْتَدُّوا | dönmeyin |
|
11 | عَلَىٰ |
|
|
12 | أَدْبَارِكُمْ | arkanıza |
|
13 | فَتَنْقَلِبُوا | yoksa dönersiniz |
|
14 | خَاسِرِينَ | kaybedenlere |
|
Hz. Musa’nın bu sözlerine göz attığımızda, Hz. Musa’nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır’dan çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında, Allah’ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış bir topluluğa rastlayınca, “Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah yap” dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, “Hz. Musa’nın buluşmaya gittiği ilah budur”, iddiasını ileri sürdüler.
Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise aşağılandıkları ülke Mısır’ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler; baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa’nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!
Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti. Onlar, Allah’ın emri karşısında duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmedılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
“İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!”
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, “Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları” şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar “söz” vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu… Uğrunda Mısır’dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar… Allah’ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah’ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar dılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
“İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!”
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, “Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları” şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar “söz” vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu… Uğrunda Mısır’dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar… Allah’ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah’ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar…
Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:
“Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.”
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” Allah’ın nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah’ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah’ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.
Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir hüsrandır.
Fakat yahudiler… Şu yahudiler…
“Dediler ki, “Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.'(Fizilal’il Kuran/Seyyid Kutub)
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
يَا nida, قَوْمِ münadadır. Kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Mütekellim ي’sı mahzuftur.
Nidanın cevabı ادْخُلُوا الْاَرْضَ ’dır. ادْخُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْاَرْضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الْمُقَدَّسَةَ kelimesi الْاَرْضَ kelimesinin sıfatıdır.
الَّت۪ي müfret müennes has ism-i mevsûlu, الْاَرْضَ ’nin ikinci sıfatı olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası كَتَبَ اللّٰهُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَتَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. لَكُمْ car mecruru كَتَبَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَرْتَدُّوا fiili ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ car mecruru تَرْتَدُّوا ‘deki failin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mansubtur.
فَ; sebebiyyedir. Muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri, لا يكن منكم ارتداد فانقلاب (Sizden irtidat eden olmasın yoksa (her şey) tersine döner.) şeklindedir.
تَنْقَلِبُوا fiili ن’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
خَاسِر۪ينَ kelimesi تَنْقَلِبُوا ‘deki failin hali olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
Hz. Musa’nın kavmine hitabı devam ediyor.
Fasılla gelmiş ayet nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Münada olan قَوْمِ ’deki mütekellim zamirinin hazfi, nida edenin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Nidanın cevap cümlesi ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Has ism-i mevsûl الَّت۪ي kelimesi, الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. Sılası mazi fiil sıygasında gelen mevsûlde tevcih sanatı vardır.
Önceki ayetteki يَا قَوْمِ [Ya kavmim] sözü bu ayette tekrarlanmıştır. Bu işe ehemmiyet verildiğini göstermek ve onları emre uymaya ziyadesiyle teşvik etmek için (Ebüssuûd) yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ ibaresi, Beytülmakdis’ten kinayedir.
Kavim kelimesinin kökü “ayağa kalkmak” manasındaki قام fiilidir. Belli değerler etrafında birleşmek, o değerleri ayakta tutan toplum demektir. Burada “ey kavmim” dedikçe şu vurgulanmış oluyor: “Bizim aynı hedeflerimiz var, aynı şeyleri paylaşıyoruz. Dolayısıyla benim dediklerimi yapın.” Aralarında yakınlık kurulmuş oluyor bu sözle. Ey İsrailoğulları dese bunlar vurgulanmış olmaz.
الَّت۪ي şeklindeki işaret ismi keşif ile izah için gelmiştir.
لَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِ [Arka çevirmeyin.] cümlesinde tecessüm sanatı ve ıtnâb vardır.
فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ cümlesine dahil olan فَ; sebebiyyedir. Muzari fiili gizli أن ’le masdara çevirmiştir. أن ve masdar-ı müevvel kelamın öncesinden anlaşılan bir masdara matuftur.
“Kutsal toprak”tan maksat Beytülmakdis toprağıdır. Sîna dağı (Tūr) ve etrafı olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorum, Suriye-Lübnan bölgesi şeklindedir. Filistin, Şam ve Ürdün’ün bir kısmı olduğu da söylenmiştir. Dağa kaldırıldığında Allah’ın Hazreti İbrahim’e oğulları adına miras olarak tesmiye ettiği yerler olduğu da söylenmiştir. O vakit ona “Bak, gözünün ildiği yer sana ait olacak!” denilmişti. Beytülmakdis, peygamberlerin yaşadığı, müminlerin yerleştiği yerdir. (Keşşâf)
تَرْتَدُّوا - اَدْبَارِ- فَتَنْقَلِبُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فَتَنْقَلِبُوا cümlesi mahzuf bir şartın cevabıdır. “Dönerseniz hüsrana düşersiniz.” demektir. Emir, nehiy, arz, temenni, dua gibi inşâ cümlelerinde şartın gizlenmesi caizdir.
Hitabın başındaki يَا قَوْمِ kelimesinin tekrarı, zihinlerde manayı canlandırmak içindir.
Onları melik kılması teşbih-i beliğdir. Yani nefislerine tasarruflarında ve kulluklarındaki teslimiyetlerinde onları melikler gibi kılmıştır ve onları geçmiş ümmetlere başkan kılmıştır. Ya da جَعَلَكم haberin manasını pekiştirmek için gelecek manasında kullanılmıştır. Bu sayede gelecekte melik olacaklarını bildirir. (Âşûr)
الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ ifadesi; Allah Teâlâ’nın mübarek ve temiz kıldığı yani Allah’ın mübarek kıldığı yer demektir. Ya da İbrahim’in (a.s.) defnedildiği yer olan ilk şehir olması dolayısıyla kutsal olan yerdir. Burası bugün Filistin’dir. (Âşûr)
كَتَبَ اللّٰهُ ifadesi, Allah’ın hükmetmesi ve takdir etmesidir ki dilde yaygın olarak kullanılan bir mecazdır. Çünkü önem verilen şey yazılır. (Âşûr)
ولا تَرْتَدُّوا عَلى أدْبارِكُم cümlesi, hezimete uğramamak için uyarıdır. Çünkü ordunun irtidadı (geri çekilmesi) yenilgi için en büyük sebeptir. İrtidad, رَّدَّ fiilinin iftial babı'dır. (Âşûr)
الأدْبارُ ise دُبُر kelimesinin çoğuludur ve sırt manasındadır. Sırt yönünde gitmek de geri dönmek yani yürüdüğün yola dönmek demektir. (Âşûr)قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالُوا | dediler ki |
|
2 | يَا مُوسَىٰ | Musa |
|
3 | إِنَّ | şüphesiz |
|
4 | فِيهَا | orada vardır |
|
5 | قَوْمًا | bir millet |
|
6 | جَبَّارِينَ | zorba |
|
7 | وَإِنَّا | ve şüphesiz biz |
|
8 | لَنْ |
|
|
9 | نَدْخُلَهَا | oraya girmeyiz |
|
10 | حَتَّىٰ | kadar |
|
11 | يَخْرُجُوا | onlar çıkıncaya |
|
12 | مِنْهَا | oradan |
|
13 | فَإِنْ | eğer |
|
14 | يَخْرُجُوا | çıkarlarsa |
|
15 | مِنْهَا | oradan |
|
16 | فَإِنَّا | o zaman biz |
|
17 | دَاخِلُونَ | gireriz |
|
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, يَا مُوسٰٓى ’dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. يَا nida harfidir. مُوسٰٓى münadadır. Müfret alem olup damme üzere mebni mahallen mansubtur.
Nidanın cevabı, اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَ ’dir. إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
ف۪يهَا car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. قَوْماً kelimesi اِنَّ ’nin muahhar ismidir.
جَبَّار۪ينَ kelimesi قَوْماً ’in sıfatı olup asb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ
وَ atıf harfidir. İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. لَنْ نَدْخُلَهَا fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder.
نَدْخُلَهَا mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. يَخْرُجُوا muzari fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde نَدْخُلَهَا fiiline müteallıktır.
مِنْهَا car mecruru يَخْرُجُوا fiiline müteallıktır.
يَخْرُجُوا fiili, نَ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
فَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. يَخْرُجُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْهَا car mecruru يَخْرُجُوا fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. دَاخِلُونَ fiili اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
دَاخِلُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan دخل fiilinin ism-i failidir.قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ
Fasılla gelmiş istînaf cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasındaki قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı ise اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Sübut ifade eden bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. اِنَّ ,ف۪يهَا ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. اِنَّ ‘nin muahhar ismi olan قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ sıfat tamlaması olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır. Kelimedeki tenvin tahkir içindir.
جَبّر۪; “Kırık kemik kaynadı.” demektir. Kemiğin kaynaması zordur. “Zor” manası buradan kaynaklanır. جَبَّار۪; zorla yaptıran demektir.
Bu istînâf cümlesi, kelamın siyakından doğan “Pekiyi, onlar, Musa’nın emir ve yasaklarına ne karşılık verdiler?” sualine cevaptır. (Ebüssuûd)
وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ
Nidanın cevabına matuf cümle, اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Sübut ifade eden bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi menfi muzari fiil sıygasında gelmiştir. Gaye bildiren cer harfi حَتّٰى’nın dahil olduğu يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ cümlesi, gizli أن sebebiyle, masdar tevilindedir. لَنْ نَدْخُلَهَا fiiline müteallıktır.
نَدْخُلَهَا - يَخْرُجُوا arasında tıbâk-ı îcab vardır. Bu fiiller ikişer kere gelmiştir. Bunun için tekrîr ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
Ayetin son cümlesi وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Şart üslubunda haberî isnaddır. يَخْرُجُوا şart fiilidir.
Cevap cümlesi sübut ifade eden isim cümlesidir. اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, faide-i haber inkârî kelamdır.
Son cümle mübalağa maksadıyla gelmiş îgāldir.قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | dedi ki |
|
2 | رَجُلَانِ | iki adam |
|
3 | مِنَ | -den |
|
4 | الَّذِينَ | kimseler- |
|
5 | يَخَافُونَ | korkanlar(dan) |
|
6 | أَنْعَمَ | ni’met verdiği |
|
7 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
8 | عَلَيْهِمَا | kendilerine |
|
9 | ادْخُلُوا | girin |
|
10 | عَلَيْهِمُ | onların üzerine |
|
11 | الْبَابَ | kapıdan |
|
12 | فَإِذَا | eğer |
|
13 | دَخَلْتُمُوهُ | girerseniz |
|
14 | فَإِنَّكُمْ | muhakkak ki siz |
|
15 | غَالِبُونَ | galib gelirsiniz |
|
16 | وَعَلَى | ve |
|
17 | اللَّهِ | Allah’a |
|
18 | فَتَوَكَّلُوا | dayanın |
|
19 | إِنْ | eğer |
|
20 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
21 | مُؤْمِنِينَ | inanıyor |
|
“Allah’tan korkan ve O’nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; “Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah’a dayanınız.”
Burada, Allah’a iman ve O’ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah’tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, “Allah’tan korkma ile insanlardan korkmayı” birleştirmez. Allah’tan korkan kimse, O’ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.
” ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir.”
Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)… Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.
“… Eğer mümin iseniz, sırf Allah’a dayanınız.”
Mümin, yalnızca Allah’a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.
Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?
“Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.
“… Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
İşte böyledir acizin küstahlığı… Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.
“Git sen Rabbin ile birlikte…”
Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.
“… Biz burada kalıyoruz.”
Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.
Bu Hz. Musa’nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah’ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?
“Musa dedi ki; “Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.”
Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!
O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah’ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah’tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah’a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah’ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa’yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah’a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah’ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah’ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.
İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.
“Allah dedi ki; “Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.”
Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..
Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.
Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur’an’ın ifade üslubuna uygundur.
Müslümanlar -Allah’ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:
“Şu halde “Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, “Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz” demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız” diyoruz.
İşte bunlar, Kur’an’ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah’ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.
Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer’i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah’ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah’ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah’ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah’ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.
Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan “Adem’in iki oğlu” ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.
Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur’an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.
Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah’ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah’ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder… Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.
Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm’ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:
Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.
Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta’zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece “daru’l İslâm”da kurulan “İslam toplumu”nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın “daru’l-İslâm” kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:
1- İslam yurdu (dar’ul-İslâm):
İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, “Dar’ul-İslâm” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.
2- “Dar’ul-Harb” (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin “Savaş Yurdu” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından “Savaş Yurdu” sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu “İslâm Yurdu”nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah’ın sistemine göre düzenlemiştir ve O’nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları “İslâm Yurdu”nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. “Daru’l-Harb”e gelince… Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm’ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar’ul-İslâm’da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm’a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar’ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar’ul-harp’ten gelip eman ahdi ile dar’ul İslâm’a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki “daru’l İslâm” sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.
Fizilal’il Kuran/ Seytid Kutub
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. رَجُلَانِ fail olup müsenna olduğu için elif ile merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, مِنَ harf-i ceriyle birlikte رَجُلَانِ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَخَافُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْعَمَ اللّٰهُ cümlesi رَجُلَانِ ’nin ikinci sıfatı olarak mahallen merfûdur. اَنْعَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَلَيْهِمَا car mecruru اَنْعَمَ fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli, ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. ادْخُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَيْهِمُ car mecruru ادْخُلُوا fiiline müteallıktır. الْبَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا
فَ atıf harfidir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. إِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
دَخَلْتُمُوهُ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mansub muttasıl zamirler cemi müzekker muhatap mazi fiillere doğrudan doğruya gelmez. Bu fiiller ile söz edilen zamirle arasına bir و harfi getirilir. دَخَلْتُمُوهُ fiilinde olduğu gibi. Buna işba vavı / işba edatı denilir.
دَخَلْتُمُوهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
كُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. غَالِبُونَ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
غَالِبُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan غلب fiilinin ism-i failidir.
وَ atıf harfidir. عَلَى اللّٰهِ car mecruru تَوَكَّلُٓوا fiiline müteallıktır.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelmiş rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن كنتم مؤمنين فتوكّلوا (Eğer müminseniz …. tevekkül edin.) şeklindedir.
تَوَكَّلُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
تَوَكَّلُٓوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi وكل’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. كُنتُم’un dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri, فتوكّلوا على الله (Eğer mümin iseniz Benden korkun.) şeklindedir. مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان ’nin haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
مُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. Sülâsîsi أمن fiilidir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ
Müspet mazi fiil sıygasında gelen cümle istînâfiyyedir. Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl, رَجُلَانِ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. Sılası يَخَافُونَ ’dir. Mevsûlde tevcih sanatı vardır.
Bu cümle de bir önceki ayetin başındaki cümle gibi bir istînâf cümlesidir.
“Onlar bu sözde ittifak ettiler mi, yoksa bazdan muhalefet etti mi?” şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır. Yani “Düşmandan değil yalnız Allah Teâlâ'dan korkan, O’nun emirlerine ve yasaklarına muhalefet etmekten sakınan iki kişi dediler ki…” (Ebüssuûd)
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması teberrük, telezzüz ve tazim içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu iki adamın neden korktukları zikredilmemiştir. Böylece ya Allah’tan korktukları ya da Amelika kavminin içinden iki kişi olup imanlarını açıklamaktan korktukları düşünülebilir.
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا cümlesi, itiraz cümlesidir. “Allah onları nimetlendirsin.” anlamında dua manasında olması mümkündür. Ya da ikinci sıfat veya haldir.
Buradaki kişiler Yûşa ve Kaleb’dir ve korkmakla vasıflandırılmışlardır. Korkmaktan maksadın düşman korkusu, ism-i mevsûlden muradın İsrailoğulları olması caizdir. İsm-i mevsûlle tarif edilmeleri, korkuları ve cesaretsiz olmaları dolayısıyla zemmetmektir. Yoksa kavimlerini düşmanla savaşmaya teşvik etmeleri karinesiyle korkak olmakla vasıflanmamışlardır. Korkudan kastın Allah’tan korkmak olması da caizdir. ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ البابَ sözü; onların Allah’tan korkmalarından kaynaklanmıştır. Bu durumda İsrailoğullarının bu iki kişiye isyan etmeleri Allah’tan korkmadıklarına tarizdir. (Âşûr)
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا kavli, istînafî beyaniyedir ve Allah’tan korkularının kaynağını göstermek için gelmiştir. Yani Allah’tan korkmak Allah’ın bir nimettir. Bu da Allah’ın dinine yardım için gösterilen cesaretin Allah’ın nimeti olduğunu gerektirir. (Âşûr)
Hakk Teâlâ’nın, اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا [kendilerine nimet ihsan ettiği] vasfıyla ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:
1. Bu ifade, “iki kişi, iki adam” ifadesinin sıfatıdır.
2. Bu, sözden kastedilen manayı tekid etmek için, araya girmiş olan bir itiraz cümlesidir. (Fahreddin er- Râzî)
Hakk Teâlâ'nın, ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ [Onların üzerine kapıdan giri*n.] ifadesi, onlara yardım edeceği ve onları muzaffer kılacağı hususundaki vaadini iyice pekiştiren bir ifadedir. Buna göre Cenab-ı Hakk sanki şöyle demiştir: “Onların beldelerinin kapılarından girdiğinizde onlar bozulacaklar, hezimete uğrayacaklar ve onlardan ne ateşe üfleyen ne de evde oturan bir kimse kalmayacaktır. Binaenaleyh, onlardan korkmayınız.” Allah en iyi bilendir. (Fahreddin er-Râzî)
دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا
فَ atıftır. Cümle mekulü’l-kavle matuftur. Şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi دَخَلْتُمُوهُ müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır ve اِذَا ’nın muzâfun ileyhidir.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ, faide-i haber inkârî kelamdır. Aynı zamanda zaman zarfı اِذَا ’nın müteallakıdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Atıf harfi وَ ’la gelen وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, mahzuf şartın cevabıdır. Takdiri, …إن كنتم مؤمنين [Eğer mümin iseniz] olan mahzuf şartla birlikte cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede car mecrur olan عَلَى اللّٰهِ, amiline takdim edilmiştir.
Cevabın غَالِبُونَ şeklinde ismi fail olarak gelmesi, kesinlikle galip olacaklarını ifade eder.
ادْخُلُوا - دَخَلْتُمُوهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا cümlesindeki takdim, kasr ifade eder yani “Sadece Allah’a tevekkül edin. Başka kimseye tevekkül etmeyin.” demektir.
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Sevgili Nefsim,
Acelecisin; Kendini savunmada. Fikrini söylemede. Tavrını belirtmede. Zanna kapılmada. İstediğini almada. Halbuki, bazen sadece beklemek gerekir. Dilinin ucuna gelenleri söylememek. Kalbine dolan hoşnutsuzluğu belli etmemek. Nefsinin emirlerine boyun eğmemek. Çünkü hiçbir şey tek bir andan ibaret değildir. Sunnetullah’a aykırı aldığın her kararın sonrası da vardır.
Yavaşsın; Hayrı yapmada. Vesveseleri kovmada. İbadetleri zenginleştirmede. Günahı terketmede. Adaleti uygulamada. Halbuki, bazen acele etmek gerekir. Rabbinin ipine sımsıkı sarılmak. Gönlünde yeşeren iyiliği gerçekleştirmek. Harama yaklaştıran yoldan geri dönmek. Çünkü zaman keyfini beklemez, her şeyin bir sonu vardır. Hak yolunda atmaktan çekindiğin her adımın, ödenecek bedeli vardır.
O an; Belki bir zorluğu bertaraf etmişsin. Ama bir bakarsın ki, sonrasında kazanabileceklerini de kaybetmişsin. Belki hevesine uymayı kolay bulmuşsun. Ama bir görürsün ki, duymazdan geldiğin kalbini karanlıklarda bırakmışsın. Belki paketinde huzur yazanı seçmişsin. Ama bir anlarsın ki, onu beraberinde gizlediği mutsuzlukla satın almışsın.
Allahım! İsrailoğullarının kıssalarından ibret alanlardan olmamızı nasip et. Halimizi; şer görünen hayrı, sonu ferahlığa çıkan zorluğu ve rahmetini barındıran fırsatları, elinin tersiyle itenlere benzemekten koru. Bizi; gazabına sebep yanlışların, yaptıklarımızı boşa çıkaran dünyalıkların ve rızana aykırı heveslerin peşinden koşmaktan koru. Her şeyin kılıfına kanan nefsimizi terbiye etmemizde yardımcımız ol.
Allah’ın rızasına, muhabbetine ve sevdiği kullarının sevgisine layıklardan olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji