بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ۟
وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَسْـَٔلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlu bih olarak mahallen mansubdur.
عَلَيْهِ car mecruru اَجْرٍ ’nin mahzuf haline müteallıktır.
مِنْ harfi ceri zaiddir. اَجْرٍ lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ۟
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. ذِكْرٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. لِلْعَالَم۪ينَ car mecruru ذِكْرٌ ’nun mahzuf sıfatına müteallıktır.
الْعَالَم۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan علم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۜ
Cümle önceki ayete وَ ’la atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil sıygasında gelmesi cümleye teceddüt, istimrar ve tecessüm anlamları katmıştır.
اَجْرٍ ’deki tenvin kıllet içindir. “Hiçbir ücret” anlamındadır. Nefy siyakta nekre umuma işaret eder. مِنْ harfi de istiğrak manasıyla bu anlamı pekiştirir.
وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ [Kur’an’a karşılık bir ücret istemiyorsun.] cümlesinde muzâf hazf edilmiştir. وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ على التپلغ القرآنِ من أچر [Kur’an’ın tebliğine karşılık onlardan bir ücret istemiyorsun] demektir. (Safvetu't Tefasir)
اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ۟
Ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Kasrla tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Nefy harfi اِنْ ve istisna edatı اِلَّا ile oluşan kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. هُوَ mevsuf/maksûr, ذِكْرٌ sıfat/maksûrun aleyhtir.
Yani o, alemler için sadece öğüttür. Öğüt olmak dışındaki bütün özellikleri olumsuzlanmıştır. İzafî kasrdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Anlatılanların, alemler için sadece bir öğüt olduğunu ifade eden ta’lil cümlesi, açıklama maksatlı ıtnâbtır.وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren işaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mûcize ve topluluk” anlamlarına gelir. Terim olarak, Kur’ân-ı Kerîm’in bir veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden nice delil vardır ki bunlar insanların nazarı dikkatine sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan ilâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Halbuki insanoğlu bunları düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada başarılı olacak hem de imanını taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 261
وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا
وَ istînâfiyyedir. كَاَيِّنْ sükun üzere mebni, mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ اٰيَةٍ car mecruru كَاَيِّنْ ’nin temyizi olup mahallen mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru اٰيَةٍ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتِ ’a matuftur.
يَمُرُّونَ fiili, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَمُرُّونَ fiili نَ ’nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَيْهَا car mecruru يَمُرُّونَ fiiline müteallıktır.
وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
عَنْهَا car mecruru مُعْرِضُونَ ’ye müteallıktır.
مُعْرِضُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır.Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
مُعْرِضُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda sübut ifade eden cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Kinaye ismi olan كَاَيِّنْ, ref mahallinde mübtedadır.
كَاَيِّنْ kelimesi, كْم (niceَ) manasındadır أيّ kelimesinin başındaki ك teşbih harfidir. Fakat teşbih manası yoktur. Çokluk ifade etmek için vaz edilmiş müfred bir kelimedir.
كَاَيِّنْ; belirsiz sayının çokluğuna delalet eden isimdir. Onu مِنْ ile mecrur olmuş temyizi açıklar. (Âşûr)
مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ [Gökte ve yerde nice ayetler] temyizdirِ. Temyizin galip olan kullanılışı مِنِْ iledir.
Mübtedanın haberi olan يَمُرُّونَ fiilinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla, sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
السَّمٰوَاتِ ve الْاَرْضِ arasında tıbâk-ı îcab vardır.
يَمُرُّونَ عَلَيْهَا ibaresi, “onu görüyorlar” manasındadır. المُرُورُ kelimesi, göklerdeki ayetler (deliller) için kullanıldığında gerçek manasına hamledilemeyeceği için bu ayette meknî (imalı) mecaz olarak gelmiş olup inceleme ve müşahede etme manasında kullanılmıştır. Yani kelime burada, وإذا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرامًا [Furkan Suresi, 72] ayetindeki kullanımı gibidir. (Âşûr)
Hal konumundaki وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ cümlesi, mübteda ve haberden oluşmuş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَنْهَا, siyaktaki önemine binaen amiline takdim edilmiştir. Bu takdim kasr ifade eder.
Onların, ondan (gökte ve yerdeki nice ayetlerden) yüz çeviriyor oldukları, kasr üslubuyla tekidli bir şekilde bildirilmiştir.
Belâgatçıların cumhuruna göre ister mef’ûl, ister zarf, isterse harfi cerle mecrur olsun amilin mamulüne takdîmi kasr ifade eder. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ [Onlar ondan yüz çeviriyorlar.] cümlesi ile وَهُمْ مُشْرِكُونَ [Onlar ortak koşarlar.] cümlesinde edebi sanatlardan secî ve lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Secî; ayet sonlarındaki son harflerin birbirine uygunluğudur. (Safvetu't Tefasir).
وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ
İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle incelemedikleri ve akıllarını doğru kullanmadıkları için, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde O’na çeşitli yollarla ortak koşarlar. Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah’a inanmakla birlikte (Lokmân 31/25) çeşitli şekillerde O’na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırken (Nahl 14/57), bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı (Zümer 39/3). Hıristiyanlar, Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı, “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyorlardı (Tevbe 10/30). Ayrıca cinleri Allah’a ortak koşanlar da vardı (En‘âm6/100).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 261
Riyazus Salihin, 1457 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Ebû Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâm’a:
وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُؤْمِنُ merfû muzari fiildir. اَكْثَرُ fail olup lafzen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُ fiiline müteallıktır.
اِلَّا hasr edatıdır. وَ haliyyedir.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. مُشْرِكُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
مُشْرِكُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ
Önceki ayetteki istînâfa matuftur. Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
مَا ve اِلَّا ile oluşmuş kasr, faille hal arasındadır. Onların çoğunun iman etmesi ancak şirk koşarak olur. Onlar şirk koşmadan iman etmezler anlamına gelir. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. İzafîdir. اَكْثَرُهُمْ / mevsuf, وَهُمْ مُشْرِكُونَ / sıfattır.
وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ [İnsanların çoğu iman edecek değildir.] cümlesinde umumi olarak bütün insanlar kastedilmektedir; “Ama insanların çoğu iman etmez.” (Hud Suresi, 17) ayeti gibidir. İbni Abbas’tan ise “Burada Mekke halkı kastedilmiştir.” görüşü nakledilmiştir. Anlam, “Onlar iman edecek değildir.” şeklindedir. (Keşşâf)
Hal وَ ’ıyla gelen وَهُمْ مُشْرِكُونَ cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Zamandan bağımsız sübut ifade eden isim cümlesidir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübuta işaret eder.
اَفَاَمِنُٓوا اَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ اَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفَأَمِنُوا | onlar emin midirler? |
|
2 | أَنْ |
|
|
3 | تَأْتِيَهُمْ | kendilerine gelmeyeceğinden |
|
4 | غَاشِيَةٌ | sargın bir belanın |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | عَذَابِ | azabından |
|
7 | اللَّهِ | Alah’ın |
|
8 | أَوْ | veya |
|
9 | تَأْتِيَهُمُ | kendilerine gelmeyeceğinden |
|
10 | السَّاعَةُ | O sa’atin |
|
11 | بَغْتَةً | ansızın |
|
12 | وَهُمْ | ve onlar |
|
13 | لَا | hiç |
|
14 | يَشْعُرُونَ | farkında değillerken |
|
اَفَاَمِنُٓوا اَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ اَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً
Hemze istifhâm harfi, فَ atıf harfidir. اَمِنُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
تَأْتِيَ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
غَاشِيَةٌ fail olarak lafzen merfûdur. مِنْ عَذَابِ car mecruru غَاشِيَةٌ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَوْ atıf harfidir. Türkçede “veya, yahut, ya da yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَأْتِيَ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
السَّاعَةُ fail olarak lafzen merfûdur. بَغْتَةً hal olup fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
لَا يَشْعُرُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَشْعُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَفَاَمِنُٓوا اَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ اَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
فَ atıf, hemze takriri istifham harfidir. Müspet mazi fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayetteki istifham azabın büyüklüğünü, korkunçluğunu vurgulamak için, tehdit ve tevbih amacıyla gelmiş inkâri istifhamdır. Gerçek soru değil, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Masdar harfi اَنْ ’i takip eden تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ cümlesi, masdar teviliyle اَمِنُٓوا fiilinin mef’ûlü konumundadır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ ifadesinde istiare vardır. Bununla kastedilen, “bir şeyi kaplayan, onu her yandan kuşatan ve onu bütün yanlardan görünmesini önleyen” bir örtü gibi kendilerini saran azabın ve üzerlerindeki felaketin tasvirinde vurgulu anlatım sağlamaktadır. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
عَذَابِ kelimesinin Allah lafzına izafesi, azaba tazim kazandırmıştır.
غَاشِيَةٌ ’nin tenkiri tahayyül edilemeyecek derecede dehşet veren bir şey olduğuna işarettir.
مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ car-mecruru, غَاشِيَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
اَوْ atıf harfiyle, …تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ cümlesine atfedilen, aynı üsluptaki اَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً cümlesinin atıf sebebi, hükümde ortaklıktır.
بَغْتَةً, zamandan bağımsız, sarih masdar kalıbında gelmiş haldir. Hal ıtnâb babındandır.
غَاشِيَةٌ ’un ve السَّاعَةُ ’un اتى fiiline isnadı, aklî mecazdır.
وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ cümlesi بَغْتَةً kelimesini tekid eder. İnsanların karşılaşacakları durumun hiç farkında olmayacakları, hiç beklemedikleri bir anda geleceğini zihinlere yerleştirmek için yapılan ıtnâbtır.
تَأْتِيَهُمُ lafzının tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | هَٰذِهِ | işte budur |
|
3 | سَبِيلِي | benim yolum |
|
4 | أَدْعُو | da’vet ederim |
|
5 | إِلَى |
|
|
6 | اللَّهِ | Allah’a |
|
7 | عَلَىٰ |
|
|
8 | بَصِيرَةٍ | basiretle |
|
9 | أَنَا | ben |
|
10 | وَمَنِ | ve kimseler |
|
11 | اتَّبَعَنِي | bana uyan(lar) |
|
12 | وَسُبْحَانَ | ve şanı yücedir |
|
13 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
14 | وَمَا | ve değilim |
|
15 | أَنَا | ben |
|
16 | مِنَ | -dan |
|
17 | الْمُشْرِكِينَ | ortak koşanlar- |
|
“Ne yaptığımı bilerek” diye çevirdiğimiz basîret kelimesi sözlükte, “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir. “Akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayış” şeklinde de çevrilmiştir (Esed, II, 480). Âyette Hz. Peygamber’e, yolunun İslâm dini olduğunu, insanları sadece Allah’a çağırdığını, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah’a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah’a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır (ayrıca bk. Nahl16/125).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 261-262
قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت’dir. Mekulü’l-kavli هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي cümlesidir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
İsm-i işaret هٰذِه۪, mübteda olarak mahallen merfûdur. سَب۪يل۪ٓي haber olup mukadder damme ile merfûdur. Mütekellim zamiri ى muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَدْعُٓوا mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ’dir.
اِلَى اللّٰهِ car mecruru اَدْعُٓوا fiiline müteallıktır.
عَلٰى بَص۪يرَةٍ car mecruru اَدْعُٓوا ’deki failinin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri, مستيقنا (yakînen bilerek) şeklindedir.
اَنَا۬ munfasıl zamir اَدْعُٓوا ’deki failini tekid ederek mahallen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنِ, atıf harfi وَ ’la اَدْعُٓوا ’deki faile matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اتَّبَعَن۪ي ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
اتَّبَعَن۪ي fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Sonundaki نَ vikayedir. Mütekellim zamiri ى mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
سُبْحَانَ cümlesi atıf harfi وَ ’la mekulü’l-kavle matuftur.
سُبْحَانَ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, أسبح (tesbih ederim) şeklindedir.
اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اتَّبَعَن۪ي fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfiyle makabline matuftur.
مَٓا nefy harfi olup لَيْسَ gibi amel eder. اَنَا۬ munfasıl zamiri مَٓا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur.
مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ car mecruru مَٓا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.
الْمُشْرِك۪ينَ ’nin cer alameti ي ’dir. Cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel/karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ba’z (yani bir kısmı) manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُشْرِك۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli ise sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ism-i هٰذَا ile marife olması, işaret edilenin önemini belirtmek amacına matuftur. Müsned az sözle çok anlam ifade yollarından biri olan izafetle marife olmuştur.
Bu ayeti oluşturan cümleler Rabbinden kendisine söylenen her sözü iletmesini ifade eden قُلْ emri ile başlamıştır. Ayetin başında bu emrin bulunması mekûlü’l-kavlin Allah katında bir önemi ve şanı ciddiyeti bulunduğuna işaret eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri Ahkâf Suresi 9)
İşaret isminde istiare vardır. هٰذِه۪ ile Allah’ın dini anlamındaki سَب۪يل۪ٓي ’ye işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur.
سَب۪يل۪ٓ kelimesi din manasında istiaredir. Sebil kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırmak bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstearun leh) hazf edilmiş müstearun minh kalmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
[Sırat kelimesinin açıklaması])
هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي ifadesinde farklı bir bakış açısıyla düşünüldüğünde sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel olduğu da söylenebilir. Allah'a giden sebepler aramaya işaret eder.
سَب۪يل۪ٓ kelimesi lügatte “yol” manasınadır. Araplar inançları, insanın üzerinde yürüyüp cennete gideceği yola benzettiler. (Fahreddin er-Râzî)
Burada işaret ismi yolun önemine dikkat çekmek ve tazim için gelmiştir.
اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Munfasıl zamir اَنَا۬, mazi fiil اَدْعُٓوا ’daki müstetir zamir için tekiddir.
Fail konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنِ, fail olan müstetir zamire matuftur. Sılası اتَّبَعَن۪يۜ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l-kavle matuf olan وَسُبْحَانَ اللّٰهِ cümlesinde, takdiri أسبح (Tesbih ederim.) olan fiil mahzuftur. سُبْحَانَ kelimesi bu mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakıdır.
Lafza-i celâle muzâf olması nedeniyle şan ve şeref kazanmıştır. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.
بَص۪يرَةٍ ’nin tenkiri, tazîm ve tefhîm içindir.
وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
Mekulü’l-kavl cümlesine matuf, menfi isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ bu mahzuf habere müteallıktır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اَنَا۬ - اللّٰهِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ cümlesi makabli (öncesi) için tezyîl menzilindedir. Çünkü aynı konudadır. (Âşûr)
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالاً نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰىۜ اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا |
|
|
2 | أَرْسَلْنَا | göndermedik |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | قَبْلِكَ | senden önce |
|
5 | إِلَّا | başka |
|
6 | رِجَالًا | erkeklerden |
|
7 | نُوحِي | vahyettiğimiz |
|
8 | إِلَيْهِمْ | kendilerine |
|
9 | مِنْ | -dan |
|
10 | أَهْلِ | halkın- |
|
11 | الْقُرَىٰ | kentler |
|
12 | أَفَلَمْ |
|
|
13 | يَسِيرُوا | hiç gezmediler mi? |
|
14 | فِي |
|
|
15 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
16 | فَيَنْظُرُوا | görsünler |
|
17 | كَيْفَ | nasıl |
|
18 | كَانَ | olduğunu |
|
19 | عَاقِبَةُ | sonunun |
|
20 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
21 | مِنْ |
|
|
22 | قَبْلِهِمْ | kendilerinden önceki |
|
23 | وَلَدَارُ | ve yurdu |
|
24 | الْاخِرَةِ | ahiret |
|
25 | خَيْرٌ | daha iyidir |
|
26 | لِلَّذِينَ |
|
|
27 | اتَّقَوْا | korunanlar için |
|
28 | أَفَلَا |
|
|
29 | تَعْقِلُونَ | aklınızı kullanmıyor musunuz? |
|
Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber’i kastederek, “Ona bir melek indirilseydi ya!” (En‘âm 6/8) meâlindeki sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder. “Kişiler” diye çevirdiğimiz ve sözlükte “erkekler” mânasına gelen “ricâl” kelimesine dayanan müfessirler çoğunluğuna göre, peygamberlerin tamamı erkeklerden gönderilmiştir. Ancak bazı âlimler Hz. İbrâhim’in eşi Sâre’nin, Hz. Mûsâ’nın annesinin ve Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir (krş. Âl-i İmrân 3/42; Hûd 11/71; Kasas 28/7; Tahrîm 66/11-12). İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret bulunmakla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır (İbn Kesîr, IV, 346).
Müfessirler, “şehir halkı içinden” diye çevirdiğimiz min ehli’l-kurâ ifadesini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, XVIII, 226; Şevkânî, III, 69). Ehli’l-kurâ tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas’a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir (İbn Kesîr, IV, 346).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 263
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالاً نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰىۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي ’ye matuftur.
مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَرْسَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir.
Muttasıl zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مِنْ قَبْلِكَ car mecruru اَرْسَلْنَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلَّا hasr edatıdır. رِجَالاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
نُوح۪ٓي fiili رِجَالاً ’nin sıfatı olarak mahallen mansubdur.
نُوح۪ٓي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir takdiri نحن ’dur.
اِلَيْهِمْ car mecruru نُوح۪ٓي fiiline müteallıktır.
مِنْ اَهْلِ car mecruru رِجَالاً ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. الْقُرٰى muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
Hemze, istifhâm harfi فَ atıf harfidir.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَس۪يرُوا fiili نَ ’nun hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir takdiri هو ’dir.
فِي الْاَرْضِ car mecruru يَس۪يرُوا fiiline müteallıktır.
يَنْظُرُوا fiili atıf harfi فَ ile makabline matuftur.
كَيْفَ istifham harfi, كَانَ ’nin mukaddem haberi olup mahallen mansubdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
عَاقِبَةُ kelimesi كَانَ ’nin muahhar ismi olarak lafzen merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ قَبْلِ car mecruru mahzuf sılasıya müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۜ
وَ istînafiyyedir. لَ ibtidaiyyedir. Tekid ifade eder.
دَارُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْاٰخِرَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
خَيْرٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
خَيْرٌ kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır. Çok kullanıldığı için başındaki hemze hafifletilmiştir. (Âşûr)
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir. İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh” denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ veznindedir. Çok kullanıldıklarından dolayı Arap dilbilgisinde bu şekilde gelmektedir. İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذِين cemi müzekker has ism-i mevsûl لِ harf-i ceriyle birlikte خَيْرٌ ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اتَّقَوْا ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
اتَّقَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile merfû mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اتَّقَوْا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Cümle mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أجهلتم فلا تعقلون şeklindedir.
Hemze istifham harfidir. فَ atıf harfidir.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
تَعْقِلُونَ fiili نَ ’nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالاً نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰىۜ
Ayet, istînâf olan 108. ayetteki قُلْ cümlesine matuftur. İlk cümle menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
مَٓا nefy harfi ve اِلَّا istisna harfiyle oluşmuş kasr üslubuyla, Hz. Peygamberimizden önceki peygamberlerin de onun gibi ahaliden bir erkek olduğu etkili ve kesin bir şekilde ifade edilmiştir. Kasr fiille mef’ûlü arasında, kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur. اَرْسَلْنَا, sıfat/maksûr, رِجَالاً sıfat/maksûrun aeyhtir.
Bu ayet, müşriklerin, “Allah dileseydi, melekleri indirirdi.” (Müminun Suresi, 24) sözlerini reddetmektedir. Peygamberler, kentlerin halkından gönderilmişler, çünkü kentliler, daha bilgili ve daha halim olur. Çöl halkında ise cehalet, kabalık ve sertlik vardır. (Ebüssuûd)
رِجَالاً için sıfat olan müspet muzari fiil sıygasında gelen نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰىۜ cümlesi, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رِجَالاً kelimesinin tenkiri, tazim ifade eder.
Cenab-ı Allah, “Senden evvel gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından, kendilerine vahyettiğimiz adamlardı.” sözü ile “Bütün peygamberler böyle gönderilmiş olduğuna göre nasıl oluyor da onlar, Ey Muhammed senin peygamberliğin hakkında böyle bir şüpheye düşüyorlar” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ
Cümle, takdiri …أمكنوا (mümkün mü?) olan mukadder cümleye فَ ile atfedilmiştir. …اَرْسَلْنَا cümlesine matuf olduğu da söylenmiştir. Haber manalı olması bu atfı, mümkün kılmıştır.
Hemze inkâri istifham harfidir. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle inkâr manası taşımaktadır. “Yeryüzünde gezmediler mi?” zahirindeki cümle “gezmemiş olmaları mümkün değildir” anlamındadır. Muhataba ikrar ettirmek amaçlıdır. İstifham anlamından çıktığı için terkip, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ayrıca mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
Makabline فَ ile atfedilen bu cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Meczum muzari fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formundaki terkipte takdim-tehir sanatı vardır.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. كَانَ ’nin muahhar ismi, عَاقِبَةُ ’dur. كَانَ ’nin dahil olduğu bu isim cümlesi, فَيَنْظُرُوا fiilinin mef’ûlü konumundadır.
عَاقِبَةُ için sıfat konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. مِنْ قَبْلِهِمْۜ bu mahzuf habere müteallıktır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri tahkir kastına matuftur.
Sübut ifade eden isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tevbih ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
قَبْلِ - عَاقِبَةُ kelimelerinde tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۜ
وَ istînâfiyedir. Tekid ifade eden ibtida lamının dahil olduğu cümle, faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
خَيْرٌ ’a müteallık olan mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl لِلَّذ۪ينَ ’nın sılası اتَّقَوْاۜ, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri tazim kastına matuftur.
Ayetteki farklı kişileri belirten ism-i mevsûller arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَبْلِ kelimesinin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr, الْاَرْضِ - الْاٰخِرَةِ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatları vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ayetin fasılası mukadder istînâfa matuftur. Takdir şöyle olabilir: أجهلتم فلا تعقلون [Cahil mi oldunuz, o halde akletmiyorsunuz.]
Menfi muzari fiil cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen inkâr, taaccüp ve tevbih manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ cümlesi çok büyük bir kınama ifadesidir. Anlam ise “Yaptığınız şeyin çirkin olduğuna akıl erdiremiyor musunuz ki bu fiillerin kötülüğü sizi onları yapmaktan alıkoymuyor? Adeta akılları örtülmüş kimseler gibisiniz. Çünkü akıl bu tür şeylerden kaçınır, bunları reddeder.” şeklindedir. (Keşşâf, Araf Suresi, 169)
Kur’an’daki fasılalar, kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ gibi tezekküre çağıran ifadelerle bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur’an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكُّر) geleceğe yol bulmaları (تَدَبُّر) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise تَفَقُّه kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)حَتّٰٓى اِذَا اسْتَيْـَٔسَ الرُّسُلُ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ فَنُجِّيَ مَنْ نَشَٓاءُۜ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | حَتَّىٰ | hatta |
|
2 | إِذَا | ne zaman ki |
|
3 | اسْتَيْأَسَ | umutlarını kestiler |
|
4 | الرُّسُلُ | elçiler |
|
5 | وَظَنُّوا | ve sandılar |
|
6 | أَنَّهُمْ | kendilerinin |
|
7 | قَدْ | gerçekten |
|
8 | كُذِبُوا | yalanlandıklarını |
|
9 | جَاءَهُمْ | onlara geldi |
|
10 | نَصْرُنَا | yardımımız |
|
11 | فَنُجِّيَ | ve kurtarıldı |
|
12 | مَنْ | kimseler |
|
13 | نَشَاءُ | dilediğimiz |
|
14 | وَلَا | asla |
|
15 | يُرَدُّ | geri çevrilmez |
|
16 | بَأْسُنَا | azabımız |
|
17 | عَنِ | -ndan |
|
18 | الْقَوْمِ | topluluğu- |
|
19 | الْمُجْرِمِينَ | suçlular |
|
Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanlarında kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah’ın yardımı gelmiştir” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/6).
Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de müminlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah’ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah’tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah’ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan müminler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.
Meâlinde “yalancı sayıldıklarını” diye çevirdiğimiz küzibû fiilindeki kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
a) “Küzibû” şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız gelir. İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas’tan bir rivayet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah’ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir müminin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır derler (Râzî, XVIII, 226).
b) “Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da inkârcılar tarafından yalanla itham edildikleri sonucuna vardıkları an onlara yardımımız gelir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 263-264
حَتّٰٓى اِذَا اسْتَيْـَٔسَ الرُّسُلُ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ
حَتّٰٓى ibtida harfidir. حَتّٰٓى edatı 3 şekilde kullanılabilir:
1) Harf-i cer olarak gelir. 2) Başlangıç edatı olarak gelir. 3) Atıf edatı olarak gelir. Burada başlangıç edatı olarak kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. Cümleye muzâf olur. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ’dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a. إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b. إِذَا nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır. (Bk. Meczum muzariler, Cümle Kuruluşu, s. 114, 118)
c. Sükun üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَيْـَٔسَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اسْتَيْـَٔسَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الرُّسُلُ fail olup lafzen merfûdur.
ظَنُّٓوا fiili atıf harfi وَ ’la اسْتَيْـَٔسَ ’ye matuftur.
ظَنُّٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olarak mahallen mansubdur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
هُمْ muttasıl zamiri اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
قَدْ كُذِبُوا cümlesi اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. كُذِبُوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevabı جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَا ’dır.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlu bih olarak mahallen mansubdur.
نَصْرُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اسْتَيْـَٔسَ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi يأس ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.
فَنُجِّيَ مَنْ نَشَٓاءُۜ
فَ atıf harfidir. نُجِّيَ fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ naib-i fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası نَشَٓاءُ ’dür. Îrabtan mahalli yoktur.
نَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir takdiri نحن ’dur.
نُجِّيَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi نجو ’dır.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِم۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُرَدُّ merfû meçhul muzari fiildir. بَأْسُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عَنِ الْقَوْمِ car mecruru يُرَدُّ fiiline müteallıktır.
الْمُجْرِم۪ينَ kelimesi, الْقَوْمِ ’nin sıfatı olup cer alameti ي ’dir. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُجْرِم۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
حَتّٰٓى اِذَا اسْتَيْـَٔسَ الرُّسُلُ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ فَنُجِّيَ مَنْ نَشَٓاءُۜ
İbtida harfiyle gelen ayette اِذَا, şart manası taşıyan zaman zarfıdır. Müteallakı جَٓاءَهُمْ’dur.
Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan اسْتَيْـَٔسَ الرُّسُلُ cümlesidir ve müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üsluptaki وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ cümlesi, muzâfun ileyhe yani şart cümlesine matuftur. Cihet-i câmia, hükümde ortaklıktır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’yi taip eden هُمْ قَدْ كُذِبُوا cümlesi, masdar teviliyle ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Faide-i haber inkârî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesinde قَدْ ile tekid edilmiş mazi fiil cümlesi قَدْ كُذِبُوا, masdar harfi اَنَّ ’nin haberidir.
Tahkik harfi قَدْ ’la tekid edilmiş mazi fiil cümlesi hükmü takviye, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
ظَنُّٓ, hem bildi hem de zannetti olmak üzere iki zıt anlamı olan fiillerdendir.
Buradaki “zan”, “yakîn” yani “kesin bilme” manasınadır. Buna göre ayet, “O peygamberler, ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını artık bundan sonra onlardan imanın sâdır olamayacağını iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler. Bu durumda da Allah Teâlâ o kavimlerin üzerine köklerini kazıyan bir azap gönderdi.” demektir. Zan kelimesinin, “bilmek, iyice anlamak” manasına gelmesinin Kur'an'da örnekleri çoktur. Ya da buradaki zan, “zannetme” manasına olabilir. Ayetin tefsiri olarak zikredilen manaların en güzeli budur. (Fahreddin er-Râzî)
اِذَا ’nın cevabı olarak gelen جَٓاءَهُمْ نَصْرُنَاۙ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ ile şartın cevabına atfedilen فَنُجِّيَ مَنْ نَشَٓاءُۜ cümlesinin atıf sebebi tezâyüftür. Faide-i haber ibtidai kelam olan mazi fiil cümlesinde مَنْ, mef’ûl konumundadır.
Sılası olan müspet muzari fiil sıygasındaki نَشَٓاءُۜ fiilinin mef’ûlü mahzuftur.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb bir şey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
نَصْرُنَاۙ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan نَصْرُ kelimesine tazim vardır.
وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِم۪ينَ
وَ istînâfiye, لَا nafiyedir. Cümle menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sübuta, istikrara ve sıfatın mevsufa olan bağlılığına delalet eden ism-i fail kalıbındaki الْمُجْرِم۪ينَ kelimesi, الْقَوْمِ ’nin sıfatıdır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiillerin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd. Doç. Dr. M.Akif Özdoğan, KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007) s. 55 - 90 Arapçada İsm-i Fâil ve İşlevleri)
بَأْسُنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan بَأْسُ, tazim edilmiştir.
Ayette كُذِبُوا ,يُرَدُّ ve نُجِّيَ fiilleri meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum binada mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olmuştur.
كُذِبُوا - مُجْرِم۪ينَ ve نُجِّيَ - نَصْرُنَاۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
لَقَدْ كَانَ ف۪ي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ مَا كَانَ حَد۪يثاً يُفْتَرٰى وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَقَدْ | elbette |
|
2 | كَانَ |
|
|
3 | فِي | vardır |
|
4 | قَصَصِهِمْ | onların hikayelerinde |
|
5 | عِبْرَةٌ | ibret |
|
6 | لِأُولِي | sahipleri için |
|
7 | الْأَلْبَابِ | akıl |
|
8 | مَا |
|
|
9 | كَانَ | (bu) değildir |
|
10 | حَدِيثًا | bir söz |
|
11 | يُفْتَرَىٰ | uydurulacak |
|
12 | وَلَٰكِنْ | ancak |
|
13 | تَصْدِيقَ | doğrulanmasıdır |
|
14 | الَّذِي | kimsenin |
|
15 | بَيْنَ |
|
|
16 | يَدَيْهِ | kendinden öncekinin |
|
17 | وَتَفْصِيلَ | ve açıklamasıdır |
|
18 | كُلِّ | her |
|
19 | شَيْءٍ | şeyin |
|
20 | وَهُدًى | ve bir hidayettir |
|
21 | وَرَحْمَةً | ve rahmettir |
|
22 | لِقَوْمٍ | toplumlar için |
|
23 | يُؤْمِنُونَ | inanan |
|
عبر Abera : عَبْرٌ lafzının asıl manası bir halden başka bir hale geçmektir. عُبُورٌ ise ya yüzerek ya geminin içinde ya devenin üzerine veyahutta köprünün üzerinde suda geçmek demektir. Ayrıca yoldan geçen yolcu anlamında عابِرُ سَبِيلٍ denmiştir. عِبارَةٌ kelimesi özellikle konuşanın dilinden dinleyenin kulağına doğru havadan uçan söz anlamında kullanılır. إعْتِبارٌ ve عِبْرَةٌ sözcükleri görünenin bilgisinden görünmeyene ulaşmaktır. تَعْبِيرٌ ise rüyaları yorumlamak anlamındadır. Zira rüya tabircisi rüyanın zahirinden batınına doğru geçer. Son olarak ta’bir kelimesi te’vilden daha dar anlamlıdır. Çünkü te’vil hem rüya hem de başka şeylerin yorumu için kullanılan bir ifadedir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 9 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri ibret, ibâre, ibâret, tâbir, itibar ve mûteberdir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
لبّ Lebbe : لُبٌّ kirlerden, lekelerden ve şaîbelerden arınmış hâlis akıldır. Bir görüşe göre ise günah kirinden arınmış akıldır. Dolayısıyla her lübb bir akıldır ama her akıl bir lübb değildir. Çoğulu ألْباب dır. Kuran-ı Kerim arınmış akıl sahipleri anlamında اُولُوا الأَلْبابِ tabirini kullanmıştır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 16 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte lop sözcüğü işari olarak bu kelimeyi hatırlatmaktadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)لَقَدْ كَانَ ف۪ي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
ف۪ي قَصَصِ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عِبْرَةٌ kelimesi, كَانَ ’nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur.
لِاُو۬لِي car mecruru عِبْرَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır. Cer alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için ي ile cer olurlar.
الْاَلْبَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مَا كَانَ حَد۪يثاً يُفْتَرٰى
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هو ’dir. حَد۪يثاً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
يُفْتَرٰى fiili, حَد۪يثاً ’in sıfatı olarak mahallen mansubdur.
يُفْتَرٰى merfû meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
يُفْتَرٰى fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi فري ’dır.
İftial babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ كُلِّ شَيْءٍ
وَ atıf harfidir. لٰكِنْ istidrak harfidir. اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre لٰكِنَّ de اِنَّ gibi cümleyi tekid eder.
İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَصْد۪يقَ kelimesi حَد۪يثاً ’e matuftur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَيْنَ mekân zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır. يَدَيْهِ muzâfun ileyh olup müsenna olduğu için ى ile mecrurdur. İzafetten dolayı ن harfi hazf edilmiştir.
Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تَفْص۪يلَ kelimesi atıf harfi وَ ’la تَصْد۪يقَ ’e matuftur.
كُلِّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
وَ atıf harfidir. هُدًى ve رَحْمَةً kelimeleri makabline matuftur. لِقَوْمٍ car mecruru رَحْمَةً’e müteallıktır.
يُؤْمِنُونَ fiili قَوْمٍ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ’nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındandır. babındadır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
لَقَدْ كَانَ ف۪ي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ
لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayrı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiş …كَانَ ف۪ي يُوسُفَ وَاِخْوَتِه۪ٓ cümlesi muksemun aleyhtir. كَانَ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcaz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. ف۪ي قَصَصِهِمْ, nakıs fiil كَانَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
اٰيَاتٌ kelimesi, كَانَ ’nin muahhar ismidir.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasemin cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazf edilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
عِبْرَةٌ bilinen bir taraftan, bilinmeyen bir tarafa “ubûr” etmek, geçmektir. Bundan kastedilen mana, düşünmek ve tefekkür etmektir. Ayette bahsedilen “akıl sahipleri”nden maksat, o kıssalardan ibret alıp, tefekkür edip, onları iyice düşünerek onları öğrenerek istifade eden kimselerdir. Çünkü اُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ tabiri, methe ve övgüye delalet eden bir ifadedir. Binaenaleyh bu övgü, ancak bahsetmiş olduğumuz manaya uygun düşer. (Fahreddin er-Râzî)
مَا كَانَ حَد۪يثاً يُفْتَرٰى وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Cümle, istînâfiye olarak fasılla gelmiştir.
Menfi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir.
يُفْتَرٰى meçhul, müspet muzari fiil cümlesi, كَان ’nin haberi olan حَد۪يثاً için sıfattır. Muzari fiil cümleye, teceddüt ve tecessüm anlamı katmıştır.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Tefsir 3/79)
İstidrak harfinin dahil olduğu وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْه cümlesinde تَصْد۪يقَ terkibi, حَد۪يثاً’e matuftur.
Has ism-i mevsûl, تَصْد۪يقَ için muzâfun ileyhtir. Mevsûlün her zaman kendisini takip eden sılası mahzuftur. Mekân zarfı بَيْنَ, bu mahzuf sılaya müteallıktır.
فْص۪يلَ كُلِّ شَيْءٍ terkibi, تَصْد۪يقَ ’ya matuftur.
هُدًى وَرَحْمَةً kelimeleri de تَصْد۪يقَ ’ya atfedimiştir. Bu atıflarda cihet-i câmia temâsüldür.
هُدًى وَرَحْمَةً kelimelerindeki tenvin, kesret, nev ve tazim ifade eder.
لِقَوْمٍ için sıfat konumundaki son cümle يُؤْمِنُونَ, muzari fiil sıygasında teceddüt ve tecessüm ifade eder.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
“O, uydurulmuş bir söz değil, aksine ellerinde olanı tasdik edicidir.” anlamındaki cümle وَلٰكِنْ hasr edatı ile ikaz ve tekid bildirir. “Ellerinde olanı tasdik edici” ifadesi maksûrun aleyhtir.
يُفْتَرٰى - تَصْد۪يقَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, كَانَ - مَا كَانَ arasında ise tıbâk-ı selb vardır.
قَصَصِهِمْ - حَد۪يثاً ile هُدًى - رَحْمَةً ve اُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ - يُؤْمِنُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Surenin sonundaki bu ayet hüsn-i intehâya güzel bir örnek teşkil etmektedir.
Sırtındaki yüklerden yorulmuş ve bıkmıştı. Yolun kenarına dinlenmek için çöktü. Kendini bir tarafa, sırtındaki yükleri de diğer tarafa attı. Onları kendisinden uzağa atmaya çalışmakla, canını daha çok yaktığının farkındaydı. Yüklerin her biri, sırtının etlerine kancalarla bağlıydı. Kurtulamadığı yüklerine baktı. Sonra görmemek için gözlerini kapattı ve sürünerek onlara yaklaştı. Amacı acısını hafifletmekti.
Bu yükleri neden taşıdığını anlayamıyordu. Faydalarını görmemişti. Şikayetlerinin içine gömüldükçe gömüldü. Gözyaşları sel oldu. Elleriyle böğrüne vuruyordu. İçinden bir şeyleri atmaya çalışır gibiydi. Yorgun düştü. Uykuyla gerçeklik arasında gidip geliyordu. Yanıbaşından gelen tıkırtılarla, uykunun derinliklerinden çekildi. Sesin sahibini aradı ama hemen göremedi. Sonra bu tıkırtıların, karınca sürüsünden geldiğini anladı.
Her biri, bir şeyler taşıyordu. Boyundan büyük yükleri nasıl da taşıyorlar diye düşündü. Burnunda minik bir acı hissetti. Gözlerini göremediği, burnundaki karıncayla gözgöze geldi.
“Ey yüklerinden kaçmaya çalışan! Hz. Yûsuf’u bilir misin?” diye sordu.
“Evet.” dedi.
“Hz. Yûsuf kardeşleri tarafından kuyuya atılmasaydı, bulan kervan ona değer verseydi, Mısırlı onu satın almasaydı, adamın karısı onu arzulamasaydı, hz. Yûsuf dua etmeseydi, hapse düşmeseydi, o iki arkadaşla tanışmasaydı; ilminin kıymeti bilinir miydi, Melik’in huzuruna çıkabilir miydi, o makama ulaşabilir miydi, en küçük kardeşini büyüklerden kurtarabilir miydi, kardeşleri haksızlıklarını kabul ederler miydi, kardeşleriyle barışabilir miydi ve son olarak, İsrailoğulları Mısır’a taşınabilir miydi?
Şüphesiz Allah dilediğini gerçekleştirendir. Ancak belki, hz. Yûsuf o zorluklardan geçmese, bir çok şey, bu şekilde yaşanmayacaktı. Allah ona, elçi olmanın yanında özel bir ilim ihsan etti, öyle ki yaşadığı zaman ve mekanda kıymeti bilindi. Yani yaşadığın her şey, çok daha büyük bir resmin parçası. Ve hepsi senin onlara verdiğin tepki yani Rabbinin rızasına uygun davranma niyetin kadar değerli. Hepsi, sen farkında olmasan da, seni doğru bir zamana ve mekana götürüyor. Dünyada da, şüphesiz ahirette de.”
Sözlerini bitiren karınca, adamın burnundan atladı ve yükünü alıp gitti. Derin düşüncelere dalan adam, yerinde doğruldu. Kendisinden uzaklaştırmaya çalıştığı her yükü, tek tek eline aldı ve “aklım almasa da, sende de bir hikmet var” diyerek sırtına yerleştirdi. Ayağa kalktığında, kendisini daha hafif hissetti. Zira, yüklerin en ağır olanını geride bırakmıştı: imtihan dünyasında, imtihanlarından kaçmaya çalışan, onları kabullenmeyen ama onlarla sürüklenen halini. Batmakta olan güneşe gülümsedi, kendi kendine mırıldanarak Allah’ın adıyla yoluna devam etti: “dünyada ne olur bilmem ama şüphesiz Allah rızası için, cennetteki mekanım için yola devam.”
Ey sebepler aleminin sahibi olan Allahım! Şahit olduğum her sebebine hayranım. Detaylardaki inceliğine hamd edenim. Bilmediklerimin çokluğunu itiraf ederek, Sana sığınanım. Dünyada ve ahirette, rahmetine muhtaç olanım. Davetini işittim ve itaat ettim. Kendimi Sana, Senin ve Rasul’unun yolunda yolcu olmak için teslim ettim. Kolaylaştır ve kabul buyur.
Ey nefsimin imtihan dünyasında yaşadığını unutan halini de, diğer hallerini de bilen Allahım! Beni bir an olsun nefsimle başbaşa bırakma. Nefsimin, beni dünyaya daldırmasına ve imtihanların dünyalık taraflarıyla; dilimi, zihnimi ve kalbimi meşgul etmesine izin verme. Bu meşguliyetle, yükümü ağırlaştırmasına ve kalbimde yanlış duygular uyandırıp onları güçlendirmesine izin verme.
Ey Allahım! Dilim, zihnim ve kalbim; Senin yolunla, Senin kelamınla ve Seninle meşgul olsun. Gönlümün ve bedenimin çabası; Sana, rızana ve kurtuluşuna kavuşmak için olsun.
Amin.
***
Okuduğu biyografinin son sayfalarında yer alan resimlere bakarken düşünüyordu. Bir zamanlar kendisi gibi yaşayan kişinin hayatı ellerinin arasındaydı. Uzun yıllar, birkaç fotoğrafa sıkıştırılmıştı. Bilinmeyen ve belki de hiç dile getirilmemiş gerçekler, bilinenlerden fazlaydı. Anlatılmayan nice hayatların yanında anlatılanlar, belki de bir avuç kadardı. Herkesin kitabının eline verileceği mahşer gününü hatırlayınca ürperdi.
Kendi hayatını gözden geçirdi ve nasıl anılmayı umduğunu düşündü. Yeryüzündeki yazılan hayat hikayelerinin büyük çoğunluğunun içinde nefse hitap eden üstünlükler yer alırdı. Yeterince acı çekildiyse ahlaksızlıklara ya göz yumulurdu ya da iyi yaşamış diye değerlendirilirdi. Nefse değil, kalbe hitab eden bir hayat yaşamak ve sadece yeryüzünde değil, göklerde de iyi anılmak istiyordu. Kalbi, nsanın insana biçtiği -en ufak darbeyle yıkılan- değeri değil, yüce Rabbi’nin muhabbetini ve rahmetini arıyordu.
Ey Allahım! Bizi yeryüzünde ve göklerde iyilikle anılan ve iyilikle karşılanan kullarından eyle. Nefsani heveslere ve şeytani vesveselere kapıldığı için nefse hitap eden hayatlar yaşama gafletinden rahmetine sığınır; Senden hakikat ile süslenmiş, bakanlara da hakikati hatırlatan ve bizi Sana yaklaştıran Senin rızana uygun hayatlar yaşamayı isteriz.
İbret alınanlardan değil, ibret alanlardan olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji