بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
وَ atıf harfidir. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. مَا فِي الْاَرْضِ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلّٰهِ ifadesinde yer alan ل harfi, hem mülkiyeti, sahipliği hem de mutlak egemenliği ifade eder. Mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ancak hakimiyetleri noksan olan idareciler zulmeder. Ama Yüce Allah mutlak egemenliğe sahip olduğundan kullarına zulmetmez. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
وَ atıf harfidir. إِلَى ٱللَّهِ car mecruru تُرۡجَعُ fiiline müteallıktır. تُرۡجَعُ meçhul muzari fiildir. ٱلۡأُمُورُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
اِلَى intiha-i gaye bildirir. Bir şeyin sonunun nereye gideceği, nereden başladığına bağlıdır. Bütün her şey Allah’tan, Allah’ın emri, iradesi ve hikmeti, ilmi ile başlamış ve aynı güzergahta O’na varmış ve varacaktır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
وَ’la önceki ayetteki istînâfa atfedilen bu ayet sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
لِلّٰهِ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar mübteda olan müşterek ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ, bu mahzuf sılaya müteallıktır.
Cümledeki takdim, kasr ifade eder. Kasr, اِنَّ ’nin haberi ve ismi arasındadır. Yer ve gökteki her şey, Allah’a kasredilmiştir. لِلّٰهِ maksurun aleyh/mevsûf, مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ maksur/sıfattır.
…وَلِلّٰهِ مَا فِي ifadesinin önceki ayete matuf olmasının sebebi tezayüftür. Allah âlemlere zulüm murad etmez. Çünkü yerlerin, göklerin, bütün mükevvenatın yaratıcısı, sahibidir. Hiç kimse sahip olduğu şeye zulmetmezken Cenab-ı Hakk elbette bundan münezzehtir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Makabline matuf olan وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. اِلَى اللّٰهِ’nin amiline takdimi ihtisas içindir. Olumlu mananın yanında bir de olumsuz mana ifade edilmiştir. Yani bütün işler Allah’a döndürülür, başka hiç kimseye değil.
تُرْجَعُ fiili meçhul bina edilerek faile değil mef’ûle dikkat çekilmiştir. Muzari fiildeki devam ve yenilenme manasının yanında tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini canlandırarak konuyu kavramasını sağlar.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı, tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Tevcîh manası ihtiva eden müşterek ism-i mevsûl مَا, hem akıllılar hem de gayrı akiller için kullanılmıştır. Bu tağlib sanatıdır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ [Gökler] kelimesinde zımnen الْاَرْضِۜ [arz] da ifade edilir. Böyle yerlerde umumdan sonra husus zikrediliyor diyebiliriz. Biz arzın üzerinde yaşadığımız için arz bizim için ayrıca bir önem taşır. Ayrıca biz önce yukarıya, etrafa bakarız. Onun için önce sema zikredilmiştir. Arzın çoğulu fesahata aykırı olduğu için Kur’an’da hiç geçmemiştir. الارضين, kulağı rahatsız eder. Talak Suresi 12. ayette çoğul olması gereken arz lafzı مِثۡلَهُنَّۖ denilerek bu durum önlenmiştir.
“Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır ve işlerin dönüşü Allah’adır.”' gibi tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir.
Gök ve yerdekilerin Allah’ın olması ifadesi, bütün işlerin O’na döndürülecek olması manasının altında Allah’ın sonsuz kudretini belirtmek, vurgulamak anlamı vardır. Yani idmâc vardır.
Burada konu bitmiş, arkadan yeni bir bölüme geçilmiştir.
Allahu Teâlâ bu ayette, gökte olanları yerde olanlardan önce zikretmiştir. Çünkü gökte olan varlıkların halleri, yerde olanların durumlarının birer sebebidir. Böylece Cenab-ı Hakk sebebi, sonuçtan önce zikretmiştir. Bu da yerdekilerin bütün durumlarının, göktekilerin durumlarına istinat ettiğine delalet eder. Göktekilerin durumunun da Allah’ın yaratma ve tekvînine dayandığı hususunda herhangi bir şüphe yoktur.
Cenab-ı Hakk, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler, ancak Allah’a döndürülür.” buyurmuş, bu iki kelamın başında da “Allah” lafzını tekrarlamıştır. Bundan gaye ise Cenab-ı Hakk’ı ululamayı tekiddir. Cenab-ı Hakk’ın bundan maksadı ise mahlukatın başlangıcının kendisinden olduğu gibi sonunun da kendisine döneceğini beyan etmektir. Buna göre Cenab-ı Hakk’ın, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” buyruğu O’nun el-Evvel olduğuna; “Bütün işler, ancak Allah’a döndürülür.” buyruğu ise O’nun el-Âhir olduğuna işarettir. Bu da O’nun hüküm, tasarruf ve tedbirinin, insanlarının başlangıcını ve sonunu ihata ettiğine ve bütün sebeplerin kendisine nispet edilip bütün ihtiyaçların O’nun katında sona erdiğine delalet eder.(Fahreddin er-Râzî)
وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ [Bütün işler, ancak Allah’a döndürülür.] buyruğundaki اِلَى edatı, Cenab-ı Hakk’ın bir mekânda ve bir cihette bulunduğuna delalet etmez. Bilakis bundan murad, varlıkların ancak O’nun hükmünün içe işleyen bir tesir halinde olduğu ve sadece O’nun yargısının hükümran olacağı bir yere varacağı hususudur. (Fahreddin er-Râzî)
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ cümlesi atıf üslubuyla ıtnâbdan tezyîle girer. Göklerdeki ve yerdekiler onun olduğuna göre onların durumunun düzgün olmasını ister. Onlara zulmetmek istemez. Yaptıklarının karşılığını vermekten başka onlara zarar vermeye ihtiyacı yoktur. Her şey O’na döndürülür. Ve O, ne yapılan bir iyiliği ne de yapılan bir kötülüğü karşılıksız bırakmaz. (Âşûr)
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | كُنْتُمْ | siz oldunuz |
|
2 | خَيْرَ | en hayırlı |
|
3 | أُمَّةٍ | bir ümmet |
|
4 | أُخْرِجَتْ | çıkarılmış |
|
5 | لِلنَّاسِ | insanlar için |
|
6 | تَأْمُرُونَ | emrediyorsunuz |
|
7 | بِالْمَعْرُوفِ | iyiliği |
|
8 | وَتَنْهَوْنَ | men’ediyorsunuz |
|
9 | عَنِ | -ten |
|
10 | الْمُنْكَرِ | kötülük- |
|
11 | وَتُؤْمِنُونَ | ve inanıyorsunuz |
|
12 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
13 | وَلَوْ | eğer |
|
14 | امَنَ | inanmış olsaydı |
|
15 | أَهْلُ | ehli |
|
16 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
17 | لَكَانَ | elbette olurdu |
|
18 | خَيْرًا | hayırlı |
|
19 | لَهُمْ | kendileri için |
|
20 | مِنْهُمُ | onlardan |
|
21 | الْمُؤْمِنُونَ | inananlar da var |
|
22 | وَأَكْثَرُهُمُ | ama çokları |
|
23 | الْفَاسِقُونَ | yoldan çıkmışlardır |
|
Bu âyet, iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanların başlıca niteliklerini göstermektedir. Buna göre onlar Allah’a iman ederler. Bunun gereği olarak peygambere, kitaba, âhiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman esaslarına inanırlar. İslâm’ın öğrettiği güzel ahlâka sahiptirler; iyiliği emreder, kötülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. Onlar iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mûtedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya hak kazanmışlardır. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)
Riyazus Salihin, 189 Nolu Hadis
Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.”
Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 12
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. خَيْرَ kelimesi كُنْتُمْ’ün haberidir.
اُمَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ cümlesi اُمَّةٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. اُخْرِجَتْ meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
لِلنَّاسِ car mecruru اُخْرِجَتْ fiiline müteallıktır. تَأْمُرُونَ fiili كُنْتُمْ’ün ikinci haberi olup mahallen mansubtur. تَأْمُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِالْمَعْرُوفِ car mecruru تَأْمُرُونَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. تَنْهَوْنَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَنِ الْمُنْكَرِ car mecruru تَنْهَوْنَ fiiline müteallıktır.
تَنْهَوْنَ fiili sülasi mücerred olan نهي fiilinin muzarisidir.
وَ atıf harfidir. تُؤْمِنُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاللّٰهِ car mecruru تُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır.
تُؤْمِنُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir. İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ ifadesindeki كَانَ, bir şeyin geçmiş zamandaki varlığından belli belirsiz bahsetmekte olup geçmişteki bir yokluğa ve kopukluğa delalet etmemektedir.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا [Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. (Nisa Suresi, 96)] ayeti de “Siz, insanlar için çıkarılmış” yani ortaya konulmuş كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ [en hayırlı ümmetsiniz ] ayeti de bu türdendir; âdeta “Siz en hayırlı ümmet olarak var oldunuz.” denmektedir. Bu ifadenin, “Siz Allah’ın ilminde en hayırlı ümmet idiniz.” anlamına geldiği, “Sizden önceki ümmetler arasında sizden ‘en hayırlı ümmet’ diye söz edilirdi.” anlamında olduğu da söylenmiştir. (Keşşâf)
وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. اٰمَنَ şart fiilidir. Fetha üzere mebni mazi fiildir. اَهْلُ faildir. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَ harfi لَوْ’in cevabının başına gelen lam-ı vakıadır. كَانَ nakıs mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هو’dir. خَيْرًا kelimesi كَانَ ’nin haberidir. لَهُمْ car mecruru خَيْرًا ’e müteallıktır.
مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
مِنْهُمُ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. الْمُؤْمِنُونَ muahhar mübteda olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
وَ atıf harfidir. اَكْثَرُ mübteda veya mukaddem haberdir. Muttasıl zamir هُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْفَاسِقُونَ haber veya muahhar mübtedadır. Ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ
Ayet fasılla gelmiştir. İlk cümle كان’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sübut ifade eden bu isim cümlesinde كان’nin haberi خَيْرَ اُمَّةٍ’nin izafetle marife olması az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ cümlesi خَيْرَ veya اُمَّةٍ için sıfattır. Bu cümlenin كان’nin ikinci haberi olmasına da cevaz vardır. اُخْرِجَتْ fiili meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
اُمَّةٍ ‘deki tenvin tazim ifade eder.
Fasılla gelen …تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. كان ‘nin ikici haberi konumundaki cümlenin خَيْرَ اُمَّةٍ’in hali veya sıfatı veya beyanî istînâf olduğu söylenmiştir.
تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ cümlesi ile تَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
تَأْمُرُونَ - تَنْهَوْنَ ve الْمُنْكَرِۜ - الْمَعْرُوفِ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Bu cümle 104. ayetteki cümlenin ufak farklılıklarla tekrarıdır. İki ayet arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tezayüf sebebiyle makabline matuf olan تُؤْمِنُونَ cümlesi de müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.
Ayette cem' ma’at-taksim sanatı vardır. Hayırlı ümmet olmadaki cem’, ümmetin marufu emretmek, münkiri nehyetmek, Allah'a iman etmek şeklinde özellikleri sayılarak taksim edilmiştir.
تَأْمُرُونَ - تَنْهَوْنَ - تُؤْمِنُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
اُخْرِجَتْ fiilinde istiare vardır. Gönderilmiş, hazırlanmış manasındadır.
Buradaki muzari fiiller emir anlamında haber şeklinde gelmiştir. Ayrıca muzari fiilin devam ve yenilenme manasını ifade eder.
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ ifadesindeki كان, bir şeyin geçmiş zamandaki varlığından belli belirsiz bahsetmekte olup geçmişteki bir yokluğa ve kopukluğa delalet etmemektedir. Bu ifadenin, “Siz Allah’ın ilminde en hayırlı ümmet idiniz.” anlamına geldiği; “Sizden önceki ümmetler arasında sizden ‘en hayırlı ümmet’ diye söz edilirdi.” anlamında olduğu da söylenmiştir. تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ [Çünkü marûfu emredersiniz…] ifadesi, onların neden en hayırlı ümmet olduğunu açıklayan yeni bir cümledir. وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ [Allah’a iman edersiniz.] ifadesinde, “Allah’a iman” ifadesiyle iman edilmesi gereken her şey kastedilmiştir. Zira iman edilmesi gereken şeylerden Peygamber (sav), kitap, ahiret, hesap, ceza veya sevap gibi şeylerden bir kısmına iman eden kimsenin imanı itibara alınmaz ve Allah’a iman etmemiş gibi olur! (Keşşâf)
Zeccâc şöyle demiştir: “Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.” ayetinin zahiri, Hz. Muhammed’in (sav) ashabına bir hitaptır, fakat bütün ümmet-i Muhammed hakkında umumi bir ifadedir. Bunun bir benzeri de [Sizin üzerinize oruç yazıldı.] (Bakara Suresi, 183) ve [Sizin üzerinize kısas yazıldı.] (Bakara Suresi, 178) ayetleridir. Bütün bunlar lafızları bakımından o zamanda mevcut olan Müslümanlara bir hitaptır. Fakat bunlar aynı zamanda bütün Müslümanlar hakkında umumi bir hitaptır. Bu ayette de böyledir. (Fahreddin er-Râzî)
Kaffâl şöyle demiştir: اُمَّةٍ “Ümmet” kelimesinin asıl manası, “aynı şey üzerinde ittifak etmiş bir cemaat” demektir. Buna göre ümmet-i Muhammed, Allah’a iman etmek ve Hz. Peygamberin nübüvvetini ikrar etmekle tavsif edilmiş bir cemaattir. Bir kimsenin davetinin topladığı herkese, “Onlar Onun ümmetidir.” denilir. Ancak ümmet kelimesi tek başına zikredildiğinde birinci mana anlaşılır. “Ümmet, şunun üzerinde ittifak etmiştir.” denildiğinde bundan ümmet-i Muhammed anlaşılır. Hz. Muhammed’in (sav) kıyamet gününde, “ümmetim, ümmetim…” diyeceği rivayet edilmiştir. Binaenaleyh bu gibi yerlerde geçen “ümmet” kelimesinden Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini kabul eden kimseler anlaşılır. Fakat Onun davet ve tebliğinin muhatabı olan diğer insanlar için “Onlar, ümmet-i davettir.” denilir. Onlara ancak bu şekilde “ümmet” ismi verilebilir. (Fahreddin er-Râzî)
تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
Ayette geçen el-marûf ve el-münker kelimelerinin başındaki elif-lam istiğrak ifade etmektedir. Bu da onların marûf olan her şeyi emredip münker olan her şeyden sakındırmalarını gerektirir. (Fahreddin er-Râzî)
وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ
Burada niçin sadece Allah’a iman zikredilmekle yetinilmiş, gerekli olduğu halde, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğine iman zikredilmemiştir? Cevap: Allah’a iman, peygambere imanı gerektirir. Çünkü Allah’a iman etmek, ancak peygamberin doğru söylediğine inanmakla olur. Peygamberin doğru söylediğine iman ise ancak iddiasına uygun mucizeler getirdiği zaman yerinde olur. Çünkü mucize, sözün doğruluğunu bildirip kabul etme yerine geçer. Peygambere inanmak Allah’a imanın ayrılmaz bir vasfı olmuş olur. İşte bu inceliğe dikkat çekmek için ayette sadece Allah’a iman zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ cümlesi “Sizler Allah’a, Resulü’ne, kitabına, ahirete, haşr ve neşre, ceza gününe, hesaba ve inanılması gerekli (vacib) her şeye iman edersiniz.” demektir.
İmanın tafsilatı ayette sarahatle zikredilmemiştir. Çünkü bu imanın, müminlerin imanı olduğu gayet açıktır. Bir de bu iman, Allah’a gerçek manada bir imandır. Ehl-i kitabın imanı gibi eksik bir iman değildir. Fakat burada yalnız Allah’a iman zikredilmiştir. Nitekim Nisa Suresinin 150 ve 151. ayetlerinde şöyle buyurulur: [O kimseler ki Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler. Allah ile peygamberleri arasını ayırmak isterler ve ‘Bazılarına inanırız ama bazılarına da inanmayız.’ derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler.] [İşte bunlar gerçekten kâfirlerin ta kendileridir.]
Allah’a iman, vücud ve rütbe olarak, emr-i bi’l-marûf ve nehy-i anil münker (iyiliği emr ve kötülükten men)den önce geldiği halde bu ayette onlardan sonra zikredilmiş olması bu ümmetin insanlar için en hayırlı ümmet olduğuna delalet eder. Bir de bu imanın ehl-i kitabın imanı ile yanyana zikredilmesi amaçlandığı içindir. (Ebüssuûd)
تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَر cümlesi وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ cümlesine takdim edilmiştir. Takdim edilmesinin sebebi, iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin faziletine işaret etmek için ehemmiyetinden dolayı buradaki makama daha uygun olduğu içindir. (Âşûr)
وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Şart cümlesi olan اٰمَنَ müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ise كَانَ’nin dahil olduğu, sübut ifade eden isim cümlesidir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber inkârî kelamdır.
لَوْ, muzari fiilin başına gelince teşvik, mazinin başına gelince kınama manası ifade eder. (Sâbûnî 5/63)
لَوْ şart ilişkisi kurar. Bu edat, gerçekleşmeyen iki fiil arasındaki ayrılmazlık ilişkisini ifade eder. Nahivciler لَوْ edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edat olarak tanımlarlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ [Ehli kitap iman etmiş olsaydı] sözünde onlar için bir istihza vardır.
İman edilecek şeylerin zikredilmemiş olması, çok açık olduğunu ve zihnin başka bir şey düşünmediğini zımnen bildirir.
مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Beyanî istînaf olan cümle fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ifade eden isim cümlesi formundaki cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
Car mecrurun, mahzuf mukaddem habere müteallık, الْمُؤْمِنُونَ’nin muahhar mübteda olduğu cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Tezat nedeniyle makabline matuf وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ cümlesi de faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Sübut ifade eden cümlenin müsnedün ileyhinin izafetle marife olması sözü kısaltmak ve vecîz (az sözle çok şey ifade etmek) hale getirmek içindir.
Müsnedin الْ takısıyla marife olması ise bu kişilerin bilindiğini ve bu özelliğin onlarda kemâl dereceye ulaştığını gösterir.
مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ cümlesiyle وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الْمُؤْمِنُونَ - الْفَاسِقُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
تُؤْمِنُونَ - الْمُؤْمِنُون ve كَانَ - كُنْتُمْ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَكْثَرُهُمُ ism-i tafdilin izafetle kullanılışıdır. Muzâf ve muzâfun ileyhin tahkirini bildirir.
Mümin zaten iman etmiştir. [Allah’a inanırlar] ıtnâbdan îgāldir. İmanın değerine, ayrıcalığına dikkat çekme nüktesi taşır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
الْمُؤْمِنُون “müminler” kelimesindeki elif-lam, istiğrak mı ifade eder, yoksa (ahd) yani daha önce geçmiş olan ve bilinen kimseleri mi? Bu elif-lam ahd için olup bilinen kimseleri ifade eder. Buna göre kastedilenler, Yahudilerden Abdullah İbn Selam ile onun etbaı; Hristiyanlardan da Necaşî ile ona tâbi olanlardır. (Fahreddin er-Râzî)
بِالْمَعْرُوفِ ve الْمُنْكَرِ iki kelimedeki elif-lâm istiğrak içindir. Eğer batıl üzerinde icma etselerdi durumları böyle olmazdı. (Beyzâvî)
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَنْ |
|
|
2 | يَضُرُّوكُمْ | size zarar veremezler |
|
3 | إِلَّا | dışında |
|
4 | أَذًى | incitme |
|
5 | وَإِنْ | eğer |
|
6 | يُقَاتِلُوكُمْ | sizinle savaşsalar (bile) |
|
7 | يُوَلُّوكُمُ | size dönüp kaçarlar |
|
8 | الْأَدْبَارَ | arkalarını |
|
9 | ثُمَّ | sonra |
|
10 | لَا |
|
|
11 | يُنْصَرُونَ | onlara yardım da edilmez |
|
Müslümanlar, insanlık tarihinde ortaya çıkarılışlarındaki amaca uygun olarak yaşadıkları ve kendilerinde bulunması gereken vasıfları taşıdıkları sürece Ehl-i kitabın, özellikle yahudilerin onların aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ve faaliyetler, onlara herhangi bir zarar veremez.
Ancak bu çirkin davranışa mâruz kaldıkları için üzülürler, canları sıkılır, bundan öte herhangi bir zararları olmaz; yahudiler onlarla savaşacak olsalar savaşı bırakıp kaçarlar. Yüce Allah bu durumu müslümanlara bildirerek onlara moral ve cesaret vermektedir. Nitekim müslümanlar belirtilen vasıfları taşıdıkları dönemlerde yahudi ve hırıstiyanlara karşı verdikleri mücadelelerde fevkalâde başarılı olmuşlar, onların yurtlarını fethederek oralara adalet ve hürriyeti götürmüşlerdir. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ
Fiil cümlesidir. لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder.
يَضُرُّوكُمْ fiili نَ ’un hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اِلَّٓا hasr edatıdır. اَذًى mef’ûlu mutlaktan naibdir. Takdiri; إلّا ضرر أذى (Eziyet zararı hariç) şeklindedir. اَذًى elif üzere mukadder fetha ile mansubtur.
وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
وَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezmeder. يُقَاتِلُوكُمْ fiili نَ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûl olarak mahallen mansubtur.
Şartın cevabı يُوَلُّوكُمُ ’dur. يُوَلُّوكُمُ fiili نَ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. الْاَدْبَارَ۠ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُنْصَرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasındadır. Yani aralıklarla zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir. Çünkü Yahudilere, hep rezil olmak ve aşağılanmak gibi bir durumlarının olacağını bildirmek, onlara arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir olaydır. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)
Şayet ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ" ifadesindeki matuf kelime yani يُنْصَرُونَ meczum olmalı değil miydi? dersen, şöyle derim: Bu şekilde ceza cümlesi yerine yeni bir haber cümlesi tercih edilmiş ve adeta “Sonra size onlara yardım edilmeyeceğini haber veriyorum.” denilmiştir. Peki, fiilin merfû veya meczum olması mana bakımından nasıl bir fark doğurmaktadır? dersen, şöyle derim: Eğer meczum olsa yardım edilmeme, arkalarını dönüp kaçma gibi savaşma durumlarıyla sınırlı kalır. Merfû olması halinde ise yardım edilemeyecek olmaları mutlak bir vaid olur. Sanki “sonra gerisin geri dönüp kaçmalarının akabinde size haber verip müjdelediğim hal ve hikayeleri şudur: Onlar yalnızlığa mahkûm, yardım ve kuvvetten yoksun kimseler olarak yüzüstü bırakılacaklar; bir daha bellerini doğrultamayacaklar, hiçbir işleri de rast gitmeyecektir.” denilmektedir. Nitekim Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Hayber Yahudilerinin akıbetleri bu ayetin haber verdiği gibi olmuştur. (Keşşâf)
Peki, bu haberin atfolunduğu şey nedir? dersen, şöyle derim: Şart ve ceza cümlesidir. Sanki “Bunlar sizinle savaşacak olurlarsa yenileceklerini size haber veriyorum; sonra kendilerine yardım da edilmeyeceğini size haber veriyorum.” denilmiştir. Eğer ثُمَّ ile verilen bu sonralığın manası nedir? dersen, şöyle derim: Bu, (zamanî değil) derecelendirme anlamında bir sonralıktır, çünkü kimsesizlik ve terkedilmişliğe mahkum olduklarını haber verme, arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir haberdir. Eğer “iki cümlenin yani مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ [içlerinde iman edenler] ve لَنْ يَضُرُّوكُمْ [size herhangi bir zarar veremezler] cümlelerinin yeri nedir?” dersen, şöyle derim: Bunlar ehl-i kitaptan bahsedilirken yapılan istitrat cümleleridir. (Keşşâf)
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ
Müstenefe cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında gelen cümleyi olumsuzluk harfi ve kasr tekid etmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
لَنْ ve اِلَّٓا ile oluşan kasr, fiil ve mef’ûlü arasındadır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, zikredilen mef’ûle tahsis edilmiştir. Başka mef’ûllere değil. Ama o mef’ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Ama kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef’ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri, Meânî İlmi)
يَضُرُّوكُمْ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
اَذًىۜ kelimesinin nekre gelişi azlık ifade eder. ‘Hiçbir’ manasındadır. Bilindiği gibi olumsuz siyakta nekre umum ifade eder.
Ayette muhatap Müslümanlar, mütekellim Allah’tır.
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ ayetin takdiri, “Onlar size, eziyetten başka bir zarar veremezler.” şeklinde olur ki bir istisna-i muttasıldır. Bunun manası, “Onlar size ancak pek ehemmiyetsiz bir zarar verebilirler.” şeklinde olur. Ayette “eza” kelimesi, “zarar” manasında kullanılmıştır. Eza ise اَذَبْتُ الشَِّىءَ اَذًى “O şeye biraz eza verdim.” tabirinden masdardır. (Fahreddin er-Râzî)
وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
Önceki cümleye وَ’la atfedilen cümle, şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart cümlesi يُقَاتِلُوكُمْ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠, cevap cümlesidir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haberin şart cümlesi formunda verilmesi, muhatabı etkilemek açısından daha etkili bir üsluptur.
ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ cümlesi makabline matuftur. ثُمَّ terahî ifade eder. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُنْصَرُونَ - يَضُرُّوكُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
اَذًىۜ - يَضُرُّوكُمْ ve يَضُرُّوكُمْ - يُقَاتِلُوكُمْ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ ifadesinin, meczum ceza cümlesi olması yerine yeni bir haber cümlesi olması tercih edilmiş ve adeta “Sonra size onlara yardım edilmeyeceğini haber veriyorum.” denilmiştir. Eğer meczum olsa anlam; yardım edilmeme, arkalarını dönüp kaçma gibi savaşma durumlarıyla sınırlı kalır. Merfû olması halinde ise yardım edilemeyecek olmaları mutlak bir vaid olur. Sanki “Sonra gerisin geri dönüp kaçmalarının akabinde size haber verip müjdelediğim hal ve hikayeleri şudur: Onlar yalnızlığa mahkûm, yardım ve kuvvetten yoksun kimseler olarak yüzüstü bırakılacaklar; bir daha bellerini doğrultamayacaklar, hiçbir işleri de rast gitmeyecektir.” denilmektedir. Nitekim Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Hayber Yahudilerinin akıbetleri bu ayetin haber verdiği gibi olmuştur. Bu haberin atfolunduğu şey ceza cümlesidir. Sanki “Bunlar sizinle savaşacak olurlarsa yenileceklerini size haber veriyorum; sonra kendilerine yardım da edilmeyeceğini size haber veriyorum.” denilmiştir. Sümme ile verilen bu “sonra”lığın manası [zamanla ilgili değil] derecelendirme anlamında bir sonralıktır, çünkü kimsesizlik ve terkedilmişliğe mahkûm olduklarını haber verme, arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir haberdir. İki cümlenin yani [içlerinde iman edenler] ve [size herhangi bir zarar veremezler] cümleleri Ehl-i kitaptan bahsedilirken yapılan istitrad cümleleridir. Bunun içindir ki atıfsız gelmiştir. (Keşşâf)
يُقَاتِلُوكُمْ - يُوَلُّوكُمُ - يُنْصَرُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
Bu cümlenin tamamı onlar için Müslümanlarla savaşacaklarına ve hezimete uğratacaklarına dair bir tehdit ve Müslümanlara da onlarla savaşmak için bir teşviktir. (Âşûr)
لَا يُنْصَرُونَ ayetteki, fiili, meczum olmalı değil miydi? Buna karşı biz deriz ki: Sözün başlangıcında ceza cümlesi hükmünden, haber cümlesine dönülerek sanki “Size, onların yardım olunmayacaklarını haber veriyorum.” denilmek istenmiştir. Bunun faydası şudur: Şayet Hak Teâlâ bu ifadeyi (şartın cevabı olarak) meczûm getirmiş olsaydı, yardım olunmama hali onların “dönüp kaçmaları” gibi Müslümanlara karşı savaşmaları şartına bağlanmış olurdu. Fakat bu ifade cezm edilmeyince yardım olunmamaları mutlak bir vaid olmuş olur. Buna göre sanki Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Size haber vereceğim ve müjdeleyeceğim, onların gerisin geriye kaçmalarından sonraki durum ve kıssaları, onların artık hiçbir yardım bulamayıp devamlı zillet ve meskenet içinde kalacaklarıdır.” (Fahreddin er-Râzî)
Hak Teâlâ’nın, ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ ifadesi, ne üzerine atfedilmiştir?
Cevap: Bunun atfedildiği şey, şart ve ceza cümlesidir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: “Size, onların sizinle savaşmaları halinde bozguna uğrayacaklarını haber veriyorum. Sonra size, onların yardım olunmayacaklarını da haber veriyorum.” Bu cümlenin başındaki ثُمَّ lafzı, sıralamada sonra oluşu ifade etmek için getirilmiştir. Çünkü onların yardımsız bırakılacağının haber verilişi, onların dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha önemlidir. (Fahreddin er-Râzî)
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani aralıklarla zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir. Çünkü Yahudilere hep rezil olmak ve aşağılanmak gün bir durumlarının olacağını bildirmek, onlara arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir olaydır. (Nesefî)
Rütbe açısında terahi; matufun rütbesinin, matufun aleyhin rütbesinden daha muazzam olduğunu ifade eder ki kelam bunun için gelmiştir. Bu; mecazi terahiden farklı bir şeydir. Çünkü mecazi terahi; matufu, matufun aleyhe benzetmektir. (Âşûr)
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ضُرِبَتْ | vurulmuştur |
|
2 | عَلَيْهِمُ | onlara |
|
3 | الذِّلَّةُ | alçaklık (damgası) |
|
4 | أَيْنَ | nerede |
|
5 | مَا |
|
|
6 | ثُقِفُوا | bulunsalar |
|
7 | إِلَّا | ancak hariç |
|
8 | بِحَبْلٍ | ahdine (ipine) |
|
9 | مِنَ |
|
|
10 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
11 | وَحَبْلٍ | ve ahdine (ipine) |
|
12 | مِنَ |
|
|
13 | النَّاسِ | (inanan) insanların |
|
14 | وَبَاءُوا | ve uğradılar |
|
15 | بِغَضَبٍ | gazabına |
|
16 | مِنَ |
|
|
17 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
18 | وَضُرِبَتْ | ve vuruldu |
|
19 | عَلَيْهِمُ | üzerlerine |
|
20 | الْمَسْكَنَةُ | miskinlik (damgası) |
|
21 | ذَٰلِكَ | böyledir |
|
22 | بِأَنَّهُمْ | çünkü onlar |
|
23 | كَانُوا |
|
|
24 | يَكْفُرُونَ | inkar ediyorlar |
|
25 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
26 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
27 | وَيَقْتُلُونَ | öldürüyorlardı |
|
28 | الْأَنْبِيَاءَ | peygamberleri |
|
29 | بِغَيْرِ | -sız yere |
|
30 | حَقٍّ | hak- |
|
31 | ذَٰلِكَ | böyledir |
|
32 | بِمَا | çünkü |
|
33 | عَصَوْا | isyan etmişlerdi |
|
34 | وَكَانُوا |
|
|
35 | يَعْتَدُونَ | ve haddi aşıyorlardı |
|
“İp” anlamına gelen habl kelimesi, burada mecazen “güvence” mânasında kullanılmıştır. Râzî’ye göre burada Allah’ın ipinden maksat cizyedir; Ehl-i kitap cizye denilen vergiyi ödemeyi kabul ettikleri takdirde İslâm devletinin kendilerine sağlayacağı can ve mal güvenliğinden yararlanırlar. İnsanların ipinden maksat ise devlet başkanının görüşüne bırakılmış konularda onlara sağlanan güvencedir; devlet başkanının ictihadına göre bu güvencenin sınırları genişleyebilir ve daralabilir. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)
Adeve عدو :
عَدْوٌ sınırı aşmak ve birleşip kaynaşmada uyuşmazlık, bağdaşmazlık anlamlarında kullanılır. Kimi zaman kalp itibara alınarak düşmanlık anlamında عَداوَة ve مُعاداة olarak; kimi zaman yürümek itibara alınarak koşmak anlamında عَدْوٌ şeklinde ve kimi zaman da muamelede adaleti ihlal etmek ve ihmalkarlık göstermek göz önüne alınarak zulmetme anlamında عُدْوانٌ ve عَدْوٌ şekillerinde ve kimi zaman da durulan bir yerin bölümleri göz önüne alınarak bir bölümü yüksek bir bölümü alçak olan yere عَدْواءٌ olarak kullanılır.
Düşman iki kısımdır:
1- Hasmın kasıtlı olarak yaptığı düşmanlık
2- Hasmın kasıtlı olmadan yaptığı düşmanlık Bu lafzın mukabilleri ise صَداقَة ve وَلايَة sözcükleridir. Bunun nedeni sıddık ve velilerin hak sahiplerinin hukukunu korumaları itibarıyladır. İftial babındaki إعْتِداءٌ kullanımına gelince onun manası hakka tecavüz etmek, zulmetmek ve haddi aşmaktır. (Müfredat - Tahqiq)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda 106 defa geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri adâvet, taaddi ve maadadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Darabe fiili alâ (عَلَى) harfi ceriyle birlikte kullanıldığında müzik aleti çalmak veya daktilo gibi tuşlu bir cihaz ile yazı yazmak veya akrebin sokması için kullanılır. Ayrıca bir şeyi empoze etmek, zorla kabul ettirmek manalarına gelir. (Dağarcık) Ayetteki mana ‘zillet damgası vuruldu’ dur. Arapça’da para basmak için de darp kelimesi kullanılır. Türkçe’de de darphane kelimesi kullanılmaktadır. Buradaki mana buna benzerdir. Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde ضَرَبَ fiili عَلَى harfi ceriyle zillet veya meskenet ile birlikte kullanılmış olup ikisi bu ayette diğeri Bakara/61’dedir. Her iki ayetin devamında da ‘Allah’tan bir gazaba uğradılar’ ifadesi gelmiştir.
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ
Fiil cümlesidir. ضُرِبَتْ meçhul mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. الذِّلَّةُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِمُ car mecruru ضُرِبَتْ fiiline müteallıktır.
اَيْنَ مَا şart manalı iki fiili cezm eden mekân zarfıdır. ثُقِفُٓوا fiiline veya mukadder cevap cümlesine müteallıktır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri; أين ما ثقفوا ذلّوا (Nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete uğramışlardır.) şeklindedir.
ثُقِفُٓوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّا istisna edatıdır. بِحَبْلٍ car mecruru şartın cevabının failinin mahzuf haline müteallıktır. Aynı zamanda müstesnadır. Takdiri; ذلّوا في كل الأحوال إلا في حالهم متمسّكين بعهد الله (Allah’ın ahdine sarılmadıkça her durumda küçük düşürüldüler.) şeklindedir.
مِنَ اللّٰهِ car mecruru بِحَبْلٍ ’in mahzuf haline müteallıktır.
حَبْلٍ مِنَ النَّاسِ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَ atıf harfidir. بَٓاؤُ۫ damme üzere mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِغَضَبٍ car mecruru بَٓاؤُ fiiline müteallıktır. مِنَ اللّٰهِ car mecruru غَضَبٍ mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَ atıf harfidir. ضُرِبَتْ meçhul mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. عَلَيْهِمُ car mecruru ضُرِبَتْ fiiline müteallıktır. الْمَسْكَنَةُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ [Allah’tan bir ip] ifadesi hal olarak mansup olup “Allah’tan uzatılan bir ipe yapışmış veya tutunmuş ya da ilişmiş olarak” şeklinde mukadderdir. Bu ifade, en umumi olandan istisnadır; anlamı da şudur: Allah’ın ve insanların ipine yapışmaları hali yani Allah’ın ve Müslümanların himayesinde olmaları hali müstesna onların üzerlerine bütün hallerde zillet damgası vurulmuştur. Yani bu tek durum haricinde yani kabul edecekleri bir cizye mukabilinde korunmaya sığınmaları hali dışında onlar için hiçbir izzet yoktur. (Keşşâf)
عَلَى harf-i ceri mecruruna istila, rağmen karşı, hal gibi manalar kazandırabilir. Buradaki عَلَى harf-i cerleri istila manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ
İsim cümlesidir. İsm-i işaret olan ذٰلِكَ mebnidir, mübteda olarak mahallen merfûdur. ل buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel بِ harf-i ceriyle birlikte ذٰلِكَ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُمْ zamiri, اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَنَّ ’nin haberi ise كَانُوا ’nun dahil olduğu isim cümlesi olup mahallen merfûdur.
كَانَ isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. يَكْفُرُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur. بِاٰيَاتِ car mecruru يَكْفُرُونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَقْتُلُونَ cümlesi يَكْفُرُونَ cümlesine atıf harfi وَ ’la atfedilmiştir. يَقْتُلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. الْاَنْبِيَٓاءَ kelimesi mef’ûlun bihtir.
الْاَنْبِيَٓاءَ kelimesinin hemzesi, kelime kökünden olan memdud isimlerdendir. Memdud isimler nasb halinde fetha ile îrablanırlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِغَيْر car mecruru يَقْتُلُونَ fiiline veya الْاَنْبِيَٓاءَ ’nın mahzuf haline müteallıktır. Takdiri; ظالمين أو جائرين (zalimler veya zorbalar) şeklindedir. حَقٍّۜ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Burada ذٰلِكَ işaret ismiyle ayette söz konusu edilen zillet, aşağılanma, meskenet, Allah’ın gazabına uğrayarak dönmeleri gibi durumlarına işaret olunmaktadır. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)
ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
İsm-i işaret olan ذٰلِكَ fetha üzere mebni, mübteda olarak mahallen merfûdur. ل buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
عَصَوْا mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَانُوا يَعْتَدُونَ۟ cümlesi atıf harfi وَ ile öncesine matuftur. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. يَعْتَدُونَ۠ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَعْتَدُونَ۟ fiili, sülasi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındandır. Sülâsî mücerredi عَدَوَ ’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ
Ayetin istînâfiyye olan ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
Car mecrur, zilletin özellikle onların üzerine olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
Bu ibarede istiare vardır. Zillet, içinde bulunanları kuşatan bir çadıra benzetilmiştir. Meknî istiaredir. Çadır kurmakla ilgili olan ضرب fiili zikredilmiştir. (Sâbûnî - Âşûr) عَلَيْهِمُ kelimesindeki zamir 110. ayette geçen اَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ kısmına döner. Bu Yahudilere hastır. (Âşûr)
الذِّلَّةُ “Zillet, bir şeyin bir şey üzerine basılıp onun üzerinde iz bırakması gibi o yahudiler üzerine adeta basılmış ve üzerlerinde iz bırakmıştır.”şeklindedir.
“Zillet damgasının” vurulmasının manası, zilleti onlara, onlardan hiç ayrılmayacak uzaklaşmayacak biçimde en kuvvetli bir şekilde yapıştırmaktır. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: “Zillet onlardan asla ayrılmaz, onlar ancak Allah’tan ve insanlardan olan bir ip (ahd) sayesinde kurtulabilirler.” (Fahreddin er-Râzî)
اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ
İstînâfî beyanî olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Şart edatı اَيْنَ مَا’nın dahil olduğu şart üslubundaki cümle haber manalıdır. Mef’ûle dikkat çekmek için meçhul bina edilen ثُقِفُٓوا, şart fiilidir. Cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri; أينما ثقفوا ذلّوا (Nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete uğramışlardır.) şeklindedir. Bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ثُقِفُٓوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ [Allah’ın ipi] ve وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ [insanlardan bir ip] ibarelerinde de istiare vardır. Burada ip yardım, destek anlamındadır.
حبل [ip] burada Allah’tan veya kullarından ahd u eman anlamında istiare olarak kullanılmıştır. Câmi’; bağlantı kurmak, imdada yetişmek, kurtarmak, aşağıdan yukarı çıkmaya vesile olmak, düşmeyi engellemek, sağlamlaştırmak, menzile ulaştırmak, irtibat sağlamaktır. Allah’ın ahdi de müminlerin emanı da insanlar için bir kurtarıcı, ölümden, sürgünden kurtulmalarını sağlayan bir fırsattır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
بِحَبْلٍ kelimesindeki بِ harf-i ceri musahabe içindir. (Âşûr)
بِحَبْلٍ sözündeki بِ harf-i cerrinin, مَعَ manasına olması... Nitekim Arapların şu sözünde de böyledir: اُخْرُجْ بِنَا نَفْعَلْ “Bizimle beraber çık, şunu yapalım.” Buna göre ifadenin takdiri; اِلَّا مَعَ حَبْلٍ مِنَ اللَّهِ “Ancak Allah’tan olan bir ip (ahd) ile beraber olursa müstesna…” şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ
Cümle وَ’la makabindeki cümle gibi …ضُرِبَتْ cümlesine atfedilmiştir. Her iki cümle de müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İkinci cümlede yine fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
Car mecrur, meskenetin özellikle onların üzerine olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. Bu cümlede lafza-i celâlin zikri kalplere korku salmak amacına matuftur.
وباءوا بغضب [Allah’tan müthiş bir gazaba uğradılar.] sözünde بِغَضَبٍ kelimesinin nekre olması şiddet ve dehşet ifade eder.
بَٓاؤُ۫ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ [Onlara meskenet damgası vuruldu.] ibaresinde istiare vardır. الْمَسْكَنَةُۜ [düşüklük], içinde bulunanları kuşatan bir çadıra benzetilmiştir. Meknî istiaredir. Çadır kurmakla ilgili olan ضرب fiili zikredilmiştir.
وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ “Onlar döne dolaşa Allah’ın gazabına uğradılar.” buyurmuştur. Bunun manası, onların Allah’ın gazabı içinde kalakaldıkları, kalmaya devam ettikleri ve de devamlı kalacakları şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
غضب kelimesinin nekre olarak zikredilmesi, bu gazabın pek büyük ve korkunç olduğunu ifade etmek içindir. Gerçekten o günün Yahudileri, zelil ve miskin olarak genellikle Müslümanların ve Hristiyanların elinde ve hakimiyetinde yaşıyorlardı. (Ebüssuûd)
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
İsim cümlesi formunda gelen faide-i haber talebî kelamdır.
Cümlede mübteda işaret ismiyle marife olmuş ve işaret edilenin önemini vurgulamıştır. İşaret isimleri hissî şeyleri işaret etmekte kullanılır. Ayette zillet ve meskenetin vurulma sebeplerine işaret edilmiştir. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Cer mahallindeki masdar-ı müevvel mahzuf habere müteallıktır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. Masdar cümlesinin haberi de كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَان ’nin haberinin müspet muzari fiil sıygasında gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan ayetler, şan ve şeref kazanmıştır.
Muzari fiil sıygasında gelen faide-i haber ibtidaî kelam olan وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ cümlesi, كَان ’nin haberi يَكْفُرُونَ ’ye matuftur.
حَقٍّۜ, taklîl için nekre gelmiştir.
Şibh-i kemâl-i ittisâl sebebiyle fasılla gelen ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا cümlesi ta’lil cümlesidir.
ذٰلِكَ’nin mübteda olduğu cümlede cer mahallindeki ism-i mevsûl مَا, başındaki harf-i cerle birlikte mahzuf habere müteallıktır. Bu cümle mevsûlün, müspet mazi fiil sıygasıyla gelmiş sılası gibi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِمَا kelimesindeki بِ harf-i ceri sebep içindir. (Âşûr)
Ayetin fasılası وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠, makabline tezayüf sebebiyle atfedilmiştir. كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَان ’nin haberinin müspet muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
عَصَوْا - يَعْتَدُونَ۠ - يَكْفُرُونَ - يَقْتُلُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ضُرِبَتْ - حَبْلٍ - اللّٰهِ - عَلَيْهِمُ - ذٰلِكَ - كَانُوا kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كَانُوا - يَكْفُرُونَ - يَقْتُلُونَ - عَصَوْا - يَعْتَدُونَ۠ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
Burada, ذٰلِكَ işaret ismiyle ayette söz konusu edilen zillet, aşağılanma, meskenet, Allah’ın gazabına uğrayarak dönmeleri gibi durumlarına işaret olunmaktadır. Yani işte onların başlarına gelen bu şeyler, bu kimselerin Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri de öldürmeleri sebebiyledir. (Nesefî)
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَيْسُوا | (ama) hepsi değildir |
|
2 | سَوَاءً | aynı |
|
3 | مِنْ | -nden |
|
4 | أَهْلِ | ehli- |
|
5 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
6 | أُمَّةٌ | bir topluluk vardır |
|
7 | قَائِمَةٌ | ayakta duran |
|
8 | يَتْلُونَ | okuyarak |
|
9 | ايَاتِ | ayetlerini |
|
10 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
11 | انَاءَ | saatlerinde |
|
12 | اللَّيْلِ | gece |
|
13 | وَهُمْ | ve onlar |
|
14 | يَسْجُدُونَ | secdeye kapanırlar |
|
Eneye أني :
أنَى fiili olgunlaşmak, olmak, ermek; temkinli olmak; gecikmek, ağır davranmak, yavaş olmak anlamlarına gelir.
أنا sözcüğü kendinden söz eden kişinin yerini tutan (birinci şahıs) zamirdir.
Bu köke ait tefâul babındaki تَأنَّى fiili bir kimsenin bir işi ya da hareketi acele etmeden temkinli ve ağırbaşlı yani teenî içinde yapması anlamına gelir. Teennî تَأنِّي vakarlı, temkinli davranan kişinin hal ve tutumunu anlatır.
آناءَ اللَّيْلِ gecenin saatleri demektir. Tekili إنْيٌ، إناً، أناً şeklindedir. أنَى ve ِآن الشَّيْء zamanı yaklaştı manasındadır.
أنَى maddesindeki asli anlam; varmak, ulaşmak ve vaktin ermesidir. Bu mana geldiği muhtelif yerlere göre farklılık arz eder. Mesela hararetin şiddetini arttırdığı vakte erince, gece saatlerine ulaştığında, hilm ve itmi'nan mertebesine ulaştığında, durumdan istifade vaktine erişince, taama ulaşıp onu yeme vaktinin gelişi gibi... Kullanıldığı tüm yerlerde konusuna bağlı ulaşıp varmak ve vakit kaydı bulunmaktadır.
Son olarak إناءٌ içine bir şey konan kaptır ve çoğulu آنِيَةٌ şeklindedir. (Müfredat-Dağarcık-Tahqiq-Bursevî)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 36 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri teennî ve andır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ
Fiil cümlesidir. لَيْسُوا nakıs camid fiildir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder. لَيْسُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و merfû muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. سَوَٓاءً kelimesi لَيْسُوا ’nun haberidir.
لَيْسُوا سَوَٓاءً [Hepsi aynı değildir.] cümlesindeki zamir ehl-i kitaba raci olup ehl-i kitap tamamen aynı değildir anlamındadır. مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ [Ehl-i kitabın içinde … dosdoğru bir topluluk da vardır.] cümlesi, لَيْسُوا سَوَٓاءً [Hepsi aynı değildir.] cümlesini açıklamak üzere söylenmiş yeni bir cümledir. تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ [Marûfu emredersiniz.] ifadesi, كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ [En hayırlı ümmetsiniz.] (Âl-i İmran Suresi, 110) cümlesini açıklamak üzere yeni bir cümle olarak kurulduğu gibi. (Keşşâf)
مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
مِنْ اَهْلِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اُمَّةٌ muahhar mübtedadır. قَٓائِمَةٌ ise اُمَّةٌ ’un sıfatıdır.
قَٓائِمَةٌ kelimesi sülâsî mücerred olan قوم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتْلُونَ fiili اُمَّةٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur. يَتْلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اٰيَاتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اٰنَٓاءَ zaman zarfı يَتْلُونَ fiiline müteallıktır. الَّيْلِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَسْجُدُونَ۠ fiili haber olarak mahallen merfûdur. يَسْجُدُونَ۠ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
İstînâf cümlesidir. لَيْس ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fasılla gelen istînâf cümlesi …مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ’de isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır.
مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. قَٓائِمَةٌ muahhar mübteda olan اُمَّةٌ için sıfattır.
اُمَّةٌ’deki tenvin tazim içindir.
… يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ cümlesi اُمَّةٌ’ün ikinci sıfatıdır. Müspet muzari fiil sıygasında, bu işin yenilenerek devam ettiğini ifade eden bir fiil cümlesidir.
Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
اٰيَاتِ اللّٰهِ izafetinde, اللّٰهِ ismine muzâf olması sebebiyle ayetler şan ve şeref kazanmıştır.
Ayetin sonunda hal وَ’ıyla gelen وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haberin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi ve dikkati uyarılır. Hal cümleleri anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
ءَانآءَ; kelimesi إنْي veya أنْي kelimesinin çoğulu olup ‘zaman, süre’ demektir.
Müminlerin iyiliklerini saymak için bir hazırlıktır ve daha önce 110. ayette geçen [İçlerinden iman edenler de var.] ayetini de hatırlatır.
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ [Hepsi aynı değildir.] cümlesindeki zamir ehl-i kitaba raci olup ‘’ehl-i kitap tamamen aynı değildir’’ anlamındadır. مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ [Ehl-i kitabın içinde … dosdoğru bir topluluk da vardır.] cümlesi, “Hepsi aynı değildir.” cümlesini açıklamak üzere söylenmiş yeni bir cümledir. [Marûfu emredersiniz.] ifadesi, [En hayırlı ümmetsiniz. (Âl-i İmran Suresi, 110)] cümlesini açıklamak üzere yeni bir cümle olarak kurulduğu gibi. (Keşşâf)
مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ [Ehl-i kitabın içinde … dosdoğru bir topluluk da vardır.] cümlesi; bu ümmetin önemi sebebiyle izmar makamında izhar olarak gelmiş bir cümledir. Burada ümmetten maksat bir gruptur. (Âşûr)
Bu namazın teheccüd veya yatsı namazı olduğu söylenmiştir. (Ebüssuûd)
مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ [Ehli kitaptan bir grup vardır.] ifadesinde devamlılık ifade etmesi için isim cümlesi kullanılmıştır. Bundan sonra gelen يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ [Allah’ın ayetlerini okurlar.] cümlesinde ise teceddüt (fiilin yenilenmesi) ifade etmesi için muzari sıygası kullanılmıştır. يَسْجُدُونَ۠ fiilinde de durum aynıdır. (Safvetü’t Tefasir)
Bu istînâf cümlesi ehli kitaptan bir grubun insafını, yani doğruluğunu anlatmak için gelmiştir. مِنهُمُ المُؤْمِنُونَ وأكْثَرُهُمُ الفاسِقُونَ şeklinde çoğunluğu hakkında umumi olarak bir hüküm verdikten sonra bu hükmü tekid eder.(Âşûr)
وهم يَسْجُدُونَ cümlesi haldir. Geceleyin kitaplarının tilavetiyle teheccüd kılarlar demektir. Secde durumları kitaplarının tilavetiyle kayıtlanmıştır. Bu üslup; teheccüd yaparlar denilmesinden daha açık ve nettir. Çünkü eylemlerinin şeklini gösterir. (Âşûr)
اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ tabirinin manası, “dosdoğru, adil, müstakim” demektir. Bu senin, “dosdoğru, dümdüz oldu” manasında olmak üzere أٌقَمْتُ العُودَفَقَامَ “Çubuğu doğrulttum, o da doğruldu, dümdüz oldu.” tabirinden alınmıştır. Bu söz de Hak Teâlâ’nın, “Siz en hayırlı bir ümmetsiniz.” buyruğunun bir izahı gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ [Gece saatlerinde Allah’ın ayetlerini okurlar.]
Bu ifade hakkında da birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele: O’nun يَتْلُونَ (okuyorlar) ve يُؤْمِنُونَ (iman ediyorlar) kelimeleri اُمَِّةٌ (ümmet) kelimesinin sıfatı olduğu için mahallen merfûdurlar. Yani “kâim, okuyan ve iman eden bir topluluk” demektir.
İkinci Mesele: “Tilavet”, okumak demektir. Kelimenin aslı, “peşinden getirmek” anlamındadır. Buna göre tilavet sanki bir lafzı başka bir lafza eklemek, bitiştirmek demektir.
Üçüncü Mesele: Bu ifadede geçen اٰيَاتِ اللّٰهِ “Allah’ın ayetleri” tabiriyle bazen Kur’an’ın ayetleri bazen de Cenab-ı Hakk’ın zatına ve sıfatlarına delalet eden çeşitli varlıklar murad edilir. Burada ise birinci mana kastedilmiştir.
Dördüncü Mesele: Bu kelamda geçen آنَاءَ اللَّيْلِ “gecenin saatleri” tabirinin Arapçada aslı, “akitler ve saatler” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
لَيْسُوا سَوَٓاءً “Hepsi bir değildir.” Bu cümle müminlerin iyiliklerini saymak için bir hazırlık ve daha önce geçen “İçlerinden iman edenler de var.” (Al-i İmran Suresi, 110) ayeti için de bir hatırlatma mahiyetindedir.
الْكِتَابِ kelimesinin zamir ile ifadesi mümkün iken zahir olarak zikri, iki fırka arasındaki müşterek noktayı (ikisine de ehl-i kitap dendiğini) belirtmek ve ehl-i kitaptan bu mümin topluluğun, onların rezillerinden değil bilakis kitaptan kendilerine büyük bir nasip verilmiş bahtiyar insanlardan olduklarını zımnen bildirmek içindir.
Namazda Kur’an ayetlerinin tilavet edildiği kesin olarak bilindiği halde “يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ Onlar Allah’ınayetlerini okurlar.” buyurulması, iki ehl-i kitap arasındaki farkı daha ziyade belirtmek ve bu bahtiyar fırka ile ondan önce küfürle vasıflandırılan bedbaht fırkanın bir olmadıklarını açıklamak içindir. Zaten bu sıfatın iman sıfatından önce zikredilmesinin sırrı da budur. (Ebüssuûd)
يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يُؤْمِنُونَ | inanırlar |
|
2 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
3 | وَالْيَوْمِ | ve gününe |
|
4 | الْاخِرِ | ahiret |
|
5 | وَيَأْمُرُونَ | ve emreder |
|
6 | بِالْمَعْرُوفِ | iyiliği |
|
7 | وَيَنْهَوْنَ | ve men’ederler |
|
8 | عَنِ | -ten |
|
9 | الْمُنْكَرِ | kötülük- |
|
10 | وَيُسَارِعُونَ | ve koşarlar |
|
11 | فِي |
|
|
12 | الْخَيْرَاتِ | hayır işlerine |
|
13 | وَأُولَٰئِكَ | işte onlar |
|
14 | مِنَ | -dendir |
|
15 | الصَّالِحِينَ | iyiler- |
|
يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ
Fiil cümlesidir. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır.
الْيَوْمِ kelimesi atıf harfi و ’la بِاللّٰهِ ‘ye matuftur. الْاٰخِرِ ise الْيَوْمِ ’nin sıfatıdır.
وَ atıf harfidir. يَأْمُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِالْمَعْرُوفِ car mecruru يَأْمُرُونَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. يَنْهَوْنَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنِ الْمُنْكَرِ car mecruru يَنْهَوْنَ fiiline müteallıktır.
يَنْهَوْنَ fiili sülâsî mücerred olan نهي fiilinin muzarisidir.
وَ atıf harfidir. يُسَارِعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. فِي الْخَيْرَاتِ car mecruru يُسَارِعُونَ fiiline müteallıktır.
يُسَارِعُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi سرع ’dur. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مِنَ الصَّالِح۪ينَ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. الصَّالِح۪ينَ ’nin cer alameti ي harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الصَّالِح۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
اُو۬لٰٓئِكَ [Bunlar] yani bu sıfatlarla vasfedilenler, الصَّالِح۪ينَ [salihler] cümlesindendir yani Allah nezdinde halleri iyi olanlardan, Allah’ın razı olduğu, O’nun övgüsüne layık kimselerdendir. الصَّالِح۪ينَ kelimesiyle Müslümanların kastedilmiş olması caizdir. (Keşşâf)يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ
Ayet önceki ayetteki اُمَّةٌ’un sıfatı olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müteakip, …وَيَأْمُرُونَ… ,وَيَنْهَوْنَ عَنِ… وَيُسَارِعُونَ cümleleri aynı formda gelmiş makabline matuf muzari fiil cümleleridir. Her üçü de faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetteki fiiller teceddüt (fiilin yenilenmesi) ifadesi için muzari sıygası kullanılmıştır.
وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ cümlesi ile وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يَأْمُرُونَ - يَنْهَوْنَ ve الْمُنْكَرِۜ - الْمَعْرُوفِ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ [Hayırlarda yarışırlar] istiare-i tebeiyyedir. Hayır işleri, koşu yapılan bir müsabaka sahasına benzetilmiştir. Hedefe ilk varanın birinci, diğerlerinin de derece sahibi olması gibi Allah için yapılan amellerde de önce yapmak her zaman daha fazla mükâfat kazandırır.
يُؤْمِنُونَ - يَأْمُرُونَ kelimeleri arasında cinâs-ı muzari vardır.
Umumdan sonra husus zikredilmiştir. Hayra davet etmek umum, devamı husustur.
Emr-i bil maruf ve nehyi ani’l münker ibaresi Kur’an-ı Kerim’de 8 yerde geçmiştir, üçü bu surededir. En çok bu surede geçmiştir. Çünkü kitap ehli bunu yapmayı terk etmiştir.
Ayette hayra çağırma fiili müminlerin bir kısmına isnad edildiği halde hitabın bütün müminlere tevcih edilmesi bu görevi bütün müminlere farz-ı kifaye kılmak içindir. Yani bu görev bütün müminlere farzdır, ancak bir kısmı bu görevi yaptığı vakit diğerleri de sorumlu olmaz. Ama bu görevi yapan kimse olmazsa hepsi sorumlu olur. (Ebüssuûd)
[Allah’a ve ahiret gününe iman ederler ve marufu emreder, münkerden nehyederler] ibaresi tekrar edilmiştir, reddü'l-acüz ale's-sadr (104-110. ayetler arasında) vardır.
وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ [Hayırlarda koştururlar] ibaresi Yahudilerin hayırlarda çok ağır, şerlerde ise çabuk davrandıklarına tarizdir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğundan Allah lafzında tecrîd vardır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
İstînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenleri tazim içindir.
Cümlede haberin mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır. مِنَ الصَّالِح۪ينَ mahzuf habere müteallıktır.
Ümmetin özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.
الصَّالِح۪ينَ - الْخَيْرَاتِۜ - الْمَعْرُوفِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
[Bunlar] yani bu sıfatlarla vasfedilenler, [salihler cümlesindendir] yani Allah nezdinde halleri iyi olanlardan, Allah’ın razı olduğu, O’nun övgüsüne layık kimselerdendir. الصَّالِح۪ينَ kelimesiyle Müslümanların kastedilmiş olması caizdir.
وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ [Onlar salihlerdendir] isim cümlesi sübut ve devam yani onların her zaman böyle olduklarına delalet eder.
اُو۬لٰٓئِكَ, bu kişilerin faziletlerinin ve derecelerinin yüksekliğini ifade etmek için uzağı gösteren işaret ismi olarak gelmiştir.
Arka arkaya medihler sıralanmıştır, tefriğ sanatı vardır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ “İşte onlar, salihlerdendir.” ayetinin ifade ettiği sıfattır. Bunun manası, “İşte vasfedildikleri bu sıfatlara sahip olanlar yok mu onlar halleri Allah yanında güzel olup Allah’ın kendilerinden razı olduğu salihler cümlesindendir.” şeklindedir. Bil ki bu şekilde vasıflanma, medih ve övgünün zirvesidir. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
وَ atıf harfidir. مَا iki fiili cezm eden şart ismidir. Mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. يَفْعَلُوا şart fiili ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. مِنْ خَيْرٍ car mecruru مَا ’nın mahzuf haline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. يُكْفَرُوهُ fiili نْ ’un hazfıyla mansub meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. عَلِیمُۢ haberdir.
بِالْمُتَّق۪ينَ car mecruru عَلِیمُۢ’e müteallıktır. الْمُتَّق۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُتَّق۪ينَ sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
وَ atıftır. Şart üslubunda gelen haber cümlesinde şart harfi olan مَا, şart fiili يَفْعَلُوا’nun mef’ûlü konumundadır.
Şart cümlesi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Rabıta harfi فَ ile gelen şart cümlesi فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ [Allah iyiliği karşılıksız bırakmaz; Halîm’dir. (Tegâbün Suresi, 17)] ayetinde Allah Teâlâ mükâfatı bol bol vermekle tavsif edildiği için burada onun zıttı olan iyiliğe nankörlük nefyedilmiştir.
Burada kelime mahrum etme manasını içerecek şekilde kullanılmıştır; sanki [Asla ondan mahrum edilmeyeceksiniz] yani onun mükâfatından mahrum edilmeyeceksiniz manasında فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ denilmiştir. وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ [Müttakileri Allah bilir] ifadesi, müttakilerin bol mükâfata nail olacağını müjdelemekte ve Allah katında ancak takva ehli olanların kurtulacaklarına delalet etmektedir. (Keşşâf)
Ayetteki مَا şart edatıdır. Şartın cevabındaki لَنْ يُكْفَرُوهُۜ fiili karşılığın verilmemesi
anlamındadır.
فَلَنْ يُكْفَرُوهُ tabirinin manası, “Onun sevabı ve mükâfatından mahrum bırakılmayacaksınız.” demektir. Cenab-ı Hak, karşılığını vermemeyi, şu iki sebepten dolayı (örtmek, karşılığını vermemek, men etmek) kelimesiyle ifade etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
“Onların hayır olarak yaptıkları hiçbir şey inkâr edilmez.”
Onların yaptıkları hiçbir hayır, elbette karşılıksız kalmaz.
Başka ayetlerde hayrın karşılığının tam verilmesi, şükür olarak ifade edilmiştir. Burada hayrın karşılığının tam verilmemesi de inkâr veya nankörlük olarak vasıflandırılmıştır. Bunun sebebi böyle bir halin Allahu Teâlâ’dan sadır olmasının imkânsızlığını vurgulamak içindir. (Ebüssuûd)
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
Müstenefe cümlesidir. Lafza-i celâl mübteda, عَل۪يمٌ haberdir. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Allah her şeyi bildiği halde özellikle عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ [muttakileri bilir] buyurulması takvaya teşvik eden tağlibtir. Cüz söylenip küll murad edilen mecaz-ı mürseldir. Ayrıca عَل۪يمٌ vasfı lâzım-melzûm alakasıyla müttakilere karşılığını fazlasıyla verir, anlamı taşır. Yeter ki takva vasfı devam etsin. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
“Allah, ittika edenleri (sakınanları, takva sahibi olanları) bilir.”
Bu cümle makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Zira Allahu Teâlâ’nın onların halini çok iyi bilmesi, elbetteki onların sevabını tam vermesini gerektirir.
Burada takva sahiplerinden murad;
- Ya onların bahtiyar bir topluluk olduğunu. Onların zamir ile değil de zahir olarak “مُتَّق۪ينَ / sakınanlar, ittika edenler” şeklinde belirtilmesi, kendilerini methetmek, ilâhî ilmin taalluk ettiği unvanı tayin etmek ve onların mükâfat sebebini bildirmek içindir. Bu da daha önce zikredilen hasletleri ihtiva eden takvadır.
- Ya da bu takva sahiplerinden maksat, bütün takva sahiplerini kapsayan muttakiler cinsidir ve anılan topluluk da öncelikle buna dahildir. (Ebüssuûd)
Kalabalığın içinde yalnızmışım gibi yürüyordum.
Kafamın içindeki melodiyle gönlümün derinliklerinde dans ediyordum.
İçimde kopan fırtınaları dışarıya yansıtmadan basit bir tebessümle siliyordum.
Anı yaşamaya çalışırken gelecekle geçmişin arasında gidip geliyordum.
Bazen sadece gökyüzünün sonsuzluğunda kaybolup gitmeyi diliyordum.
Çünkü;
Her seferinde ibret almadaki geç kalışıma,
Israrla öğrenmeyişime,
Herkesten daha iyi bilirim havasında kimseye fikir danışmayışıma,
İstediğime kavuşmak için harcadığım enerjiyi, günahlardan uzak durmak için harcamayışıma,
Nankörlüğüme, şükürsüzlüğüme, cahilliğime ve sabırsızlığıma şaşırıyordum.
İliklerine kadar değişmek istediği anın ertesinde dünyaya dalan kulunu bırakmayan Rabbimin rahmetine hayranlıkla ve ümitle sığınıyorum. İki cihandaki kurtuluşum için gerekli olan maddi manevi değişiklikleri yapmam için ihtiyacım olan her türlü yardımı ancak O'ndan istiyorum.
Kalabalığın içinde yalnızmışım gibi Rabbime koşuyordum. Her kulundan ve her kulunun her anından, her ihtiyacından, her duasından ve her kulu için en hayırlısı olandan haberdar olana sığınarak, O'nun rızasını kazanma ve en hayırlı ümmetine dahil olma umuduyla dualarımla koşuyordum.
***
Dünyanın bir köşesinde yaşayan gençlerden birinin, birçok insana göre tuhaf bir alışkanlığı vardı. Her gün aynanın karşısına oturur ve konuşurdu. O, dışarıdan bakan herhangi biri için kendi kendine konuşan bir çılgından ibaretti. Halbuki bu iş, göründüğünden farklı derinliklere sahipti. Zira genç, aynadaki cismi ile değil, nefsi ile tartışıyordu. Bu mücadelelerin sayesinde de beraber büyüyorlardı.
Genç, o gün de her zamanki gibi aynanın karşısına oturdu ve nefsiyle gözgöze gelip dediklerinin işitildiğinden emin olduktan sonra konuşmaya başladı:
Eğer işe yarayacağından emin olsam, bazen iyi bir dayağa ihtiyacın olduğunu düşünüyorum. Diğer zamanlarda ise her istediğini yapma isteğiyle doluyorum. Sanki, uzmanların: ‘Çocuklarınıza istikrarsız ve tutarsız davranmayın.’ diye uyardığı ebeveynler gibiyim.
Sen ise konulan her kuralı test eden ama aslında o kuralların hepsine de ihtiyaç duyan küçük bir çocuk gibisin. Yemek, içmek, uyumak, yıkanmak ve tuvalet gibi en basit hayat düzenini koruma çabasını bıraksam, göreceğin zararların çoğundan haberdarım.
Anlık yaşamak istediğinin farkındayım. Ancak, biraz düşünmenin sonucunda hevesle akıllanacağına inanıyorum. Yediklerini ve içtiklerini, uykularını ve hareketlerini boşa çıkarmayan bir bedendeyim. İnsanın israfından dolayı bozulan dünya düzenine şahidim.
Basit bir düşünme sonucunda farkedilen bütün bu gerçeklere rağmen, hangi akıl ile yapılan herhangi bir zerrenin ve yaşanan herhangi bir anın boşa gittiği umutsuzluğu ile boğuşmamı ya da zaten her şey boş diyerek yalancı bir cesaret ile karanlıklara gömülmeyi seçmemi bekliyorsun.
Yeryüzünde gördüğüm hakikat alametlerinden dolayı görmediklerimin ve bilmediklerimin çokluğuna hayran kalıyorum. İşte, bu yüzden her şeyin ve herkesin Allah’a döneceğine ve yine bu yüzden Allah’ın emirlerine uymaya muhtaç oluşumuza teslimiyetle iman ediyorum.
Ey göklerin ve yerin sahibi olan Allahım! Bizi yarattığın en hayırlı ümmete dahil kullarından eyle. Aklını kullanan, nefsini eğiten, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Sana şeksiz şüphesiz iman eden kullarından eyle.
Amin.