3 Temmuz 2024
Nisâ Sûresi 95-101 (93. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Nisâ Sûresi 95. Ayet

لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلاًّ وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْراً عَظ۪يـماًۙ  ...


95-96. Ayetler Meal  :   
Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (mü’minlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) va’detmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا olmaz
2 يَسْتَوِي eşit س و ي
3 الْقَاعِدُونَ yerlerinde oturanlar ق ع د
4 مِنَ
5 الْمُؤْمِنِينَ inananlardan ا م ن
6 غَيْرُ dışında غ ي ر
7 أُولِي sahipleri ا و ل
8 الضَّرَرِ özür ض ر ر
9 وَالْمُجَاهِدُونَ ve cihad edenler ج ه د
10 فِي
11 سَبِيلِ yolunda س ب ل
12 اللَّهِ Allah
13 بِأَمْوَالِهِمْ mallariyle م و ل
14 وَأَنْفُسِهِمْ canlariyle ن ف س
15 فَضَّلَ üstün kılmıştır ف ض ل
16 اللَّهُ Allah
17 الْمُجَاهِدِينَ cihadedenleri ج ه د
18 بِأَمْوَالِهِمْ mallariyle م و ل
19 وَأَنْفُسِهِمْ canlariyle ن ف س
20 عَلَى
21 الْقَاعِدِينَ oturanlardan ق ع د
22 دَرَجَةً derece bakımından د ر ج
23 وَكُلًّا ve hepsine ك ل ل
24 وَعَدَ va’detmiştir و ع د
25 اللَّهُ Allah
26 الْحُسْنَىٰ güzellik ح س ن
27 وَفَضَّلَ ve üstün kılmıştır ف ض ل
28 اللَّهُ Allah
29 الْمُجَاهِدِينَ mücahidleri ج ه د
30 عَلَى
31 الْقَاعِدِينَ oturanlardan ق ع د
32 أَجْرًا ecirle ا ج ر
33 عَظِيمًا çok daha büyük ع ظ م

https://Kur’ân.diyanet.gov.tr/tefsir/Nisâ-suresi/588/95-ayet-tefsiri

Buradan itibaren 100. âyete kadar Allah Teâlâ kullarını, cihad etme ve dini koruma vazifesine riayet bakımından şu gruplara ayırmıştır:

a) Dinini öğrenip yaşayabileceği bir mekâna göçen, burada oturan ve gerektiğinde malı ve canıyla cihad ederek maddî ve mânevî değerlerini koruyan müminler. Bunlar diğer müminlerden derece (rütbe, şeref, mükâfat) bakımından üstündürler. Allah onları, kendisine yakınlık dereceleri, günahlarını örtme ve rahmetine mazhar kılma yoluyla ödüllendirecektir.

b) Topyekün savaş ve seferberlik durumu bulunmadığı için malları veya canlarıyla savaşa katılmayıp işleri güçleriyle meşgul olan müminler. Bunlar da ibadetleri ve diğer iyi işleri sebebiyle ecir alırlar, cennete girerler, fakat cihad sevabından ve mücahidlere mahsus şeref, mağfiret ve rahmetten mahrum kalırlar.

c) Savaşa çağrıldıkları ve mazeretleri de bulunmadığı halde katılma­yanlar. Burada açıkça zikredilmemiş olmakla beraber bunu yapanların hoş görülmeyeceği ve cezalandırılacakları hem âyetin dolaylı anlamından hem de başka âyetlerden anlaşılmaktadır (bk. Tevbe 9/118-120; Fetih 48/16-17).

d) İslâm’ın rahatça öğrenilip uygulanabileceği bir ülkeye göç etme imkânları bulunduğu halde yeterli olmayan mazeretlere dayanarak dinî hayatları için tehlike teşkil eden çevrede yaşamaya devam edenler. Bunların cehennem ile cezalandırılacakları bildirilmektedir.

e) Gerçek mazeretleri bulunduğu, çaresizlik içinde oldukları için müslümanların arasına, din ve vicdan hürriyetinin bulunduğu ülkelere göç edemeyen müminler. Allah bunlara da af ve mağfiret ümidi vermekle beraber, imkân bulduklarında hicret etmelerini teşvik etmekte, yeryüzünde hürriyet içinde yaşayabilecekleri yerlerin bulunduğunu bildirmektedir.

f) Hicret yolunda ölenler. Bunlar da niyetlerine göre ödüllendirilecek, Allah tarafından muhacir muamelesine tâbi tutulacaklardır.

“Özür sahibi olanlar”dan maksat, özellikle âmâ olanlar, genel olarak da savaşa katılmayı engelleyecek bir vücut ârızası bulunanlardır. Hz. Peygamber’in Kur’an-ı Kerîm’i yazdırdığı vahiy kâtiplerinden biri olan Zeyd b. Sâbit, bu kayıtla ilgili olarak şu önemli açıklamayı yapmıştır: Resûlullah cihad edenlerle oturanların eşit olmadıklarını bildiren âyeti bana yazdırırken gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmü Mektûm çıkageldi ve “Ey Allah’ın resulü! Yemin ederim ki, eğer görseydim ben de cihada katılırdım” dedi. Bunun üzerine Resûlullah’ın dizi benim dizimin üzerinde iken vahiy gelmeye başladı, bacağıma öylesine bir ağırlık çöktü ki uyluk kemiğim kırılacak sandım. Sonra Resûlullah’ın üzerinden bu hal giderildi ve “özür sahibi olmaksızın” kaydı geldi (Buhârî, “Tefsîr”, 4/18). Buhârî’nin aynı bölümde kaydettiği bir rivayete göre bu olay Bedir Savaşı sırasında cereyan etmiştir; “oturup kalanlar”dan maksat da bu savaşa katılmayanlardır.

Âyet İslâm’daki eşitlik kavramına da açıklık getirmektedir; temel insan haklarında bütün insanlar eşit olmakla beraber liyakat, ehliyet ve çaba ile elde edilen faziletlere bağlı haklarda hem müminlerle diğerleri hem de cihad edenle etmeyen müminler birbirine eşit değildirler.

Bu bağlamda mücahid, değerleri korumak için yapılan savaşa bizzat katılan, canını tehlikeye atan kimsedir. Malı ve vergisiyle savaşa katkı yapan veya mazereti sebebiyle fiilen savaşa katılamayan kimseler, büyük ecir alsalar bile fiilen savaşa katılan mücahidlerin derecesine ulaşamazlar (cihad hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/200; Mâide 5/35; Tevbe 9/73).

 


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 122-123

لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ

 

Fiil cümlesidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَسْتَوِي  fiili,  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

الْقَاعِدُونَ  faildir. Cemi müzekker salim olduğu için و ’la merfû olmuştur.  مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ  car mecruru  الْقَاعِدُونَ’nin mahzuf haline müteallıktır.  غَيْرُ  kelimesi  الْقَاعِدُونَ ’den bedeldir.

اُو۬لِي  kelimesi cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti  ى’dir.  الضَّرَرِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

الْمُجَاهِدُونَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الْقَاعِدُونَ ’ye matuftur.  ف۪ي سَب۪يلِ  car mecruru  الْمُجَاهِدُونَ’ye müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

بِاَمْوَالِهِمْ  car mecruru  الْمُجَاهِدُونَ ’ye müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  اَنْفُسِهِمْ  atıf harfi و ’la  بِاَمْوَالِهِمْ ’e matuftur.

 

فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ 

 

Fiil cümlesidir.  فَضَّلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

الْمُجَاهِد۪ينَ mef’ûlun bihtir. Cemi müzekker salim olduğu için ي  ile nasb olur.

بِاَمْوَالِهِمْ  car mecruru   الْمُجَاهِد۪ينَ ’ye müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  اَنْفُسِهِمْ  atıf harfi  و ’la  بِاَمْوَالِهِمْ ’e matuftur.

عَلَى الْقَاعِد۪ينَ  car mecruru  فَضَّلَ  fiiline müteallıktır.  الْقَاعِد۪ينَ ‘nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

دَرَجَةً  mef’ûlu mutlaktan naibtir. Takdiri,  تفضيلا بدرجة واحدة أو تفضيل درجة (dereceyle veya bir derece üstün olmak için) şeklindedir.

 

وَكُلاًّ وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ 

 

وَ  itiraziyyedir.  كُلًّا  mukaddem mef’ûlun bihtir.  وَعَدَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

الْحُسْنٰى  ikinci mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur.

   

وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْراً عَظ۪يـماًۙ

 

Fiil cümlesidir.  فَضَّلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

الْمُجَاهِد۪ينَ  mef’ûlun bihtir. Cemi müzekker salim olduğu için  ي  ile nasb olur.  عَلَى الْقَاعِد۪ينَ  car mecruru  فَضَّلَ  fiiline müteallıktır.  الْقَاعِد۪ينَ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

اَجْرًا  kelimesi mef’ûlu mutlaktan naibtir. Takdiri,  أجره أجرا عظيما  (Ona büyük bir ecir verir.) şeklindedir.  عَظ۪يمًا  ise  اَجْرًا ’in sıfatıdır.



لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Burada  غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ  [özür sahibi olanlar dışında] ifadesiyle yanlış anlama ortadan kaldırılmıştır. Bu ifade olmasaydı o zaman hastalık vb. bir mazeretten dolayı cihada katılmayanların vebal altında olduğu gibi bir hüküm ortaya çıkacaktı. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)

ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye, yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah'ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafeti sebil için tazim ve şeref ifade eder.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresinde istiare vardır.  سَب۪يلِ  kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.

Allah yolunda savaşanların mücadelelerinin, mallarıyla ve canlarıyla olduğunun açıklanması taksim sanatıdır.

Özellikle [Oturanlar bir olmaz.] buyurduktan sonra  مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ  ِ[müminlerden] kaydının eklenmesi; tekmil ve ihtiras ıtnâbıdır. Çünkü kafirlerin Allah yolunda çarpışmayanları anlaşılabilir, ayet-i kerimenin muhataplarının, müminler olduğu anlaşılmayabilirdi.

Önce evlerinde oturanların zikredilmiş olması eşitsizliğin, onların karşıtlarından değil fakat kendilerinden kaynaklandığını bildirmek içindir. Çünkü ziyade veya noksanlık şeklinde farklı olan iki şey arasındaki eşitsizlikte akla ilk gelen sebep, kusurlunun kusuru veya eksikliğidir. (Ebüssuûd)

“Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece itibariyle oturanlardan üstün kıldı.”

Bu istînâf cümlesi,

- O iki fırkanın eşit olmadıklarını,

- Aralarında bir fark bulunduğunu ve bu farkın keyfiyet ve kemmiyetini icmalen beyan eder.

Bu cümle, kelamın siyakından anlaşılan gizli (mukadder) bir sualin, “Bu nasıl olmuştur?”un cevabıdır. (Ebüssuûd)

الْقَاعِدُون  kelimesindeki elif lam cins içindir. (Âşûr)

الْقَاعِدُون [oturanlar] kelimesinden müstesna olmasıdır. Buna göre mana, “Özrü bulunmayanlar hariç oturanlar, denk olmaz.” şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)

وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ: Cihad iki emri gerektirir. Canını karşılıksız vermek, malını karşılıksız vermek (kurban etmek.) Malından birşey infak etmeden, Allah yolunda canını karşılıksız veren de hakiki mücahiddir. Fakat ikisini birden vermek daha faziletlidir.

Canını vermeden sadece malını gazaya yardım için infak eden, her ne kadar büyük ecir alsa da mücahid değildir. Aynı şekilde kişiyi canı ile cihad etmekten alıkoyan özrü olup da o özrünün kaldırılmasını ve mücahidlere katılmasını isteyen kimseninde ecri büyüktür. Fakat bu kimsenin ecri de fiilen cihad eden kimsenin ecri ile eşit olmaz. (Âşûr)

 

فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ 

 

Beyanî istînaf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin Allah ismiyle marife olması telezüz, teberrük ve teşvik içindir.

Bu ayet-i kerimede müsnedün ileyh olan “Allah” lafzının ayetin devamında dört kez tekrarlanmış olması verilen haberin kesinliğini ifade eder. Cümlede müsned olan فَضَّلَ  fiili, muhatabı teşvik etmek için bir kez daha tekrarlanmıştır. (Osman Ertuğrul,  Belâgatta Meânî İlmi)

بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ  [Mallarıyla, canlarıyla savaşanlar…] ifadesi ile mallar canlardan önce zikredildiği halde Tevbe Suresi 111.ayette canlar mallardan önce zikredilmiştir. Bu ayette malların canlardan önce zikredilme sebebi nedir?

Nefis (can), maldan daha kıymetlidir. Satın alan (Allah), canı satın almaya daha istekli olduğuna dikkat çekmek için Tevbe Suresi 111. ayette önce can zikredilmiş. Satan kimse (müminler) ise canı satma konusunda daha fazla sıkıntıya düştüklerini anlatmak için, canın satılıp harcanmasına ancak en son noktada razı olması sebebiyle bu ayette de önce mal zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

دَرَجَةً  kelimesinin mansub oluşu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a- O, başındaki harf-i cer hazfedildiği için mansubtur ve (bir derece ile) takdirindedir. Harf-i cer hazfedilince fiil kendisine taalluk etmiş ve (mef’ûlü olarak) onu nasb etmiştir.

b- Buradaki “derece” kelimesi, “fazilet” manasına olup bunun takdiri “Allah mücahidleri iyice üstün kılmıştır.” şeklindedir. Bu, اَكْرَمَ زَيْدٌ عَمْرًا اِكْرَامًا  “Zeyd, Amr’a çok çok ikram etti.” denilmesi gibidir. Bu kelimenin nekre olarak getirilmesinin faydası ise o derecenin büyüklüğünü ve önemini belirtmek içindir. (Fahreddin er-Râzî)

دَرَجَةً  kelimesinin müfret sıygasıyla gelmesi, manevi bir cinsi ifade eder. Tekliği ifade etmez. Nitekim sonraki ayette gelen  دَرَجَاتٍ  kelimesi de bu bilgiyi tekit eder. Çünkü cemi kelime, müfredden daha kuvvetlidir. (Âşûr)


وَكُلاًّ وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ


وَ  itiraziyyedir. İtiraz cümleleri ıtnâb sanatıdır.

كُلًّ  ُkelimesindeki tenvin, teksir ve tazim içindir. Muzâfun ileyhin hazfından dolayı gelmiş, tenvin-i ivazdır.

[Allah hepsine en güzeli; hüsnayı va’detmiştir.] cümlesinde cem’ vardır. Cihad eden ve etmeyen müminler cennete girme hükmünde toplamıştır. 

الْحُسْنٰى  Allah Teâlâ’nın hem mücahidlere hem de cihada katılmayan müminlere va’dettiği cennettir. Bu ifade, cihadın farz-ı kifâye olduğunu gösterir. Çünkü Cenab-ı Hakk, cenneti mücahidlere vadettiği gibi savaştan geri duran Müslümanlara da va’detmiştir. Cihad farz-ı ayn olsaydı, Allah Teâlâ cihaddan geri duranlara da cenneti va’detmezdi.


وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْراً عَظ۪يـماًۙ

 

Önceki  فَضَّلَ اللّٰهُ  cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin Allah ismiyle marife olması telezzüz, teberrük ve teşvik içindir.

Bu haber cümlelerinin amacı, müminlerin Allah katındaki derecelerini ifade etmektir.

الْحُسْنٰى - اَجْرًا - فَضَّلَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.

Ayette  فَضَّلَ - اللّٰهُ - بِاَمْوَالِهِمْ - اَنْفُسِهِمْ - الْقَاعِد۪ينَ - الْمُجَاهِد۪ينَ  kelimelerinin tekrarında reddül’-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Bu ayette bütün müminlerin savaşa katılıp katılmama konusunda aynı olmadıkları bir hükümde birleştirilmiştir. Fakat mücahidlerin, savaşa katılmayanlardan üstün oldukları tefrik edilmeden önce taksim yapılarak katılmayanlar arasında özür sahibi olanlardan bahsedilip özürlü olmayanlar mukadder bırakılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

Bu ayet-i kerimede müsnedün ileyh olan “Allah” lafzının ayetin devamında dört kez tekrarlanmış olması, verilen haberin kesinliğini ifade eder. Cümlede müsned olan فَضَّلَ  fiili, muhatabı teşvik etmek için bir kez daha tekrarlanmıştır. (Osman Ertuğrul, Belâgatta Meânî İlmi)

Mücahidler mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde مُجَاهِد۪ينَ, Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde “Allah yolunda” kaydının bir kez daha açıkça söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu karşılaştırmaya dâhil olamayacağını hissettirir. (Elmalılı)

Burada  الْقَاعِد۪ينَ  (savaşa katılmayanlar) ve  الْمُجَاهِد۪ينَ (cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan anlamları gereğince kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları kesin olmakla beraber, asıl manalarında  قُعُود yani oturma, tembelliği akla getirdiği ve mücahede ise bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o manaları ifade etmeleri bu manadaki özelliklerinden kaynaklandığı için bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak çalışanlarla çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah yolunda iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar ki kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında tutulduklarını da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında, Allah yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının [Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz. (Ankebut Suresi, 69)] ayetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki savaş meselesi bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.) savaştan geri döndükleri zaman “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” hadis-i şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır. (Elmalılı)

Nisâ Sûresi 96. Ayet

دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 دَرَجَاتٍ yüksek dereceler د ر ج
2 مِنْهُ kendi katından
3 وَمَغْفِرَةً ve bağış غ ف ر
4 وَرَحْمَةً ve rahmet ر ح م
5 وَكَانَ ك و ن
6 اللَّهُ Allah
7 غَفُورًا bağışlayandır غ ف ر
8 رَحِيمًا esirgeyendir ر ح م

Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır. Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah çok mağfiret ve merhamet edicidir." ( Elmalili Hamdi Yazir Tefsiri)

دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ


دَرَجَاتٍ  kelimesi  اَجْرًا ’den bedel olup mansubtur.  مِنْهُ  car mecruru  دَرَجَاتٍ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.

مَغْفِرَةً وَرَحْمَةً  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  دَرَجَاتٍ ’e matuftur.


وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟


وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.

غَفُورًا  kelimesi  كَانَ ’nin haberidir.  رَح۪يمًا۟  ise  كَانَ ’nin ikinci haberidir.


دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ


Kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelen ayet önceki ayetteki  اَجْرًا ’den bedeldir.

مَغْفِرَةً  ve رَحْمَةًۜ  kelimeleri, tezayüf sebebiyle  دَرَجَاتٍ ’e atfedilmiştir.

دَرَجَاتٍ - وَمَغْفِرَةً - رَحْمَةًۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

دَرَجَاتٍ [derece] kelimesi bir önceki 95. ayette دَرَجَةًۜ  şeklinde müfred olduğu halde, burada neden cemi olarak zikredilmiştir? Buna şu şekillerde cevap verilir:

Önceki ifadede geçen “derece” kelimesi ile sayı bakımından “tek bir derece” manası kastedilmeyip derece cinsi kastedilmiştir. Cins isim olan müfred kelimelerin içine, o cinsin pek çok nev'i girer. İşte bu “ecr-i azim/cennetteki yüksek makamlar” mağfiret ve rahmettir. (Fahreddin er-Râzî)

دَرَجَاتٍ  [dereceler] kelimesi, bundan önce zikredilen pek büyük mükâfatı ve üstün kılmanın kemmiyetini açıklar.

مِنْهُ  [Kendi katından] ifadesi debu derecelerin azametine ve şânının yüceliğine delalet eder. (Ebüssuûd) 

 

  وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟


وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ ’nin dâhil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümlesi zamandan bağımsız bir mana taşır.

كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur. 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

غَفُورًا رَح۪يمًا۟  şeklinde mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

مَغْفِرَةً - غَفُورًا  ve  رَحْمَةً - رَح۪يمًا۟  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül’-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Burada zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bundan önceki ayette, “tafdîl/üstün kılma” fiilinin, birbirine atıf yoluyla tekrar -ki atıf yoluyla tekrar, mutlaka farklı olmalarını gerektirir- edilmesi, kelamın ve nazmın güzelliğinin gereği olarak, “üstün, kılınan/mufaddal” ile “kendilerinden üstün kılınan/mufaddal aleyh” değişmediği halde:

- Birinci tafdîlde sadece دَرَجَةًۜ,

- İkinci tafdîlde ise دَرَجَاتٍ kelimesinin kullanılmasının sırrı şudur:

- Ya bu iki tafdîl fiili, derece ile derecât kelimeleri arasındaki vasfı farklılık, zatî farklılık gibi kabul edilmiştir ve manaya daha fazla vuzuh vermek için önce ibhâm, sonra tefsir uygulanmıştır.

- Ya da anılan iki tafdîl fiili, derece ve derecât kelimeleri, farklı anlamlara gelmektedir. Bu takdirde:

1- Birinci tafdîlden (üstün kılmaktan) murad, Allah Teâlâ’nın dünyada mücahidlere bahşettiği ganimet, zafer ve güzel bir şöhret olur ki bunlar gerçekten bir derece sayılmaya layıktır.

2- İkinci tafdîlden murad da Allah Teâlâ’nın ahirette mücahidlere bahşedeceği sayısız yüksek derecelerdir.

Nitekim birincinin takdimi, ikincinin tehiri ve ikisinin arasında cennet vaadinin zikredilmesi de bunu zımnen bildirir niteliktedir. Özetle:

Allah Teâlâ, mücahidleri, evlerinde oturanlardan dünyada bir derece, ahirette ise sayısız derecelerle üstün kılmıştır. Ve ikisinin arasında da cennet va’dedilmiştir. Böylece her iki fırkanın da halleri açıklığa kavuşturulmuş ve üstün kılınmayan fırkaya acele bir teselli getirilmiştir. (Ebüssuûd)


Nisâ Sûresi 97. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ فِي الْاَرْضِۜ قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا ف۪يهَاۜ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يراًۙ  ...


Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الَّذِينَ
3 تَوَفَّاهُمُ canlarını alırken و ف ي
4 الْمَلَائِكَةُ melekler م ل ك
5 ظَالِمِي yazık eden kimselere ظ ل م
6 أَنْفُسِهِمْ nefislerine ن ف س
7 قَالُوا dediler ق و ل
8 فِيمَ ne işte
9 كُنْتُمْ idiniz ك و ن
10 قَالُوا dediler ق و ل
11 كُنَّا ك و ن
12 مُسْتَضْعَفِينَ biz aciz düşürülmüştük ض ع ف
13 فِي
14 الْأَرْضِ yer yüzünde ا ر ض
15 قَالُوا (Melekler) dediler ki ق و ل
16 أَلَمْ
17 تَكُنْ değil miydi? ك و ن
18 أَرْضُ yeri ا ر ض
19 اللَّهِ Allah’ın
20 وَاسِعَةً geniş و س ع
21 فَتُهَاجِرُوا göç edeydiniz ه ج ر
22 فِيهَا onda
23 فَأُولَٰئِكَ işte onların
24 مَأْوَاهُمْ durağı ا و ي
25 جَهَنَّمُ cehennemdir
26 وَسَاءَتْ ve ne kötü س و ا
27 مَصِيرًا bir gidiş yeridir ص ي ر

Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve güçsüzlüğümüzden dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler. Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela, Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir zulüm ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen aciz sayıp yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.

Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vacip iken kafirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de her halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkanı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadisinde sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre, bu âyet inince Rasûlullah (s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre (r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.

Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür. ( Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ


İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  تَوَفّٰيهُمُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

تَوَفّٰيهُمُ  mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  الْمَلٰٓئِكَةُ  fail olup lafzen merfûdur.

ظَالِم۪ٓي  mef’ûlun zamirinden haldir.  ظَالِم۪ٓي  kelimesinin sonundaki  نَ  izafetten dolayı hazfedilmiştir.  اَنْفُسِهِمْ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal ‘nasıl’ sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و  (vav-ı haliye), ya zamir veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْ  cümlesi  قد  harfi takdiriyle  الْمَلٰٓئِكَةُ’nun hali olarak mahallen mansubtur.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  ف۪يمَ كُنْتُمْ ’dur.  مَ  istifham isminin elifi, ism-i mevsûl olmadığı anlaşılsın diye hazf edilmiştir.  ف۪ي  harf-i ceriyle birlikte  كُنْتُمْ ’un mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  كَانَ ’nin ismi,  تُمْ  muttasıl zamiridir.

تَوَفّٰيهُمُ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  وفي ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ فِي الْاَرْضِۜ

 

Fiil cümlesidir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ ’dir.  قَالُوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.  كُنَّا  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

كَانَ ’nin ismi  نَا  mütekellim zamiridir.  مُسْتَضْعَف۪ينَ  kelimesi  كُنَّا ’nın haberidir. Nasb alameti  ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru habere müteallıktır.

مُسْتَضْعَف۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’âl  babının ism-i mef’ûludur.

İsm-i mef’ûl; kendisine iş yapılanı bildiren, failden etkilenen isimdir. Türkçedeki edilgen sıfat-fiil karşılığıdır. Nasıl ism-i fail malum muzari fiil gibi kullanılıyorsa, ism-i mef’ûl de mazi meçhul gibi tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا ف۪يهَاۜ 

 

Fiil cümlesidir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ’dir. قَالُوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. Hemze istifham harfidir.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  تَكُنْ  nakıs meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne gelir ve ismini ref haberini nasb eder.

اَرْضُ  kelimesi  تَكُنْ’un ismi olup lafzen merfûdur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  وَاسِعَةً  ise  تَكُنْ’un haberi olup lafzen mansubtur.

فَ  fâ-i sebebiyyedir. Muzariyi gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri,  أليس ثمة اتساع في الأرض فهجرة منكم  (Sizden bir hicret için yeryüzünde yeterince genişlik yok mu?) şeklindedir.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 

1- Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 

2- Atıf olan  اَوْ ’den sonra, 

3- Lam-ı cuhuddan sonra, 

4- Lam-ı ta’lîlden (sebep bildiren  لِ) sonra, 

5- Vâvu’l-maiyye (وَ)’den sonra, 

6- Sebep  فَ ’sinden sonra. Burada sebep  فَ ’sinden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تُهَاجِرُوا  fiili  نَ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  ف۪يهَا  car mecruru  تُهَاجِرُوا  fiiline müteallıktır.

تُهَاجِرُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  هجر’dur. Mufaale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. 


فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ


Cümle  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  فَ  zaiddir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.

مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ  cümlesi  اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberidir.  مَأْوٰيهُمْ  ikinci mübtedadır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  جَهَنَّمُ  haberdir.  


وَسَٓاءَتْ مَص۪يراًۙ

 

وَ  istînâfiyyedir.  سَٓاءَتْ  zem anlamı  taşıyan camid fildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

سَٓاءَتْ  fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri  جهنم ’dir.  مَص۪يرًا  temyiz olup fetha ile mansubtur. 

سَاءَ  zem fiilidir. Bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail; marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut  مَا  ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır: 

1. Failinin  ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi 

2. سَاءَ ’nin temyiz alması

3. سَاءَ  fiilinin  مَا  harfi ile gelmesi. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilen ilk cümle faide-i haber inkârî kelamdır. İsm-i mevsûl  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenleri tahkir amacına matuftur.

Müphem yapısı gereği tevcih anlamı ihtiva eden mevsûlün sılası  تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Fasılla gelen  قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْ  cümlesi  قد  takdiriyle haldir. Müspet  mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Meleklerin sözü olan mekûlu’l-kavl  ف۪يمَ كُنْتُمْ  ise istifham üslubunda talebî inşaî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen gerçek soru kastı taşımayıp kınama ve tevbih manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ayetin sonundaki  فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ  cümlesi,  اِنَّ ’nin haberidir. 

[Nefislerine zulmedenler] ibaresiyle savaştan kaçanlar kastedilmiştir. Sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.

تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ  [ Melekler onları öldürdü.]  Burada meleklerden maksat ölüm meleğidir. Çoğul sıygası, müfred manada kullanılmıştır. Meleğin şa­nının yüceliğini ve büyüklüğünü ifade etmek için çoğul sıygası getirilmiş­tir. (Safvetü’t Tefasir) 

Burada ism-i mevsûl cins manasında elif lam ile marifelik kuvvetindedir. Altı çizilen nokta, bir kişi veya grup değildir. Kendine zulmederek ölen cinsi ifade eder. Sıla cümlesinde bu hükmün illetinin  فَأُولَئِكَ مَأْواهم جَهَنَّمُ  olduğuna işaret edilmiştir. Yani kendilerine zulmettikleri için bu hüküm verilmiştir demektir. (Âşûr)

الْمَلٰٓئِكَةُ  kelimesi cemidir. Bununla melek cinsi kastedilmiştir. (Âşûr)

قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ  cümlesinin  تَوَفّٰيهُمُ  cümlesinden bedel-i iştimâl olması muhtemeldir. (Âşûr)

Hakk Teâlâ’nın,  ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ  [Öz nefislerinin zalimleri olarak...] sözü hakkında da şu iki mesele vardır:

Birinci Mesele: Bu ifade hal olduğu için nasb mahallinde olup mana “Onlar nefislerine zulüm edenlerken melekler onların canlarını alırlar.” şeklinde olur. Bu kelime, her ne kadar marife bir kelimeye muzâf olsa dahi hakikatte (marife) değil, nekredir. Çünkü mana, izafet olmaması haline göredir. Buna göre sanki طَالِمِينَ اَنْفُسَهُمْ denilmek istenmiştir. Ancak ne var ki Araplar bu gibi durumlarda bir kolaylık olsun diye nun harfini hazfederler. İsm-i fail, onunla ister hal isterse istikbal manası murad edilsin, her ne kadar lafız bakımından muzâf olsa bile mana bakımından bazen ayrı olabilir, ayrı düşünülebilir (izafet manası olmayabilir). Bu, Cenab-ı Hakk’ın  هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا  [Bu, bize yağmur verici bir buluttur. (Ahkaf Suresi, 24)], هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ  [Kâbe’ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere… (Maide Suresi, 95)],  ثَانِىَ عِطْفِهِ  [Yanını eğip bükerek… (Hac Suresi, 9)] tabirleri gibidir. Buralardaki bütün izafetler lafzîdir, manevî değildir. (Fahreddin er-Râzî)

 

 قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ فِي الْاَرْضِۜ


Müstenefe olan cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  قَالُوا  fiilinin mekulü’l-kavli  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olup, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)

“Biz yeryüzünde zayıf, çaresiz kimselerdik.” şeklindeki istînâf cümlesi, meleklerin sualinin hikâye edilmesinden çıkan bir gizli sorunun cevabıdır. Sanki “Onlar, bu sualin cevabı olarak ne dediler?” diye sorulmuş ve cevabında da böyle denmiştir. Yani onlar, kusurlarını sarih olarak ikrar etmekten kaçındılar ve kendi asılsız iddialarına göre buna mecbur olduklarını ileri sürerek dediler ki: “Biz Mekke topraklarında Mekkeliler arasında dinimizin icaplarını yerine getirmekten aciz idik.” (Ebüssuûd)


قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا ف۪يهَاۜ

 

Meleklerin cevabı olan cümle fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin mekulü’l kavli  ise istifham üslubunda talebî inşaî isnaddır. Menfi muzari  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi sübut ifade eder.

İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen gerçek soru kastı taşımayıp kınama ve takrir manasında olduğu için cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. (Âşûr) 

اَرْضُ اللّٰهِ  izafeti muzâfın şanı içindir.


فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يراًۙ

 

اِنَّ ’nin  haberi olarak gelen cümledeki  فَ  zaiddir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenleri tahkir amacına matuftur. İşaret isminin haberi isim cümlesi formunda gelmiştir. 

İşaret ismi arkasından gelen şeylerin, kendisinden öncekiler sebebiyle gerçekleştiğini işaret eder. (Halidi, Vakafat, s. 119)

فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ  sözündeki  فَ  meleklerin onları azarlayıp tehdit ettiği kişileri tefrî’ içindir. (Âşûr)

Burada ism-i işaretten sonra anılan hükümden, daha önce zikredilen nitelikler nedeniyle özgür oldukları konusunda uyarmak için ism-i işaret getirilmiştir. Çünkü şirk fitnesinden yurdunu terk ederek kurtulabilmeye kadirdiler. (Âşûr)

وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًاۙ  istînâfiyye veya hal cümlesidir. Gayr-ı  talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nakıs  fiil  سَٓاءَتْ ’in mahsusu, mahzuftur. Takdiri, جَهَنَّمُۜ’dir.  Temyiz olan  مَص۪يرًاۙ  dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.

Cehennemin sığınılacak yer olması ifadesinde istiare vardır. Alay içindir. Sığınılacak yer insanın sıkıntılardan kaçarak kurtulduğu yerdir. Kaçacak hiçbir yeri olmayan azabı haketmiş kişiler, adeta kurtuluş yeri olarak cehenneme giderler. 

أوٰي  kelimesi lügatta “başkasına eklendi, katıldı”, demektir. Bir kişiye acımayı ve bağrına basmayı ifade eder. İf’al babından geldiğinde “Himaye etti, sığındırdı” manasındadır. [Onların barınacakları yer cehennemdir.] cümlesi kelimenin bu anlamlarıyla düşünüldüğünde; istiare-i tehekkümiyedir. Onlar dünyada cihaddan geri kalmış, kâfirlerin içinde sığınmacı gibi yaşamışlardı. Allah Teâlâ da onların tavrına uygun bir ceza olarak cehennemi onlara sığınak kıldı. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’ân)

الْاَرْضِۜ - قَالُٓوا  kelimelerinin tekrarında reddül’-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

كُنْتُمْۜ - كُنَّا - تَكُنْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül’-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Nisâ Sûresi 98. Ayet

اِلَّا الْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ح۪يلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلاً  ...


Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan , çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِلَّا yalnız hariçtir
2 الْمُسْتَضْعَفِينَ gerçekten zayıf ض ع ف
3 مِنَ
4 الرِّجَالِ erkekler ر ج ل
5 وَالنِّسَاءِ ve kadınlar ن س و
6 وَالْوِلْدَانِ ve çocuklar و ل د
7 لَا
8 يَسْتَطِيعُونَ gücü yetmeyenler ط و ع
9 حِيلَةً hiçbir çareye ح و ل
10 وَلَا
11 يَهْتَدُونَ ve (göç için) bulamayan ه د ي
12 سَبِيلًا yol س ب ل

Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."

( Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

اِلَّا الْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ح۪يلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلاً

 

اِلَّا  istisna harfidir.  الْمُسْتَضْعَف۪ينَ  istisna-i munkatı’ olup mansubtur. Nasb alameti  ي’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın 3 unsuru vardır:

1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.

2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.

3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.

Türkçeye “ama, ancak, -den başka, -sız, fakat, hariç, müstesna, yalnız, sadece” gibi kelimelerle tercüme edilir.

İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:

1. Muttasıl istisna,

2. Munkatı’ istisna,

3. Müferrağ istisna (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi).

مِنَ الرِّجَالِ  car mecruru  الْمُسْتَضْعَف۪ينَ  kelimesinin mahzuf haline müteallıktır.

النِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ  atıf harfi  وَ ’la  الرِّجَالِ ’ye matuftur.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَسْتَط۪يعُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  ح۪يلَةً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

لَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلًا  cümlesi atıf harfi  وَ ’la  لَا يَسْتَط۪يعُونَ ’ye matuftur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَهْتَدُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  سَب۪يلًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

يَسْتَط۪يعُونَ  fiili sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsî fiili  طوع ’dir. Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.

اِلَّا الْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ح۪يلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلاً

 

Tehdidi hak edenlerin haricinde tutulanların bildirildiği ayette  الْمُسْتَضْعَف۪ينَ müstesnadır. İstisna, munkatı’ veya muttasıldır.  لَا يَسْتَط۪يعُونَ  cümlesi  الْمُسْتَضْعَف۪ينَ  için sıfat veya haldir. Hal ve sıfat anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

لَا يَسْتَط۪يعُونَ  [güçleri yetmez] cümlesinin îrabdaki yeri  َالْمُسْتَضْعَف۪ينَ  [ْçaresiz zavallılar]’ın veya  ِالرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ  [erkekler, kadınlar ve çocuklar]’ın sıfatıdır. Cümleler nekre olduğu halde bu olabilmiştir, çünkü nitelenen, harf-i tarifle gelmiş olsa da belirgin bir şeyi ifade etmemektedir. (Keşşâf)

الْوِلْدَانِ  kelimesiyle köleler, buluğa yaklaşmış erkek çocuklar kastedildiği gibi çocuklar da kastediliyor olabilir. Eğer çocuklar kastediliyorsa bu hicretin önemi sebebiyle zikredilmiş demektir. Hicret o kadar önemlidir ki güçleri yetmiş olsaydı mükellef olmayan çocukların bile hicret etmesi gerekirdi demektir. (Ebüssuûd)

الْمُسْتَضْعَف۪ينَ  kelimesinde cem’, الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ  kelimelerinde tefrik vardır.

الْمُسْتَضْعَف۪ينَ - يَسْتَط۪يعُونَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül’-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeplere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

يَسْتَط۪يعُونَ - يَهْتَدُونَ  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)


Nisâ Sûresi 99. Ayet

فَاُو۬لٰٓئِكَ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَفُواًّ غَفُوراً  ...


Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Çünkü Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَأُولَٰئِكَ işte
2 عَسَى umulur ع س ي
3 اللَّهُ Allah’ın
4 أَنْ
5 يَعْفُوَ affetmesi ع ف و
6 عَنْهُمْ onları
7 وَكَانَ ك و ن
8 اللَّهُ ve Allah
9 عَفُوًّا çok affedendir ع ف و
10 غَفُورًا çok bağışlayandır غ ف ر

فَاُو۬لٰٓئِكَ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْۜ 

 

فَ  istînâfiyyedir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.

عَسَى اللّٰهُ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  عَسَى  camid nakıs fiildir,  كَانَ  gibi ismini ref haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  عَسَى ’nın ismi olup lafzen merfûdur. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  عَسَى’nın haberi olarak mahallen mansubdur.  يَعْفُوَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو’dir.  عَنْهُمْ  car mecruru  يَعْفُوَ  fiiline müteallıktır.

Reca (ümit) Fiilleri: Ümit ifade eden fiiller “belki, umulur ki, herhalde, ola ki, -bilir” gibi manalara gelir. Bu fiillerin sadece mazileri kullanılır ve haberlerinin başındaki muzari fiillerin önlerinde  اَنْ  bulunur. Fiili muzarinin başına  “اَنْ”  harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir.  عَسَى  fiili Allah ile ilgili kullanıldığında nakıs fiil bile olsa kesinlik ifade eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَكَانَ اللّٰهُ عَفُواًّ غَفُوراً

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.

عَفُوًّا  kelimesi  كَانَ ’nin haberidir.  غَفُورًا  ise  كَانَ ’nin ikinci haberidir. 

عَفُوًّا غَفُورًا  kelimeleri mübalağalı ism-i faildir. Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


فَاُو۬لٰٓئِكَ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْۜ


فَ  istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, bahsi geçenleri tazim içindir. Müsnedün ileyh olan, terecci manalı nakıs fiil  عَسَى ’nın dahil olduğu  عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ  cümlesi, gayrı talebî inşâî isnaddır. 

Tereccî, husûlu arzu edilen ve sevilen, imkân dahilinde olan bir şeyin istenmesidir. 

“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya şamil lafza-i celâlle gelmesi kalplerde korku hissettirmek içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır. Ayette tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اَنْ ’den sonra gelen müspet muzari fiil cümlesi, masdar teviliyle  عَسَى ’nın haberi konumundadır.

عَسَى  mukarebe fiillerinden biridir ki “ummak, ümid etmek, öyle olmasını istemek” manalarına gelir. Bu manalar, Allah hakkında düşünülemez. Buna şöyle cevap verilir:  عَسَى  kelimesi, “arzulandırmak” manasındadır. Halbuki arzu ettirmede ne bir şekk ne bir yakîn manası vardır. Bazı alimler, Allah’ın (ümit vermesinin), kesinlik ifade edeceğini söylemişlerdir. Allah Teâlâ hakkında Kur’an’da kullanılan (olur ki belki) kelimesi, kesinlik ifade eder. (Fahreddin er- Râzî)

عَسَىٰۤ  muzarisi olmayan bir fiildir. Sadece mazisi çekilir. Bunun mazisinden de özellikle  عَسَيْتُمَا ,عَسَيْتُمْ  şekilleri kullanılır. Nitekim Hakk Teâlâ,  فَهَلْ عَسَيْتُمْ  (Muhammed Suresi, 23) buyurmuştur. Kendisinden sonra gelen isim merfû kılınır. (Fahreddin er-Râzî)

Cenab-ı Hakk, “İşte onlar, Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler.” buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şöyle bir soru var: Bu insanlar, hicretten aciz olduklarına, bir şeyden aciz olan, onunla mükellef olmayacağına ve onunla mükellef olmayanın, onu yapmadığı zaman bir cezayı hak etmeyeceğine göre Cenab-ı Hakk niçin “Allah’ın kendilerini affedeceğini umabilirler.’ buyurmuştur? Halbuki af, ancak günah bulunduğu zaman söz konusudur. Hem  عَسَى  kelimesi de “ummak”, “arzu etmek” manasına gelir. İşte bu kelime, onların affedilmelerinin kesin olmadığını gösterir?

Bunun sorusuna şöyle cevap verilir:  Ayette  عَسَى  kelimesinin kullanılmasının faydası, hicret etmemenin, asla caiz olmayan ve taviz verilmemesi gereken bir iş olduğunu göstermektir. Hatta öyle ki acizliği apaçık ortada olan kimsenin bile “Umulur ki Allah beni affeder.” dediği bu işte ya böyle olmayanların hali nice olur, demektir. Bu izahı, bu soruya cevap olarak Keşşâf sahibi yapmıştır. Fakat evlâ olan, daha önce söylediğimiz şu izahtır: Vatanını terk etme hususunda aşırı nefreti olduğu için insan, çoğu kez aslında öyle olmadığı halde vatanını terk etmekten aciz olduğunu zanneder, işte bu sebepten ötürü, burada af, katiyyet ifade eden kelimelerle değil,  عَسَى (umulur ki) kelimesi ile anlatılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

Burada ümit veren bir ifade ile bir af kelimesinin kullanılması, hicretin son derece önemli bir vâcip olduğunu, kendisine hicret vâcip olmayan kimselerin bile onu terk etmeleri halinde aflarının kesin olmadığını fakat ümitle yalvarıp yakararak bağışlanmalarını isteyecekleri bir günah sayılması gerektiğini belirtir. (Ebüssuûd)

Buradaki  فَ  fasiha içindir. İsm-i işaret gelmesi zikredilen mağfiret hükmüne layık olduklarına dair uyarı içindir. (Âşûr)


وَكَانَ اللّٰهُ عَفُواًّ غَفُوراً

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümlesi zamandan bağımsız bir mana taşır.

كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur. 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

عَفُوًّا غَفُورًا  şeklinde mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

يَعْفُوَ - عَفُوًّا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül’-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Burada zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allahu Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)

Bu gibi çaresizleri Allah’ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. [Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.]

(Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

Allah Teâlâ kendi vasıflarını  كَانَ  ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden  كَانَ  bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Yani Allah, ezelde  عَفُوًّا غَفُورًا olduğu gibi gelecekte de  عَفُوًّا غَفُورًا’dir. Onun bu vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. 

Râgıb el-İsfahânî  كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda  söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.


Nisâ Sûresi 100. Ayet

وَمَنْ يُهَاجِرْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَث۪يراً وَسَعَةًۜ وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه۪ مُهَاجِراً اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟  ...


Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَنْ ve kim ki
2 يُهَاجِرْ göç eder ه ج ر
3 فِي
4 سَبِيلِ yolunda س ب ل
5 اللَّهِ Allah
6 يَجِدْ bulur و ج د
7 فِي
8 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
9 مُرَاغَمًا gidecek ر غ م
10 كَثِيرًا çok yer ك ث ر
11 وَسَعَةً ve bolluk و س ع
12 وَمَنْ ve kim ki
13 يَخْرُجْ çıkar خ ر ج
14 مِنْ -nden
15 بَيْتِهِ evi- ب ي ت
16 مُهَاجِرًا göç etmek amacıyle ه ج ر
17 إِلَى
18 اللَّهِ Allah’a
19 وَرَسُولِهِ ve Elçisine ر س ل
20 ثُمَّ sonra
21 يُدْرِكْهُ kendisine yetişirse د ر ك
22 الْمَوْتُ ölüm م و ت
23 فَقَدْ muhakkak
24 وَقَعَ düşer و ق ع
25 أَجْرُهُ onun mükafatı ا ج ر
26 عَلَى
27 اللَّهِ Allah’a
28 وَكَانَ ve ك و ن
29 اللَّهُ Allah
30 غَفُورًا bağışlayandır غ ف ر
31 رَحِيمًا esirgeyendir ر ح م

Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Rasûlüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. " Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

Az önce nakledildiği gibi Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Rasûlünün. Rasûlün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman, "Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dini amaçla Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır.(Elmalili Hamdi Yazir)

Riyazus Salihin, 1 Nolu Hadis: Ameller Niyetlere Göredir.

Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:

“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Rasûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Rasûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”

Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26

  Rağame رغم :

  رَغامٌ ince toprak/tozdur. Sülasi رَغَمَ fiili burnu toprağın içine düşmek/sürtmek anlamında kullanılır. İf'al formundaki أرْغَمَ ise bir başkası onun burnunu toprağın içine sürtmesi hakkında gelir. Bu form ile öfke, hiddet, kızma ve darılma da ifade edilir. Son olarak mufâale formu olan راغَمَ - مُراغَمَةٌ kalıbı öfkelendirmek/öfkelendirmeye çalışmak anlamındadır. İstiare yoluyla tartışma, çekişme veya münakaşa etme manasında kullanılır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de isim formunda 1 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekli rağmendir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

وَمَنْ يُهَاجِرْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَث۪يراً وَسَعَةًۜ 


وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  يُهَاجِرْ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  Aynı zamanda mübtedanın haberidir.

ف۪ي سَب۪يلِ  car mecruru  يُهَاجِرْ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Şartın cevabı  يَجِدْ فِي الْاَرْضِ ’dir.  يَجِدْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  يَجِدْ  fiiline müteallıktır.  مُرَاغَمًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  كَث۪يرًا kelimesi  مُرَاغَمًا ’in sıfatıdır.  سَعَةً  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  مُرَاغَمًا ’e matuftur.

يُهَاجِرْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  هجر’dur. Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.

مُرَاغَمًا  kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan mufâale  babının ism-i mef’ûludur.

 

وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه۪ مُهَاجِراً اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪

 

وَ  atıf harfidir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  يَخْرُجْ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  Aynı zamanda mübtedanın haberidir.

مِنْ بَيْتِه۪  car mecruru  يَخْرُجْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مُهَاجِرًا  hal olup fetha ile mansubtur.  اِلَى اللّٰهِ  car mecruru  مُهَاجِرًا’e müteallıktır.  رَسُولِه۪  atıf harfi  وَ ’la  اللّٰهِ  lafza-i celâle matuftur.

مُهَاجِرًا  kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan mufâale babının ism-i failidir.


ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ


ثُمَّ  atıf harfidir.  يُدْرِكْهُ  meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  الْمَوْتُ  fail olup lafzen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. وَقَعَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.

اَجْرُهُ  faildir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  عَلَى اللّٰهِ  car mecruru  وَقَعَ  fiiline müteallıktır.


 وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref, haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.

غَفُورًا  kelimesi  كَانَ ’nin haberidir.  رَح۪يمًا۟  ise  كَانَ ’nin ikinci haberidir.


وَمَنْ يُهَاجِرْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَث۪يراً وَسَعَةًۜ 


وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يُهَاجِرْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ, cümlesi  مَنْ ’in haberidir. Cevap cümlesinin haber olması da caizdir.

Müsnedin muzari fiille gelmesi hudûs, teceddüt ve hükmü takviye ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi etkilenir.

Cevap  cümlesi  …يَجِدْ فِي الْاَرْضِ, aynı üslupta fiil cümlesidir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil şart üslubundaki terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah’ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafetinde  lafzâ-i celâle muzâf olması  سَب۪يلِ  için tazim ve şeref ifade eder.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresinde istiare vardır.  سَب۪يلِ  kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır.  Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.

مُرَاغَمًا - وَسَعَةًۜ  kelimelerindeki tenvin kesret ve nev ifade eder.

وَسَعَةًۜ  [َGenişlik] kelimesi istiare-i asliyedir. Din hürriyetine kavuşup kâfirlerin baskısından kurtulmak, geniş mekâna benzetilmiştir. Câmi’; rahatlık, ferahlık, sıkıntının kalkmasıdır. Müminin de hicret etmeyip kâfirler içinde yaşaması onu sürekli sıkacak ruhen rahatsız edecektir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

مُرَاغَمًا [barınacak ve geçinecek yer] kelimesinin kullanılması, teşviki tekid içindir. Muhacir, gittiği yerde öyle hayır ve nimetler bulur da bunlar kendilerinden ayrıldığı kavmin burunlarının sörtülmesine sebep olur.

مُرَاغَمًا  kelimesinin kökü olan  رَغَم, burnun toprağa sürtünmesi demektir.

Diğer bir görüşe göre de hicret edecek kimse yeryüzünde bir yol bulur; kavminin burunlarını toprağa sürterek (onlara rağmen) kendilerini terk eder demektir. (Ebüssuûd)

السَّبِيلُ  [yol] kelimesi bilinen bir mecazdır ve zikredilen hicret de bu manayı kuvvetlendirmiştir. Sebil kelimesinin zikriyle birlikte gelen  ضَرْبٌ  kelimesinde de tevriye vardır. (Âşûr)

مُرَاغَمًا  kelimesi “yeryüzünde gitmek” manasındaki  راغَمَ fiilinden ism-i mekândır.  راغَمَ fiili “toprak” manasındaki  الرَّغامِ  kelimesinden müştaktır. (Âşûr) 

السَّعَةُ  kelimesi; “darlık, tazyik” manasındaki  الضِّيقِ  kelimesinin zıddıdır. Hakiki manada geniş mekân için kullanılır. Rahat, müreffeh yaşam için de kullanılır. Bu mana mecazîdir.  المُراغَمُ  kelimesi yeryüzünde gitmek manasında geldiyse  السَّعَةُ kelimesinin ona atfedilmesi tefsir açısındandır. Ama  المُراغَمُ  kelimesi öfkelendirme yeri manasında ise kendini tatmin edecek ve rahat ikamet edilecek bir yer bulmaya delalet eder. Allah, küfür ülkesinden çıkan kişiye hicret ettiği yere ulaşmasa bile hicret sevabını verir. (Âşûr) 


وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه۪ مُهَاجِراً اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ

 

Cümle, önceki şart cümlesine matuftur. Çünkü bu cümle de şart üslubunda haberî isnaddır. 

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه۪  cümlesi şarttır.

Fiilin muzari sıygada gelmesi hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği, muhatabın muhayyilesini etkiler.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهَ  isminin zikri tecrîd sanatıdır.

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelam olan  فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِ  cümlesi şartın cevabıdır. Rabıta harfi  فَ  karinesiyle gelmiş ve tahkik harfi  قَدْ ’la tekid edilmiştir.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip mübteda olan  مَنْ ’in haberidir. Faide-i   haber talebî kelamdır. 

رَسُولَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması resul için şan ve şereftir. 

Cümlede Allah’a hicretten sonra resulüne hicretin zikredilmesi, hususun umuma atfı babında ıtnâb sanatıdır.

Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ  cümlesi, şart cümlesine  ثُمَّ  ile atfedilmiştir.

Allah’a ve Resulüne hicret ifadesi, Allah’a ve Resulüne imandan kinayedir. Veya mecâz-ı mürseldir. Sebep söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir.

يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ  ifadesinde aklî mecaz veya istiare ve tecessüm sanatları vardır. 

يَخْرُجْ - يُهَاجِرْ  kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs vardır.

مُهَاجِرًا - يُهَاجِرْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

َوَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ  [Onun ecri Allah'a aittir.] istiare-i tebeiyedir.  على  َharf-i cerinin üzerine alma, üstlenme manası ile, birinin işini üstlenen, onun adına borçlanan, “Tamam o iş bana ait” diyen kişinin tavrını hatırlatır. Allah Teâlâ kendi rızası için hicrete çıkıp yolda ölen kimseyi ortada bırakmaz, onun işini bizzat kendi uhdesine alır, karşılığını verir, manasındadır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Burada “kim hicret eder” ifadesi yerine “kim evinden çıkar” ifadesinin tercih edilmiş olmasının anlamı şudur:

Bir kimse hicret niyetiyle evinden çıktıktan sonra evinin önünde bile ölse, yine o bu mükâfata mazhar olur. Allah ve Resulü yolunda hicret ederek o yolda ölenlerin mükâfatının Allah’a aidiyeti zorunluymuş gibi sabit olması demektir. (Ebüssuûd)

Allah’a hicret etmenin anlamı, Allah’ın razı olacağı bir yere hicret etmek demektir.  Resul kelimesi elçiye katılmak ve onun tarafını güçlendirmek için Medine’ye hicret hususuna işaret için lafza-i celâle atfedilmiştir. (Âşûr) 

Allah burada  اَجْرُ  (ücret) kelimesini kullanmıştır. “Ecr”, hak edilmiş olan bir menfaatten ibarettir. Müstahak olunmadan alınan şey için “ücret” denilemez, aksine “hibe” denir. (Fahreddin er-Râzî)

 

وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümlesi zamandan bağımsız bir mana taşır.

كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur. 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın arasında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

غَفُورًا رَح۪يمًا۟ şeklindeki mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

مُهَاجِرًا - يُهَاجِرْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül’-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Burada zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi ve ayette tekrarlanması, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)

وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا۟  [Allah gafûr ve rahîmdir.] cümlesi hüsn-i intihâdır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Bu gibi çaresizleri Allah’ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. [Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.]

(Elmalılı Hamdi Yazır)

Allah Teâlâ kendi vasıflarını  كَانَ  ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden  كَانَ  bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Yani  Allah, ezelde  غَفُورًا ,رَح۪يمًا۟ olduğu gibi gelecekte de  غَفُورًا ,رَح۪يمًا۟’dir. Onun bu vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. 

Râgıb el-İsfahânî  كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda  söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.


Nisâ Sûresi 101. Ayet

وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُواًّ مُب۪يناً  ...


Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِذَا ve zaman
2 ضَرَبْتُمْ sefere çıktığınız ض ر ب
3 فِي
4 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
5 فَلَيْسَ yoktur ل ي س
6 عَلَيْكُمْ size
7 جُنَاحٌ bir günah ج ن ح
8 أَنْ
9 تَقْصُرُوا kısaltmanızdan ötürü ق ص ر
10 مِنَ -dan
11 الصَّلَاةِ namaz- ص ل و
12 إِنْ eğer
13 خِفْتُمْ korkarsanız خ و ف
14 أَنْ
15 يَفْتِنَكُمُ size bir kötülük yapmalarından ف ت ن
16 الَّذِينَ kimselerin
17 كَفَرُوا inkar eden(lerin) ك ف ر
18 إِنَّ muhakkak ki
19 الْكَافِرِينَ kafirler ك ف ر
20 كَانُوا ك و ن
21 لَكُمْ sizin
22 عَدُوًّا düşmanınızdır ع د و
23 مُبِينًا açık ب ي ن
  قصر Kasara : قِصَرٌ uzunun zıddı olan kısa olma/kısalıktır. Fiil olarak قَصَرَ kısa yaptı anlamına gelir . تَقْصِيرٌ sözcüğü ise bir şey veya meseleyle ilgili yetersiz kalma ya da eksik gelmeye denir. قَصَرْتُ كَذا şöyle bir şeyin bir bölümünü diğer bir bölümüne kattım , ekledim denir ki köşk anlamına gelen kasırda buradan gelir. Yine قَصَرْتُهُ onu bir köşke koydum, yerleştirdim sözü şu ayeti kerimedeki ifadeyle uyumludur: حُورٌ مَقْصُورَاتٌ فِي الْخِيَامِۚ Rahman, 55 /72 (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 11 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri kusur, taksir ve kasır (köşk)dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ


وَ  istînâfiyyedir.  اِذَا  şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.  إِذَا  şart harfi vukû bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.  ضَرَبْتُمْ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

ضَرَبْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur.  فِي الْاَرْضِ  car mecruru  ضَرَبْتُمْ  fiiline müteallıktır.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  لَيْسَ  camid nakıs fiildir.  كَانَ  gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.

عَلَیۡكُمۡ car mecruru  لَیۡسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  جُنَاحٌ  kelimesi لَيْسَ ’nin muahhar ismidir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mahzuf  في  harf-i ceriyle birlikte mahzuf habere müteallıktır.  تَقْصُرُوا  fiili  نَ’un hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  مِنَ الصَّلٰوةِ  car mecruru  تَقْصُرُوا  fiiline müteallıktır. 


اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ

 

اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  خِفْتُمْ  şart fiili olarak mahallen meczumdur. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  خِفْتُمْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.  يَفْتِنَكُمُ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir  كُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri,  إن خفتم ... فاقصروا من الصلاة (Eğer …..dan korkarsanız ) şeklindedir. 

 

اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُواًّ مُب۪يناً


İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

الْكَافِر۪ينَ  kelimesi  اِنَّ’nin ismidir. Nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي  ile nasb olurlar.  الْكَافِر۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  كفر  fiilinin ism-i failidir.

اِنَّ’nin haberi  كَانُوا ’nun dahil olduğu isim cümlesidir.

كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

Zamir olan çoğul  و ’ı  كَانَ ’nin ismidir.  لَكُمْ  car mecruru  عَدُوًّا ’in mahzuf haline müteallıktır.  عَدُوًّا  kelimesi  كَانُوا ’nun haberidir.  مُب۪ينًا  ise  عَدُوًّا ’in sıfatıdır.

مُب۪ينًا  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.


وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ 


وَ  istînâfiyyedir. Ayet şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart harfi olan müstakbel manalı zaman zarfı  اِذَا, şart fiili olan  ضَرَبْتُمْ’ye  muzâftır. Rabıta harfi  فَ  ile gelen şartın cevabı  لَيْسَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber talebî kelamdır.  Sübut ifade eden cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  لَيْسَ  عَلَيْكُمْ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  جُنَاحٌ  muahhar ismidir. 

جُنَاحٌ’daki tenvin, “hiçbir” manasında kıllet ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işarettir.

اَنْ  ve akabindeki müspet muzari fiil cümlesi  تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ, masdar tevilinde, takdir edilen  في  harf-i ceriyle mecrur mahaldedir. Mahzuf habere müteallıktır.

Savaş veya yolculuğun  وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ  cümlesi ile ifade edilmesi, tecessüm sanatıyla yolculuk safhasını adım adım gözler önüne sermiştir.  اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ   [Namazı kısaltmanız.] dört rekatlı farz namazların iki rekat kılınmasından kinâyedir. Ayet-i kerime idmâc yoluyla düşmanla çarpışma sırasında namazın rekâtlarının kısaltılarak bir miktar ibadeti erteleme ruhsatı verirken aynı zamanda namaza verilen ehemmiyeti ortaya koymaktadır. Namaz, Allah katında o kadar önemli bir ibadettir ki savaşta silahların gölgesinde, can korkusu varken dahi bırakılmaz, ancak biraz kısaltılabilir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an - Âşûr) 

الضَّرْبُ في الأرْضِ  cümlesi السَّفَرُ  manasındaki yolculuk anlamındadır. (Âşûr) 


اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ

 

Beyanî istînaf olan cümle fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Masdar harfi  اَنْ ve muzari fiil cümlesi يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ, masdar teviliyle  خِفْتُمْ  fiilinin mef’ûlün bihidir. 

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle, fazla sözden sakınmak için hazfedilmiştir. Takdiri,  إن خفتم ... فاقصروا من الصلاة (Eğer  …den korkarsanız namazı kısaltın.)’dır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Kâfirlerin ism-i mevsulle ifade edilmeleri onları tahkir içindir. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.

جُنَاحٌ  - كَفَرُواۜ - يَفْتِنَكُمُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

“Eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz.” şeklindeki şart cümlesinin cevabı, açık olarak zikredilmeyip hazf edilmiştir. Çünkü makabli ona delalet eder. Bunun anlamı şudur:

Eğer kâfirlerin size saldırmalarından veya başka türlü bir kötülük yapmalarından korkar veya endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.

Bu şart (kâfirlerin kötülüklerinden endişe etmek), cemaatle kılınan korku namazı için muteberdir. Mutlak olarak namazın kısaltılması hakkında ise bu şart ittifakla muteber değildir. Çünkü bundan önce tafsilatıyla açıklandığı gibi sünnet, bu şart olmaksızın da onun meşruiyeti şeklinde tezahür etmiştir. (Ebüssuûd)

Namazı kısaltmaya izin verilmesi, müşriklerin kendilerini ele geçirecekleri ve namazlarını bozacaklarından korkmaları halindeki şarta tahsis edilmiştir. Allah namazın kısaltılarak kılınmasına bu şartlarda mutmain bir şekilde kılınamayacağı için izin vermiştir. Dolayısıyla bu ayet, korku olduğu zaman namazı kısaltmaya mahsustur ve cemaat olarak nasıl kılınacağı da tarif edilmiştir. Bu İmam Malik’in görüşüdür. (Âşûr) 


اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُواًّ مُب۪يناً

 

Fasılla gelen cümle beyanî istînaftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  

اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّ ’nin haberi  كان’nin dahil olduğu  كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُب۪ينًا, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir.

كان’nin haberi mahzuftur.

Ayetin bu son cümlesi ta’lîliyyedir. Ta’lîl cümleleri ıtnâb sanatıdır.

Zamirle ifade etmek yerine zahir isimle kâfirlerin zikredilmesi: Dikkat çekmek, zihne yerleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

الْكَافِر۪ينَ - كَفَرُوا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Günün Mesajı
“Namazı kısaltmak”, farzı dörder rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer rekat olarak kılmaktır. Dolayısıyla sabah ve akşam namazlarında kısaltma yapılamaz. Bu âyet-i kerime sefere çıkılıp düşman korkusu söz konusu olursa namazın kısaltılmasına müsaade etmektedir. Yolculukta emniyet durumunda namazları kısaltmak ise Allah Rasülü'nün sünnetiyle sabittir. Peygamber Efendimiz sav şöyle buyurmaktadır: “Yolculukta namazı kısaltmak Allah'ın size bir sadakasıdır; öy leyse siz de onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Müsâfirin 4) Görüldüğü üzere korku ve tehlike hallerinde namazı kısaltmak Allah'ın kullarına sağladığı bir ruhsattır, kolaylıktır. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma izni ise Allah'ın kullarına bir sadakasıdır. Burada dikkati çeken bir şey de namazları kısaltmaktan bahsedilmesine rağmen namazları birleştirmekten (yani öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birlikte kılmaktan) bahsedilmemesidir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

İnsan nefsi, yaptığı hataları haklı göstermek için sebepler biriktirir ve üstüste dizer. İnce kağıt gibi, neme dayanmaz. Kum gibi, rüzgara karşı koyamaz. Sadece kendisini kandırmaya yeter.

Ukala bir tavır içerisindedir. Bazen sinirle, bazen hırsla, bulabildiği her bahaneyi toplamaya devam eder. Kule bittiğinde, geri çekilip bakar. Gördüğü manzara karşısında mutlu olur. İçini tırmalayan huzursuzlukların ve nefsine karşı koyan saf vicdanının sesi kısılmıştır. ‘Oh be, gerçekten de haklıymışım’ der. Kendisini yeterince kandıramadığını hissettiğinde, sağdan soldan insanları çekiştirir. Onlara, bahaneler kulesini gösterir ve günahını tasdik etmelerini bekler.

Akıllılar, oyununa kanmadığında, omuz silkip ‘anlasa şaşardım zaten’ diye söylenir. Kendisini kandırmasına destek olsun, timsah gözyaşları silinsin, hırsıyla kininin piştiği ateşi körüklensin diye etrafına ahmakları toplamaya başlar. Ahmakların da desteğiyle, sadece nefsinin sesini duyar. Nefsani bahanelerin içine hapsolur. Bu halde kaldıkça, belki karanlıklar içine gömülür, belki yoldan sapar. Akıllıları uzaklaştırdığı ve vicdanıyla imanının sesini kıstığı için, ne kendisini o yoldan çıkaracak birini, ne de karanlığını aydınlatacak ışığını bulur.

Küçülttüğü dünyasında, döndükçe döner. Alanı daraldıkça daralır. Nemden büzülmüş, rüzgardan dağılmış sebeplerin, kalbini sıkıştırdığını hisseder. Biraz düşünür ama hatasını kabullenmek daha da zor gelir. Kulesini yapmaya tekrar başlar. Bittiğinde geri çekilir ve yorgun bir tebessümle yüreğinin rahatladığını hayal eder. Ve buna inanır. Ta ki kulesi yeniden zayıflayana dek. Ta ki şefkat tokadı misali rüzgar, kulesini yıkana dek.

Her yıkıntıyla beraber umudunu yitirmeyen vicdanı uyanır. Bu sefer gerçekleri görecek diye heyecanla bekler. Bahanelerini sıralamaya başladığında ise hayal kırıklığıyla söner. Ta ki yeni bir şefkat yağmuruna, yeni bir uyanış rüzgarına dek. Uyumadan önce ki son sözleridir: ‘belki bir daha ki sefere gafletinden uyanır da kurtuluşa erenlerden olur.’

Allahım! Günahlarından dolayı pişmanlık duyanlardan ve tövbe edenlerden. Nefsinin bahanelerine sığınmadan, gerçekleriyle yüzleşleşenlerden. Dinini yaşarken, elinden geleni yapanlardan. Etrafına, Senin katında akıllı olanları toplayanlardan. Ahmaklardan ise uzak duranlardan. Ömrümüz ilerledikçe sevaplara yakınlaşıp, günahlardan uzaklaşanlardan olmamızda yar ve yardımcımız ol.

Amin.

***

İnsan, başladığı işlerinin sonunu ve yaşayacağını düşündüğü geleceğini sağlama almak ister. Kimi saplantılı düzenlemeler yapar, kimi ise umursamaz bir hale bürünür.

Allah, İslam dini ile kullarına iki cihanda da şereflerini ve değerlerini korumanın hakiki yollarını öğretir. Ki kul, ölümün bilinci ile ahirete hazırlansın ama yeryüzünde de kendisini ayaklar altına almasın.

Hayat, insan aklının aldığı küçük hesaplardan ibaret değildir. Yeri geldiğinde, niyetler ve başlangıçlar, sonlardan daha değerlidir. Zira, başlanan işin, kaldığı yerden devamı mümkündür. 

Dünyadan ibaret olmayan insan, yeryüzünün geçici düzenlerine dalıp gitmesin. Hedefleri, dünyalık heveslerden ibaret olmasın. Niyetlerinin hepsinde, uhrevi boyutun etkisi daha büyük olsun. 

Aksi takdirde, sadece dünyadan ibaret olan yolların hepsi, ölüm ile beraber belki önce yarım kalır ama eninde sonunda hiçlikle sonuçlanır. Allah için çıkılan ahiret yolları ise ne olursa olsun tamamlanır.

Aslında insan, Allah’ın anılmadığı her işin yarım kalacağını idrak etsin. Yeryüzünde bitmiş gibi durmasına da kanmasın. Halis niyetlerle başlanan kimi işlerin sonuca varmamasına da üzülmesin. 

Mü’min, yarım kalsa bile niyetlerinden ve çabalarından dolayı mucahid ve muhacir sayılanların müjdesi ile sevinir. Başlangıçların ve sonların Rabbi olan Allah’a sığınarak adımlarını O’nun adıyla atar. 

Ey Allahım! Sonu hiçlikle sonuçlanacak her işten, yolculuktan ve dostluktan; Sana sığınırız. Yeryüzündeki fırsatları elinin tersiyle itenlere, huzuruna geçersiz bahane ve pişmanlıklarla çıkanlara benzemekten muhafaza buyur. Bizi, Senin rahmetin ile günahları örtülen ve affedilen salih kullarından eyle. 

Amin. 
Zeynep Poyraz  @zeynokoloji