Yunus Sûresi 88. Ayet

وَقَالَ مُوسٰى رَبَّـنَٓا اِنَّكَ اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَاَهُ ز۪ينَةً وَاَمْوَالاً فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ رَبَّـنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ رَبَّـنَا اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ  ...

Mûsâ, şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَالَ ve dedi ki ق و ل
2 مُوسَىٰ Musa
3 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
4 إِنَّكَ şüphesiz sen
5 اتَيْتَ verdin ا ت ي
6 فِرْعَوْنَ Firavun’a
7 وَمَلَأَهُ ve adamlarına م ل ا
8 زِينَةً süs(ler) ز ي ن
9 وَأَمْوَالًا ve mallar م و ل
10 فِي
11 الْحَيَاةِ hayatında ح ي ي
12 الدُّنْيَا dünya د ن و
13 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
14 لِيُضِلُّوا saptırmaları için mi? ض ل ل
15 عَنْ -dan
16 سَبِيلِكَ senin yolun- س ب ل
17 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
18 اطْمِسْ yok et ط م س
19 عَلَىٰ
20 أَمْوَالِهِمْ onların mallarını م و ل
21 وَاشْدُدْ ve bağla ش د د
22 عَلَىٰ üzerini
23 قُلُوبِهِمْ kalplerinin ق ل ب
24 فَلَا
25 يُؤْمِنُوا (ki) iman etmesinler ا م ن
26 حَتَّىٰ kadar
27 يَرَوُا görünceye ر ا ي
28 الْعَذَابَ azabı ع ذ ب
29 الْأَلِيمَ acıklı ا ل م
 

İlk âyetin “insanları senin yolundan saptırsınlar diye mi?” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmına, özellikle bu cümlenin başındaki “lâm” harfinin Arap dilindeki farklı kullanımları dolayısıyla değişik mânalar verilmiştir. Birçok müfessir burada bir soru edatı takdir ederek meâlinde esas aldığımız mânayı benimsemekle beraber bazı müfessirler bu ifadeye, “Sen Firavun ve adamlarına senin yolundan saptırsınlar diye dünya hayatında ihtişam ve servet verdin” şeklinde bir anlam yüklemişler, Cenâb-ı Hakk’ın onları cezalandırmak için ve imtihan vasıtası olmak üzere bu imkânları vermiş olduğunun kastedildiğini belirtmişlerdir. Taberî’nin tercihi bu yöndedir. Bazıları burada bir soru edatı takdir ettikten sonra bu kısımla âyetin sonu arasında bağ kurarak, “Sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ihtişam ve servet verdin; senin yolundan saptırsınlar ve elem veren cezayı görünceye kadar iman etmesinler diye mi yâ rab?” mânasını vermişlerdir. Kur’an’daki bir örnekten de yararlanarak (en-Nisâ 4/176) burada olumsuzluk edatının gizlendiği, dolayısıyla, âyetin belirtilen kısmına “Sen Firavun ve adamlarına senin yolundan saptırmasınlar diye dünya hayatında ihtişam ve servet verdin” şeklinde mâna verilmesi gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da, bu âyetteki durumun örnek verilen âyettekine ve Arap dilindeki kullanımlara uygun olmadığı, olumsuzluk edatının ancak “en” edatı kullanılarak gizlendiği gerekçesiyle bu yorum zayıf bulunmuştur. Öte yandan, anılan cümledeki fiilin farklı bir okunuşuna göre buna “…sapar oldular” veya “…sapsınlar diye..” mânası da verilmiştir (Taberî, XI, 156-157; Zemahşerî, II, 200-201; Şevkânî, II, 531-532; İbn Âşûr, XI, 268-269). 88. âyetin “kalplerine sıkıntı ver; elem veren cezayı görmedikçe iman etmesinler de görsünler!” diye çevirdiğimiz kısmına tefsirlerde genellikle, “kalplerini katılaştır ki … iman etmesinler” veya “kalplerini katılaştır; çünkü … iman etmeyecekler” şeklinde mâna verilmekle beraber, bu yorumu yapanlar tarafından da peygamberlerin insanların iman etmeleri ve hidayete ermeleri için çaba harcamakla görevli olduklarına, dolayısıyla bu ilke ile âyete verilen anlam arasında bir uyumsuzluğun bulunduğuna dikkat çekilmekte ve ardından şöyle bir izah yapılmaktadır: Bir peygamber Allah’ın izni olmadan kavmine bedduada bulunmaz, Allah da onlar arasında iman edecek hiç kimsenin bulunmadığını bildiği için buna müsaade eder. Nitekim Hz. Nûh’un kavmine bedduada bulunması da böyle olmuştur ( Taberî, XI, 158-160; Şevkânî, II, 532). Kanaatimize göre, Hz. Mûsâ’nın duasında onların servetlerinin ellerinden alınmasına ilişkin bir ifade bulunmakla beraber, ardından gelen ifadeye dil açısından mutlaka beddua anlamı verilmesi gerekmemektedir. Sözün akışı ve bunun peygamber duası olduğu dikkate alındığında, kalplerinin imanı kabul etmez hale getirilmesini isteme mânasını izah da zorlaşır. Bu sebeple, İbn Âşûr’un şu açıklamalarından da yararlanarak meâlinde verdiğimiz anlamı tercih ediyoruz: Âyette kalplerle ilgili olarak kullanılan şedd fiili “sıkıntı verme, baskı yapma” gibi mânalara gelir. Burada kalplerin kapatılması veya mühürlenmesi anlamını taşıyan bir fiil kullanılmamıştır. Hz. Mûsâ hidayetlerine vesile olabilir düşüncesiyle, onları azdıran servetin ellerinden alınmasını, maddî mahrumiyetlerin ardından birtakım mânevî sıkıntıları derinden hissederek nefis muhasebesine imkân verecek bir hâlet-i rûhiye içine girmelerini dilemiştir. Âyetin sonundaki cümleyi öncesine bağlayan “fe” harfini de “yoksa, aksi takdirde” şeklinde anlamlandırmak mümkündür (XI, 270-272). Müteakip âyette duanın kabulü hakkında yapılacak açıklamalar da bu anlayışı destekleyici niteliktedir. Meâlinde bu ihtimali de içeren fakat daha kapsamlı bir mâna tercih edilmiştir. “Elem veren ceza” genellikle suda boğulmaları şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XI, 160; İbn Atıyye, III, 139); İbn Âşûr ise bunu fakirlik, açlık ve ruhî sıkıntılar içine düşme şeklinde yorumlar (XI, 272). 1. âyette duayı Hz. Mûsâ’nın yaptığı belirtildiği halde 2. âyette “İkinizin de duası kabul edildi” buyrulması şöyle izah edilmiştir: Hârun Mûsâ’nın duasına aynı inanç içinde katıldığından 2. âyette o da “dua eden” olarak nitelenmiştir. Yahut duayı birlikte yaptıkları halde peygamberlik görevindeki önceliğine binaen ilk âyette yalnız Mûsâ’nın adı zikredilmiştir; nitekim duada “rabbim!” şeklinde değil “rabbimiz!” şeklinde bir hitap yer almıştır (Şevkânî, II, 532). 89. âyet için tefsirlerde genellikle benimsenen yorum şöyledir: Yüce Allah her iki peygamberin dualarının kabul edildiğini bildirmiş; fakat Firavun ve adamlarının suda boğulmaları uzun yıllar sonra olacağından, Allah’ın vaadi gerçekleşinceye kadar bulundukları hakikat yolundan asla ayrılmamaları, görevlerine azimle devam etmeleri ve söz konusu vaadin hemen tahakkuku için aceleci davranıp kendini bilmezlerin yoluna uymamaları istenmiştir (Taberî, XI, 160-162; Şevkânî, II, 532-533). İbn Âşûr’a göre ise duanın kabul edilmesi, Firavun ve yakın çevresindekilerin mahrumiyetler ve sıkıntılar içine düşürülmeleri ve böylece Mûsâ’nın çağrısına karşı direnmelerinin temel sebebi olan ihtişam ve debdebelerini yitirmeleridir. Şu meâldeki âyetler de (A‘râf 7/130, 133) buna işaret etmektedir: “Andolsun ki biz de Firavun’a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yılları ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık”, “Biz de açık açık mûcizeler olmak üzere onların üzerine tûfan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular” (XI, 272-273). Kanaatimizce bu âyetlerdeki “ders almaları için” ve “açık kanıtlar, mûcizeler” gibi ifadeler İbn Âşûr’un gerek duanın içeriği gerekse kabulünden maksadın ne olduğuyla ilgili yorumunu destekleyici niteliktedir. 

Kaynak :Kuran Yolu Tefsiri

 
زين Zeyene : Gerçek zînet زِينَةٌ insana ne dünyada ne de ahirette leke sürmeyen ve rezil etmeyen şeydir. Zînet üçe ayrılır: 1- Nefsî zînet; ilim ve güzel inançlar gibi 2- Bedenî zînet; kuvvet ve uzun boyluluk gibi 3- Hâricî zînet; mal ve makam gibi… Allah-u Teala Kuran-ı Kerim’de zîneti bazı yerlerde Kendisine nisbet ederek, bazı yerlerde şeytana nisbet ederek, bazı yerlerde ise kime nisbet ettiğini açıkça belirtmeden ifade etmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 46 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri zinet, tezyin ve Müzeyyen’dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

وَقَالَ مُوسٰى رَبَّـنَٓا اِنَّكَ اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَاَهُ ز۪ينَةً وَاَمْوَالاً فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ 

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  مُوسٰى  fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.

Mekulü’l-kavli, رَبَّـنَٓا ’dır.  قَالَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Nidanın cevabı  اِنَّكَ  اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ ’dır.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

كَ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ  cümlesi  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اٰتَيْتَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur.

فِرْعَوْنَ  mef’ûlun bih olup gayri munsarif olduğu için tenvin almamıştır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

İsimler irab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından 2’ye ayrılır:

1. Munsarif isimler: Tenvin ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.

2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.

Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayr-ı munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَلَا۬ئِه۪  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  فِرْعَوْنَ ’ye matuftur.  Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

ز۪ينَةً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. اَمْوَالاً  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  ز۪ينَةً’e matuftur.

فِي الْحَيٰوةِ  car mecruru  اٰتَيْتَ  fiiline müteallıktır. 

الدُّنْيَا  kelimesi  الْحَيٰوةِ ’nin sıfatı olup elif üzere mukadder fetha ile mecrurdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 رَبَّـنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ

 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

لِ  harfi,  يُضِلُّوا  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harfi ile birlikte  اٰتَيْتَ  fiiline müteallıktır. 

يُضِلُّوا  fiili,  ن ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. 

عَنْ سَب۪يلِكَ  car mecruru  يُضِلُّوا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.


رَبَّـنَا اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا 

 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Münadanın cevabı  اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ ’dir. 

اطْمِسْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  انت ’dir. 

اَمْوَالِهِمْ  car mecruru  اطْمِسْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

وَ  atıf harfidir.  اشْدُدْ  sükun üzere mebni emir fiildir.  Faili müstetir olup takdiri  انت’dir. 

قُلُوبِهِمْ  car mecruru  وَاشْدُدْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

فَ  fâ-u sebebiyyedir. Muzariyi gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren harftir.

Fâ-u sebebiyyeden önce nefy, talep bulunması gerekir.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri; ليكن منك شدّ على قلوبهم فعدم إيمان منهم (Onların kalplerine sıkıntı ve darlık ve, çünkü onlar iman etmezler.) şeklindedir.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُؤْمِنُوا  fiili  نَ ’un hazfiyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يُؤْمِنُوا  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin ( imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 


حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ

 

حَتّٰى  gaye bildiren cer harfidir.  يَرَوُا  muzari fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde  اشْدُدْ   fiiline müteallıktır.

يَرَوُا  fiili  ن ’un hazfıyla mansub muzaridir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

الْعَذَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  الْاَل۪يمَ  kelimesi  الْعَذَابَ ’nin sıfatı olup lafzen mansubdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ ) dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ve mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
 

وَقَالَ مُوسٰى رَبَّـنَٓا اِنَّكَ اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَاَهُ ز۪ينَةً وَاَمْوَالاً فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ 

 

Ayet  أوحينا  cümlesine  وَ la atfedilmiştir. İlk cümle, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede mekulü’l-kavl …رَبَّـنَٓا اِنَّكَ اٰتَيْتَ, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nida harfinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.

رَبَّـنَا  izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olması  نَا  zamirine şan ve şeref kazandırmıştır.

اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, nidanın cevap cümlesi olup, lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّ ’nin haberi olan  اٰتَيْتَ, müspet mazi fiil cümlesi formunda gelerek hudûs, hükmü takviye, istikrar ve temekkün ifade etmiştir. 

Aralarında mürâât-ı nazîr bulunan  ز۪ينَةً  ve  اَمْوَالاً  kelimelerinin nekre gelişi, nev ve kesret ifade eder.

Burada ziynetten murad elbise, binekler ve diğer dünya güzellikleridir. (Ebüssuûd)


رَبَّـنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ

 

Cümle itiraziyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nida harfinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.

رَبَّـنَا izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olması  نَا  zamirine şan ve şeref kazandırmıştır.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ  cümlesi, mecrur mahalde  اٰتَيْتَ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

سَب۪يلِكَۚ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  سَب۪يلِ, şan ve şeref kazanmıştır.

سَب۪يلِكَۚ  ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. 


رَبَّـنَا اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ

 

Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nida harfinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.

Nidanın cevap cümlesi  اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ  emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Cümle emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen, dua manası taşıması sebebiyle vaz edildiği anlamdan çıkmıştır. Dolayısıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Aynı üsluptaki  وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ  cümlesi, makabline hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.

…فَلَا يُؤْمِنُوا حَتّٰى  cümlesine dahil olan  فَ, cümleyi gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirmiştir. 

Gaye bildiren masdar ve cer harfi  حَتّٰى  ve akabindeki  يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ  cümlesi, masdar teviliyle  اشْدُدْ  fiiline müteallıktır. 

اطْمِسْ; malın helakı demektir.  وَاشْدُدْ  ise cezanın şiddeti manasında mecaz-ı mürseldir. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi)

Mübalağalı ism-i fail kalıbındaki  الْاَل۪يم  kelimesi,  الْعَذَابَ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

رَبَّـنَا  izafeti ayette üç kez tekrarlanmıştır. Mütekellimin yakarışının içtenliğine işaret eden bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اَمْوَالِ  kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

طْمِسْ ’ın aslı mahvetmek, kazımak, izlerini yok etmek demektir. Bu kelime faydasını gidermek anlamında istaredir.  شدّ ; rabıta, bağlama demektir. Burada cezanın ağırlığı ve katlanması anlamında istiare olmuştur. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)

اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ  ifadeleri istiaredir. Çünkü  طْمِسْ ’ın gerçek (anlamı) “izi silmek”tir. Bu, (Arapların) “Kitabın/yazının satırlarını sildim.” anlamındaki طمست الكتاب  ve “Rüzgâr, oymağın bahar evlerinin iz ve kalıntılarını sildi.” manasındaki  طمست الريح رب الحي  sözlerinden gelir. Buna göre sanki Musa (a.s.) asi kavmi mallarını tanıyamasın, onlara erişemesin, böylece mallarından yararlanmaları mümkün olmasın, mallarının tanınma, alamet ve işaretlerini silip yok etmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmiş oluyor. Çünkü  طْمِسْ  bir şeyin yapısını, izi silinip harap olma durumuna gelecek vaziyette değiştirmektir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)  

عَلٰى  harf-i ceri zarf manasında müsteardır. Şiddetin yerleştiğini ifade etmek için istiâre-i tebeiyyedir. Mana; şiddetin onların kalplerine girmesidir. Kalp; nefisler ve akılları ifade eder. (Âşûr)

الرُّؤْيَةُ, burada mecaz-ı mürsel yoluyla hisleri veya kinaye olarak onların başına azabın geldiğini ifade eder. Çünkü müşahede, şahit olunan şeyin yaşanmasını, görülmesini gerektirir. (Âşûr)