وَاتَّـبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَاتَّبَعُوا | ve uydular |
|
2 | مَا | şeye |
|
3 | تَتْلُو | uyduduğu |
|
4 | الشَّيَاطِينُ | şeytanların |
|
5 | عَلَىٰ | hakkında |
|
6 | مُلْكِ | mülkü |
|
7 | سُلَيْمَانَ | Süleyman’ın |
|
8 | وَمَا |
|
|
9 | كَفَرَ | küfre girmedi |
|
10 | سُلَيْمَانُ | Süleyman |
|
11 | وَلَٰكِنَّ | fakat |
|
12 | الشَّيَاطِينَ | şeytanlar |
|
13 | كَفَرُوا | küfre girdiler |
|
14 | يُعَلِّمُونَ | öğreterek |
|
15 | النَّاسَ | insanlara |
|
16 | السِّحْرَ | sihri |
|
17 | وَمَا | ve şeyi |
|
18 | أُنْزِلَ | indirilen |
|
19 | عَلَى |
|
|
20 | الْمَلَكَيْنِ | iki meleğe |
|
21 | بِبَابِلَ | Babil’de |
|
22 | هَارُوتَ | Harut |
|
23 | وَمَارُوتَ | ve Marut (isimli) |
|
24 | وَمَا |
|
|
25 | يُعَلِّمَانِ | onlar öğretmezlerdi |
|
26 | مِنْ |
|
|
27 | أَحَدٍ | hiç kimseye |
|
28 | حَتَّىٰ |
|
|
29 | يَقُولَا | demedikçe |
|
30 | إِنَّمَا | şüphesiz |
|
31 | نَحْنُ | biz |
|
32 | فِتْنَةٌ | fitneyiz |
|
33 | فَلَا |
|
|
34 | تَكْفُرْ | sakın küfre girmeyin |
|
35 | فَيَتَعَلَّمُونَ | fakat öğreniyorlardı |
|
36 | مِنْهُمَا | bunlardan |
|
37 | مَا | şeyi |
|
38 | يُفَرِّقُونَ | ayıran |
|
39 | بِهِ | onunla |
|
40 | بَيْنَ | arasını |
|
41 | الْمَرْءِ | eşi |
|
42 | وَزَوْجِهِ | ve karısının |
|
43 | وَمَا | ve değildir |
|
44 | هُمْ | ama onlar |
|
45 | بِضَارِّينَ | zarar veriyor |
|
46 | بِهِ | onunla |
|
47 | مِنْ |
|
|
48 | أَحَدٍ | hiç kimseye |
|
49 | إِلَّا | başka |
|
50 | بِإِذْنِ | izninden |
|
51 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
52 | وَيَتَعَلَّمُونَ | onlar öğreniyorlardı |
|
53 | مَا | şeyi |
|
54 | يَضُرُّهُمْ | zarar veren |
|
55 | وَلَا | değil |
|
56 | يَنْفَعُهُمْ | yarar vereni |
|
57 | وَلَقَدْ | andolsun |
|
58 | عَلِمُوا | gayet iyi biliyorlardı ki |
|
59 | لَمَنِ | kimsenin |
|
60 | اشْتَرَاهُ | onu satın alan |
|
61 | مَا | yoktur |
|
62 | لَهُ | onun |
|
63 | فِي |
|
|
64 | الْاخِرَةِ | ahirette |
|
65 | مِنْ |
|
|
66 | خَلَاقٍ | bir nasibi |
|
67 | وَلَبِئْسَ | ve ne kötüdür |
|
68 | مَا | şey |
|
69 | شَرَوْا | sattıkları |
|
70 | بِهِ | onunla |
|
71 | أَنْفُسَهُمْ | kendilerini |
|
72 | لَوْ | keşke |
|
73 | كَانُوا |
|
|
74 | يَعْلَمُونَ | (bunu) bilselerdi! |
|
Allah’ın vahyi, Allah’ın kitabı bırakılınca, kitap arkaya atılınca, kitap kenara alınınca, elbette başka şeyler gündeme gelecekti. Elbette şeytan vahiyleri devreye girecek, şeytan vahiyleri gündeme gelecekti.
Tıpkı şimdi gece, Allah’ın kitabını bir kenara attıkları için müslümanız diyen insanların dünyasında şeytan vahyi olan televizyonun gündeme geldiği gibi. Bu kaçınılmaz olacaktır. Çünkü insanlar mutlaka hayatlarını bir şeylerle doldurmak zorundadırlar. Eğer Allah vahyi gündemde yoksa mutlaka başka vahiyler gündeme gelecektir.
"Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şeytanlar kâfir oldular."
Bu âyette Süleyman’ın (a.s) asla ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin olduğu anlatılır. Ve sihir yaptıkları ve bunu başkalarına öğrettikleri için şeytanların kâfir oldukları anlatılır. Süleyman (a.s)’ın sihirler de, küfürle de bir ilgisi yoktu. Küfür ve sihirle ilgilenenler şeytanlardı deniliyor.
"Onlar, (Yani şeytanlar) insanlara sihir öğretiyorlardı."
Şeytanın aslı küfür olduğundan, küfür başa alınmıştır. Şeytanın aslı küfürdür. Şeytan kâfirdir. Şeytan örtücüdür. Fıtratını örten, Allah’ı örten, Allah’ın emrini örten, Allah’ın kendisinden istediği kulluğu örten, kendisini kulluktan, tekliften âzde sayandır. Onun içindir ki onların yaptıkları bu sihir, küfürle beraber olan bir sihirdir. Aslı küfür olan bir sihirdir. Sihrin aslı küfürdür. Allah’ın yasalarını, Allah’ın arzu ve emirlerini örtmektir, reddetmektir, inkâr etmektir.
“Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir.”
Bu ifadeyi birkaç şekilde anlamaya çalışacağız.
Buradaki ya nafiyedir, o zaman mânâ az önce dediğimiz gibi olacaktır: Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir. Biz Babildeki iki meleğe hiçbir şey indirmedik.
Ya da bu İsm-i mevsuldür, o zaman da mânâ şöyle olacaktır:
"Şeytanlar insanlara sihri öğretiyorlar ve Babil’de iki Meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı."
Halbuki bu iki melek:
"Biz ancak imtihan için gönderildik sakın küfretme! Demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı."
"Onlardan karı ile kocasının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı."
Yani bu öğrendikleri şeyler arasında bunlar da vardı. Karıyla kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı.
"Halbuki bunlar, Allah’ın izni olmadıkça bu sihirle hiç kimseye zarar verebilecek değillerdi."
Allah’ın bilgisi, Allah’ın izni ve iradesi olmadıkça bunların yapabilecekleri hiç bir şey yoktu Yani.
"Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verecek şeyler öğreniyorlardı."
Ya da sadece zarar verecek ve asla faydası olmayan şeyler öğreniyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki sihir öğrenmek safi zarardır.
İşte insanlar Süleyman’ın (a.s) mülkü üzerine şeytanların uydurdukları, ortaya çıkardıkları bâtıl şeylerin ardına düştüler. Hz. Süleyman’ın bir sihirbaz olduğunu, onun bir peygamber olmadığını söylüyordu yahudiler. Ama Allah bu âyetiyle bunun böyle olmadığını, Süleyman’ın (a.s) ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin bulunduğunu haber veriyor. Aslında bu haliyle sihir bir küfür olup, Süleyman (a.s) sihir yaparak asla küfretmemiştir ama ona sihirbaz diyen şeytanlar kâfir olmuştur, denilmektedir. Çünkü bu şeytanlar, insanları peygamber yolundan uzaklaştırıp sihir öğreterek yoldan çıkarıyorlardı. Peygamber yolunu bıraktırarak onları sihirlerin peşine takıyorlardı.
Böylece İsrâil oğulları sihirbazlığa yöneldiler. Zira Mısır’dan beri İsrâil oğullarının arasında sihir biliniyordu. Bilhassa eski devletlerini kaybedip de diğer milletlerin kölesi durumuna geldikten sonra onların bu tür şeylere sarıldıklarını görüyoruz.
Kitaplarını arkalarına atınca yapacakları bir şey kalmamıştı zaten. Ama utanmadan bunu Süleyman’a (a.s) izâfe ederek buna meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Uydurdukları bu şeyin bir kökü, bir dayanağı olmadığı için de bunu Süleyman’a (a.s) dayandırmaya çalışıyorlardı. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)
Süleyman'ın a.s. emrine cinler verilmiş, o da onları çalıştırmış. Onun vefatından sonra Yahudiler arasında bu cinlerin çalıştırılması ile alakalı olarak sihir ve büyü yayılmış. Süleyman Peygamber’in de sihir yaptığı, sihir küfür olduğu için küfrettiği söylenmiş.
Ayette geçen şeytanlar aslında hakiki şeytan değil, şeytan tabiatlı, insanları kandıran insanlardır.
Ayette geçen Babil, bugünkü Irak’tır. O dönemde sihir ve büyüde çok ileri gitmişlerdi maalesef. Eğer verilen yol gösterici kitabınızdan uzak kalırsanız, onun yerine başka şeyler koymaya çalışırsınız. İsrailoğulları için bu Tevrat’tı, bizim için Kur’ân’dır. Gelen vahyin temelde iki fonksiyonu vardı. Birincisi ve en önemlisi hidayet edip doğru yolu göstermek, ikincisi günlük hayatımıza sağlayacağı faydalardı. Yolculuğa çıkarken hemen Kur’ândan bir ayet okuyoruz mesela bizi korusun güvende hissettirsin diye. Ya da bir ölüm oluyor, hemen bir yasin okuyoruz ölenin ruhunun ferahladığını düşünüyoruz.
Aslında ölüm arkasından okunan Yâ-Sîn; okuyan kişinin ölümü hatırlayıp hayatına çekidüzen vermesi içindir. İlaç gibi düşünün, temel olarak bir hastalığa şifa olacak ama bir takım yan etkileri de var. İşte maalesef Yahudiler temel faydasından uzaklaşıp yan etkileri için kullanır olmuşlar kitaplarını. Ve Harut ve Marut tarafından öğretilenleri de amacının dışında kullanıyorlar. Maalesef bugün çoklukla Pakistan ve Hindistan’da, hatta ülkemizde bile şu ayeti şu kadar okursan o bundan ayrılır senle evlenir gibi Allah’ın ayetleriyle inanılmaz şeyler vadediyorlar kitaplarından uzaklaşmış insanlara. Oysa Allah yeryüzüne insanlığa faydası olmayacak birşey indirmez.
Hatta Cenab-ı Hakk’tan insana hep iyilik ulaşır manasında “Allahın iki eli de sağdır” (Sahih-i Müslim) diye bir hadi- i kutsi vardır.
Fitne kelimesi kendi başına kötü bir kelime değildir. Altını ortaya çıkarmak için yüksek ısıdaki ayrıştırma işlemine fitne denir. Kur’ânda fitne kelimesi yanlış ve amacı dışında kullanılan şeyler için kullanılmıştır. Mesela “eşleriniz ve çocuklarınız sizin için fitnedir’’ buyurulur. Yani çocukların uygun yetiştirilmemesi ya da eşle dünya görüşünün farklı olduğu noktalarda eğer eş sizi yanlış yola sevkediyorsa fitnedir. Mesela para kendi başına kötü birşey değildir, ama yanlış kullanımı halinde fitne olma potansiyeli vardır.
Burada da Babil’deki meleklere her ne gönderildiyse yanlış kullanımı durumunda fitne olma potansiyeli vardır. (Nouman Ali Han Özlü Tefsir Dersleri)
Zevece زوج :
İster benzer ister zıd olsun başka biriyle beraber olan her şeye زَوْجٌ denir. Bu kelime denklikle ilintilidir. زَوْجَة sözcüğü ise kötü bir lehçedir. زَوْج in çoğulu أزْواج dır. Bu kelime daha ziyade biri diğerine muhtaç olan eşya ve varlıklar için kullanılmaktadır. Mesela kadın-erkek, erkek-dişi, ayakkabı-mest vs. Fasih Arapçada evli çiftlerden her biri için de زَوْج kelimesi kullanılmaktadır.
Denmiştir ki اِثْنَيْنِ (iki) için زَوْج demek yanlıştır. Çünkü Arabların kelamında زَوْج diğerleriyle eşleşmiş tek sayıdır. Birbirine refakat eden اِثْنانِ (iki) için زَوْجانِ denilir.
Ezvac 3 şekilde tefsir edilir;
a- Ezvac kelimesi ile birbirine helal olan erkek ve kadın kastedilmiştir.(2/25- 43/70)
b- Ezvac kelimesi sınıflar manasında kullanılır. (26/7- 36/36- 13/3)
c- Ezvac kelimesi denkler, birlikte olanlar, eş ve arkadaş olanlar manasında kullanılmıştır. (37/22- 81/7 )
Kuran diline göre zevciyyet, sadakat, veladet, muhabbet, viladet ve nikah unsurlarından birinin eksik oluşuyla ortadan kalkar, إمْرَأة olarak anılır. Bu ikinci vasıftan aşağılayıcı ve tahkir edici bir mana çıkarılmamalı, sadece bir dilin mantığının başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat edilmelidir.
Kuran ihanet, inanç farklılığı, dulluk, kısırlık gibi unsurların bulunduğu yerlerde zevc sözcüğünü kullanmaz, إمْرَأة ü kullanır.
Zevci eşi, imrae yi ise karısı veya kadını diye Türkçeye çevirmek mümkündür. Ancak bu sözcükler, Kuran mütercimlerinin çoğu tarafından gelişi güzel bir biçimde Türkçeye aktarılmış, mesela imrae sözcüğüne mukabil gelişi güzel bir biçimde herhangi bir tefrikte bulunmaksızın hatun, hanım, eş, karı, kadın sözcükleri kullanılmıştır.
Kuran'da, bütün canlılardaki (hayvan ve bitkiler) erkek ya da dişi olsun üremeye dikkat çekileceğinde yine bu kelime (zevc)
tercih edilmiştir. (Müfredat - Tahqiq - Bursevi - Mukatil b. Süleyman - Arap Dilinde Ezdad - Sabri Türkmen - Dücane Cündioğlu)
Kuran’ı Kerim’de bir isim ve bir fiil formunda 81 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri zevc, zevce ve izdivacdır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Fitne kelimesi kendi başına kötü bir kelime değildir. Altını ortaya çıkarmak için yüksek ısıdaki ayrıştırma işlemine fitne denir. Kur’ânda fitne kelimesi yanlış ve amacı dışında kullanılan şeyler için kullanılmıştır. Mesela “eşleriniz ve çocuklarınız sizin için fitnedir’’ buyurulur. Yani çocukların uygun yetiştirilmemesi ya da eşle dünya görüşünün farklı olduğu noktalarda eğer eş sizi yanlış yola sevkediyorsa fitnedir. Mesela para kendi başına kötü birşey değildir, ama yanlış kullanımı halinde fitne olma potansiyeli vardır.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اتَّبَعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûl olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası تَتْلُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur. Âid zamiri mahzuftur. الشَّيَاط۪ينُ faildir. عَلٰى مُلْكِ car mecruru تَتْلُوا fiiline müteallıktır. سُلَيْمٰنَ kelimesi gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
وَ haliyyedir. İstînâfiyye olması da caizdir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَفَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. سُلَيْمٰنُ faildir.
لٰكِنَّ istidrak harfidir. اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfesirlere göre لٰكِنَّ de اِنَّ gibi cümleyi tekid eder. الشَّيَاط۪ينَ kelimesi لٰكِنَّ ’nin ismidir. Nasb alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. كَفَرُوا fiili لٰكِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ ifadesi اتَّبَعُوا fiilinin failinden hal olarak mahallen mansubtur. يُعَلِّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutu ile merfûdur. النَّاسَ kelimesi يُعَلِّمُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubtur. السِّحْرَ ise ikinci mef’ûlun bihidir.
اتَّبَعُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl bâbındadır. Sülâsîsi تبع’dır. İftiâl bâbı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
تَتْلُوا fiili ile عَلَى birlikte kullanılınca; biri adına yalan uydurdu, عن ile kullanılınca, birinin sözünü doğru olarak nakletti demektir. Yani cümle “Süleyman mülkü hakkında uydurdukları yalan.” demektir.
وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓااِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ
وَ atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَٓا kelimesi السِّحْرَ matuftur. İsm-i mevsûlun sılası اُنْزِلَ meçhul fiilidir. Naib-i faili müstetir هُو zamiridir. عَلَى الْمَلَكَيْنِ car mecruru اُنْزِلَ fiiline müteallıktır. بِبَابِلَ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. هَارُوتَ وَمَارُوتَ kelimeleri الْمَلَكَيْنِ kelimesinden bedeldir. Her iki kelime de gayri munsariftir.
Cumhura göre buradaki مَٓا kelimesi اَلَّذِى manasındadır. السِّحْرَ kelimesi üzerine atfolunan mansub bir kelimedir. Yani, “Onlar iki meleğe indirileni öğretiyorlardı.” demektir. Ya da مَا تَتْلُوا kelimesine matuftur. Buna göre mana: ‘’Onlar, Babil’de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeylere uydular.’’ olur. Harut ve Marut iki meleğe ait özel isimdir ve her iki isim de iki melek, الْمَلَكَيْنِ kelimesinin atf-ı beyanı, yani açıklayıcı mahiyette bir atfıdırlar. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
هَارُوتَ وَ مَارُوتَ ifadelerini Zührî [v.124/742] “onlar هَارُوتُ وَ مَارُوتُ ’tur” şeklinde takdir ederek merfû‘ okumuştur. Bunlar yabancı isimlerdir, gayr-i munsarif olmaları bunun delilidir. Bazı kimselerin iddia ettiği gibi, kırmak anlamındaki هَرت ve مَرت kelimelerinden türemiş olsalardı, o zaman gayr-i munsarif olmazlardı. (Keşşâf)
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُعَلِّمَانِ muzari fiildir. نِ ’un sübutu ile merfûdur. مِنْ zaiddir. اَحَدٍ lafzen mecrur mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. Dahil olduğu cümleyi gizli اَنْ ile nasb ederek manasını masdara çevirir. اَنْ ve masdar-ı müevvel يُعَلِّمَانِ fiiline müteallıktır. Mekulü’l-kavl cümlesi اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ ’dir. اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; meneden anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt ise, إنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan ما demektir. نَحْنُ mübtedadır. فِتْنَةٌ haberdir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Takdiri إذا كنّا كذلك فلا تكفر (Biz böyle olduğumuza göre inkâr etme.) şeklindedir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَكْفُرْ meczum muzari fiildir.
فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. يَتَعَلَّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutu ile merfûdur. مِنْهُمَا car mecruru يَتَعَلَّمُونَ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يُفَرِّقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. بِه۪ car mecruru يُفَرِّقُونَ fiiline müteallıktır. Mekân zarfı بَيْنَ mef’ûlun fih olup يُفَرِّقُونَ fiiline müteallıktır. الْمَرْءِ muzâfun ileyhtir. زَوْجِه۪ kelimesi atıf harfi وَ ile makabline matuftur.
وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ
وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. مَا kelimesi, لَيْشَ gibi amel etmiştir. هُمْ muttasıl zamiri مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru ضَٓارّ۪ينَ kelimesine müteallıktır.
بِ harfi zaiddir. ضَٓارّ۪ينَ lafzen mecrur مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubtur. مِنْ zaiddir. اَحَدٍ lafzen mecrur, ضَٓارّ۪ينَ kelimesinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. اِلَّا hasr edatıdır. بِاِذْنِ car mecruru بِه۪ ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri مقرونا بإذن الله (Allah’ın iznine bağlı olarak) şeklindedir. اللّٰهِ muzâfun ileyhtir. Cer alameti kesradır.
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ
Cümle atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir. Fiil cümlesidir. يَتَعَلَّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutuyla merfûdur. مَا müşterek ism-i mevsûl, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَضُرُّهُمْ ’dur. لَا يَنْفَعُهُمْ ifadesi sıla cümlesine matuftur.
يَتَعَلَّمُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tefaul babındadır. Sülâsîsi علم’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ
وَ atıf harfidir. ل mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Mahzuf kasemin cevap cümlesi عَلِمُوا ‘dur. عَلِمُوا damme üzere mebni mazi fiildir.
لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ ifadesi عَلِمُوا fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. لَ ibtida harfidir. Tekid ifade eder. Müşterek ism-i mevsûl مَنِ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اشْتَرٰيهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ ifadesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. فِي الْاٰخِرَةِ mahzuf hale müteallıktır. مِنْ harfi zaiddir. خَلَاقٍ۠ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. لَ mukadder kasemin cevabına dahil olan harftir. بِئْسَ zem anlamı taşıyan camid fiildir. مَا nekre-i mevsufedir ve birşey manasındadır. شَرَوْا sükun üzere mebni mazi fiildir. بِه۪ٓ car mecruru شَرَوْا fiiline müteallıktır. اَنْفُسَ kelimesi شَرَوْا fiilinin mef’ûlun bihidir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Burada وَلَقَدْ ifadesindeki ل tekit ifade eder ve yemin manasındadır. Cevabı ise مَا لَهُ (olmadığını) ifadesidir. Aslında tekit lamının bu ifadenin başında olması gerekirdi, ancak لَمَنِ اشْتَرٰيهُ (Sihri satın alanlar) ifadesinin başına geldi, bunun sebebi ise ilk ifadenin yani وَلَقَدْ ifadesinin başta gelmesinden dolayı yemine benzemesi, bu yüzden de yeminin cevabı şeklinde cevap cümlesi kullanılmasıdır.
Zeccâc şöyle der: İlk ifadenin başına gelen lam harfi, cümlenin tamamının yemin olduğunu bildirmek için kullanılmıştır, çünkü cevap cümlesi yemin ifadesinin cevabı da olsa, şart anlamı taşıma ihtimali vardır, bu yüzden başına lam harfi gelir. Bir görüşe göre لَقَدْ ifadesinin başındaki lam harfi onların Tevrat’ta bu hususu bildiklerini tekit eder, لَمَنِ اشْتَرٰيهُ (Sihri satın alanlar) ifadesinin başındaki لَ harfi ise şart ve cevabını tekit eder. Bir görüşe göre لَ harfi şart ifade etmektedir, ancak daha önce zikri geçtiği için burada yerinde gelerek tekrar edilmiştir. Bunun benzeri لِئَلَّا يَعْلَمَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَلَّا يَقْدِرُونَ [Kitap ehli güç yetiremeyeceğini bilsin diye.” [Hadîd 57/29] ayetindeki لِئَلَّا (bilmesin diye) ifadesinin içinde kullanılan olumsuzluk bildiren لَ harfidir, bu harf “güç yetirme” fiilinin başında zikredildiği için, buradaki yerinde de zikredilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Şart fiili كَانُوا kelimesinin dahil olduğu isim cümlesidir. يَعْلَمُونَ fiili كَانُوا ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Şartın cevabı mahzuftur.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ
Ayet وَ ile öncesine atfedilmiştir.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ cümlesi نَبَذَ 'ye matuftur. Yani, Allah'ın kitabını arkalarına attılar ve cinlerden ,insanlardan ya da her ikisinden şeytanların okuduğu veya takip ettiği şeye tabi oldular demektir.
[Süleyman kâfir olmadı] sözü bunu iddia edenleri yalanlamadır. Sihir yerine küfür demesi onun da küfür olmasından ve peygamber olanın ondan masum olmasından dolayıdır. (Beyzâvî)
Ayetin ilk cümlesi müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ cümlesine dahil olan وَ , istînâfiyyedir. Cümle, müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidâî kelamdır.
… وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ öncesine zıddiyet alakasıyla atfedilmiştir.
لٰكِنَّ edatı istidrak ilişkisi kurar. Kendinden önceki cümleden çıkabilecek bir vehmi ve yanlış anlamayı kaldırmak için kullanılır, anlam bakımından birbirinden ayrı iki söz arasına girer.
لٰكِنّ ’nin haberi كَفَرُوا şeklinde mazi fiil sıygasıyla gelerek hükmü takviye ve hudûs ifade etmiştir. Hükmü takviye; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir.
...يُعَلِّمُونَ cümlesi لٰكِنَّ ’nin ikinci haberi veya istînâfiyyedir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetin bu kısmı sihir öğretmenin küfür olduğunu göstermektedir. (Elmalılı)
İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
İki farklı görevdeki مَا ’larda tam cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
يُعَلِّمُونَ fiili, عَلم kökündendir. Kur’an’da çoğunlukla vahiy ve Allah’tan gelen kitap için kullanılmıştır. Genellikle dünya ilmi ile alakalı kullanılmamıştır. Bu şekilde ilmin dünyaya mı, yoksa ahirete mi yaradığı hususu vurgulanmış olabilir. Esas ilim ahiret ilmidir. İlmin bizi Allah'a yaklaştırması gerekir.
Mazi fiilden sonra olayın zihinde daha kolay canlandırılabilmesi için muzari fiil gelmiştir. Bu ayette de اتَّبَعُوا mazi fiilinden sonra تَتْلُوا fiili aynı maksatla muzari fiil olarak gelmiştir. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
السِّحْرَۗ , bir şeyi olduğundan farklı göstermektir. Seher kelimesi de bu köktendir. Alacakaranlıkta bir şey, daha başka bir şey zannedilebilir. Sahur, seher vaktinde yenen yemektir.
وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ
مَٓا ismi mevsulu, وَ harfiyle السِّحْرَۗ kelimesine atfedilmiştir. Atıf sebebi temasüldür.
اُنْزِلَ fiili, faile değil mef‘ûle dikkat çekmek üzere meçhul bina edilmiştir.
Bu ayette takdim-tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir:
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُوَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ
(Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de Babil'de Harutt ile Marut’a birşey indirilmedi . Fakat şeytanlar kâfir oldular ki büyüyü insanlara öğretiyorlardı.) (Kurtubî)
Cümlede بِبَابِلَ ’nin müteallakı olan hal mahzuftur. Bedel ve hal, ıtnâb sanatı, halin mahzuf oluşu ise îcâz-ı hazif sanatıdır.
هَارُوتَ ve مَارُوتَۜ kelimeleri الْمَلَكَيْنِ kelimesine matuftur, gayri munsarif olmaları (cer ve tenvin almamaları), alem ve ucme (yabancı) olmalarındandır. Eğer kırmak manasına هَرت ve مَرت olsa idiler munsarif olurlardı. Kim de مَٓا 'yı olumsuzluk edatı kabul ederse, onları şeytanlardan bedel-i ba'z ve aralarındakini itiraz cümlesi yapar. (Beyzâvî)
Harut-Marut kelimeleri arasında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ
وَ istînâfiyye, مَا nafiyedir. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümle faide-i haber talebî kelamdır. مِنْ اَحَدٍ ibaresindeki zaid مِنْ harfi tekid içindir.
اَحَدٍ kelimesindeki tenvin “hiçbir” manasındadır. Olumsuz siyakda nekre, umum ifade eder.
Masdar-ı müevvel olan يَقُولَٓا cümlesi, müsbet muzari sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولَٓا fiilinin mekulü’l-kavli, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiştir. Kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Cümle, faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad, ikinci bir tekid demektir.
İsim cümlesinin manaya delaleti fiil cümlesinden daha kuvvetlidir. Bunun için de bazı alimler isim cümlesinin tekid ifade ettiği görüşündedir.
Kendilerinin fitne olduğunu, kasr edatıyla pekiştirmenin yanında söylediklerinin kesin olduğuna delalet etmek üzere isim cümlesi kullanmışlardır.
فَلَا تَكْفُرْۜ cümlesine dahil olan فَ şartın cevabının başına gelen fasihadır. Şart cümlesi mahzuftur. Bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri: إذا كنّا كذلك فلا تكفر (Bizim durumumuz böyle olduğuna göre inkâr etme!) şeklindedir.
Cevap cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu iki melek [biz sadece bir imtihanız], Allah’ın bir sınama aracıyız; [sakın küfre düşme] bunun hakikat olduğunu düşünerek öğrenme, yoksa küfre düşersin, diye nasihat etmeden, tenbih etmeden [hiç kimseye sihir öğretmemişlerdir.] (Keşşâf)
Harut ile Marut'un Cibril gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis ayet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham cinsinden olduğu aşikârdır. Bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-ı zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için ayette bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-ı zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. (Elmalılı)
Ayette Harut ve Marut adlı melekler sihir öğretti diye birşey açıkça ifade edilmemiş, [Meleklere indirilen şeyi ve sihri insanlara öğretiyorlardı] buyurulmuştur. Meleklerin sihir öğretmesi uygun bir şey değildir. Meleklere indirilen şeyin vahiy olduğu, ya da insanların arasını bozmak için yapılan sihri iptal etmek için bazı bilgiler olduğu söylenmiştir.
Olumsuzluk مَا ’larına ism-i mevsûl anlamı verilirse mana değişir. Bu مَا harflerinin olumsuzluk manasında olması, meleklerin sihir öğretmediklerini söyleyebilmek için daha uygundur. (M. Demirci)
فِتْنَةٌ ; bir şeyin cevherini ortaya çıkarmak için uygulanan rafine etme işlemidir. Benim, cevherimi ortaya çıkarmak için uğrayacağım imtihanlar yoksulluk da olabilir, zenginlik de. Fitne sadece olumsuz şeylerle olmaz. Nimetler de insanlar için bir fitne sebebidir.
فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ
فَ istînâfiyye veya atıftır. Cümle, müsbet muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَيَتَعَلَّمُونَ [onlar da öğreniyordu] ifadesindeki zamir, مِنْ اَحَدٍ [hiç kimse] ibaresinin delalet ettiği mefhuma işaret eder. (Keşşâf)
...وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ cümlesi hal olarak وَ ile gelmiştir. لَيْسَ gibi amel eden مَا ’nın haberine dahil olan بِ harfi zaiddir. Cümleyi tekid etmiştir. Ayrıca cümle مَا ve اِلَّا ile oluşan kasrla da tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Zarar verme eylemi, Allah’ın iznine kasredilmiştir.
بِاِذْنِ اللّٰهِۜ izafetinde bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil, lafza-i celâle muzâf olan اِذْنِ kelimesi şeref kazanmıştır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ
Ayetin bu cümlesi öncesine atfedilmiştir. Cihet-i camia temasüldür. Müsbet muzari fiil sıygasıyla gelen cümle faide-i haber ibtidâî kelamdır.
Menfi muzari sıygasındaki لَا يَنْفَعُهُمْۜ cümlesi, sıla cümlesi olan müsbet muzari fiil يَضُرُّهُمْ kelimesine tezayüf sebebiyle atfedilmiştir. Her iki cümle de faide-i haber ibtidâî kelamdır.
يَضُرُّهُمْ - يَنْفَعُهُمْۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠
وَ ’la öncesine atfedilmiş inşâ cümlesinde, îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَ mahzuf kasemin cevabına dahil olan harftir. قَدْ tahkik harfi ve لَ ’ile tekid edilen bu cevap cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
İsm-i mevsûle dahil olan ibtida lamı da isim cümlesini tekid için gelmiştir. مَنِ ve haberinden oluşan isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır ve عَلِمُوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
مَا nafiyedir. لَهُ ’nun müteallakı olan haber mahzuftur. Mübteda olan مِنْ خَلَاقٍ۠ ’a dahil olan zaid مِنْ harfi sebebiyle cümle, faide-i haber talebî kelamdır. Takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları bulunan bu isim cümlesi ref mahallinde olup مَنِ ’in haberidir.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ
وَ atıftır. Cümle temasül nedeniyle öncesine matuftur. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. لَ kasemin cevabına gelen vakıa lamıdır. Kasem fiilinin ve muksemun aleyhin hazfı söz konusudur.
Kasemin cevabı gayrı talebî inşâî isnaddır. بِئْسَ camid zem fiilidir.
بِئْسَمَا ifadesindeki مَا nekre olup بِئْسَ fiilinin failini izah eden mansub bir harftir; [Ne kötü bir şeydir] anlamındadır. بِئْسَ ‘nin failinin temyizidir. Zem fiilinin mahsusu mahzuftur.
شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ cümlesi مَا için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâbdır.
شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ ifadesinde istiare vardır. Çünkü gerçekte onların kendilerini satmaları mümkün değildir. Allahu a'lem- bununla anlatılmak istenen şudur; onlar büyük günah olan sihir öğrenmekle kendilerini helak edip azabı hak ederek, onu öğrenmekle nefislerini helake maruz bıraktıkları, sürekli azaba duçar ettikleri için sanki nefislerine bedel sihri almaya razı olmuş konuma düşmüşler, o yüzden de onların nefisleri en ucuz bedele, en düşük fiyata ellerinden çıkan kıymetli eşyaya benzetilmiştir. (Kur'an Mecâzları Şerif er-Radi)
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart cümlesi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. كَان ’nin haberinin muzari fiil oluşu, hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhayyileyi canlandırarak muhatabın konuyu kavramasında etkili olur.
كَان ’nin haberinin muzari fiil gelmesi bu yaptıklarının yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Halidi, Vakafat s. 112)
Şartın cevabının mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan, serbestçe düşünebilmesini sağlamaktadır.
Takdiri لما باعوا أنفسهم (Nefislerini satmazlardı) şeklinde olabilir.
Ayette önce kasem tarzı bir tekid ifadesi ile وَلَقَدْ عَلِمُوا denilerek onların “gerçekten bildikleri” ifade edilmiş; daha sonra da لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ifadesiyle onlar için [Keşke bilselerdi!] denilmiştir. Bunun manası, “onlar ilimleri ile amel etselerdi” şeklindedir. Onlar ilimleri ile amel etmedikleri için, Allah Teâlâ onları sanki ilimlerinden sıyrılıp çıkmışlar gibi değerlendirmiştir. (Keşşâf)
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟ [Keşke bilselerdi.] ifadesi, belâgat açısından yaygın olan bir söyleyiş şeklidir. Çünkü bir şeyi bilen bir kimse ilminin gereği ile amel etmiyorsa, o kimse bazen o şeyi bilmeyen cahil yerine konur ve cahiller gibi bilgisiz sayılır. (Safvetü't Tefâsir)
أَحَدٍ , ٱلشَّیَـٰطِینُ , سُلَیۡمَـٰنُ , یَتَعَلَّمُونَ , مَا , مِن kelimelerinin tekrarında reddü’l acüz ale’s-sadr sanatı vardır
خَلَـٰقࣲۚ - یَنفَعُهُمۡۚ , بِئۡسَ - ضُرُّهُمۡ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
یُعَلِّمُونَ - یُعَلِّمَانِ - یَتَعَلَّمُونَ - عَلِمُوا۟ - یَعۡلَمُونَ , كَفَرُوا۟ - تَكۡفُرۡ- كَفَرَ ,ٱشۡتَرَىٰهُ - شَرَوۡا۟ , بِضَاۤرِّینَ - یَضُرُّهُمۡ kelimeleri grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır