16 Şubat 2026
Hucurât Sûresi 12-18 (516. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Hucurât Sûresi 12. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضاًۜ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتاً فَكَرِهْتُمُوهُۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ تَـوَّابٌ رَح۪يمٌ  ...


Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 الَّذِينَ kimseler
3 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
4 اجْتَنِبُوا sakının ج ن ب
5 كَثِيرًا çok ك ث ر
6 مِنَ -dan
7 الظَّنِّ zan- ظ ن ن
8 إِنَّ zira
9 بَعْضَ bir kısmı ب ع ض
10 الظَّنِّ zannın ظ ن ن
11 إِثْمٌ günahtır ا ث م
12 وَلَا ve
13 تَجَسَّسُوا merak etmeyin ج س س
14 وَلَا ve
15 يَغْتَبْ arkasından çekiştirmesin غ ي ب
16 بَعْضُكُمْ biriniz ب ع ض
17 بَعْضًا diğerinizi ب ع ض
18 أَيُحِبُّ sever mi? ح ب ب
19 أَحَدُكُمْ biriniz ا ح د
20 أَنْ
21 يَأْكُلَ yemeği ا ك ل
22 لَحْمَ etini ل ح م
23 أَخِيهِ kardeşinin ا خ و
24 مَيْتًا ölmüş م و ت
25 فَكَرِهْتُمُوهُ işte bundan iğrendiniz ك ر ه
26 وَاتَّقُوا o halde korkun و ق ي
27 اللَّهَ Allah’tan
28 إِنَّ şüphesiz
29 اللَّهَ Allah
30 تَوَّابٌ tevbeyi çok kabul edendir ت و ب
31 رَحِيمٌ çok esirgeyendir ر ح م

Bu âyette üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir üslûpla yasaklanmıştır: Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm (zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet). 

Gerçeklik ihtimali yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin olmayan bilgi ve hükme zan denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak bir karar almak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zanna dayanılamaz, zan şeklindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin birçoğu isabetsiz olmakta, beklendiğinin, sanıldığının aksi gerçekleşmektedir. Şu var ki, kimsenin aleyhinde olmayan, hakların zayi edilmesi ihtimali bulunmayan alanlarda, kesin bilgi bulunmadığında kuvvetli zana (zann-ı galip) dayalı hükümler ve uygulamalar yasak kapsamına dahil değildir. Sosyal bilimlerin önemli bir kısmı kesinliğe değil, kuvvetli zan ve ihtimale dayanmaktadır.

Sâbıkalı olmayan, suç işleme bakımından ciddi şüpheye sebep olacak davranışları bulunmayan bir kimsenin gizlediği bir işini, davranışını, halini araştırmak ve açıklamak ise âyette yasaklanan tecessüs kapsamına girmekte olup İslâm ahlâkçılarına göre ayıptır, dine göre de câiz değildir, günahtır. Ancak düşmanların müslümanlar hakkındaki plan, program ve niyetlerini anlamak, zamanında tedbir almayı sağlamak gibi amaçlara yönelik casusluk faaliyeti, bunda zaruret bulunduğu için yasak kapsamına dahil edilmemiştir.

Bir kimsenin gıyabında, arkasından hoşuna gitmeyeceği bilinen bir şeyini konuşmak, başkalarına aktarmak gıybettir ve câiz değildir. Peygamber efendimize, “Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü nitelik varsa yine de yasak olan gıybet gerçekleşir mi?” diye soranlar şu cevabı almışlardır: “Söylediğiniz onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur” (Müslim, “Birr”, 70). Şu hadis de bu kötü huylar ve alışkanlıklarla ilgilidir: “Zanna kapılmaktan sakınınız, zan en fazla asılsız olabilen haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz” (Müslim, “Birr”, 28).


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 96
Riyazus Salihin, 1574 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Zandan sakınınız. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalan olanıdır. Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı öğünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun.
Müslüman müslümanın kardeşidir: Ona haksızlık etmez, onu yardımsız bırakmaz, küçük görmez. (Göğsüne işâret ederek) Takvâ buradadır, takvâ buradadır!”
"Kişiye, müslüman kardeşini hor görmesi kötülük olarak yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, namusu ve malı müslümana haramdır.”
"Şüphesiz ki Allah, sizin bedenlerinize, görünüşünüze ve mallarınıza değil, kalblerinize kıymet verir."
Bir rivâyette (Müslim, Birr 30), şöyle buyurulur: "Birbirinize haset etmeyin, kin tutmayın. Başkalarının ayıplarını araştırmayın, konuştuklarını dinlemeyin, müşteri kızıştırmayın. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun."
Bir rivayette (Müslim, Birr 30' un ikinci rivayetinde), şöyle buyurulur:
"Birbirinizle alâkayı kesmeyin! Birbirinize sırt dönmeyin! Birbirinize kin tutmayın! Haset etmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun!”
Bir rivayette de (Müslim, Birr 32) şöyle buyurulur: "Birbirinizle alâkayı kesmeyin! Biriniz bir başkasının satış pazarlığı üzerine satış yapmasın!"
Müslim, bu rivâyetlerin tamamını (Birr 28-34), (Buhârî de büyük bir kısmını) rivayet etmiştir.

Riyazus Salihin, 1526 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- "Gıybet nedir, bilir misiniz?"
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber:
- "Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır" buyurdu.
- Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?" diye soruldu.
- "Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin;  yoksa, o zaman  ona iftira ettin demektir," buyurdu.
Müslim, Birr 70.  Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23

  Cesse جسّ :

  جَسٌّ sözcüğü temelde bir kimsenin hasta ya da sağlıklı olup olmadığına dair bir hükme varmak için onun damarına dokunarak nabzının tutmak anlamına gelir. حَسٌّ sözcüğünden daha özel anlamlıdır. Çünkü حَسٌّ sözcüğü duyunun algılayacağı şeyin durumunu öğrenmek veya öğrenmeye çalışmak iken جَسٌّ, yukarıda ifade edilen türden bir şeyin durumunu öğrenmek/öğrenmeye çalışmak hakkında kullanılır. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de tefe'ul babı formunda fiil olarak yalnızca bir defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri casus ve tecessüstür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ

 

يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir. 

Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazf edilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı  يَا ’dır.

Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. 

Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude. 

Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ,  münadadan bedel veya atf-ı beyan olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُٓوا ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اٰمَنُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Nidanın cevabı  اجْتَنِبُوا كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ ‘dır. 

اجْتَنِبُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

كَث۪يراً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  مِنَ الظَّنِّۚ  car mecruru  كَث۪يراً ‘ın mahzuf sıfatına mütealliktir.

اٰمَنُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  امن ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. 

اجْتَنِبُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. 

İftiâl babındadır. Sülâsîsi  جنب ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ 

 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  بَعْضَ  kelimesi  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.  الظَّنِّ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  اِثْمٌ  kelimesi  اِنّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur. 


وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضاًۜ 

 

Fiil cümlesidir. لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَجَسَّسُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

لَا يَغْتَبْ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  يَغْتَبْ  sükun üzere meczum muzari fiildir. بَعْضُكُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  بَعْضاً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

تَجَسَّسُواَ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi جسس ’dir.

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar. 

يَغْتَبْ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. 

İftiâl babındadır. Sülâsîsi  غيب ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتاً فَكَرِهْتُمُوهُۜ 

 

Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir.  يُحِبُّ  damme ile merfû muzari fiildir.  اَحَدُكُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir   كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَنْ  muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel  يُحِبُّ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

يَأْكُلَ  fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  لَحْمَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  اَخ۪يهِ  muzâfun ileyh olup harfle îrab olan beş isimden biri olup cer alameti  ي ’dır. Aynı zamanda  هِ  zamirine muzâftır. Muttasıl zamir  هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مَيْتاً  kelimesi  اَخ۪يهِ ‘den hal olup fetha ile mansubdur. 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن لم تحبّوا ذلك فهذا كرهتموه (Bunu sevmezseniz, Kerih gördüğünüz o..) şeklindedir.

كَرِهْتُمُوهُ  fiil cümlesi mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri  هذا (Bu)  şeklindedir.

كَرِهْتُمُوهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمُ  fail olarak mahallen merfûdur. 

Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir  و  harfi getirilir.  كَرِهْتُمُوهُ  fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denilir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

يُحِبُّ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  حبب ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.


وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ 

 

Fiil cümlesidir. Mukadder isti’naf cümlesine matuftur. Takdiri, فاكرهوا الظنّ والتجسّس والغيبة  (Zandan, casusluktan ve gıybetten nefret edin) şeklindedir. اتَّقُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و 'ı fail olarak mahallen merfûdur.  اللّٰهَ  lafza-i  celâl mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. 

اتَّقُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi  وقى ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


اِنَّ اللّٰهَ تَـوَّابٌ رَح۪يمٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli,  اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.  تَـوَّابٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.  حَك۪يمٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.

تَـوَّابٌ - رَح۪يمٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.  يَٓا  nida,  اَيُّهَا  münadadır. Surede konunun önemine dikkat çekmek için 5 kez tekrarlanan يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  şeklindeki hitaplar arasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الَّذ۪ينَ  münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. Mevsûlün sılası olan  اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)

Nidanın cevabı olan müstenefe cümlesi  اجْتَنِبُوا كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mef’ûl olan  كَث۪يراً ‘in nekre gelişi, kesret ifade edebilir.

مِنَ الظَّنِّۚ  car mecruru  كَث۪يراً ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  nidasında, müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” ve “Ey İman Edenler” Hitaplarıyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)  

Kur’an’da bu tip  يَٓا اَيُّهَا  formunda nida çoktur. İçinde tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra  اَيُّ  harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan  هَا  gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't T'abîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)

Yüce Allah,  يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  hitabıyla Kur'an'ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Ey iman edenler ifadesi hep Medeni surelerde geçmiştir. Bu hitap bir teşriftir. Mekki surelerde “ey insanlar” ifadesi vardır. Medine’de emir ve yasaklar fazlalaşmıştır. Mekke'de fazla emir ve yasak yoktur.

Muhataplara "Ey müminler!" diye seslenilmesi, onlara, bu iman sahibinin, Allah'ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir) 

الِاجْتِنابُ , iftial veznindedir.  جَنَّبَهُ وأجْنَبَهُ  şeklinden gelir, iki mef’ûl alır. Bu fiilin emir fiili de sadece bu babdan gelir. (Âşûr)

Fiilin mutavaatı, اجتنب الشر (şerden kaçındı) şeklinde olup mutavaat iki mef‘ûlden birini eksiltmiştir. Kaçınılması emredilen, zannın bir kısmıdır; ama bu kısım çoklukla vasfedilmiştir. Dikkat edilirse, zannın bir kısmı günahtır buyrulmaktadır.  كَث۪يراً  kelimesinin nekre gelmesi kısmîlik anlamı ifade eder. (Keşşâf)

Bu kelâmın ifade tarzından anlaşılıyor ki, her zan karşısında sağduyu ile hareket etmek ve zannın hangi kabilden olduğunu anlayıncaya kadar ihtiyatı elden bırakmamak gerekir.

Zira zannın bir kısmına uymak zorunludur. Mesela: Hakkında kesin delil bulunmayan hususlarla ilgili zan ile Allah hakkında hüsnü zanda bulunmak gibi.

Zannın bir kısmı da haramdır. Mesela: İlahiyat ve peygamberlik konularındaki zanlar ile kesin bir delile aykırı olan zan ve müminler hakkında su-i zanda bulunmak gibi.

Zannın bir kısmı da mubahtır. Mesela: geçim ve yaşam konularıyla ilgili zan gibi. (Ebüssuûd)

كَث۪يراً مِنَ الظَّنِّۚ  ifadesinde marife değil de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi belâgat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekre gelmesi ‘bazılık’ manasını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın genellikle sakınılması vâcip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi araştırmadan ve düşünmeden zanna cüret etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre değil marife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul olunabilirdi. (Elmalılı, Âşûr)


 اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ 

 

Ta’liliyye olarak gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.

اِنَّ ’nin ismi olan  بَعْضَ الظَّنِّ , veciz ifade kastına binaen izafet formunda gelmiştir.

الظَّنِّ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

İsim cümleleri zamandan bağımsız sübut ifade ederler. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa  asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اِثْمٌ , yapanın cezaya müstehak olacağı günah demektir. Bu sebeple, onun cezasına aynı kökten  فعال  vezninde  اثام  denmiştir. (Keşşâf) 

اِثْمٌ , sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftira ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadiste "Ben kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur. Hz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur. Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (sav) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." İşte bu ayet de bu manada indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. (Elmalılı)


وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضاًۜ 

 

Cümle atıf harfi  وَ ‘la nidanın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Aynı üslupta gelen  وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضاً  cümlesi hükümde ortaklık sebebiyle  وَلَا تَجَسَّسُوا cümlesine atfedilmiştir.

بَعْضُ  kelimesi ayette üç kez geçmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Nefy harfi  لَا ’nın tekrarı olumsuz emri tekid etmiştir.

Ayette iman edenlerin yapmaması gereken emirlerin sayılması taksim sanatıdır.

تَجَسَّسُو  fiili  الجس 'ten tefe'ul babındandır. الجس  aslında hastalığı, sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber araştırmak manalarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. 

Casus da bu kelimeden türemiştir. Bu kelimenin ifade ettiği mana, ”his" kelimesinin ifade ettiğinden daha özeldir. Çünkü ”his" duyuların anladığı şeyi bilmek,  الجس  ise ondaki hali bilmektir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Müslümanların kusurlarını araştırmayın. Kim Müslümanların kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarım araştırır. Öyle ki, evinin ortasında bile olsa onu rüsvay eder.” Ahmed b. Hanbel: 4/421, 424 (Rûhu’l Beyân, Âşûr)

Gıybet  الِاغْتِيابُ  yani arkadan çekiştirmek, çekiştirilenin ırzını yemeyi içerdiği için, teşbihi temsili kabilinden olmak üzere, ölü insanın etini yemeye benzetilmiştir. Çünkü bir kimse nasıl eti kesildiğinde bedenen acı çekerse, namusuna dil uzatıldığında da kalben acı çeker. Hatta ırzı, kanından ve etinden daha şereflidir. Aklı başında birisine insan eti yemek nasıl hoş görünmezse, ırzlarını yaralamak da o derece hatta daha öncelikli olarak hoş görünmez.

Ayette gıybetin, tiksintinin doruğundaki ölü eti yemeye benzetilmesi onun Allah katında ne derece büyük bir günah olduğunu gösterir.

Ayette Müslümanın ”ölü" olarak belirtilmesi akla gelebilecek şöyle bir şüpheyi yok etmek içindir: ”Birisinin yüzüne karşı küfretmek ona acı verir, dolayısıyla haramdır. Gıybet edilen kişi ise, hakkında konuşulanı bilmez, dolayısıyla acı duymaz. Öyleyse niye haram olsun ki?" Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: ”Ölen birinin etini yemek, bütün çirkinliğine rağmen o ölüye acı vermez. Buna rağmen haramdır. İşte gıybet de öyledir."

İşte bundan tiksindiniz. Yani ölü eti yemekteki tiksintiniz nasıl gerçekleşti ise, onun benzeri olan gıybetten tiksintiniz de öyle gerçekleşsin.Şu noktaya da dikkat edilmesi gerekir: Gıybeti dinleyen de, konuşan gibidir. O halde dinleyenin gıybete engel olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: ”Bir kimse bir Müslüman kardeşinin ırzını korursa, Allah da kıyamet günü, ateşi onun yüzünden uzaklaştırır. ” (20)

Bilginler: ”Gıybet edenle, dinleyen günaha ortaktırlar," demişlerdir.  (Rûhu’l Beyân, Âşûr)

Gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi, gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmasıdır, bu günahtır, helalleşmedikçe tövbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin manası da budur: "Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (sav) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tövbe etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir…(Elmalılı)

وَلَا يَغْتَبْ   Burada atıf vâvı, bir matufun aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tövbe ederek korumasına girin korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'dır, tövbeyi kabulde ve rahmetini bereketlendirmede çok lütfedicidir. (Elmalılı)


 اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتاً 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Istifham  harfi olan hemze takrirî manadadır. 

İstifham üslubunda olmasına rağmen terkip, soru anlamında değildir. Cümle vaz edildiği anlamdan çıkarak takrir ve uyarı anlamına geldiği için mecazı mürsel mürekkebdir. Ayrıca tecâhül-i ârif sanatı söz konusudur.

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتاً   cümlesi, masdar tevili ile  يُحِبُّ  fiilinin mef’ûlü konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

مَيْتاً  kelimesi  اَخ۪يهِ ‘nin halidir. Hal, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Burada hem leş eti yemek, hem de bu leşin kardeş leşi olması söz konusudur. Dolayısıyla insan nefsinin kabul edemeyeceği iki şey zikredilmiştir. Böylece de gıybetin ne kadar iğrenç bir şey olduğu kinaye yoluyla en güzel şekilde ifade edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Bu cümlede teşbîh-i temsilî vardır. Yüce Allah, gıybet yapanı, ölü kimsenin etini yiyen kimseye benzetti. Bunda, gıybet et­meyi zihinlerde en çirkin ve en kötü surette tasvir etmek için birçok müba­lağa vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

“Herhangi biriniz … hoşlanır mı!?” diye başlayan ifade, gıybet eden kişinin gıybet ettiği şahsın manevi şahsiyetine tecavüz ettiğini en çirkin ve en korkunç bir şekilde temsil ve tasvir etmektedir; burada birtakım mübalağalar bulunmaktadır: 

• Soru hemzesinin takrir için olması. 

• Son derece nahoş, son derece berbat bir şeyin “sevmek/hoşlanmak” fiiliyle birlikte kullanılması. 

• Hoşlanma fiili  اَحَدُكُمْ ’a (herhangi biriniz) isnad edilerek, böyle bir şeyden hiç kimsenin hoşlanmayacağının hissettirilmesi. 

• Gıybetin temsilinin sıradan bir insanın etini yemekle sınırlandırılmayıp söz konusu insanın kişinin öz kardeşi kılınması.

• Gıybetin temsilinin kişinin kardeşinin etini yemesiyle de sınırlandırılmayıp onun aynı zamanda ölü kılınması. مَيْتاً  kelimesi  لَحْمَ ’in hali olarak mansubdur; ancak  اَخ۪يهِ ’in hali olarak mansub olması da caizdir. Kelime, ميِّتا  şeklinde de okunmuştur. (Keşşâf)

Keşşâf sahibi gibi Ebû's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre mana şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. O'nun için şu manayı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan korunun. (Elmalılı, Âşûr)


 فَكَرِهْتُمُوهُۜ 

 

فَ , takdiri  إن لم تحبّوا ذلك  (Bundan hoşlanmadıysanız)  olan mahzuf şartın cevabının başına gelmiş rabıta harfidir. Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

Cevap cümlesi  فَكَرِهْتُمُوهُ , takdiri  هذا (Bu) olan mahzuf mübteda için haberdir. Bu takdire göre cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mukadder şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, müstenefe cümlesi olarak, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

كَرِهْتُمُوهُۜ - يُحِبُّ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.


 وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ 

Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, mukadder istînâfa matuftur. Takdiri …فاكرهوا الظنّ والتجسّس والغيبة (Zandan, tecessüsten ve gıybetten nefret edin…) şeklindedir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müttaki olmak için tedebbür etmek, düşünmek, aklı deliller üzerinde çalıştırmak gerekir; ta ki Allah korkusu kalbe yerleşsin ve böylece bu korku kişiyi Allah'ın gazabından korumaya bir kalkan olsun. Bu ittika/korunmak, Allah'tan korkmak, endişe etmek ya da hazırlıklı olmak ve nâr (ateş), hesap, cennet ve ba‘s konusunda kesin inançlı olmak demektir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 5, s.169)

 

اِنَّ اللّٰهَ تَـوَّابٌ رَح۪يمٌ

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim, teberrük ve telezzüz içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde cümlede lafza-i celâlin zikri tecrîd sanatıdır.

تَـوَّابٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin birinci,  رَح۪يمٌ  ikinci haberidir.

Allah’ın تَـوَّابٌ  ve  رَح۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

رَح۪يمٌ  - تَـوَّابٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

تَـوَّابٌ , mübalağalı ism-i fail  رَح۪يمٌ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıplar, bu vasıfların mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Ayetin fasılası, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

تَـوَّابٌ (tövbeleri çokça kabul eden) kelimesindeki mübalağa, Allah’ın tövbelerini kabul edeceği kullarının çok olduğunu veya günahkârların işleyeceği her bir günahın tövbe ederse mutlaka affolacağını yahut Allah’ın tövbeleri çokça kabul ettiğini ve günahından tövbe edenleri engin keremi sebebiyle ‘hiç günah işlememiş kimsenin konumuna yükselteceğini’ göstermektedir. (Keşşâf)

تَـوَّابٌ  ism-i şerifi, tövbesi pek çok manasına mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği mübalağada üç özellik vardır.

1- Kendisine tövbe eden ve yönelen kulları çok demektir.

2- Öyle çok tövbe kabul eder ki, tövbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tövbe ile af olunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir. Tövbe ve iman ile Allah onu da affeder. ["Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz."] (Nisâ, 4/48) ifadesi tövbe etmeyenler hakkındadır.

3- Tövbeyi kabulde çok fasihtir. Öyle ki tövbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tövbeyi kabul, rahmetinin eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki: Selmân-i Fârisî sahabeden iki kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı. Bir gün uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e gönderdiler. Peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, ‘’yanımda bir şey yok’’ dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında: "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir." demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?" buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu ki bu ayet inmişti. (Elmalılı)

Ayetin son iki cümlesi, Kur’an-ı Kerim’in  birçok suresinde tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)

Böyle tekrarlanan ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm  Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, s. 189)

 
Hucurât Sûresi 13. Ayet

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَـبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ  ...


Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 النَّاسُ insanlar ن و س
3 إِنَّا elbette biz
4 خَلَقْنَاكُمْ sizi yarattık خ ل ق
5 مِنْ -ten
6 ذَكَرٍ bir erkek- ذ ك ر
7 وَأُنْثَىٰ ve bir kadın(dan) ا ن ث
8 وَجَعَلْنَاكُمْ ve ayırdık sizi ج ع ل
9 شُعُوبًا milletlere ش ع ب
10 وَقَبَائِلَ ve kabilelere ق ب ل
11 لِتَعَارَفُوا birbirinizi tanımanız için ع ر ف
12 إِنَّ şüphesiz
13 أَكْرَمَكُمْ en üstün olanınız ك ر م
14 عِنْدَ yanında ع ن د
15 اللَّهِ Allah
16 أَتْقَاكُمْ en çok korunanınızdır و ق ي
17 إِنَّ şüphesiz
18 اللَّهَ Allah
19 عَلِيمٌ bilendir ع ل م
20 خَبِيرٌ haber alandır خ ب ر

Müslümanların dünya görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandır­dıkları âyetlerden biri de budur. Fertler, gruplar, kavimler, ümmetler, milletler siyasî, kültürel, biyolojik, coğrafî vb. farklarla birbirinden ayrılır; bu farklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışır. Ayrıca her biri kendi farkını, özelliğini bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Âyet farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyon ve hikmetini onaylıyor; ancak farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını reddediyor; insanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor. Âyetteki etka kelimesinin içerdiği takvâ kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinme ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade etmektedir (bk. A‘râf 7/26). Hak dine iman dışındaki evrensel değerler hangi kişi ve grupta bulunursa o, diğerlerinden daha üstündür, daha değerlidir. Sıra hak dine imana gelince, özellikle ebedî kurtuluş bakımından başka hiçbir değer ve erdem imanın yerini tutamaz, imandan üstün olamaz. Âyetin ortaya koyduğu insanlık değeri ile gruplar arası ilişkiyi –konuyla ilgili başka âyetleri de göz önüne alarak– şöyle özetlemek mümkündür: Bütün insanlar bir erkekle (Âdem) bir kadından (Havvâ) yaratılmış, meydana getirilmiştir. Allah Âdem’i topraktan, eşini de Âdem’in aslından yaratmış, bunların karı-koca olmalarından sonra da doğum yoluyla insanlık vücuda gelmiş, üremiş ve çoğalmıştır. Şu halde bütün insanların aslı birdir, aynı özden yaratılmışlardır; hem kök hem de biyolojik temel özellikleri farklı değildir, bu yönden bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Kök itibariyle kardeş olan insanlar birçok hikmet yanında farklı kimliklerle tanınıp tanışmaları için gruplara ayrılmışlardır. Her grup, başkalarından farklı, kendi aralarında ortak özelliklerine dayalı olarak birleşir ve dayanışırlar. Bu birleşme ve dayanışmada temel unsur dindir. Dini bir olanlar birbirini kardeş bilirler ve genellikle diğer özelliklerdeki ortaklık bu özel bağın üstüne çıkamaz. Dinin insana kazandırmak istediği en önemli değer ahlâktır (takvâ), hem bir grup içinde hem de gruplar arasında üstünlüğün, üstün değerin ölçütü ahlâk olmalıdır.

Kur’an’ın nâzil olduğu zamanda Araplar’da da kavimleri ve kabileleri ile övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti (kültürü) güçlü bir şekilde mevcuttu. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilân edince bunu sindirmekte zorlananlar oldu, bazı soylu aileler ve kabileler kızlarını diğerlerine veya âzatlı (eski) kölelere vermek istemiyorlardı. Hz. Peygamber bunlarla mücadele etti, müminleri eğitti ve meşhur Vedâ hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki rabbiniz birdir, babanız birdir. Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Kendisini dinleyenler hep birden “evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayanlara bildirsin!” buyurdu (Müsned, V/411).


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 97-98
Riyazus Salihin, 70 Nolu Hadis: İnsanların en şereflisi Allah'tan en çok korkanlardır.
Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bazı insanlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
- Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en hayırlısı, şereflisi kimdir? dediler.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah’tan en çok korkanlarıdır” buyurdu.
- Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunu sormuyoruz, dediler.
- “O halde, Allah’ın halîli (İbrâhim)’in oğlu, Allah’ın nebîsi (İshak)’ın oğlu, Allah’ın nebîsi (Yakub)’un oğlu, Allah’ın nebîsi Yusuf’tur” buyurdu.
- Ey Allah’ın Resûlü, biz bunu da sormuyoruz, dediler.
- “O halde siz benden Arap kabilelerini soruyorsunuz. (Bilin ki) Câhiliye döneminde hayırlı (şerefli) olanlar, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar” buyurdu.  
(Buhârî, Enbiyâ 8, 14, 19, Menâkıb 1, Tefsîru sûre (12), 2; Müslim, Fezâil 168)

 Şe'abe شعب :

  شَعْبٌ tek bir atadan/soydan gelip dallara/kollara ayrılmış kabiledir. Çoğulu شُعُوبٌ olarak gelir.

  Bu köke ait شِعْبٌ kelimesi vadi için kullanıldığında birleştiği uç ve iki kola ayrıldığı uçtur. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de iki farklı isim formunda yalnızca 2 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri şube ve Şaban'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى 

 

 

يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir. 

Münada: kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazf edilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı  يَا ’dır.

Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayri maksude. Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Münadanın başında harfi tarif varsa, önüne müzekker isimlerde  اَيُّهَا , müennes isimlerde  اَيَّتُهَا  getirilir. Bunlardan sonra gelen müştak ise sıfat, camid ise bedel olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

النَّاسُ  münadadan bedel veya atf-ı beyan olup lafzen merfûdur.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

Nidanın cevabı  اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ ‘dur.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  خَلَقْنَاكُمْ  fiili,  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

خَلَقْنَاكُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

مِنْ ذَكَرٍ  car mecruru  خَلَقْنَاكُمْ  fiiline mütealliktir. اُنْثٰى  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَـبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ 

 

Fiil cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  جَعَلْنَاكُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَٓا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. شُعُوباً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. قَـبَٓائِلَ  atıf harfi و 'la makabline matuftur. 

لِ  harfi, تَعَارَفُوا  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  جَعَلْنَاكُمْ  fiiline mütealliktir.  تَعَارَفُوا  fiili  نَ ‘ un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur. 

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تَعَارَفُوا  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفاعَلَ  babındadır. Sülâsîsi  عرف ‘dir.

Bu bab fiile müşareket (ortaklık/işteşlik), tekellüf ve tezâhur( görünmek ve zorlanmak), tedric (bir işin aşamalı olarak, aralıklarla ve yavaş yavaş meydana gelmesi), mutavaat fâale (mufaale babına ait bir fıilin dönüşlülüğü için kullanılması) ve mücerred mana (türemiş olduğu mücerred fiille aynı anlamda kullanılması) anlamları katar.  


اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ 

 

اِنَّ  masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir. 

اِنَّ ‘nin ismi  اَكْرَمَكُمْ  olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِنْدَ  mekân zarfı,  اَتْقٰيكُمْ  kelimesine mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.  اللّٰهِ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

اَتْقٰيكُمْ  kelimesi  اِنَّ ‘nin haberi olup  ى  üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.


 اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

 

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. 

عَل۪يمٌ  kelimesi  اِنّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.  خَب۪يرٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur. 

عَل۪يمٌ  -  خَب۪يرٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

النَّاسُ , münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır.

İstînâfiyye olarak fasılla gelen nidanın cevabı olan  اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى  cümlesi,  اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlenin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.

Önceki ayetteki lafz-ı celâlden bu ayette azamet zamirine iltifat vardır.

Allah Teâlâ Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)

Müsned olan  خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir. 

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allâh Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi arkadan gelecek olan şeylerin Allah katında bir mekanı olduğu konusunda uyarmak içindir.

ذَكَرٍ - اُنْثٰى  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, النَّاسُ - ذَكَرٍ - اُنْثٰى  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Bir erkek ve bir dişiden maksat Adem ile Havva’dır. Ayetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Her birinizi bir baba ve anneden yarattık; her birinizin meydana gelişi aynı yolla gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, nesep bakımından birinin diğerine karşı övünmesi ve bir üstünlük iddia etmesi doğru değildir. (Keşşaf)

"Bu hitâb yapılırken mevcud olan ey insanlar, her birinizi bir baba ve bir anadan yarattık" demektir. Birinci mananın kastedildiğini söylersek, ayet, bütün insanlar tek bir erkek ile tek bir kadının çocukları oldukları için, biribirlerine karşı övünemeyeceklerine bir işaret olur. İkinci mananın kastedildiğini söylersek, bu, bütün insanların tek bir cins olduğuna işaret olur. Çünkü her biri, diğeri gibi, bir ana bir babadan yaratılmıştır. Bir cinsin fertleri arasındaki farklılık, iki cins arasında olan farklılığa nazaran daha küçük ve önemsizdir. Zira mesela sinekler ile kurtlar arasında farklılıktan bahsetmemek, farklılığın kanunlarındandır. Ancak insanlar arasında, küfür ve iman bakımından olan farklılık, iki cins arasındaki farklılık gibidir. Çünkü kâfir, adeta cansız hükmündedir. Çünkü tıpkı bir hayvan gibidir, hatta daha aşağıdır. Mümin ise, olması gerektiği manada insandır. O halde İnsan cinsinin fertleri arasındaki farklılık, cins açısından değil, maddeleri açısındandır. Zira hepsi de bir erkekle bir dişiden olmadır. Bu durumda, övünme hususunda buna itibar edilemez. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

 

 وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَـبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ

 

Nidanın cevabına matuf olan bu cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. 

İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)

Cümlenin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ ’nin gizli  أنْ ’le masdar yaptığı  تَعَارَفُوا  cümlesi, mecrur mahalde masdar teviliyle  جَعَلْنَاكُمْ  fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Allah’ın sizi milletler ve kabileler halinde yaratmasının hikmeti, birbirinizin nesebini bilmeniz ve hiç kimseyi kendi öz babasından başkasına nispet etmemenizdir. Yoksa Allah bunu âbâ u ecdadınızla başkalarına karşı övünesiniz ve nesep bakımından başkalarına üstünlük ve farklılık taslayasınız diye yapmamıştır. (Keşşâf)

قَـبَٓائِلَ - شُعُوباً  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Kelimelerdeki nekrelik, muayyen olmayan nev ifade eder.

شُعُوباً وَقَـبَٓائِلَ  kelimelerinde taksim  وَجَعَلْنَاكُمْ ‘da cem’ sanatı vardır.

شُعُوباً  kelimesi  شَعْبٍ (millet)‘ın,  قَـبَٓائِلَ  kelimesi de  القَبِيلَةِ ‘nin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum şa'bdır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile,  العِمارَةُ  imareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. İmâre,  البَطْنُ  batınları (boylar) içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın, الفَخِذُ , fahızlar (oymak) de  الفَصِيلَةُ  fasileleri  (sülale) içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir imâre, Arap batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. (Elmalılı, Âşûr)


اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ 

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.  

اَكْرَمَكُمْ  kelimesi  اِنَّ ‘nin ismi,  اَتْقٰيكُمْ  haberidir. Mekân zarfı  عِنْدَ mahzuf hale mütealliktir. Halin hazfi, îcâzı hazif sanatıdır. 

اَكْرَمَكُمْ ‘a müteallik olan  عِنْـدَ اللّٰهِ  izafeti kısa yoldan izah ve  عِنْـدَ ’nin şanı içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Önceki cümledeki azamet zamirinden bu cümlede gaib zamire dönüş, iltifat sanatıdır.

Bu kelam, neseplerle iftihar etmenin yasaklanmasının illetidir. Yani Allah katında en iyiniz, en takvalı olanınızdır. O halde eğer iftihar edecekseniz, takva ile iftihar edin. Binaenaleyh yüksek derecelere çıkmayı hedefleyenler, takvayı gerçekleştirmektedir. (Ebüssuûd)

اَكْرَمَكُمْ - اَتْقٰيكُمْۜ  kelimeleri mübalağa ifade eden ismi tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.

Yüce Allah insanın başkasına karşı üstünlük elde edebileceği ve Allah katında şeref ve değer elde edebileceği hasleti açıklamak üzere [Çünkü Allah katında en değerliniz, en çok sakınanınızdır] buyurmuştur. (Keşşâf)

الأتْقى , takvadan  التَّقْوى  ism-i tafdildir. Takva lügatte  ؤقى  vikayedendir. Vikaye: gayet iyi korunup sakınmaktır. Nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki manada kullanılır: Birisi geniş olan âmm manasınadır ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki, ["Allah'tan hakkıyla korununuz."] (Âl-i İmrân "/102) ayetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel manası vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktır. (Elmalılı, Âşûr)


 اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

 

Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. 

اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. 

Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. 

Allah'ın,  عَل۪يمٌ  ve  خَب۪يرٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında  وَ  olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Aralarında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. 

عَل۪يمٌ  ve  خَب۪يرٌ  kelimelerinin her ikisi de mübalağa ifade eden kiplerdir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir)

İlim ve haberdar olmak lafızları bir arada gelerek  Allah'ın bunlarla kemal olarak vasıflandığını haber vermiştir. İlmi tamam ve kemal olan haberdar olur. İlminin çokluğuna ve haberdar olma kapasitesinin genişliğine delalet etmek için bu iki vasıf da mübalağa kalıbıyla gelmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 523)

Surenin son cümlesi mesel tarikinde tezyîl olarak tetmim ıtnâbıdır.

Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) Kur'an 

Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

 
Hucurât Sûresi 14. Ayet

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ  ...


Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَالَتِ dediler ق و ل
2 الْأَعْرَابُ araplar ع ر ب
3 امَنَّا inandık ا م ن
4 قُلْ de ki ق و ل
5 لَمْ
6 تُؤْمِنُوا inanmadınız ا م ن
7 وَلَٰكِنْ fakat
8 قُولُوا deyin ق و ل
9 أَسْلَمْنَا islam olduk س ل م
10 وَلَمَّا henüz
11 يَدْخُلِ girmedi د خ ل
12 الْإِيمَانُ iman ا م ن
13 فِي
14 قُلُوبِكُمْ kalblerinize ق ل ب
15 وَإِنْ ve eğer
16 تُطِيعُوا ita’at ederseniz ط و ع
17 اللَّهَ Allah’a
18 وَرَسُولَهُ ve Elçisine ر س ل
19 لَا
20 يَلِتْكُمْ size eksiltmez ل ي ت
21 مِنْ -den
22 أَعْمَالِكُمْ amelleriniz- ع م ل
23 شَيْئًا hiçbir şeyi ش ي ا
24 إِنَّ şüphesiz
25 اللَّهَ Allah
26 غَفُورٌ çok bağışlayandır غ ف ر
27 رَحِيمٌ çok esirgeyendir ر ح م

Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını “iman etmiş olmak için” yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten iman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması gerekmektedir: 1. İslâm’ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve resulünün emirleri olduğuna, Allah’tan geldiğine, O’nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış olmak. 2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak. 3. İslâm’ı ve müslümanları korumak, dininin güçlenmesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gücünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre “Biz de müminiz, inandık” diyen bedevîler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını ispat etmiş değillerdi. İmanlarının kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, peygamber dahil herkesin, “Ben müminim” deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti.

Bedevîlerin Hz. Peygamber’e teslim olmalarına, onun yanında yer almalarına iki yönden bakılabilir: a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak; b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanların bedevî desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir kılavuza ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılığını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenîleştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edilecek bir iyilik, bir lutuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi.


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 100-101
Birisi hakkında “O mü’mindir” diyen kimseyi, Peygamberimiz “ Daha doğrusu, Müslümandır demek lâzım” diyerek düzeltmiştir. Peygamber Efendimizin bu müdahalesi, bizim kalplerde olan şey hakkında değil, ancak davranışlara yansıyan şey hakkında hüküm verebileceğimizi göstermektedir. 
(Buhari, İman 19; Müslim, İman 236,237).

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ 

 

 Fiil cümlesidir. قَالَتِ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. الْاَعْرَابُ  fail olup lafzen merfûdur. 

Mekulü’l-kavli  اٰمَنَّا ‘dır.  قَالَتِ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اٰمَنَّا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَاَ  fail olarak mahallen merfûdur. 


 قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا

 

Fiil cümlesidir. قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Mekulü’l-kavli  لَمْ تُؤْمِنُوا ‘dur. قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

 لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تُؤْمِنُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla  meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir. لٰكِنْ  istidrak harfidir,  لٰكِنّ ’den muhaffefedir.

İstidrak ;düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir.Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

قُولُٓوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul وَ ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli  اَسْلَمْنَا ‘dır.  قُولُٓوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

اَسْلَمْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. 

تُؤْمِنُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  امن ’dir.

اَسْلَمْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  سلم ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. 


 وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ 

 

وَ  haliyyedir.  لَمَّا  kelimesi  حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.

يَدْخُلِ  şart fiili olup sükun üzere meczum muzari fiildir.  الْا۪يمَانُ  fail olup lafzen merfûdur.  ف۪ي قُلُوبِكُمْ  car mecruru  يَدْخُلِ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). 

Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında  “و ” gelmez.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 


 وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ

 

 

وَ  atıf harfidir.  Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

تُط۪يعُوا  şart fiili olup, نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

اللّٰهَ  lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  رَسُولَهُ  atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  karînesi olmadan gelen  لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاً  cümlesi şartın cevabıdır. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَلِتْكُمْ  sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

مِنْ اَعْمَالِكُمْ  car mecruru  يَلِتْكُمْ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  شَيْـٔاً  ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.

تُط۪يعُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  طوع ’dir.


اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. 

غَفُورٌ  kelimesi  اِنّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.  رَح۪يمٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur. 

غَفُورٌ  -  رَح۪يمٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ 

 

Ayetin ilk cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

قَالَتِ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اٰمَنَّا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.


 قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  لَمْ تُؤْمِنُوا  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

اٰمَنَّاۜ -  لَمْ تُؤْمِنُوا  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

İstidrak harfinin dahil olduğu  لٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا  cümlesi,  وَ ’la mekulü’l-kavle atfedilmiştir.

Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.  قُولُٓوا  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اَسْلَمْنَا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107) 

لٰكِنْ  kendisinden sonra gelen cümleye, önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (İtkan, c. 2, s. 474)  

وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ  cümlesi haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَمَّا  muzari fiili cezm edip manasını maziye çeviren nefy edatlarındandır. Gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olup geçmiş zamandan, sözün söylenme anına kadar sürekli olumsuzluk ifade eder.

لَمَّا ’daki olumsuzluk,  لم ’in aksine istikbali kapsamaz.

 ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ   ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  kalpler, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  kalp, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır. 

يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ  ifadesinde de istiare vardır.  الْا۪يمَانُ  kelimesi  يَدْخُلِ  fiilinin faili yapılarak kişileştirilmiştir. İmanın bir şahıs gibi girecek olması imanın önemini artırmaktadır. Ayrıca ayette iman kelimesinin tekrarlanması, onun önemini tekit etmektedir.  

تُؤْمِنُوا - الْا۪يمَانُ - اٰمَنَّاۜ  ve  قُلْ - قُولُٓوا - قَالَتِ  gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

İman henüz kalplerinize girmiş değil cümlesi, قُولُٓوا (deyin) fiilinin zamirinden hal olarak gelen bir sözdür.  لَمَّا ’daki beklenti anlamı ise, bahse konu kişilerin daha sonra iman ettiklerine delalet etmektedir. (Keşşaf)

Zemahşerî ayetteki  لَمَّا ‘nın henüz bedevilerin kalplerine yerleşmeyen inancın gelecekte yerleşeceğine delalet ettiğini düşünmektedir. (Zemahşerî, Keşşâf, IV, 247.)

Esedoğulları’ndan bir grup bedevi kıtlık senesinde Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’in (sav) huzuruna çıkarak “Biz iman ettik” dediler. Ancak “ Biz sana mal varlığımızla topyekün geldik. Savaşa katılıp da sadaka bekleyen filan oğulları gibi savaşmayacağız” şeklinde zengin bir kabile olduklarını ileri sürdüler. Peygamberimize sitem eder gibi konuştular. Onların samimi olmayan “iman ettik” sözleri ayette [Siz inanmadınız de] sözüyle reddedilmiş, yalan söylemekten sakınılması gerektiği edebî bir üslupla ifade edilmiştir. Arkasından imanın kalplerine girmediği, onun için de [teslim olduk] demeleri söylenmiştir. İstidrak harfiyle kurtuluş yolu gösterilmiştir.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)

Zemahşerî aslında arâbîlerin yalan söyledikleri aşikarken bu ayet-i kerîmede “yalan söylediniz” tabîrinin kullanılmaması üzerinde hasasiyetle durmaktadır. Bir tefsir ihtimali olarak [İman etmediniz] cümlesinin tarîz yoluyla “yalan söylediniz” anlamını içerdiğini ancak bu anlamı edeb-i hasen çizgisinde ifade ettiğini belirten müfessir, bazı durumlarda tarîzin açıkça belirtmekten daha etkin olabileceğini kaydeder. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)


 وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ 

 

وَ , atıf harfidir. Hükümde ortaklık nedeniyle  لَمْ تُؤْمِنُوا  cümlesine atfedilmiştir. Cümlenin haberî manada olması bu atfı mümkün kılmıştır.

Müspet muzari fiil sıygasındaki  تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesi şarttır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. 

اللّٰهُ  -  رَسُولَهُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

وَرَسُولَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması Resul için tazim, destek ve teşrif ifade eder.

فَ  karînesi olmadan gelen cevap cümlesi  لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاً  , menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْ اَعْمَالِكُمْ , ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

Mef’ûl olan  شَيْـٔاً ‘in nekreliği kıllet ve nev ifade eder. Bilindiği gibi nefy siyakında nekre umum ve şümule işarettir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

Fiillerin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir. 

اِنْ  şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder. 

Burada, imana girmede geç kalan kimselere bir teselli vardır. Çünkü böyle bir kimse, "Başkaları bunda beni geçti. Hz  Peygamber (sav) yalnızken ona iman etti; onu güçsüzken bağrına basıp korudu. Biz ise, ona karşı koymaktan âciz kalınca ve onun kuvveti karşısında mağlup olunca iman ettik. Öyleyse bizim imanlarımızın bir değeri, dolayısıyla bundan ötürü bir mükâfaat da yok" diye düşünür. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Mükâfaatlarınız noksan olarak verilmeyecektir. Umduğunuz size verilecektir. Velhasıl önce iman etmiş olmak, tabii ki onların ücretlerini artırır. Ama Allah, rahmet hazinelerinden başkalarına bolca verirken sizi de memnun ederse, onlara verilenden size ne? Bu durumda haliniz tıpkı, birisine birşey verip, başkasına da "ne istersin?" diyen, "Geniş bir arazi, bol mal" isterim cevabını alan, ona da istediklerini vererek memnun eden, sonra da o evvelkine, hazinelerinden başka ilave şeyler veren bir padişahın durumuna benzer. Şimdi eğer, bu durumdan birisi rahatsız olunca, bu, cimrilik ve hased olur. Böyle şeyler ahirette olmaz. Bunlar ancak dünyada rezil rüsva kimselerin halidir" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)


 اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

 

 

Ta’liliyye olarak gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  رَح۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası, tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır

Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, C. 2, s. 189) 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اِنَّ  ile haberdeki mübalağa sıygalarıyla, celâl ve kemâl ifade eden lafza-i celâlin zikredilmesi ile tekid edilmiştir. Bu lafza-i celâl, dinleyen kişinin kalbine korku saçar. Bu nedenle birçok fasılada bulunur. Bu mevki, bulunduğu siyaka bağlı olarak başka ayetlerde bulunmayan manalar da kazandırır. Bu gerçekten mühimdir. Yani aynı kelimeler ve aynı terkipten oluşmuş bir fasıla, her zaman aynı şeye delalet etmez. Çünkü siyak, o ibareye başka delaletler de kazandırır. Lafız ve terkiplerin bir olması, onları asıl manada birleştirir, ancak siyak onları ayırır, çeşitlendirir ve aynı olan ibareleri birbirinden uzaklaştırır ya da yaklaştırır. Siyak, manaları dolayısıyla bu farklılığa sebep olur. Bunları söylememin sebebi, bu fasılanın şibhi kemâl-i ittisâl yolu ile öncesindeki manayı tekid ederek gelmesidir. Zira öncesindeki manalar bu şekilde bir müjdeleme ihsanının sebebini merak ettirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s.166)

 
Hucurât Sûresi 15. Ayet

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ  ...


İman edenler ancak, Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّمَا şüphesiz
2 الْمُؤْمِنُونَ Mü’minler ا م ن
3 الَّذِينَ kimselerdir
4 امَنُوا iman eden(lerdir) ا م ن
5 بِاللَّهِ Allah’a
6 وَرَسُولِهِ ve Elçisine ر س ل
7 ثُمَّ sonra
8 لَمْ
9 يَرْتَابُوا şüphe etmeyenlerdir ر ي ب
10 وَجَاهَدُوا ve cihad edenlerdir ج ه د
11 بِأَمْوَالِهِمْ mallarıyle م و ل
12 وَأَنْفُسِهِمْ ve canlarıyle ن ف س
13 فِي
14 سَبِيلِ yolunda س ب ل
15 اللَّهِ Allah
16 أُولَٰئِكَ işte
17 هُمُ onlardır
18 الصَّادِقُونَ doğru olanlar ص د ق

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ 

 

اِنَّـمَٓا  kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  demektir.

اِنَّـمَٓا , kâffe (durduran, engelleyen anlamında ism-i faildir) ve mekfûfe’dir. Usul ve beyan alimlerinin Cumhuruna göre kâffe olan  مَٓا  harfi,  اِنَّ  ile birlikte nafiye olur ve bu da hasr için kullanılma sebebidir. Çünkü  اِنَّ  ispat,  مَٓا  nefy içindir. Bu ikisinin tek bir şey için kullanılması caiz değildir, çünkü aralarında tenakuz vardır. https://www.arapcadilbilgisi.com/

Cumhura göre  إنما  hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. https://islamansiklopedisi.org 

الْمُؤْمِنُونَ  kelimesi mübteda olup ref alameti  و ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  بِاللّٰهِ  car mecruru  اٰمَنُوا  fiiline mütealliktir. 

رَسُولِه۪  atıf harfi  وَ ’la  بِاللّٰهِ ’ye matuftur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اٰمَنُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.  

الْمُؤْمِنُونَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ

 

ثُمَّ  hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)

Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir surenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından  فَ  harfinin zıttıdır.  ثُمَّ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

لَمْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَرْتَابُوا  fiili  نَ ’un hazfı ile meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. 

جَاهَدُو  atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.  جَاهَدُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.   

بِاَمْوَالِهِمْ  car mecruru  جَاهَدُوا  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  اَنْفُسِهِمْ  kelimesi  اَمْوَالِهِمْ ‘e matuftur. 

ف۪ي سَب۪يلِ  car mecruru  جَاهَدُوا  fiiline mütealliktir.  اللّٰهِ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يَرْتَابُوا   fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi  ريب ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

جَاهَدُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  جهد ’dir.   

Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

 

İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti, mübteda olarak mahallen merfûdur.  هُمُ  fasıl zamiridir.  الصَّادِقُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

Veya munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur.  الصَّادِقُونَ  ise haberidir.  هُمُ الصَّادِقُونَ  isim cümlesi  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur.

الصَّادِقُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan صدق  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.

Mübteda ve haberden müteşekkil cümle faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiştir. Mübteda ve haber arasındaki kasrda  الْمُؤْمِنُونَ  mevsuf/maksûr,  الَّذ۪ينَ  sıfat/maksûrun aleyhtir. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. 

Yani müminler sadece Allah'a iman edip bu imanlarında şüphe duymayanlardır. Siz mümin olmadınız, çünkü iman şüphenin zıttıdır. 

Kasr, izafîdir. Bu sıfatlara sahip müminler bu Araplardan başkasıdır. (Âşûr)

Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, müminleri tazim, teşvik ve sonradan gelecek açıklamanın önemini vurgulamak amacıyladır.

İsm-i mevsûlün sılası olan  اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

اللّٰهُ  -  رَسُولَهُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

وَرَسُولَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması Resul için tazim ve teşrif ifade eder.

ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا  cümlesi terâhî ve rütbe ifade eden  ثُمَّ  ile sıla cümlesine atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ  cümlesi de sıla cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafeti, lafza-i celâle muzâf olan  سَب۪يلِ  için şan ve şeref ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. Ayette lafzı celalin tekrarı telezzüz ve teberrük içindir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

سَب۪يلِ  kelimesi din manasında istiaredir.  سَب۪يلِ  aslında yol demektir. Hedefe ulaştırmak bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstearun leh) hazf edilmiş müstearun minh kalmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  din manasındaki  سَب۪يلِ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  yol veya din, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.

İman edenlerin özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.


اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Fasıl zamiri ve müsnedin  الْ  takısıyla marife olması kasr ifade eder. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.

هم  zamiri mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.

Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan  هم  ile  tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru: 352)

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelerek onlara tekrar dikkat çekilmesi işaret edilenleri tazim ve teşrif ifade eder.

الْمُؤْمِنُونَ  - اٰمَنُوا  kelimeleri arasında cinası iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Haber  الصَّادِقُونَ ‘nin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ  sözündeki kasr da önceki gibi izafidir. Yani ‘’siz ‘’iman ettik’’ derken doğru söylemiyorsunuz’’ demektir. (Âşûr)

 
Hucurât Sûresi 16. Ayet

قُلْ اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ  ...


(Ey Muhammed!) De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قُلْ de ki ق و ل
2 أَتُعَلِّمُونَ siz mi öğreteceksiniz? ع ل م
3 اللَّهَ Allah’a
4 بِدِينِكُمْ dininizi د ي ن
5 وَاللَّهُ Allah
6 يَعْلَمُ bilir ع ل م
7 مَا olanları
8 فِي
9 السَّمَاوَاتِ göklerde س م و
10 وَمَا ve olanları
11 فِي
12 الْأَرْضِ yerde ا ر ض
13 وَاللَّهُ Allah
14 بِكُلِّ her ك ل ل
15 شَيْءٍ şeyi ش ي ا
16 عَلِيمٌ bilendir ع ل م

قُلْ اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ 

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Mekulü’l-kavli  اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ ’dir.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

Hemze istîfham harfidir. تُعَلِّمُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  اللّٰهَ  lafza-i celâl mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. بِد۪ينِكُمْ  car mecruru  تُعَلِّمُونَ  fiiline mütealliktir.  اللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ  cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و  ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  haliyyedir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  mübteda olup lafzen merfûdur. يَعْلَمُ  fiili  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  يَعْلَمُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.  فِي السَّمٰوَاتِ  mahzuf sılaya mütealliktir. 

مَا فِي الْاَرْضِ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la makabline atfedilmiştir.

Ayet-i kerîme’de geçen  اَتُعَلِّمُونَ  lafzı,  شعر  manasındaki  علم fiilinin şeddelenmiş şeklidir. (Celâleyn)

عَلَّمَ  fiili,  أعْلَمَ  fiili gibi ‘bildirdi’ manasındadır ve bunun içindir ki  بِد۪ينِكُمْ  kavlinde  بِ  gelmiştir. Mana da şöyledir: Üzerinde bulunduğunuz dini Allah’a mı bildiriyorsunuz? Yani O bunu bilmektedir, haber vermenize muhtaç değildir. (Ez-Zâdu’l-Mesîr)

تُعَلِّمُونَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  علم ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur. 

بِكُلِّ  car mecruru  عَل۪يمٌ ’e mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  عَل۪يمٌ  mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur.

عَل۪يمٌ  mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قُلْ اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.  قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ  cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze istifham harfidir. 

Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen istihza ve kınama manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. İstifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

اَتُعَلِّمُونَ  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

Hal  و ’ıyla gelen  وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ  cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan, vasfı ifade eden tetmim ıtnâbı sanatıdır.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Tevbih ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir olarak Allah isminin  tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsul  مَٓا ’nın sılası mahzuftur.  فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

وَالْاَرْضِ , tezâyüf nedeniyle  السَّمٰوَاتِ ‘ye atfedilmiştir.

السَّمٰوَاتِ -  الْاَرْضِۜ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

السَّمٰوَاتِ ’tan sonra  الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.

تُعَلِّمُونَ - يَعْلَمُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayette öğretme manasında  اَتُعَلِّمُونَ  kelimesinin kullanılması onların yaptıklarının ne derece çirkin olduğunu göstermek, soru da, onları kınamak ve yaptıklarını reddetmek içindir. Anlam şudur: Allah'a dininizi öğretmeye kalkmayın. Şüphesiz O, bunu bilmektedir, O’na hiçbir şey gizli kalmaz. (Rûhu’l Beyân)

 

 وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

 

 

Ayetin son cümlesi hal cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyh, tazim ve korkutmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan  ٱللَّه  ismiyle gelmiştir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  بِكُلِّ شَيْءٍ , ihtimam için amili olan  عَل۪يمٌ ‘a takdim edilmiştir.  شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

عَل۪يمٌ  mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Ayetin fasılası olan bu cümle mesel tarikinde tezyîldir.

Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

Ayetin son cümlesi, Kur’an-ı Kerim’in  birçok  suresinde aynen veya ufak farklılıklarla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)

Böyle tekrarlanan ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm  Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, s. 189)

 
Hucurât Sûresi 17. Ayet

يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُواۜ قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ بَلِ اللّٰهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ  ...


Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَمُنُّونَ başına kakıyorlar م ن ن
2 عَلَيْكَ senin
3 أَنْ
4 أَسْلَمُوا İslam olmalarını س ل م
5 قُلْ de ki ق و ل
6 لَا
7 تَمُنُّوا başıma kakmayın م ن ن
8 عَلَيَّ benim
9 إِسْلَامَكُمْ müslüman olmanızı س ل م
10 بَلِ tersine
11 اللَّهُ Allah
12 يَمُنُّ minnet eder م ن ن
13 عَلَيْكُمْ size
14 أَنْ
15 هَدَاكُمْ size hidayeti nedeniyle ه د ي
16 لِلْإِيمَانِ imana ا م ن
17 إِنْ eğer
18 كُنْتُمْ iseniz ك و ن
19 صَادِقِينَ doğrulardan ص د ق

يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُواۜ 

 

Fiil cümlesidir. يَمُنُّونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir.  عَلَيْكَ  car mecruru  يَمُنُّونَ   fiiline mütealliktir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  يَمُنُّونَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

اَسْلَمُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Mahallen mansubdur. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

اَسْلَمُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  سلم ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.


 قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ 

 

Fiil cümlesidir. قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Mekulul-kavl,  لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ ‘dır.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَمُنُّوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

عَلَيَّ  car mecruru  تَمُنُّوا  fiiline mütealliktir.  اِسْلَامَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.


 بَلِ اللّٰهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ 

 

بَلْ  idrâb ve atıf harfidir. Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna “idrâb” denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder. 

Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:

1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir. 

2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اللّٰهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. يَمُنُّ  fiili haber olarak mahallen merfûdur.

يَمُنُّ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  عَلَيْكُمْ  car mecruru  يَمُنُّ  fiiline mütealliktir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, يَمُنُّ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. هَدٰيكُمْ  fiili ي  üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. لِلْا۪يمَانِ  car mecruru  هَدٰيكُمْ  fiiline mütealliktir.

يَمُنُّ   fiili, muzaaf fiildir. Sülâsîsi  منن ’dir.


اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

 

اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

كُنْتُمْ ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. 

كُنْتُمْ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  تُمْ  muttasıl zamiri  كُنْتُمْ ’ün ismi olarak mahallen merfûdur. 

صَادِق۪ينَ  kelimesi  كُنْتُمْ ’ün haberi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim  kelimeler harfle îrablanır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.

صَادِق۪ينَ  kelimesi, sülasi mücerredi  صدق  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُواۜ 

 

Ayetin ilk cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur.

Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  اَسْلَمُوا  cümlesi, masdar teviliyle  يَمُنُّونَ  fiilinin mef’ûlü olarak nasb mahallindedir.

Masdar-ı müevvel müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلَيْكَ , ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

اَسْلَمُواۜ  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

Ayet-i kerîmede geçen ”minnet" kelimesi, kesmek anlamındaki  المَنُّ  kelimesinden türemiştir. Bununla kastedilen: İhtiyaç sahiplerinin bir karşılık vermesini beklemeden, onun ihtiyaçlarını kesmek (gidermek) tir.

Râğıb şöyle demektedir: ”Minnet, bol nimettir. Bu, iki açıdan söz konusudur:

1- Fiilen olur. O zaman, ”falana minnet etti yani ona bol nimet verdi" denir. [”...Allah müminlere büyük nimet verdi..."] (Âl-i İmrân: 164) ayeti bu anlamdadır. Bu mana gerçekte sadece Allah'a hastır.

2- Sözle olur. Bu, insanlar arasında çirkin görülür. Bundan dolayı, ”Minnet (başa kakma) iyiliği yıkar" denilmiştir. Ancak nankörlük yapana söylenirse çirkin görülmez. Nankörlük yapıldığında, minnet iyi olduğu için, ”nankörlük edildiği zaman, minnet (başa kakma) iyi olur" denilmiştir. Bu ayetteki, ”sana minnet ediyorlar (senin başına kakıyorlar)" ifadesinde minnet, onlardan ve söz iledir. Allah'ın onlara minneti ise fiil iledir. O da Allah'ın onlara hidayetidir." (Rûhu’l Beyân)

Minnet o nimettir ki onu veren verdiği kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi şükre değer bir nimet olur. Veren hiçbir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı için alan kimse ebediyen minnettar kalır. Öyle nimet cana minnet kesilir. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma denildiği gibi onu hesaba alıp söylemeye, yani başa kakmaya da mennetmek, minnet saymak denilir. İkisi de kesmek manasına  المَنُّ 'den alınmıştır. İn'âm fiili ihtiyacı keser, söylemek de nimeti keser ve şükrün kesilmesini gerektirir. (Elmalılı)


قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْ  cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلَيَّ , ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ  cümlesiyle  يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُواۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

لَا تَمُنُّوا - يَمُنُّونَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

 

بَلِ اللّٰهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  بَلِ  idrâb harfi, intikal içindir. 

بَلِ , atıf edatlarındandır. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)  

Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)   

اللّٰهُ  mübteda,  يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ  cümlesi haberdir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. 

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki   هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ  cümlesi, masdar teviliyle  يَمُنُّ  fiilinin mef’ûlü olarak nasb mahallindedir.

Masdar-ı müevvel müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلَيْكُمْ , ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

اَسْلَمُواۜ - اِسْلَامَكُمْۚ  ve  يَمُنُّونَ -  تَمُنُّوا - يَمُنُّ  gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اَسْلَمُواۜ - لِلْا۪يمَانِ - هَدٰيكُمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı  vardır.


اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

 

Ayetin şart üslubundaki fasılası, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. 

كان ’nin dahil olduğu şart cümlesi  كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Ayette îcâz-ı hazif vardır. Takdiri  فالله يمنّ عليكم اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ [Aksine sizi imana yönlendirdiği için Allah size iyilik etmiştir.] olan cevap cümlesi, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir.  Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur. 

Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.   

Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mubâlağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

كَان ’nin haberi olan  صَادِق۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder.  (Tevbe Suresi, 120-121) (Halidî, Vakafat, s. 80)

كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s.124)

Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa  اِنْ  kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنْ  edatı başlıca şu yerlerde kullanılır: 

1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında  اِنْ  gelir.

2. Bilmezden gelinen durumlarda da  اِنْ  kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.

3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek  اِنْ  kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir.  إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ  “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta  اِنْ  edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

كُنْتُمْ - صَادِق۪ينَ  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ  [Eğer doğrucular iseniz…] cümlesi çoğul kalıbıyla gelerek, Müslümanların da resul gibi Allah'ın indirdiği şeyle onları tehdit ettiklerine delalet eder. Çünkü bu cümle  اِنْ كُنْتَ مِنَ اَلصَّادِقِنَ  şeklinde tekil kalıbıyla gelmemiştir. Böylece hitap sadece Resul’e (sav) yönelik olmamıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 94)

Tabiî, doğru söylüyorsanız!.. şart cümlesinin cevabı, öncesinin buna delâlet etmesi sebebiyle hazf edilmiştir. Takdiri şöyledir: İman iddianızda doğru iseniz, demek ki asıl Allah size lütufta bulunmuş! (Keşşaf)

 
Hucurât Sûresi 18. Ayet

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ  ...


Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 اللَّهَ Allah
3 يَعْلَمُ bilir ع ل م
4 غَيْبَ gizlisini غ ي ب
5 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
6 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
7 وَاللَّهُ ve Allah
8 بَصِيرٌ görmektedir ب ص ر
9 بِمَا
10 تَعْمَلُونَ yaptıklarınızı ع م ل

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ 

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.  يَعْلَمُ  fiili  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  يَعْلَمُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.

غَيْبَ , mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.   السَّمٰوَاتِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  الْاَرْضِ  kelimesi  السَّمٰوَاتِ  kelimesine matuftur.


وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  بَص۪يرٌ  haberdir.

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harfiyle birlikte  بَص۪يرٌ  kelimesine mütealliktir. İsm-i  mevsûlun sılası  تَعْمَلُونَ  cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur.

تَعْمَلُونَ  muzari fiildir.  نَ۟ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. 

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Cümlede müsnedin  يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ  şeklinde muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۜ , kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları,  يَعْلَمُ - غَيْبَ kelimeleri arasında ise tıcâk-ı icâb sanatı vardır.

Arza da şamil olan semavattan sonra arzın zikredilmesi hususun umuma atfı babında ıtnâb sanatıdır.


وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

 

Cümle atıf harfi  وَ ‘la istînâf cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Maksat Allah’ın gördüğünü bildirmek değil, Ahirette bunun karşılığını vermek olduğu için lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)   

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مَا  müşterek ism-i mevsûlu mecrur mahalde olup  بَص۪يرٌ ’e mütealliktir. Sılası olan  تَعْمَلُونَ , muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir. 

Müsned olan  بَص۪يرٌ  sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu vasfın, müsnedün ileyhin ayrılmaz bir parçası olduğuna işaret eder.

تَعْمَلُونَ - يَعْلَمُ  kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bu sûrenin sonu, başı ile uyum içerisinde olarak, sûrenin başında geçen hususu yeniden takrir etmektedir. O husus da, ["Allah ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun"] (Hucurât, 1) hususudur. Çünkü O'na hiçbir şey saklı ve gizli değildir. Binaenaleyh gizli yerlerde de onu saymamazlık etmeyiniz. (Fahreddin er-Râzî)

Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Son ayetler hüsn-i intihâ sanatının güzel örnekleridir.

Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Suredeki ayetlerin, istisnasız hepsinin fasılalarındaki  و- نَ  , ي - نَ  harfleriyle  oluşan ahenk, son derece dikkat çekicidir. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.

 
Günün Mesajı
Gıybet, hazır bulunmayan bir insan hakkında hoşlanmayacağı şeyler söylemektir. Bu söylenenler doğru olduğu takdirde gıybet, yanlış ise iftira olur, dolayısıyla gıybetin iki katı bir günahtır.
Gıybet, birkaç hususi noktada caiz olabilir:

* Görevli ve yetkili birine, kendisine yapılan haksızlığın giderilmesi için haksızlığı yapan hakkında şikâyette bulunmak gıybet kapsamına girmez.

* Kendisiyle çalışmak istediği biri hakkında görüş soran bir kişiye verilecek dürüst ve iyi niyetli cevap da gıybet olmaz.

* Hakaret ve teşhir maksadı taşımadan, sadece tarif gayesiyle, meselâ, “Topal adam falan yere gitti!” tarzında söylenen sözler de gıybet sayılmaz.

* Açıkta günah işlemekten sakınmayan, hattâ günahıyla övünen insanların arkasından konuşmak da gıybet değildir.

* Bu istisnai hususlar gıybete girmemekle birlikte, gıybet, ateşin odunu yakıp tükettiği gibi, insanın işlediği salih amelleri yer bitirir.

* Gıybet eden veya onu isteyerek dinleyen insan Allah'tan bağışlanma dilemeli, gıybeti yapılan kimse hakkında da samimi istiğfar ve dua etmeli, ona rastladığı ilk anda onunla helâlleşmelidir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Hocasının anlattıklarını düşünüyordu. Kendisini, Allah’ın rızasına adayan ve ahlakına Allah’ın emirlerine göre çekidüzen veren insan olmak için dua ediyordu.

‘İnsanların gizliliklerini araştırmayın. Denir ki: ‘Elbisesinin altında içki şişesi sakladığından emin olsan dahi elini uzatıp ortaya çıkartma. Zira, o kişi senden bu hali gizlemek için çabalıyor.’ Umulur ki, ortaya çıkmadan tevbe eder. Çeşitli bahaneleriniz olsa bile başkalarını çekiştirmeyin. Denir ki: ‘Varlığında söyleyemeyeceğin şeyi yokluğunda da söyleme.’ 

Hiçbir konuda ya da hiçbir insan hakkında, gözünüz kapalı zanna kapılmayın. Peşine düştüğünüz ya da öğrendiğiniz bilgilerin gerçekliğinden ya da kanıta dayalı olduğundan emin olun. 

Böylece; kendinizi boş ya da yanlış bilgilerden korumuş olursunuz. Zihniniz ve kalbiniz, iki cihanda da size fayda sağlayacak düşüncelerle ve işlerle meşgul olur. Zararlı hallerden arınmanın sonucunda imanınız sağlam temellere dayandığı için hayatınızın her alanında iyileşme farkedersiniz. Nefsinizin olumsuz düşünme bağımlılığından sıyrılır, tevekkül kapısına yaklaşır ve baktığınız yerlerde hayrı hatırlamaya başlarsınız.’

Ey göklerdeki ve yerdeki sırları bilen Allahım! Ey nefsimizin zayıflıklarını ve kalbimizin sırlarını bilen Allahım! 

Kusurlarımızı ört ve onları bilerek açığa çıkarma gafletinden koru. Tevbe eden ve tevbesi kabul olunan kullarının arasına kat. Günahlarımızı affet ve huzuruna aydınlık yüzlerle çıkmamızı nasip et. 

Zihnimizi ve kalbimizi, boş ve faydasız bilgilerle doldurmaktan koru. Doğru ve faydalı bilgilerle, ömrümüzü ve yolumuzu bereketlendir. Dilimizi boş sözlerden koru ve yalnız hayrı konuşanlardan eyle. 

Sana itaatsizlikten ve itaatsizliğe yaklaştıracak hallerden uzaklaştır. Bünyemizde şüpheye dair ne var ise arındır. Bizi, Sana ve rızana yaklaştıracak hallerle sarmala. İçi dışı bir kullarından ve iki cihanda da kazananlardan eyle. 

Amin.

Zeynep Poyraz: @zeynokoloji