بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَاذْكُرُوا | ve anın |
|
2 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
3 | فِي |
|
|
4 | أَيَّامٍ | günlerde |
|
5 | مَعْدُودَاتٍ | sayılı |
|
6 | فَمَنْ | kim |
|
7 | تَعَجَّلَ | acele ederse |
|
8 | فِي |
|
|
9 | يَوْمَيْنِ | iki gün içinde |
|
10 | فَلَا | yoktur |
|
11 | إِثْمَ | günah |
|
12 | عَلَيْهِ | ona |
|
13 | وَمَنْ | ve kim |
|
14 | تَأَخَّرَ | geri kalırsa |
|
15 | فَلَا | yoktur |
|
16 | إِثْمَ | günah |
|
17 | عَلَيْهِ | ona da |
|
18 | لِمَنِ | kimse için |
|
19 | اتَّقَىٰ | sakınan |
|
20 | وَاتَّقُوا | korkun |
|
21 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
22 | وَاعْلَمُوا | ve bilin ki |
|
23 | أَنَّكُمْ | şüphesiz siz |
|
24 | إِلَيْهِ | O’nun huzuruna |
|
25 | تُحْشَرُونَ | toplanacaksınız |
|
Belirlenmiş günler”den maksat, “eyyâmü’t-teşrîk” denilen tekbir günleri; “Allah’ı zikretmek”ten maksat da bu günlerde, beş vakit namazın farzlarından sonra okunması vâcip olan tekbir sözleridir. Hanbelîler’e ve Hanefîler’in uygulamaya esas olan görüşlerine göre bu tekbirlerin ilki, kurban bayramının arefe günü sabah namazının farzından sonra, sonuncusu da bayramın 4. günü ikindi namazından sonra okunur. Diğer mezheplerdeki yaygın uygulamada teşrîk tekbirlerinin başlangıç vakti bayramın birinci günü öğle namazı, bitiş vakti de dördüncü günü sabah namazıdır.
Âyetteki “iki gün”den maksat, bayramın iki ve üçüncü günleridir. Müfessirlerin yorumuna göre âyette acelesi olan hacıların isterlerse kalan cemreleri bu iki güne sığdırarak üçüncü günün sonunda Mina’dan Mekke’ye dönmelerine izin verilmektedir. Kalanlar ise dördüncü günde de şeytan taşlarlar. Her durumda önemli olan, Allah’a saygı duyup O’nun hoşnutluğunu gözetmek ve en sonunda O’nun huzurunda toplanıp niyetlerimizin ve eylemlerimizin hesabını vereceğimizi unutmamaktır. (Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 319-320, )
İsm, kasden işlenen günah. Hatîe, kasıtsız da olabilen günah demektir.
Günâh ma’nâsında kullanılan diğer kelimeler ve Kur’ân’da kullanım sayıları şunlardır:
Seyyie (169) سيئ)), kebâir (كبائر) (161), hatîe (خطيئ) (22), cünâh (جناح) (34), cürm (جرم) (66), fısk (فسق) (53), fesâd (فسد) (50), zenb (ذنب) (39), vizr (وزر) (27), hûb (حوب) (1), dalâl (ضلال) (188), zülûm (ظلم) (318), tuğyân (طغيان) (40), fuhûş (فحوش) (24), sırf (سرف) (23), ğay (غوى) (22), cenef (جنف) (2), hıns حنث))(2), fücûr (فجور) (24), zeyğ (زيغ) (9), nekeb (نكب) (2), şatat (شطاط) (3) (Kur’ân-ı Kerîm Lugati).
Teaccele’nin kökü acele (عجل) olup manası Türkçe’deki gibidir. Bir şeyi zamanından önce istemek ve aramaktır. Bu da şehvetin gereğidir. Acele Kur’ânın tümünde kötü görülmüştür. Aynı kökten gelen icl buzağı demektir. Bakara Suresi 93. ayette geçen bu kelimeye bu ismin verilme nedenini büyüyüp öküz olduğunda yitireceği acele edişi düşünülerek verilmiştir.
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ
و istînâfiyyedir. ٱذۡكُرُوا۟ fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. ٱللَّهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. فِیۤ أَیَّامࣲ car mecruru ٱذۡكُرُوا۟ fiiline müteallıktır. مَّعۡدُودَ ٰتࣲ kelimesi أَیَّامࣲ kelimesinin sıfatıdır. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ
فَ istînâfiyyedir. مَن şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. تَعَجَّلَ şart fiili fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. فِی یَوۡمَیۡنِ car mecruru تَعَجَّلَ fiiline müteallıktır. یَوۡمَیۡنِ kelimesi müsenna olduğu için ى ile mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. لَا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. إِثۡمَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur. عَلَیۡهِ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, مَن ’in haberidir.
وَ atıf harfidir. مَن şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. تَأَخَّرَ şart fiili fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. لَا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. إِثۡم kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur. عَلَیۡهِ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, مَن ’in haberidir. لِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf habere müteallıktır. Takdiri: ذلك التأخير أو التعجيل كائن لمن اتقى (Bu; takvalı olanlar için tehir (erteleme) veya tacil (hızlandırma) dir) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası ٱتَّقَىٰ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
و atıf harfidir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. اعْلَمُٓوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, اعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur. اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. كُمۡ muttasıl zamiri اَنَّ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. إِلَیۡهِ car mecruru تُحۡشَرُونَ fiiline müteallıktır. تُحۡشَرُونَ fiili اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.وَٱذۡكُرُوا۟ ٱللَّهَ فِیۤ أَیَّامࣲ مَّعۡدُودَ ٰتࣲۚ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Fiile müteallık car mecrur فِیۤ أَیَّامࣲ ’deki فِیۤ harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi فِیۤ harfinde zarfiyyet anlamı vardır. أَیَّامࣲ lafzına dahil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur. Gün içine birşey konabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Gün ve zarfiyyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır.
[Allah'ı belirli günlerde] teşrik günlerinde, namazların peşinde, kurbanları keserken, şeytan taşlarken hep [zikredin.] Teşrik günleri ‘’eyyâm-ı nahr’’denen Zilhiccenin onuncu gününden sonraki üç gündür. Bunun ilk günü, Zilhiccenin on birinci günüdür. İkinci günü de, nefr-i evvel günüdür. Buna böyle denmesinin sebebi; hacıların bir kısmının bu günde Mina'dan ayrılmaları sebebiyledir. Üçüncü günü ise, nefr-i sanî günüdür. İşte ‘’eyyâm-ı nahr’’ denen bu üç güne, şeytan taşlama günleri ve namazların ardından tekbir getirme günleri denir. (Ruhu’l-Beyân)
فَمَن تَعَجَّلَ فِی یَوۡمَیۡنِ فَلَاۤ إِثۡمَ وَمَن تَأَخَّرَ فَلَاۤ إِثۡمَ عَلَیۡهِۖ لِمَنِ ٱتَّقَىٰ وَٱتَّقُوا۟ ٱللَّهَ
Şart üslubunda talebî inşâî isnad olan, ikinci cümle فَ ile önceki cümleye atfedilmiştir. فَ için istînâfiyye olduğu da söylenmiştir.
Buradaki ف , Allah’tan kullarına bir rahmet olarak azimetin zikredilmesinin ardından ruhsatın zikredilmesinin takibi için gelmiştir. (Âşûr)
مَن şart ismi, mübtedadır. Şart cümlesi olan تَعَجَّلَ müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
...فَلَاۤ إِثۡمَ şartın cevabıdır. Cinsini nefyeden لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Çünkü car mecrur عَلَیۡهِ ’nin müteallakı olan لَاۤ ‘nın haberi mahzuftur. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, cümlenin mübtedasının haberidir.
Aynı formdaki ikinci şart cümlesi ...وَمَن تَأَخَّرَ makabline matuftur.
مَن تَعَجَّلَ فِی یَوۡمَیۡنِ فَلَاۤ إِثۡمَ عَلَیۡهِ cümlesiyle وَمَن تَأَخَّرَ فَلَاۤ إِثۡمَ عَلَیۡهِۖ cümlesi arasında güzel bir mukabele sanatı vardır.
أَیَّامࣲ - یَوۡمَیۡنِ ve ٱتَّقَىٰ - ٱتَّقُوا۟ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
تَعَجَّلَ - تَأَخَّرَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
فَلَاۤ إِثۡمَ عَلَیۡهِۖ cümlesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
İtiraziyye veya beyaniyye olarak fasılla gelen لِمَنِ ٱتَّقَىٰۗ cümlesinde mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَنِ , başındaki harf-i cerle birlikte mahzuf mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri هو لمن اتّقى ‘dır. ٱتَّقَىٰ , mevsulün her zaman kendisini takip eden sılasıdır. İsm-i mevsûllerde müphem yapıları nedeniyle tevcih sanatı vardır.
وَٱتَّقُوا۟ ٱللَّهَ cümlesi ayetin başındaki ...وَٱذۡكُرُوا۟ cümlesine matuftur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır. Bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil Allah isminin ayette tekrarı telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet duygusu uyandırma amacına matuftur. Ayrıca bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Kim iki gün içinde acele edip dönerse,] kim acele edip eyyâm-ı nahrın ikinci günü Mina'dan çıkmak ister, bu üç günlük zaman içinde şeytan taşlamakla ilgili olarak iki günle yetinirse, üçüncü gününde şeytan taşlamak için Mina'da beklemek ve kalmak istemezse, böyle bir acelede [ona bir günah yoktur.] Buna ruhsat verilmiştir. [Kim de geri kalırsa, ona da bir günah yoktur.] Kim zevalden önce, üçüncü günü şeytan taşlamasına kadar kalırsa, ruhsatı terkettiği için kendisine bir günah yoktur. Mana şöyledir: Kişi acele etmekle erteleme arasında serbesttir. ”Ertelemek daha faziletli değil midir?" diye sorulursa, elbette bu daha faziletlidir. Ancak buradaki muhayyerlik faziletli ile en faziletli arasındadır. [Bu, Allah'tan korkan içindir.] Yani zikredilen bu muhayyerlik ve günah olmama yönü, sadece Allah'ın koyduğu yasaklardan sakınanlar içindir. Çünkü gerçek hacı ve haccından yararlanacak olan kimse, yasaklardan sakınan kimsedir. Bu, farzları zahiren de olsa yerine getirmişse böyledir. (Ruhu’l-Beyân)
Muhayyerlik için "günah yoktur" denmesi, Cahiliye insanlarının iddiasını açıkça reddetmek içindir. Zira Cahiliye döneminde kimileri acele edenleri (haccı bitirip üçüncü günü kalmayanları), kimileri de geri kalanları (üçüncü günde de kalanları), gecikenleri günahkâr sayarlardı. (Ebüssuûd - Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1390, Fahreddin er-Râzî)
وَٱعۡلَمُوۤا۟ أَنَّكُمۡ إِلَیۡهِ تُحۡشَرُونَ
Ayetin öncesine matuf son cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Tekid ifade eden masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar tevilindeki cümle, اعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Cümlede car mecrurun amili olan تُحۡشَرُونَ fiiline takdimi, tahsis ifade eder. Haşrın, sadece ve sadece ona olacağı kasr üslubuyla belirtilmiştir. إِلَیۡهِ maksûrun aleyh, تُحۡشَرُونَ maksûrdur. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur.
Müsnedin muzari fiille gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
اِلَيْهِ تُحۡشَرُونَ [O'na haşrolunacaksınız] sözü, lafzen sarih olarak Allah'a dönüşe delalet eder. Bunun yanında bu sarih delalet, söylenmemiş başka bir delaleti de kapsar. Bu da hesap, sevap ve cezadır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 4, Zuhruf/85, S. 370) Buna da lazım melzum alakasıyla mecâz-ı mürsel denir.
[O’nun huzurunda toplanacağınızı biliniz.] Yani diriltilerek bir araya getirileceğinizin ve yaptıklarınızın karşılığını göreceğinizin farkında olunuz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
[O halde] hac yaparken olsun, sonra olsun [Allah'tan korkun ve bilin ki, mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız.] İşlediklerinizin karşılığını görmek ve almak için diriltilecek ve O'nun huzurunda toplanacaksınız. Bu, takva ile emri pekiştirmekte ve Allah'ın emrine bağlanmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü insanlar hacdan döndüklerinde, Allah'a karşı suç işleme konusunda cesaretli oluyorlardı. Böylece onların uyarılması hususunda şiddetli davranılmıştır. (Ruhu’l-Beyân)
Ayettekiاعلموا emri, tezkir (hatırlayın) anlamındadır. Çünkü onlar bunu zaten biliyorlardı. (Âşûr)
Haşr", dağınık şeyleri bir araya toplamaktır.
واعلمو Ve şunu bilin ki" takva emrinin tekididir ve bu emri yerine getirmeyi tazammun eder. Çünkü haşri, Allah'ın (cc) huzurunda görülecek hesabı, ceza ile mükâfatı kesin olarak bilmek, takvaya bağlı kalmanın en büyük sebeplerindendir. (Ebüssuûd)
Cenâb-ı Hakk'ın "Biliniz ki, siz O'nun huzuruna varıp toplanacaksınız" kavline gelince; bu takva ile ilgili emr-i tekid olup, bu hususta çok dikkatli olmaya bir teşviktir. Çünkü mutlaka haşrin, hesaba çekilmenin, sorgulanmanın olduğunu ve ölümden sonra cennet veya cehennemden başka bir yurdun bulunmayacağını kim düşünürse, bu onu takvaya davet eden sebep ve vasıtaların en kuvvetlilerinden birisi olur. Haşr’e gelince bu, insanların kabirlerinden çıkmalarının başlangıcından hesap meydanına varmalarına kadar cereyan eden hallerin tümüne birden verilen bir isimdir. Çünkü onların bu meydanda bulunmaları, ancak bu işlerin hepsiyle beraber tamam olur. Hak Teâlâ'nın اليه (Ona) ifadesinden murad, "O'nun dışında bir mâlik ve O'ndan başka sığınak bulunmayan bir huzura, makama." demektir. Yani, her nefis mutlak surette Allah'ın huzuruna varacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak, يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْـًٔاۜ وَالْاَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلّٰهِ [O günde hiçbir nefis başka bir nefis için bir şey yapamayacaktır. Emir o vakit, sadece Allah'a aittir] (İnfitâr, 19) buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمِنَ |
|
|
2 | النَّاسِ | insanlardan |
|
3 | مَنْ | kiminin |
|
4 | يُعْجِبُكَ | senin hoşuna gider |
|
5 | قَوْلُهُ | sözü |
|
6 | فِي | dair |
|
7 | الْحَيَاةِ | hayatına |
|
8 | الدُّنْيَا | dünya |
|
9 | وَيُشْهِدُ | ve şahid tutar |
|
10 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
11 | عَلَىٰ |
|
|
12 | مَا | olana |
|
13 | فِي |
|
|
14 | قَلْبِهِ | kalbinde |
|
15 | وَهُوَ | oysa o |
|
16 | أَلَدُّ | en azılısıdır |
|
17 | الْخِصَامِ | hasımların |
|
Yukarıda biri yalnız dünyayı isteyen, diğeri de hem dünyanın hem de âhiretin iyiliklerini isteyen iki insan tipinden söz edilmişti. Bu âyetlerde yine iki tip insan başka açılardan tanıtılmaktadır. Bunlardan biri güzel sözlü fakat kötü niyetli, bozguncu ve yıkıcıdır; diğeri de “kendisini Allah’ın hoşnutluğuna adamış” olup –âyette zikredilmemekle birlikte– sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır ki, ötekinin taşıdığı kötü niteliklerden arınmıştır.
Bazı münafıkların Hz. Peygamber’in yanında dost gibi gözüküp arkasından yıkıcı hareketlerde bulunmaları üzerine bu âyetlerin indiği yolunda rivayetler varsa da müfessirlerin çoğunun görüşü, âyetlerin anılan nitelikleri taşıyan herkesi kapsadığı yönündedir (Râzî, V, 187). Râzî’nin de belirttiği gibi Allah Teâlâ bir topluluğu, bazı kötü niteliklerini göstererek yerdiğinde, bundan o kişilerin zatını değil niteliklerini yerdiği anlamı çıkar. Şu halde kim bu kötü nitelikleri taşıyorsa yergiyi de hak ediyor demektir (V, 197-198). Böylece bu âyetler Hz. Peygamber dönemindeki belli bir veya birkaç münafık hakkında inmiş olsa bile münafıklık, riyakârlık, bozgunculuk, tahripçilik gibi kötü huy ve davranışlar konusunda bütün insanlar için bir uyarı ve caydırıcılık değeri taşımaktadır.(Diyanet Kur’ân yolu tefsiri)
Riyazus Salihin, 691 Nolu Hadis
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Dört huy kimde bulunursa, o adam tam münafık olur. Bir kimsede bu huylardan biri bulunursa, o huydan vazgeçinceye kadar onda münafığın özelliklerinden biri var demektir. O dört huya sahip olan kimse:Kendisine bir şey emanet edilince hiyânet eder.
Konuşunca yalan söyler.
Bir antlaşma yapınca sözünde durmaz.
Düşmanlık yapınca da aşırı gider.”
Buhârî, Îmân 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, Îmân 106. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 14; Nesâî, Îmân 20
Riyazus Salihin, 997 Nolu Hadis ;Ebû Mûsa el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kur’ân okuyan mü’min portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan mü’min hurma gibidir: Kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân okuyan münâfık fesleğen gibidir: Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık Ebû Cehil karpuzu gibidir: Kokusu yoktur ve tadı da acıdır.”
Buhârî, Et’ime 30 Fezâilü’l-Kur’ân 17, Tevhîd 36; Müslim, Müsâfirîn 243. Ayrıca bk. Ebû Dâvud, Edeb 16; Tirmizî, Edeb 79; İbni Mâce, Mukaddime 16
Kalebe قلب :
Bir şeyin kalb olması; onun bir şekilden başka bir şekle (bir elbiseyi ters yüz etmek gibi) ya da bir durumdan diğerine döndürülmesidir. Yine insanın kalbindeki duyguların çokça değişmesi, evrilip çevrilmesinden dolayı böyle adlandırıldığı söylenmiştir. Göğsün sol tarafında bulunan ve kaslardan oluşan kalp organı ise atardamarlarla bedendeki tüm azalara kan gönderir ve sonra kan ona geri döner, böylece daima bir tutma ve bırakma faaliyeti içinde bulunur. Onun gibi kendiliğinden bu döngüyü yapabilen başka bir organ bulunmaması nedeniyle bu isimle adlandırılmıştır. Aynı kökten gelen إنْقِلاب kelimesi döndürülmek, bir işi bırakmak ve geri dönmek anlamlarına gelir. Kuran-ı Kerim’de de geçen ve yine kalb kökünden gelen تَقَلُّب sözcüğü ise, bir ileri/ bir geri hareket etmek, dönüp dolaşmak demektir. Son olarak tef’il babından türeyen تَقْلِيب kelimesi de geçtiği yerlerde değişim ve dönüşümdeki şiddet ve kuvveti ifade eder. Yine Türkçede kullandığımız kulp kelimesinin aslı Arapçadaki burma (döndürülmüş) bileziktir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 168 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri kalp, kalıp, inkılap, munkalip, kalibre, maklube, kulp, kalp(azan)dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Yucibuke kelimesinin kökü acebe (عجب) olup bir şeyin sebebini bilmediği zaman insana arız olan haldir (acayip, acaba, taaccüb). Ucube de çok garip ve tuhaf şey demektir. Bu kelime bazen istiare yoluyla bir şeyden hoşlanan için kullanılır ki ayette de böyle bir kullanım söz konusudur.
Eleddu boynunun yan tarafı sert olan kişidir. Bu, onun istediği şeyi yapamayacak kadar hareketini etkiler. Azılı, şiddetli manası vardır (ayetteki manası, öylesine düşmanlık besler ki boynu kasılıp kalır, gibi düşünülebilir).
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ
وَ atıf harfidir. مِنَ النَّاسِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası یُعۡجِبُكَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
یُعۡجِبُ muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. قَوۡلُهُۥ faildir. فِی ٱلۡحَیَوٰةِ car mecruru یُعۡجِبُكَ fiiline müteallıktır. ٱلدُّنۡیَا kelimesi ٱلۡحَیَوٰةِ kelimesinin sıfatıdır.
وَ istînâfiyyedir, haliyye olması da caizdir. یُشۡهِدُ muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. ٱللَّهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مَا müşterek ism-i mevsûlü عَلَىٰ harf-i ceriyle birlikte یُشۡهِدُ fiiline müteallıktır. فِی قَلۡبِهِ car mecruru mahzuf ism-i mevsûlün sılasına müteallıktır. Takdiri; من مدلول القول (sözün delalet ettiği şeylendendir) şeklindedir.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. أَلَدُّ haberdir. ٱلۡخِصَامِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَهُوَ أَلَدُّ ٱلۡخِصَامِ [halbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.] Düşmanlıkta aşırı giden bir kişidir. عَلِمَ babından لَدَّ - يَلُدُّ - لَدَدًا denir. Bu işi yapan kişiye اَلَدُّ denilir. اَلَّدُّ kelimesi de اَلَدِّ kelimesinin çoğuludur ve قَوْمًا لُدًّا [azılı düşman bir topluluk.] [Meryem 19/97] ayetinde de geçmektedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
خِصَام kelimesi [müfâale babından] خَاصَمَ - يُخَاصِمُ - مُخَاصَمَةً - حِصَامًا kalıbında masdardır. Zeccâc, اَلَّدُّ kelimesindeki elif harfinin ism-i tafdîl kalıbı için getirildiğini söylemiştir. Ona göre خِصَام da خَصْم kelimesinin çoğuludur. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا
وَ istînâfiyyedir veya 200. Ayette geçen ...فمن الناس cümlesine matuftur. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. مِنَ ٱلنَّاسِ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ismi mevsul مَن , cümlenin muahhar mübtedasıdır.
Mevsûlün sılası ...یُعۡجِبُكَ , müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Bahse konu olan kişinin adı kerih görüldüğü için zikredilmeyip ism-i mevsûlle anlatılabilir.
Önceki ayetteki cemi muhatap zamirinden, bu ayette müfret muhatab zamirine iltifat edilmiştir.
Şayet فِی ٱلۡحَیَوٰةِ ٱلدُّنۡیَا [dünya hayatında] ifadesi neye taalluk etmektedir?” dersen, şöyle derim: “Dünya hayatının anlamına dair söyledikleri senin hoşuna gider” mânasına gelecek şekilde قَوۡلُهُۥ [söz] kelimesine taalluk etmektedir. Çünkü o boş sevme iddiasıyla dünya paylarından bir pay talep etmekte olup, muradı ahiret değildir. [Ve] yemin edip, “Kalbimde sana ve İslam’a karşı olan sevgime Allah şahittir” diyerek [kalbinde olana Allah’ı şahit tutar.] (Keşşâf)
وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ
وَ istînâfiyye veya atıftır. Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafz-ı celâllerde tecrîd sanatı vardır.
فِی قَلۡبِهِ , cer mahallindeki müşterek ismi mevsûlün mahzuf sılasına müteallıktır. Bu
فِی harfinde zarfiyye manası dolayısıyla istiare vardır. Bu cümlede harfin dâhil olduğu kelime, yani kalp zarfa benzetilmiştir. Câmi her ikisinde de mevcût olan mutlak irtibat ve alâkadır. Zarfiyye manası taşıyan فِی harfiyle içindekinin oraya yerleştiği manası ifade edilmiştir.
Ayetin son cümlesi bahsi geçen kişiyle ilgili, وَ ’la gelmiş hal cümlesidir. İsme isnad edilmiş isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsned, az sözle çok anlam ifadesi için izafetle gelmiştir.
ٱلۡخِصَامِ kelimesi masdardır.
Böyle iken insanlardan bazısı vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözleri, senin hayretini celbeder ve çok beğenecek olursun. O, kalbindekine Allah'ı şahit tutar da; ‘’kalbime, vicdanıma Allah şahittir ki bu böyle, şu şöyle’’ gibi yeminler ederek tatlı tatlı diller dökerek seni kandırmak için parlak sözler söyler. Halbuki gerçekte onun düşmanlığı yamandır ve aslında murdar olan kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek gaddar olur. (Elmalılı)
Rivayete göre bu ayet Ahnes b. Şerîk es-Sekafî hakkında nazil olmuştur. Bu adam yakışıklı ve güzel konuşan biriydi. Sık sık huzura gelerek İslam'a ve Resûlüllah'a muhabbetini dile getirirdi.
Bir görüşe göre de ayet, genel olarak münafıklar hakkında nazil olmuştur. (Ebüssuûd)
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذَا | zaman |
|
2 | تَوَلَّىٰ | döndüğü |
|
3 | سَعَىٰ | çalışır |
|
4 | فِي |
|
|
5 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
6 | لِيُفْسِدَ | bozgunculuğa |
|
7 | فِيهَا | orada |
|
8 | وَيُهْلِكَ | ve yok etmeğe |
|
9 | الْحَرْثَ | ekin |
|
10 | وَالنَّسْلَ | ve nesli |
|
11 | وَاللَّهُ | Allah |
|
12 | لَا |
|
|
13 | يُحِبُّ | sevmez |
|
14 | الْفَسَادَ | bozgunculuğu |
|
Düşmanların da olsa ekinlerini, hayvanlarını, neslini helak etmeyi hoş görmüyor Kur’ân. Biz olsak “Hakkettiler“ derdik. Savaş, savaş alanındadır diyor Kur’ân.
İşte Kur’ân ın etikliği. Birkaç ayet önce Allah haddi aşanları sevmez demişti.
Bu da bir “had aşma”. Allah fesadı sevmez. Fesat insan, fesat çıkarır. Bize düşen Allah’ın sevdiğini sevmek, buğzettiğine buğzetmektir.
Ekini bozmak, gdo ile uğraşmak da arzı bozmak kapsamındadır. Nesli helak etmek, çocuk çalmak, süt bankaları, vb. Hatta aşılar için bile bugün çeşitli söylentiler var.
Seaye سعي :
سَعْيٌ süratli yürümedir; koşmanın bir alt derecesidir. Bu kelime ister hayır, ister şer olsun bir konuda çabalamak/gayret sarf etmek için de kullanılır. سَعْيٌ sözcüğü daha çok övgüye değer fiillerle ilgili kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir isim ve bir fiil formunda olmak üzere 30 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri say ve mesâidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ
وَ atıf harfidir. إِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.
إِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kesin olan durumlar için gelir. تَوَلَّىٰ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Şartın cevabı سَعَىٰ ‘dır. سَعَىٰ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Fiilin faili müstetir olup takdiri هو ’dir. فِی ٱلۡأَرۡضِ car mecruru سَعَىٰ fiilinin failinden mahzuf haline müteallıktır. Takdiri: متنقّلا (naklederek) şeklindedir.
لِ harfi یُفۡسِدَ fiilini gizli اَنْ ile nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte سَعَىٰ fiiline müteallıktır. فِیهَا car mecruru یُفۡسِدَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. یُهۡلِكَ mansub muzari fiildir. یُفۡسِدَ fiiline atfedilmiştir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. ٱلۡحَرۡثَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. ٱلنَّسۡلَ kelimesi atıf harfi وَ ’la ٱلۡحَرۡثَ ’e atfedilmiştir.
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. Mübtedanın haberi لَا یُحِبُّ ٱلۡفَسَادَ cümlesi haber olup mahallen merfûdur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. ٱلۡفَسَادَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
یُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حبب’dir. İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhûl, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ
وَ atıftır. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Haber manalı olduğu için ...یُشۡهِدُ ٱللَّهَ cümlesine atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart fiili olan تَوَلَّىٰ , müstakbel şart manalı zaman zarfı إِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı da müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sebep bildiren lam-ı ta’lilin dahil olduğu cümle, masdar teviliyle سَعَىٰ fiiline müteallıktır. Aynı üsluptaki وَیُهۡلِكَ ٱلۡحَرۡثَ وَٱلنَّسۡلَۚ cümlesi, masdar-ı müevvele matuf, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
واذا تولي سعي في الارض ليفسد فيها cümlesindeki سعي fiili, yakıp yıkmada çok hızlı davrandıklarını, fitne çıkarmada da büyük gayret içinde olduklarını göstermektedir.
في الارض sözü de, -Münafıklardan birisi olan Ahnes b. Şerîk ki ayet onun hakkında inmiştir- onun fiilleri ve sözleriyle yaptığı fesadın çokluğuna; öyle ki, sanki yeryüzünün tamamının fesatla kaplanmış olduğuna işaret etmektedir.
ويهلك الحرث و النسل cümlesindeki atıf, hususi olanın umum üzerine atfı babındandır. Çünkü fesat, kan dökmeyi de mal yağmalamayı da içermektedir. Böylece bu atıfta fesadın bu çeşidinin ne kadar dehşet verici olduğuna işaret edilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1391, 1392, 1394)
یُفۡسِدَ - یُهۡلِكَ ve ٱلۡحَرۡثَ ٱلنَّسۡلَۚ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
[Ekin ve nesli yok etmeye çalışır.] Bozgunculuk ile ilgili yapılabilecek en ileri seviyedeki niteleme budur. Bu ifade fesahatin zirvesindedir. Çünkü dünya yerden ve dişilerden çıkanlar sayesinde ayakta durur. Onlar kesilirse dünya da son bulur. Cennet ile ilgili olarak وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَشْتَه۪ٓي اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَدَّعُونَۜ [Canlarınızın çektiği her şey var, istediğiniz her şey orada sizin için var.] (Fussilet 41/31) ve وَف۪يهَا مَا تَشْتَه۪يهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُۚ [Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.] (Zuhruf 43/71) ayetlerinde de bu tür bir anlatım vardır ki cennetteki nimetler ile ilgili anlatılabilecek en üst nokta budur. اَخْرَجَ مِنْهَا مَٓاءَهَا وَمَرْعٰيهَاۖ [Ondan suyunu ve merasını çıkardı.] (Nâziât 79/31) ayeti de yeryüzünde verilen nimetin zirvesidir. [Ekini ve nesli yok etmeye çalışır] ayeti hakkında şöyle de denilmiştir: “Yani anneleri ve çocukları yok eder. Çünkü kadınlar ekin ekilen tarlalardır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Hak Teâlâ'nın "Ekini ve nesli helak etmek için..." buyruğu, kısalığına rağmen son derece fasih ve çok tesirli bir manaya delalet eden lafızlardandır. (Fahreddin er-Râzî)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
وَ istînâfiyyedir. Menfi fiile isnad edilmiş isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Olumsuz siyakta müsnedün ileyhin takdimi hükmü takviye ifade etmiştir. Allah Teâlâ fesad kimseleri sevmediğini isim cümlesi formuyla bildirmiştir. İsim cümlesi sübut ifade eder.
Olumsuz bir cümlede ismin fiile takdim edilmesi, fiilin bu isimdeki olumsuzluğunu ama başka isimlerdeki varlığını ifade eder. (Sâmerrâî, Beyâni Tefsir Metodu, Yasin Sûresi/40)
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüd ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla, sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip, hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, kalplere telezzüz, teberrük ve korku duyguları salmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
ٱلۡفَسَادَ kelimesi masdar kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.
هم zamiri değil de zahir isim olarak ٱلۡفَسَادَ kullanılması, onları zemmetmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذَا | ve zaman |
|
2 | قِيلَ | dendiği |
|
3 | لَهُ | ona |
|
4 | اتَّقِ | kork |
|
5 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
6 | أَخَذَتْهُ | kendisini sürükler |
|
7 | الْعِزَّةُ | gururu |
|
8 | بِالْإِثْمِ | günaha |
|
9 | فَحَسْبُهُ | artık ona yeter |
|
10 | جَهَنَّمُ | cehennem |
|
11 | وَلَبِئْسَ | ve ne kötü |
|
12 | الْمِهَادُ | bir yataktır o |
|
Ona “Allah’tan kork, takvalı ol” dendiği vakit, onu izzet (kibir, büyüklük), günahla yakalar, ele geçirir.
Ona cehennem yeter. O ne kötü bir yerdir, beşiktir. Burada kinaye var: Beşik insanın en rahat olduğu, güvende olduğu yerdir.
Aziz: çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur. (İmam Gazali)
İzzet kelimesinin bu şekilde iyi anlamı da, kibirli anlamı da vardır.
Aziz: çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur demektir. (İmam Gazali)
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
وَ atıf harfidir. İstînâfiyye olması da caizdir. إِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.
إِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kesin olan durumlar için gelir. قِیلَ fiili meçhul bina edilmiştir. Naib-i faili mahzuftur. Takdiri: القول şeklindedir. Muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لَهُ car mecruru ق۪يلَ fiiline müteallıktır.
Fiilin mekulü’l-kavli olan cümle ٱتَّقِ ٱللَّهَ ’dir. قِیلَ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. ٱتَّقِ illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. ٱللَّهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Şartın cevabı أَخَذَتۡهُ ٱلۡعِزَّةُ ’dur. أَخَذَتۡ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ ise müenneslik alametidir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱلۡعِزَّةُ kelimesi fail olup lafzen merfûdur. بِٱلۡإِثۡمِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri: متلبسة (kuşanmış olarak) şeklindedir. بِ harf-i ceri musahabe içindir.
فَ istînâfiyyedir. حَسۡبُهُۥ mukaddem haberdir. جَهَنَّمُ muahhar mübtedadır. وَ kasem harfidir. لَ mukadder kasemin başına gelen vakıadır. Takdiri والله şeklindedir. بِئْسَ , zem anlamı taşıyan camid fildir. ٱلۡمِهَادُ faildir. بِئْسَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri: جهنم şeklindedir.وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ
وَ atıf harfi, إِذَا şart ve istikbal manalı zaman zarfıdır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Haber manalıdır. Şart ve cevap cümlelerinden oluşmuş terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart fiili meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. قِیلَ fiilinin mef’ûlü olan mekulü’l-kavl cümlesi ٱتَّقِ ٱللَّهَ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şartın cevabı olan ...أَخَذَتۡهُ ٱلۡعِزَّةُ cümlesi, müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Sâmerrâî, Ala Tarîqi’t Tefsîri’l Beyânî, C. 2, s. 88.)
Mahzuf hale müteallık car mecrur بِٱلۡإِثۡمِۚ ‘deki بِ harfi, sebebiyyedir. Âşûr ise mülabese için olduğunu söyller.
Ona, ٱتَّقِ ٱللَّهَ [Allah’tan kork, takvalı ol] dendiği vakit, onu izzet (kibir, büyüklük), günahla yakalar, ele geçirir.İmam Gazzâlî ‘aziz’ kelimesini üç şekilde açıklar: Çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur.Âşûr, العزة’teki ال için “ahd” olduğunu, اخذته العزة ifadesi için de “kinayedir” demiştir.أَخَذَتۡهُ ٱلۡعِزَّةُ بِٱلۡإِثۡمِۚ Burada ٱلۡعِزَّةُ lafzından sonra ٱلۡإِثۡمِۚ lafzı zikredilmiştir. Edebiyatçılar bu sanata tetmîm (tamamlama) sanatı derler. Çünkü izzet lafzı genellikle övülen bir vasfı akla getirir. Böyle olmadığını bu izzetin yerilen bir izzet olduğunu göstermek için ondan sonra ٱلۡإِثۡمِۚ lafzı getirilmiştir. (Safvetü't Tefâsir).اخذته العزة بالاثم cümlesinde, istiare-i tebeiyye vardır. الاخذ (almak), الحمل (yükünü almak, yüklenmek) manasında istiare yapılmıştır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1395)
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ
فَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil bu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ameline karşılık olarak cehenneme girmek ve ebediyen orada kalmak ona yeter. Bu çok şiddetli bir tehdittir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Ayetin bu son cümlesi kasem üslubunda gayrı talebî inşâi isnaddır. Kasemin cevabı olan بِئۡسَ zem fiilidir. Zemin mahsusu olan جَهَنَّمُ kelimesi hazfedilmiştir. ٱلۡمِهَادُ zem fiilinin failidir.
Kasem fiilinin ve zemin mahsusunun hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
وَلَبِئۡسَ ٱلۡمِهَادُ ifadesi bir nevi hakaret ve alaydır. Yani, nasıl bir anne oğluna yumuşak yatak ve örtü ile hizmet edip ikramda bulunursa, cehennem de öylece onlar için hazırlanmış bir döşektir!..(Safvetü't Tefâsir)
Burada kinaye olduğu da söylenmiştir. Beşik insanın en rahat olduğu, güvende olduğu yerdir.
Yani ahirette kendisi için hazırladığı kalma yeri ne kadar kötüdür. Bu tehdit ile Allah Teâlâ onun fiilinin kötü olduğunu bildirmiş ve kullarının bu işe şaşırmalarını sağlamıştır. Burada geçen مِهَادُ kelimesi aslında iyi şeyler için kullanılır. وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِاَنْفُسِهِمْ يَمْهَدُونَۙ [Salih işler yapanlar kendileri için cennette yer hazırlarlar.] (Rûm 30/44) ayetinde durum böyledir. Ancak burada bu kelime mümin için zikredilen müjdenin karşılığında kâfire karşı tehdit olarak zikredilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Âşûr, tehekkümi istiare olduğunu söyler.
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ
“Merdâti” yi iyi anlamak için üç seviyeden bahsedecek olursak.
1. seviye: Allah’ın hoşuna gitmeyecek şeylerden uzak durmaya çalışmak.
2. seviye: Allah’ın hoşuna gidecek rızasını kazandıracak şeyler yapmaya çalışmak.
3. seviye: Sadece ve sürekli Allah’ın rızasını kazandıracak şeyler yapmak.
İşte “merdâti” bu üçüncü seviyenin adıdır.
İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını isteyerek nefsini satar (yani nefsini feda eder).
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ
وَ atıf harfidir. مِنَ ٱلنَّاسِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ ,muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası یَشۡرِی ’dir.
Îrabtan mahalli yoktur.
یَشۡرِی muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. نَفۡسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ٱبۡتِغَاۤءَ kelimesi sebebiyet bildiren mef’ûlun lieclihtir. مَرۡضَاتِ muzâfun ileyhtir. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır. ٱللَّهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. رَءُوفُۢ haber olup lafzen merfûdur. بِٱلۡعِبَادِ car mecruru رَءُوفُۢ kelimesine müteallıktır.
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ
Ayet, 200. Ayette geçen ...فمن الناس cümlesine matuftur. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. مِنَ ٱلنَّاسِ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَن , cümlenin muahhar mübtedasıdır.
Mevsûlün sılası olan ... یَشۡرِی fiili müsbet muzari fiildir ve cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Ayet, matuf olduğu cümleye benzer şekilde başlamıştır. Bu şekilde bir başka ayeti hatırlatan ifadelerde reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Bu sanat, iki ibare arasında geçenleri düşündürür. Bunlar sanki ara cümle gibi gelmiş, sonra tekrar ana konuya dönülmüştür.
Bahse konu olan kişinin adı, tazim amacıyla zikredilmeyip ism-i mevsûlle gelebilir.
Burada geçen یَشۡرِی kelimesi, “satın almak” demektir, ama باع [satmak] manasında kullanılmıştır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/18, S. 217)
ٱبۡتِغَاۤءَ مَرۡضَاتِ ٱللَّهِۚ izafeti, az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur. Ayrıca bu izafette lafza-i celâle muzâf olan ٱبۡتِغَاۤءَ - مَرۡضَاتِ kelimeleri şan ve şeref kazanmıştır.
مَن یَشۡرِی نَفۡسَهُ ifadesinde tasrihi tebeî istiare vardır. Müstear یَشۡرِی kelimesidir. Karine mef’ûl olan نَفۡسَ kelimesidir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, 1398)
Bu istiare farklı da kurulabilir. Ayette نَفۡسَهُ kelimesi ‘‘ticaret malı’’na benzetilir. Müşebbehu bih olan ‘‘ticâret malı’’ kelimesi hazfedilmiş, lâzımı olan یَشۡرِی fiili ayette yer almıştır. Böylece ayette müşebbehün bih değil de lazımı ve müşebbeh zikredildiği için istiare-i mekniyye olur.
“Kendini feda eden” ifadesi, nefsini Allah’a adayan anlamındadır. Bununla sadece Allah’ın rızasını talep eden kişi kastedilmektedir. Kişinin kendini Allah için satması, O’na itaat etmek ve yolunda cihad etmek için canını feda etmesi anlamında bir istiaredir. Allah Teâlâ’nın vereceği mükâfatı umarak onun için canını vermek anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Âşûr, يشري kelimesinin البذل (harcamak, sarfetmek, karşılıksız vermek) manasında mecaz olduğunu söylemiştir.
وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ
وَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil bu isim cümlesi, faide-i haberi ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması ve ayette tekrarlanması kalplerde telezzüz, teberrük ve ünsiyet duyguları uyandırmak içindir.
Allah lafzının zamir gelebilecekken açık isim olarak gelmesi, haberin büyüklüğünden dolayıdır ve öncesindeki cümlelerden bağımsız olup tezyil oluşması içindir. (Âdil Ahmet Sâbir er -Ruveyni, Min Ğarîbî Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1399)
العباد lafzının zamir olarak gelmemesinin sebebi, Allah’ın refetinin tüm kulları kapsayarak umum ifade etmesi içindir. Başındaki ال da istiğrak içindir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1400)
Âşûr, بالعباد kelimesindeki ال için istiğrak, ahd veya muzafun ileyhden ivaz olduğunu söylemiştir. Ona göre buradaki رعوف kelimesi de rahmet gibi lazımından kinayedir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. (Âşûr)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimeler |
|
3 | امَنُوا | iman eden(ler) |
|
4 | ادْخُلُوا | girin |
|
5 | فِي |
|
|
6 | السِّلْمِ | islama (veya barışa) |
|
7 | كَافَّةً | hepiniz birlikte |
|
8 | وَلَا |
|
|
9 | تَتَّبِعُوا | izlemeyin |
|
10 | خُطُوَاتِ | adımlarını |
|
11 | الشَّيْطَانِ | şeytanın |
|
12 | إِنَّهُ | çünkü o |
|
13 | لَكُمْ | size |
|
14 | عَدُوٌّ | düşmandır |
|
15 | مُبِينٌ | apaçık |
|
كَآفَّةً
Bunu yazı ile anlatmak çok zor ama yazmadan geçemeyeceğim.
Elif-med-şedde aynı kelimede bir araya gelmiş. Manası tamamen’dir. Ancak tecvit kuralıyla birlikte düşünüp Türkçe’ye çevirmeye çalışırsak ”TAAAAMMMAAAMMEENN” gibi anlam verebiliriz. Anlatmaya çalıştığım şey; kelimedeki tecvit kuralının metnin ruhuyla da örtüşüyor olmasıdır.
Hemen peşinden şeytanın adımlarına uyumayın uyarısı geliyor. Çünkü şeytan bizi yavaş yavaş saptırır. Sen zaten haramlardan uzak duruyorsun, Kur’ân öğreniyorsun, Arapçayı öğreniyorsun, arada bir senin de dinlenmeye ihtiyacın var fısıltılarını hepimiz işitmiyor muyuz zaman zaman?
Seleme kelimesi esre ile silm olarak okunduğunda İslam, üstün ile selm olarak okunduğunda sulh manasına gelir.
Kâffeten kelimesinin kökü kefefe (كفف) olup manası insanın elidir (kendisiyle alıp verdiği organ). Kâffetun, cemaate verilen bir isim olup buna bağlı olarak kâffeten topluca demektir. Sâbûni ayette kâffeten’i İslam’ın bütün hükümlerine uyma olarak değerlendirmiş, yani bir hükümle amel edip diğerini bırakmayın, mesela namaz kılıp, zekat vermemezlik etmeyin şeklinde yorumlamıştır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ
یَـٰۤأَ nida harfidir. اَيُّ , münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. ٱلَّذِینَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası ءَامَنُوا۟ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. ءَامَنُوا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı ٱدۡخُلُوا۟ فِی ٱلسِّلۡمِ ‘dir. ٱدۡخُلُوا۟ fiili, نَ ’un hazfi ile mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. فِی ٱلسِّلۡمِ car mecruru ٱدۡخُلُوا۟ fiiline müteallıktır. كَاۤفَّةࣰ kelimesi ٱدۡخُلُوا۟ filindeki zamirden hal olarak mansubtur.
وَ atıf harfidir.لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَتَّبِعُوا۟ fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. خُطُوَ ٰتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradir. ٱلشَّیۡطَـٰنِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
كَاۤفَّةࣰ [hep birden] ifadesi اَلْكَفُّ ‘’el çekmek; imtina etmek’’ kökündendir. Dolayısıyla müminler, birliktelikleri sayesinde içlerinden herhangi birinin hariçte kalmasını engellemiş olmaktadırlar. (Keşşâf)
اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan ٱدۡخُلُوا۟ cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
یَـٰۤأَیُّهَا ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Çeşitli tekit türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekit unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi, söylenecek şeylerin Allah katında bir mekâna sahip olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra ـٰۤأَیّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhâmdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir.( Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’ânî, S. 43)
İsm-i mevsûller muhakkak herkesin bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada iman edenler Peygamber Efendimiz ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
ءَامَنُوا۟ - ٱلسِّلۡمِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
“Ey iman edenler! Hepiniz topluca İslam’a girin.” Bir görüşe göre burada iman etmiş gibi görünen münafıklara hitap vardır. Onlara, barışa yani İslam’a tamamen hem kalbiniz hem de görünüşünüz ile girin denilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
‘’Ey imân edenler! Hepiniz İslâm'a girin." hitabının yöneldiği muhataba göre değişik yorumlar yapılabilir:
Münafıklara hitab:
-Ey imân etmiş görünenler veya görünüşte imân etmiş olanlar! Hepiniz birden, tamamen açık ve de gizli hâllerinizle Allah'a teslimiyet ve itaat içine, yani İslâm'a girin.
Ehl-i Kitab'a hitab:
-Ey Ehl-i Kitab! Hepiniz tamamiyle İslâm'a girin ve ona başka bir şey karıştırmayın. Müslüman olduktan sonra eski dininizin bazı hükümlerini, korumaya kalkışmayın. Bütün peygamberlere ve bütün mukaddes kitablara iman edin.
Yahudi veya Hıristiyan iken İslâmiyeti kabul edenlerin iman ile tavsif edilmiş olmaları, ya tağlîb (hitap tarzında imân ehlinin galip kılınması, onların nazara alınması) yoluyladır, ya da Ehl-i Kitabın eski imanları itibariyledir.
Buna göre, onların imânları ancak şu anda teklif edilenleri samimiyetle kabul etmeleri hâlinde sahih olur.
Müslümanlara hitab:
-Hepiniz bütün anlam ve kapsamı ile İslâm'a girin. Onun hükümlerinden hiçbirine halel getirmeyin.
Dağılmak ve dağıtmak suretiyle yahut size verilen buyruklara muhalefetle o şeytanın izinden gitmeyin! Çünkü o, sizin en amansız ve aşikâr düşmanınızdır. (Ebüssuûd ve Fahreddin er-Râzî)
Bu ayetteki emirden maksat, subut ve devamlılıktır. Manası da; islam üzere sabit kalın, teslim olmaya devam edin ve Allah’a bağlılığınızı da daim tutun şeklindedir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1401)
Duhul (ادخلوا) fiilinin, intiha için olan الي ile değil de في zarfiyye ile kullanılmasının esrarı şudur: Zaten islama dahil oldukları için sonuç bildiren الي ile kullanılması duruma uygun olmayacaktı, halbuki في ile kullanılması, onların, Allah’ın yoluna mutlak bağlılıkları ile imana olan teslimiyetlerini yükseltip arttırmalarının gerekli olduğuna işaret etmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1402)
وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ
Ayetin ikinci cümlesi atıfla gelmiştir. Cümle ٱدۡخُلُوا۟ cümlesine matuftur. İki cümle arasında inşâi isnad olma bakımından ittifak vardır.
Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
خُطُوَ ٰتِ ٱلشَّیۡطَـٰنِۚ izafeti yoluyla az söz ile çok şey ifade edilmiştir. Bu sebepledir ki belâgat ilminde izafet terkibi îcâz bağlamında ele alınmış az söz ile çok şey anlatma yollarından biri olarak değerlendirilmiştir.
اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Cümle fasılla gelmiştir. Fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir. İsim cümlesi formunda إِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Car mecrurun amiline takdimi, takdim-tehir sanatıdır.
Cümle ta’liliyyedir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Cümlede sıfat nedeniyle ıtnâb vardır.
Anlatılmak istenen şeytanın bize olan düşmanlığı olduğu için لَكُمۡ takdim edilmiştir.
مُّبِینٌ [apaçık] hiç gizlisi saklısı olmayacak şekilde, düşmanlığı açık olan demektir. (Keşşâf)
Ayetin bu bölümü, yasaklama nedenini açıklamaktadır. Yani şeytanın adımlarına tabi olmamanın sebebi onun apaçık bir düşman olmasıdır.
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَإِنْ | eğer |
|
2 | زَلَلْتُمْ | kayarsanız |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | بَعْدِ | sonra |
|
5 | مَا |
|
|
6 | جَاءَتْكُمُ | size geldikten |
|
7 | الْبَيِّنَاتُ | açık deliller |
|
8 | فَاعْلَمُوا | bilin ki |
|
9 | أَنَّ | şüphesiz |
|
10 | اللَّهَ | Allah |
|
11 | عَزِيزٌ | daima üstündür |
|
12 | حَكِيمٌ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
Ayette geçen “zeleltüm” (kayarsınız) fiili, Hz. Adem ve Hz. Havva’nın şeytan tarafından kaydırıldığı/kandırıldığı ayetteki fiille aynıdır.
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
فَ istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. إِن şart harfi iki muzari fiili cezmeder. زَلَلۡ şart fiili mahallen meczumdur. Muttasıl zamir تُم fail olarak mahallen merfûdur. مِّنۢ بَعۡدِ car mecruru زَلَلۡتُم fiiline müteallıktır. مَا ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhidir. جَاۤءَتۡ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱلۡبَیِّنَـٰتُ faildir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اعْلَمُٓوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, اعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur. اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli, اَنَّ ’nin ismi olarak fetha ile mansubtur. عَزِیزٌ haber olup lafzen merfûdur. حَكِیمٌ ise ikinci haberdir.فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
فَ atıftır. Ayet, önceki ayette geçen ٱدۡخُلُوا۟ fiiline matuftur. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi ...زَلَلۡتُم مِّنۢ müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidâî kelamdır. مَا masdariyyedir. Masdar-ı müevvel zaman zarfı بَعۡدِ ‘nin muzafun ileyhidir.
Şartın cevabı olan ... فَٱعۡلَمُوۤا۟ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ‘nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. Bu cümle masdar teviliyle ٱعۡلَمُوۤا۟ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Ayetin fasılası mesel tarikinde tezyildir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Allah'ın عَزِیزٌ ve حَكِیمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında vav olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
[Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer yine yan çizerseniz.] Yani samimiyetten ve ihlastan başka tarafa meyleder, bu kadar delilin ortaya çıkmasından sonra münafıklık üzerinde kalırsanız, demektir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
ٱلۡبَیِّنَـٰتُ (Beyyineler) sözü, hazf edilen ‘ayetler’ kelimesinin sıfatıdır. Böylece sıfatın çok belirgin olduğu îcâz-ı hazif ile ifade edilmiştir.
Bu ayet-i kerimelerde her ne kadar hitap Peygamber Efendimiz’e (sav) olsa da umumidir. Bu ayetlerin siyakında zikredilen kişilere tariz vardır. Müşriklerin doğru yoldan kaydıklarına ve şart fiilinin vukuunun kesinliğine de işaret vardır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Size ‘’beyyineler’’, aklınızı erdirecek açık deliller geldikten sonra da kusur eder, barışa ve selamete girmekten ayrılırsanız biliniz ki Allah, gerçekten Azîz ve Hakîmdir, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Benzeri bulunmaz, yenilmeyen galip, güç ve kuvvet sahibidir ki hükmüne karşı gelinmez, dilediğini yapar, emrini derhal yerine getirir. Bununla beraber hikmet sahibidir, her hikmeti bilir, yaptığını hikmetle sağlam olarak yapar. İnsanların barış ve selametle, İslam nizamı ile yaşaması da hikmetindendir. Azîz olan Allah, bu nizama karşı gelen ve şeytanlık yollarına sapıp, tevhid hükmünü ve barış hükümlerini bozmaya çalışan günahkârların haklarından gelir, belalarını verir, eğer tehir ederse (geriye bırakırsa) o da hikmetindendir. (Elmalılı)
Ayette teşâbüh-i etrâf vardır. Teşâbüh-i etrâf, beytin veya cümlenin sonunda kelamın başına uygun bir kelimenin zikredilmesidir. Bu konuda şöyle bir rivayet vardır. Bir Arap Kur’an okuyan birini işitir. Ancak kari’ ayet-i kerimenin son bölümünü عَزِیزٌ حَكِیمٌ yerine غفور رحيم şeklinde okumuştur. Daha önceden Kur’an okumamış olan Arap “Eğer bu Allah kelamı ise son bölümün غفور رحيم değil, عَزِیزٌ حَكِیمٌ olması gerekir. Çünkü hakîm olan zat, زَلَلۡ [ayak kayması] karşısında gufrândan [bağışlamadan] bahsetmez. Bunlar çelişiktir” demiştir. Gufrân, kişiyi zelleye kışkırtır. Hakkın ortaya çıkmasının ardından zellenin zikredilmesinden sonra münasip olan; ayetin عَزِیزٌ حَكِیمٌ şeklinde sona ermesidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi S. 53, Keşşâf, Ebüssuûd, Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbî Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 209)
Nakledildiğine göre birisi, bu ayeti okumuş. Bunu bir bedevî duymuş ve yadırgayarak şöyle demiştir: Eğer bu ilahî kelâm ise, o böyle demez. Çünkü hakîm olan birisi, hata işlendiği zaman gufrandan bahsetmez. Çünkü bu, günah işleyen kimseyi suça teşvik etmektir. (Fahreddin er-Râzî)
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هَلْ | mı? |
|
2 | يَنْظُرُونَ | gözlüyorlar |
|
3 | إِلَّا |
|
|
4 | أَنْ |
|
|
5 | يَأْتِيَهُمُ | gelmesini |
|
6 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
7 | فِي | içinde |
|
8 | ظُلَلٍ | gölgeler |
|
9 | مِنَ |
|
|
10 | الْغَمَامِ | buluttan |
|
11 | وَالْمَلَائِكَةُ | ve meleklerin |
|
12 | وَقُضِيَ | ve bitirilmesini |
|
13 | الْأَمْرُ | işin |
|
14 | وَإِلَى | (halbuki) |
|
15 | اللَّهِ | Allah’a |
|
16 | تُرْجَعُ | döndürülür |
|
17 | الْأُمُورُ | bütün işler |
|
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ
هَلۡ istifham harfidir. یَنظُرُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutuyla merfûdur. إِلَّاۤ hasr edatıdır.
أَن ve masdar-ı müevvel, یَنظُرُونَ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. یَأۡتِیَ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱللَّهُ fail olup lafzen merfûdur. فِی ظُلَلࣲ car mecruru یَأۡتِیَ fiiline veya failin mahzuf haline müteallıktır. مِّنَ ٱلۡغَمَامِ car mecruru ظُلَلࣲ ’in mahzuf sıfatına veya یَأۡتِیَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. ٱلۡمَلَـٰۤىِٕكَةُ kelimesi ٱللَّهُ lafza-i celâline matuftur. وَ atıf harfidir. İstînafiyye olması da caizdir. قُضِیَ meçhul mazi fiildir. ٱلۡأَمۡرُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
وَ istînâfiyyedir. إِلَى ٱللَّهِ car mecruru تُرۡجَعُ fiiline müteallıktır. تُرۡجَعُ meçhul muzari fiildir. ٱلۡأُمُورُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette هَلۡ , istifham harfidir. Nefy manasında inkârî istifhama delalet eder. Cümle istifham üslubunda talebî inşaî isnaddır. Vaz edildiği istifham anlamından çıkarak inkârî mana kazanan cümle, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Masdar harfi أَن ’den sonraki müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan ... یَأۡتِیَهُمُ ٱللَّهُ فِی cümlesi, masdar teviliyle یَنظُرُونَ fiilinin mef’ûlü konumundadır.
Fiil ve failden müteşekkil وَقُضِیَ ٱلۡأَمۡرُۚ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvele matuftur. Bu cümlenin müstenefe olmasına da cevaz vardır.
Bu ينظرون deki fail, müşrik ve kafirlerdir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1405)
هَلۡ istisna edatı إِلَّاۤ ile kasr oluşturmuştur. Kasr, یَنظُرُونَ fiiliyle mef’ûlü arasındadır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani, fail tarafından gerçekleştirilen fiil başka mef'ûllere değil, zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir.. Ama o mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiş olur.
Ayette bekledikleri şeylerin, Allah’ın ve meleklerin gelmesi, emrin gerçekleşmesi şeklinde belirtilmesi taksim sanatıdır.
فِی ظُلَلࣲ مِّنَ ٱلۡغَمَامِ ifadesinde sebebiyyet alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır. Çünkü bulut, rahmet veya azap beklentisinin sebebidir. Ya rahmet olan yağmur yağar, ya da felaket olan sele sebep olur. (Mahmud Sâfî)
هَلۡ یَنظُرُونَ [Bakıyorlar mı?] ifadesi [beklemezler] anlamındadır. Burada soru inkâr manasında kullanılmıştır. Kendisinden sonra istisna edatı olan her soru inkâr anlamı taşır. یَنظُرُونَ “bakmak” fiili [beklemek] anlamında kullanılmıştır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1406)
Allah’ın gelmesi söz konusu olamaz. Onun emrinin gelmesi veya ordularının, meleklerinin gelmesi anlaşılmalıdır. Mecazî isnad vardır.
Bu ayette ينظرون fiilinin seçilip ينتظرون ’nin kullanılmamasının esrarı şöyledir. İntizar (الانتظار), zihni bir beklentidir. Nazar (النظر) ise gözle görmektir. Sanki gerçekliği konusunda haber verilen kıyamet günü, gözlerinin önünde ona bakıyor. Manasını bu fiil daha iyi ifade etmektedir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1407)
أَن یَأۡتِیَهُمُ ٱللَّهُ [Allah’ın gelmesi] Allah’ın emrinin ve azabının gelmesi demektir. Tıpkı [... veya senin Rabbinin [helâk] emrinin gelmesini bekliyorlar.] (Nahl 16/33) ve [Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman…] (En‘âm 6/43) ayetlerinde olduğu gibi. Getirilenin hazfedilmiş olması da caiz olup, buna göre mana; “Allah’ın kendilerine azabını veya cezasını getirmesini mi bekliyorlar?” şeklinde olur ki, [Gerçekten Allah mutlak güç sahibidir] (Bakara 2/209) ifadesi de buna delalet etmektedir. Şayet; “Neden azap onlara bulut içerisinde gelsin ki?” dersen, şöyle derim: Çünkü bulut rahmet geleceğine ilişkin zannı besler; dolayısıyla oradan azap inince durum daha bir şenî’ ve korkunç hale gelmiş olur. Zira ummadık yerden gelince daha bir kaygı verici olacaktır; tıpkı hayrın ummadık yerden gelmesi durumunda daha çok sürur kaynağı olması gibi. Şu halde hayır beklenen yerden şer gelince durum nice olur! (Keşşâf ve Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru: 1409)
Burada ظُلَلࣲ lafzı, korkunçluk ve heybet ifade etmesi için nekre gelmiştir. (Sâbûnî, Ebüssuûd)
Zira bulutlar, içindekileri göstermeyecek kadar yoğun olduğu için, son derece heybetli ve korkunç görünürler, وَقُضِیَ ٱلۡأَمۡرُۚ cümlesindeki mazi fiil, یَأۡتِیَهُمُ ٱللَّهُ cümlesindeki muzari fiile atfedilmiştir. Onun sanki olmuş gibi muhakkak tahakkuk edeceğini göstermek için böyle yapılmıştır. (Safvetü't Tefâsir ve Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1410)
وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
وَ atıf veya istînâfiyyedir. Ayetin son cümlesi müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.
Car mecrurun amiline takdimi, kasr ifade eder. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. إِلَى ٱللَّهِ , Kasr ilmi tabirleriyle hem mevsûf, hem de maksûrun aleyhdir. تُرۡجَعُ ٱلۡأُمُورُ ; hem sıfat hem de maksûrdur. Kasr, hakiki ve tahkikidir. Çünkü hem vakıaya, hem de hakikate uygundur.
Ayette lafza-i celâlin zikrinin tekrarı kalplerde haşyet uyandırma amacına matuftur.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
Fiilin meçhul bina edilmesi fiile dikkat çekmek içindir.
[Bütün işler Allah’a döndürülür.] Yani mahlukat ve amelleri ile ilgili her konu -onlar hakkında kıyamet günü son hükmü, kimine ödül, kimine ceza verecek olan- Allah’a döner. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Ebüssuûd ve Fahreddin er-Râzî)Kabe’yi tavaf edenleri seyrediyorum. İnsanlar sanki yürüyerek değil de akarak dönüyorlar. Hayranlıkla bakarken gözümün önüne küçükten büyüğe, bulunduğumuz aleme ait görüntüler geliyor. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar. Güneş ve etrafında ilerleyen gezegenler. Ve bir galaksi. Hepsinde bir merkez ve o merkezin etrafında akıp giden bir düzen. Bir parçası yolunu şaşırsa, alıp başını gitse, uyumları bozulur. Bir düzenin bozulması, diğerlerine de sirayet eder.
Allah Teala, kalbimizin, bedenimizin ve ruhumuzun aralarındaki ilişkilerin sağlam kalabilmesi için, fıtratımıza uygun, ihtiyacımız olan şeriatı yaratmıştır. Alemi ve aleminde yaşayıp gitmişleri ibret kılmıştır.
Yine de kafasına göre takılmayı seçmek caziptir. Dünya üzerinde başıboş, aşırılıklar içerisinde yaşadıkça ruh, kalp ve bedenin ilişkileri kopar ve insan iki dünyası arasında sıkışır. İmtihanların yükü altında ezilir. Her şey, kendi mantık çerçevesine uysun ister. Uyumsuz gördüklerinin içeriğine aldırmadan sırtını döner. Kalbi körleşir. Sadece batılın çağrılarına kulak asar. Bedeni zaten her geçen gün yaşlanmaktadır. Zamanın aleyhine işlemesi, kendisini korkutur ama dünya zincirlerinden kurtulmak istememektedir. Çünkü boğulan ruhunun huzursuzluğunun ilacını yanlış yerlerde aramaktadır.
Rabbim! Kabe’n kıblem. İslam direğimle. Sağ elimde Kur’ân-ı Kerim, sol elimde Rasûlullah (sav)’in sünnetiyle. Dilimde Senin adınla. Kalbimde imanınla, hem dünyadaki hem de huzuruna olacak dönüşümü kolaylaştır.
Rabbim! İç ve dış alemindeki (ruh-kalp-beden) düzeni koruyanlardan. Ahiretiyle dünyası arasındaki uyumu sağlayanlardan. Yaşadığı dünyadan, hiçbir canlı ve cansızın hakkına girmeden ayrılanlardan. Kendisini hoşnutluğunu kazanmaya adayanlardan olmamızı nasip et.
***
Allah’ın ayetlerine iman ve itaat eden, Kur’an ahlakına sahip olan Rasulullah (sav)’in hayatını örnek alan ve bunların yani Kur’an-ı Kerim ve sünnet üzerinde düşünerek kendisini geliştirmeye çalışan bir kulun, yeryüzündekilere (insanlara ve hadiselere) karşı gözü ve kalbi açık olur. Göze ve kulağa hoş gelenlerin ve hatta nefsin meyil ettiklerinin ardında yatan tehlikelere karşı dikkat kesilir. Zira, hakiki bilgilerle donanan kişinin ufku açılır ve mücadelenin gerektiği an ve mekanları doğru seçer.
Tarihten bugüne, insanın -özellikle de- nefsani hevesler bakımından değişmediği bir gerçektir. Günümüzde devam eden savaşlar ve zayıf diye algılanan azınlıklara karşı yapılan haksızlıklar; bu gerçeği destekleyen bir kanıttır. Bu çatışmaların ardında bulunan kişiler, Kur’an-ı Kerim’in uyardığı iki yüzlü yöneticilerdir. Günümüz psikolojisinde; toplumları geriye götüren, bozgunculuk çıkaran, nesilleri ve ürünleri yok eden, belli bir güce ve kendisini takip eden kitleye sahip diktatörlere ‘psikopat’ tanımlaması yapılmaktadır.
Psikopat birinin özelliklerine bakıldığı zaman, iki yüzlü münafıklarla yani daha genel bir manada dost görünümlü düşmanlarla aynı oldukları anlaşılır. Zira; onlar kendi nefisleri için yaşarlar ve menfaat gördükleri uğruna her şeyi yaparlar. Kaba bir özetle; başarılı bir psikopat karizmatiktir, ilgi çekicidir, zekidir, özgüveni yüksektir, bağımsızdır, usta yalancıdır, ikna kabiliyeti yüksektir, bencildir, acımasızdır ve son olarak sınırsız bir güç açlığı vardır. Bu açlıktan dolayı, zalim yöneticiler, yıllar geçtikçe daha da tehlikeli bir hale bürünmüşlerdir.
Belki, kişinin bulunduğu zamanın zalimlerine karşı eli bağlıdır ama kendisine ve yetiştirdiklerine karşı değildir. İki yüzlü münafıkların ya da modern ifadeyle psikopatların zarar vermek için belli bir makama sahip olmasına gerek yoktur. Evdeki ailesine, okuldaki öğrencisine, dükkandaki müşterisine, bakımındaki hastasına, emrindeki çalışanına ve daha nice sözünün geçtiği her yerde başkalarına haksızlık yapabilir ya da zulmedebilir. Bir mümin, üstün ele gücüne sahip olduğu her alandaki haline ve ahlakına çekidüzen vermekle yükümlüdür. Bunun yolu da, yaptığı her işi ve sorumluluğu bilinçli bir şekilde yerine getirmekten geçer.
Ey Allahım! Bizi her türlü zalimden ve haksızlıktan muhafaza buyur. Bulunduğumuz her alanda; Senin rızan için adaleti gözetenlerden ve haksızlık yapmaktan sakınanlardan eyle. Hesabını veremeyeceğimiz amellerle meşgul olmaktan muhafaza buyur. Sözümüzün geçtiği ya da geçmediği her yerden rızanı kazanarak ayrılanlardan eyle.
Amin.