بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفْتَرَىٰ | uydurdu mu? |
|
2 | عَلَى | karşı |
|
3 | اللَّهِ | Allah’a |
|
4 | كَذِبًا | bir yalan |
|
5 | أَمْ | yoksa |
|
6 | بِهِ | kendisinde -mi var? |
|
7 | جِنَّةٌ | delilik- |
|
8 | بَلِ | hayır |
|
9 | الَّذِينَ | kimseler |
|
10 | لَا |
|
|
11 | يُؤْمِنُونَ | inanmayanlar |
|
12 | بِالْاخِرَةِ | ahirete |
|
13 | فِي | içindedirler |
|
14 | الْعَذَابِ | azab |
|
15 | وَالضَّلَالِ | ve bir sapıklık |
|
16 | الْبَعِيدِ | uzak |
|
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ
Hemze istifhâm harfidir. اَفْتَرٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. عَلَى اللّٰهِ car mecruru اَفْتَرٰى fiiline mütealliktir. كَذِباً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَمْ munkatıadır. بل ve hemze manasındadır. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini tayin ve tercih etmesini zorunlu kılar. Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır: 1. Muttasıl اَمْ 2. Munkatı’ اَمْ (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِه۪ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. جِنَّةٌۜ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
اَفْتَرٰى fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi فرى ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ
بَلْ idrâb ve atıf harfidir. Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِالْاٰخِرَةِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir. فِي الْعَذَابِ car mecruru الَّذ۪ينَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
الضَّلَالِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. الْبَع۪يدِ kelimesi الضَّلَالِ ’in sıfatı olup mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin bu ilk cümlesi kâfirlerin sözleridir.
Hemze istifham harfidir. İki hemzenin bir araya gelmesi sebebiyle vasıl hemzesi hazf edilmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen istihza ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Mazi sıygada gelen cümle temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
كَذِباً kelimesi, اَفْتَرٰى fiilinin mef’ûlüdür. Kelimedeki tenvin kesret ve tahkir için olabilir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَى اللّٰهِ , konudaki önemine binaen mef’ûl olan كَذِباً ’e takdim edilmiştir.
اَمْ بِه۪ جِنَّةٌ cümlesi, makabline اَمْ atıf harfiyle atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Bu cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif vardır. بِه۪ mahzuf mukaddem habere mütealliktir. جِنَّةٌۜ muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyh جِنَّةٌۜ ’deki tenvin kesret ve tahkir kastına matuftur.
اَفْتَرٰى - كَذِباً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
İsim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Aslolan, aynı üsluptaki cümlelerin birbirine atfıdır. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.
Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Sevinç Resul, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, s. 190-191)
Câhız, inanmayanların bu söylemleriyle Hz. Peygamberin insanları yeniden dirilişe inanmaya çağırmasını Allah’a iftira ya da deli haberi olarak nitelendirdiklerini ifade eder. Câhız’a göre onlar “deli” sözüyle yalan haberi kastetmemişlerdir. Çünkü اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ ibaresi yalan kastedilerek söylenen اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً kısmına mukabil olarak gelmiştir. Dolayısıyla yalan haber olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Çünkü bir şeyin başka bir şeyin mukabili olması, onun dışında başka bir şey olduğu anlamına gelmektedir. Kâfirler, Hz. Peygamber’e inanmadıkları için söylenen sözün, sahibinin kanaatiyle uyuşmaması bakımından doğru haber olarak nitelendirilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla Câhız’a göre ayette deli haberi olarak nitelenen اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ ibaresi doğru veya yalan haber olarak kabul edilemez. Cahiliyye Araplarının ise kelimeleri gelişigüzel seçmeleri de düşünülemez. Bu nedenle doğru ve yalan haberin dışında üçüncü bir haber çeşidinin olması gerekir.
Cumhura göre اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ ibaresi أمْ لَمْ ئَفْتَري takdirinde olup (Yoksa o (Muhammed) Allah’a iftira etmedi mi?) anlamındadır. Burada Hz. Peygamber bir iftira çeşidi olmayan جِنَّةٌۜ ’le nitelenmiştir. Çünkü iftira kasten yalan söylemek anlamını taşımaktadır. Deli ise iftira etmekle nitelenemez. Dolayısıyla ayette ikinci ibareden (deli haberi) kasıt iftira değildir. Bu nedenle deli haberi yalanın mukabili olmayıp ondan daha özel bir kavram olan iftiranın mukabilidir. Ayet-i kerime, yalan haberi, onun iki türü olan kasıtlı yalan ve kasıtlı olmayan yalan şeklinde iki kısma ayırmıştır. (İbrahim Kara , Abdurrahman Hasan Habenneke El-Meydânî Ve Belâgat İlmine Katkıları)
بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. بَلِ idrâb harfidir. İntikal için gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بَلِ harfi cümleleri atfetmekte kullanılmaz. Bu sebeple bundan sonra gelen cümle, istînâfiyyedir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda konumundaki has ism-i mevsûlun sılası olan لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, adı geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında, tahkir amacına matuftur.
Cümlede icaz-ı hazif sanatı vardır. فِي الْعَذَابِ cümlesi mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ tamlaması, فِي الْعَذَابِ ’e matuftur. Cihet-i câmia tezâyüftür.
فِي الْعَذَابِ ve الضَّلَالِ الْبَع۪يدِ ifadelerindeki فِي harfinde istiare vardır. فِي harfi zarfiye ifade eder. Azap ve sapkınlık içi olan nesnelere benzetilmiştir. Câmi’ her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi) Bu istiareyle azabın ve dalaletin şiddetinin ne kadar korkunç olduğu vurgulanmıştır.
وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ ifadesinde mecazî isnad vardır. Uzak anlamındaki الْبَع۪يدِ , dalaletin sıfatı olmakla dalaletin derecesindeki büyüklüğü ifade etmiştir. Yolun uzaklığı, dalaletteki derinliğe benzetilmiştir.
Şayet sapmanın uzak olmakla nitelenmesinin anlamı nedir? dersen şöyle derim: Bu mecazî isnad türündendir. Çünkü uzak kelimesi yoldan uzaklaşan sapmışın sıfatıdır. O, yoldan ne kadar çok uzaklaşırsa o kadar çok sapmış olur. (Keşşâf)
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
فِي الْعَذَابِ kavlinde ahiretteki halleri, bu dünyadaki halleri ile vasıflanmak suretiyle idmâc yapılmıştır. Zarfiyye; bu azabın onlar için hazırlandığını ifade etmiş, böylece في harfinde iki mecaz meydana gelmiştir. Biri azabın onlar için hazırlandığı, diğeri de azap ve dalaletin birbirine bağlı olduğu ve adeta birlikte gerçekleştiği manasıdır. Burada henüz gerçekleşmemiş bir vakıanın gerçekleşmiş gibi zikredilmesi, gerçekleşeceğinin katiyyetine olan vurgudan dolayıdır. (Âşûr)
فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ Ayette önce azabın, sonra azabı gerektiren sapkınlığın zikredilmesi, onları üzecek ve bedenlerini sarsacak olan şeyi acele zikretmek ve bir de azabın, onlara son derece süratle terettüp edeceğini bildirmek içindir. Sanki azap, onların sapkınlığıyla yarışıyor da onun önüne geçmektedir.
Sapkınlık, aslında sapkınlığın vasfı iken, sapıklığın vasfı olarak zikredilmesi, mübalağa içindir.
Ayette, o kâfirlerin zamirle anılmayıp لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ (ahirete inanmayanlar) bu şekilde zikredilmeleri, onların irtikâp ettikleri ve cüret gösterdikleri korkunç şenaatlerin (alçaklıkların) sebebinin, ahireti ve ahiretteki çeşitli azapları inkâr etmeleri olduğuna ve bu olmasa, onların sonuçları korkusuyla bunları yapmayacaklarına dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)
Peygambere karşı o saçma sapan sözleri söyleyen kâfirler de böyle telaş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu şekilde bu “idrâb” (sözün akışını değiştirerek öncekinden bir başkasına geçme), Allah tarafından o kâfirlerin hallerini beyân ile sözlerini hükümsüz bırakmaktır. (Elmalılı)
اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفَلَمْ |
|
|
2 | يَرَوْا | görmüyorlar mı? |
|
3 | إِلَىٰ |
|
|
4 | مَا | bulunanı |
|
5 | بَيْنَ | arasında (önlerinde) |
|
6 | أَيْدِيهِمْ | elleri (önlerinde) |
|
7 | وَمَا | ve bulunanı |
|
8 | خَلْفَهُمْ | arkalarında |
|
9 | مِنَ | -ten |
|
10 | السَّمَاءِ | gök- |
|
11 | وَالْأَرْضِ | ve yerden |
|
12 | إِنْ | eğer |
|
13 | نَشَأْ | dilesek |
|
14 | نَخْسِفْ | batırırız |
|
15 | بِهِمُ | onları |
|
16 | الْأَرْضَ | yere |
|
17 | أَوْ | ya da |
|
18 | نُسْقِطْ | düşürürüz |
|
19 | عَلَيْهِمْ | üzerlerine |
|
20 | كِسَفًا | parçalar |
|
21 | مِنَ | -ten |
|
22 | السَّمَاءِ | gök- |
|
23 | إِنَّ | şüphesiz |
|
24 | فِي | vardır |
|
25 | ذَٰلِكَ | bunda |
|
26 | لَايَةً | bir ibret |
|
27 | لِكُلِّ | hepsi için |
|
28 | عَبْدٍ | kul(ların) |
|
29 | مُنِيبٍ | yönelen |
|
Bu âyetin “Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi?” şeklinde çevrilen kısmı için yapılan yorumlardan biri şöyledir: Onlar bütün yönlerden bizim yarattığımız gök ve yer ile kuşatılmış olduklarını görmüyorlar mı ki, yere onları yutmasını veya göğe üzerlerine parçalar düşürmesini emretmemizden çekinmiyorlar! (Taberî, XXII, 64). Bunun deyimsel bir ifade olduğu kanaatini taşıyan Muhammed Esed’in yorumu şöyledir: “Yukarıdaki ifade bu bağlamda –ve 2/255’te– insanın ulaştığı yahut kendisine sunulan bilginin önemsizliğini vurgular; o halde insan, yeniden dirilmenin ve öldükten sonraki hayatın insan tecrübesinin ulaşamayacağı bir fenomen olduğunu, diğer taraftan, evrendeki her şeyin Allah’ın sınırsız yaratma gücünü ispatladığını gördüğü halde nasıl bu realiteleri inkâr edecek kadar küstah olabilir?” Onun için yazar bu cümleyi şöyle çevirmiştir: “Göğün ve yerin ne kadar az kısmının önlerine serildiğini, ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı?” Aynı yazar âyetin devamındaki, “yerin dibine geçirme ve gökten parçalar düşürme” ifadesinin, önceden kestirilemeyen jeolojik ve kozmik olaylara –yer sarsıntısı, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar vb.– yapılan bir atıf olduğunu, bunun yukarıda verilen tercümeyi desteklediğini ve Allah’ın bilgisinin kuşatıcılığına ve yüceliğine nazaran insanın güçsüzlüğünü vurguladığını belirtmektedir (II, 872, 873).
Bize göre de insanlar önlerinde (fiilen bilgi alanlarında) olan şeyler üzerine düşündükleri gibi, bir yandan da bilgilerinin sınırlı olduğunu (bilinmeyen, önde değil arkada olan şeylerin de bulunduğunu) idrak eder ve düşünürler. Bu iki alanlı düşünme onları bir Allah’a iman etmeye götürebilir.
Kur'an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 414
اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ
Hemze istifhâm harfidir. Ayet atıf harfi فَ ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أغفلوا (Gaflet mi ettiler?) şeklindedir.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَرَوْا fiili mahzuf elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette تَعْلَمْ fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا müşterek ism-i mevsûl اِلٰى harf-i ceriyle يَرَوْا fiiline mütealliktir. بَيْنَ mekân zarfı mahzuf sılaya mütealliktir.
اَيْد۪يهِمْ muzâfun ileyh olup ي üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا atıf harfi وَ ’la ilk مَا ’ya matuftur.
خَلْفَهُمْ mekân zarfı, mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru mevsûlun mahzuf haline mütealliktir. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِۜ
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. نَشَأْ şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır.
kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَ karinesi olmadan gelen نَخْسِفْ cümlesi şartın cevabıdır.
نَخْسِفْ sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. بِهِمُ car mecruru نَخْسِفْ fiiline mütealliktir. الْاَرْضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُسْقِطْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. عَلَيْهِمْ car mecruru نُسْقِطْ fiiline mütealliktir. كِسَفاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. مِنَ السَّمَٓاءِۜ car mecruru كِسَفاً ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ba’z manası kazandırmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُسْقِطْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi سقط ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ف۪ي ذٰلِكَ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. اٰيَةً muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. لِكُلِّ car mecruru اٰيَةً ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. عَبْدٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مُن۪يبٍ۟ kelimesi عَبْدٍ ’nin sıfatı olup mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُن۪يبٍ۟ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ
Ayet فَ ile takdiri …أغفلوا (Gaflet mi ettiler) olan mukadder istînâf cümlesine atfedilmiştir. Hemze inkârî istifham harfidir. لَمْ , muzariyi cezmederek manasını olumsuz maziye çevirmiştir.
Ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda talebi inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen azarlama ve uyarı anlamlarına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Ayette tecâhül-i ârif sanatı vardır. Çünkü mütekellim Allah Teâlâ’dır
Cümlenin muzari sıygada gelmesi teceddüt ve istimrar ifade eder.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا harf-i cerle birlikte يَرَوْا fiiline mütealliktir. Sılası mahzuftur. بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl tezat nedeniyle birinciye atfedilmiştir.
“Onlar, şu gökten ve bu yerden önlerinde ve arkalarında bulunanları görmediler mi?”
Bu kelam, o kâfirlerin cüret ettikleri Allah'ın ayetlerinin tekzibinin pek korkunç bir inkâr olduğunu, Peygamberimiz hakkında söylediklerinin pek ağır bir vebal olduğunu ve bunların, hiç gecikmeksizin acil olarak en şiddetli cezayı ve en feci azabı mucip olduğunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)
Bu tehdit cümlesi, arada parantez arası cümle gibidir. Şüphesiz ki onda, o göğe ve yere bakıp da önünü ardını düşünmekte mutlak bir ayet bulunur. Bir delil, açık bir alamet bulunur ki Allah'ın kudretini ve Peygamberin dediğini ve gerçekten didik didik dağıldıktan sonra da yeni bir yaratmanın mutlak olduğunu ve bu yaratılmanın boş bir oyuncaktan ibaret olmayıp bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu anlatır. Fakat herkes için değil Allah'a dönen her kul için “inabe” eden yani tutuculuktan vazgeçip Hakk'a dönen her kul için. (Elmalılı)
مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ, ikinci mevsûlün mahzuf haline mütealliktir.
بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ - خَلْفَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı hafî sanatları vardır.
سَّمَٓاءِۜ - اَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِۜ
Şart cümlesi نَشَأْ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ف karinesi olmadan gelen cevap cümlesi نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ , meczum muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِ cümlesi, اَوْ harfiyle cevap cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Meczum muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari sıygada gelerek istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade eden fiillerin azamet zamirine isnadı ayrıca tazim ifade eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَيْهِمْ , konudaki önemine binaen mef’ûl olan كِسَفاً ’e takdim edilmiştir.
“Biz dilesek onları yere batırırız yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz.”
Bu kelam, göklerin ve yerin, o insanları kuşatmalarının arz ettiği muhtemel tehlikeyi beyan etmektedir. Bu kelam, tehlikenin gerçekleşme sebeplerinden ilâhî irade dışında bir şeyin kalmadığına da dikkat çekmektedir. (Ebüssuûd)
كِسَفاً ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder. مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru, كِسَفاً ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
مِنَ harfi ceri ba’z manasınadır. (Âşûr)
السَّمَٓاءِۜ - الْاَرْضَ ve مَا ’nın tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayette taksim sanatı yapılmıştır. Müteaddit şeyler zikredildikten sonra her birine ait hallerin tayin edilerek ifade edilmesidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)
اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ cümlesi tehdit içerikli bir itiraz cümlesi olup inkârî taaccüp manasındadır. (Âşûr)
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla, önceki manayı ta’lil sadedinde gelmiştir.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي ذٰلِكَ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. اِنَّ ’nin muahhar ismi olan لَاٰيَةً ’e dahil olan لَ , tekid ifade eden lam-ı muzahlakadır. Müsnedün ileyh olan لَاٰيَةً ’in nekre gelişi teksir, nev ve tazim ifadesi içindir.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟ cümlesi, daha önce geçtiği gibi kişiyi teemmül ve tedebbüre teşvik etmesi babından inkâri taaccüptür ve tekid harfinin buradaki konumu yalnızca ta’lil (sebep bildirme) içindir. (Âşûr)
مُن۪يبٍ۟ kelimesi عَبْدٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
عَبْدٍ ’deki tenvin tazim içindir.
مُن۪يبٍ۟ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Sıfat-ı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. -faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu sureklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cümlede müsned olan ذٰلِكَ, delilleri işaret ederek onları tazim ve tekrim ifade eder.
Tecessüm ve cem’ ifade eden ذٰلِكَ ile duruma işaret edilmiştir. Bu sebeple işaret ismi ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’, her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
İşaret ismine dahil olan ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla işaret edilenler, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. İşaret edilenler, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Bahsedilenlerin derecesinin yüksekliğini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Ayetin bu son cümlesi, bir çok surede ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, s. 314)
“Hiç şüphesiz bunda hakka yönelen her kul için açık bir ibret vardır.” Zira bir kul, göklerin ve yerin düzenini yahut mezkûr vahyi düşündüğü zaman, çirkin hareketlerde bulunmaktan kaçınır ve Yüce Allah'a yönelir. Bu kelamda, tövbeye ve Allah'a yönelmeye büyük teşvik vardır. Bundan sonraki ayetlerde de bu teşvik tekid edilmektedir. (Ebüssuûd)
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاًۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَقَدْ | ve andolsun ki |
|
2 | اتَيْنَا | verdik |
|
3 | دَاوُودَ | Davud’a |
|
4 | مِنَّا | tarafımızdan |
|
5 | فَضْلًا | bir üstünlük |
|
6 | يَا جِبَالُ | dağlar |
|
7 | أَوِّبِي | tesbih edin |
|
8 | مَعَهُ | onunla beraber |
|
9 | وَالطَّيْرَ | ve (ey) kuşlar |
|
10 | وَأَلَنَّا | ve yumuşattık |
|
11 | لَهُ | ona |
|
12 | الْحَدِيدَ | demiri |
|
Hz. Dâvûd İsrâiloğulları’na gönderilmiş olan, Kur’an-ı Kerîm’de ve Kitâb-ı Mukaddes’te hakkında geniş bilgi verilen peygamberlerdendir (Hz. Dâvûd hakkında bilgi için bk. Bakara 2/251; Neml 27/15). Bazı müfessirler bu ve müteakip âyetlerde Dâvûd ve Süleyman’dan söz edilmesi ile önceki âyetin sonunda geçen “Allah’a yönelen kul” anlamındaki münîb kelimesinin kullanılmış olması arasında şöyle bir bağ kurmuşlardır: Cenâb-ı Allah başka âyetlerde de (bk. Sâd 38/24, 34) bu iki kulu hakkında bu kelimeyle aynı kökten gelen enâbe fiilini kullanmıştır (Şevkânî, IV, 360). “Tevbe ve ihlâs ile Allah’a yönelmek” söz konusu olduğunda bu erdemin iki güzel örneği de bu iki peygamberdir.
Bu âyette fadl kelimesiyle ifade edilen ve Dâvûd’a verildiği bildirilen “müstesna lutuf”un ne olduğuna ilişkin belli başlı yorumlar şunlardır: Peygamberlik, hükümdarlık, Zebûr isimli kutsal kitap, ilim, adaletle hükmetme yeteneği, savaşta üstün cesaret, güç kuvvet, bol nimet, güzel ses, sağlıklı uzun ömür, insanların işlerini düzeltme ve aralarını bulma mahareti, dağları etkileme veya buyruğuna alma kudreti, özel zırhlar imal etme becerisi ve bu sayede başkalarına muhtaç olmadan geçimini sağlayabilmesi (Şevkânî, IV, 360; İbn Âşûr XXII, 155-156). Bu kelimeye “müstesna, üstün” nitelemesi eklemeden âyetin ilk cümlesini “Andolsun biz Dâvûd’a bir lutufta bulunduk” şeklinde çevirmek de mümkündür.
Âyette emir kipiyle geçen evvebe fiili sözlükte “dönme, döndürme, yürüme” gibi mânalara gelmektedir. Müfessirler genellikle –sözlük anlamlarıyla da bağ kurarak– burada “tesbih etme”nin kastedildiğini belirtirler (Habeş dilinde bunun “tesbih etme” anlamına geldiği görüşünü İbn Atıyye zayıf bulur). Tesbîh Allah Teâlâ’nın yüceliğini, O’nun her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ifade etmek demektir; bu da sözle veya hal ile olabilir. Dağların ve kuşların tesbih etme biçimi hakkında ise farklı yorumlar vardır. Bazı müfessirler bu varlıklara kendilerine özgü tesbih ile Dâvûd’a eşlik etmelerinin emredildiği kanaatindedirler. Diğer bir yoruma göre ise âyette, Hz. Dâvûd’un kendini kullukta kusurlu bularak Allah’a yakarırken gür sesiyle dağı taşı inletmesine ve âhenkli terennümüne kuşların eşlik etmesine değinilmektedir (bk. Taberî, XXII, 65-66; Zemahşerî, III , 253; İbn Atıyye, IV, 407). Elmalılı, bu âyet –ve başka bazı deliller– dikkate alındığında, mûsikinin İslâm’da mutlak biçimde yasaklandığı düşüncesinin yanlış olduğunun anlaşılacağına dikkat çeker (bk. VI, 3948-3949). Hz. Dâvûd’un sesinin bu tarzda mâkes bulması, dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesi ister aklî ve tecrübî ölçüler içinde ister bir mûcize olarak açıklansın, âyetin mesajını şöyle özetlemek mümkündür: Hz. Dâvûd’un yakarışı öylesine içten ve güçlü idi ki, bu yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmasına, O’nun dilemesiyle dağlar ve kuşlar üzerinde bile etki meydana getirmesine, kulluktaki samimiyet ve yürekten bağlılık konusunda insanlığa örnek gösterilmesine vesile olmuştur. 11. âyetin sonunda açıkça ifade edildiği üzere, bütün bu anlatımlardan çıkarılması istenen sonuç, “kişinin ilâhî kontrol altında bulunduğu bilincini koruyarak daima iyi ve yararlı işler yapma çabası içinde olması gereği”dir.
“Onun için demiri yumuşattık” ifadesi açıklanırken birçok tefsirde, Allah’ın lutfuyla demirin Hz. Dâvûd’un elinde –ateşte eritmeksizin– mum veya çamur gibi oluverdiği ve çekiç gibi âletler kullanma ihtiyacı duymadan demire istediği biçimi verebildiği belirtilir (Taberî, XXII, 66-67; İbn Atıyye, IV, 407; Râzî, XXV, 245-246). Kuşkusuz tabiat kanunlarının da vâzıı olan yüce Allah dilediğinde istediği kulları için olağan üstülükler sağlayabilir. Dolayısıyla, tefsirlerdeki bu ayrıntılar naklî delillerle bildirilmiş olsaydı bunları olduğu gibi kabul etmek gerekirdi. Fakat müteakip âyet dikkatle incelendiğinde, bu ifadenin Dâvûd’u demiri işlemeye yöneltme, bu konuda ona yeterli bir güç ve özel bir maharet verme anlamıyla açıklanması daha uygun görünmektedir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 416-418
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاًۜ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
اٰتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. دَاوُ۫دَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. مِنَّا car mecruru فَضْلاًۜ ’nin mahzuf haline mütealliktir. فَضْلاً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ibtidaiyye manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰتَيْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أتي ’dır.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ
يَٓا nida harfidir. جِبَالُ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. Nida cümlesi, mahzuf fiilin mekulü’l-kavli olarak mahallen mansubdur. Takdiri, قلنا (Dedik) şeklindedir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada nekre-i maksude olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوِّب۪ي fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Muhataba ي ’sı fail olarak mahallen merfûdur. مَعَهُ mekân zarfı muhataba ي ‘sının mahzuf haline mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ vav’ı maiyyedir. الطَّيْرَۚ mef’ûlün maah olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlün maah: Beraberlik bildiren mef’ûldür. Vavu’l-maiyye’den (و) sonra gelir. Cümleden mef’ulün maah çıkarıldığında cümle faili ve mef’ulüyle bir mana ifade etmelidir. Mef’ûlün maah mansubdur. Mef’ûlün maah fiilinin önüne geçemez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوِّب۪ي fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi اوب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَنَّا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. لَهُ car mecruru اَلَنَّا fiiline mütealliktir. الْحَد۪يدَۙ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَلَنَّا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi لين ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاًۜ
وَ , istînâfiyedir. لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve لَ mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاً , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. اٰتَيْنَا azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنَّا , ihtimam için mef’ûl olan فَضْلاً ’e takdim edilmiştir.
مِنَّا ifadesindeki مِن harf-i ceri ibtidaiyye içindir ve آتَيْنا fiiline mütealliktir. مِن لَدُنّا veya مِن عِنْدِنا anlamındadır. Bu ise “رِزْقًا مِن لَدُنّا” ayeti celilesindeki gibi Davud (as)’a verilen fazileti teşrif içindir. (Âşûr)
فَضْلاً ’deki tenvin, nev, kesret ve tazim ifade eder.
Allah Teâlâ’nın kulu Davud üzerindeki lütuf ve ihsanının zikri, O’nun hakkıyla kendisine yönelenlere gösterdiği hüsnü inayeti göstermesi ve tam tersi olarak O’nun ayetlerinden ibret almayıp yüz çevirenlere karşı tariz içindir. (Âşûr)
İstînâfiyye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları ve “Vâv”ın Kullanımı)
Ayette “katımızdan” denilmesi, zatı tazim manasını اٰتَيْنَا (biz verdik) izafe tazimi ile tekid içindir. Nitekim bu kabilden olarak diğer bir ayette şöyle denilmektedir: “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf Suresi, 65) (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Bu cümlede فَضْلاً kelimesinin nekre olarak getirilmesi nimetin büyüklüğünü vurgulamak içindir. Büyük bir nimet verdik demektir. Davud'un, فَضْلاً kelimesinden önce söylenmesi ona verilen önemi ve nimete teşviki ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, Âşûr)
Şerefüddîn et-Tîbî, Davud ve Süleyman’ın (as) zikrine geçişi tehallus olarak adlandırmıştır. Başka bir vecihten bu geçiş, uzun olsa dahi istitrat (bir konudan diğerine geçme) veya itiraz ifadesi olarak isimlendirilebilir. (Âşûr)
يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ
Nida üslubunda, talebî inşaî isnad olan cümle, takdiri قلنا (dedik) olan fiilin mekulü’l-kavlidir. Nidanın cevabı olan اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, s. 558-559)
Nekre-i maksude olan جِبَالُ , münadadır. Gayri akil varlıklara hitap edilerek kişileştirme yapılmıştır. Bu istiaredir. Akılsız varlıklar, insan menziline konulmuştur.
مَعَهُ car mecruru, اَوِّب۪ي ’deki failin mahzuf haline mütealliktir.
Önceki cümledeki azamet zamirinden bu cümlede mütekellim zamirine iltifat vardır.
Mef’ûlün maah olan وَالطَّيْرَۚ ’daki وَ , maiyyedir.
Zemahşerî ayetin tefsîrinde şöyle der: Dağlara ve kuşlara yapılan bu hitapta rubûbiyetin izzeti ve ulûhiyetin kibriyasına güçlü bir gönderme vardır. Akıl sahibi olmamalarına rağmen dağlar ilâhi emirlere kulakdar, itaatkâr ve amade olan akıl sahibi canlılar konumuna yükseltilmişlerdir. İşte bu hitapta canlı ve cansız, dilli ve dilsiz ne kadar yaratılmış varsa hepsinin Allah’ın iradesine karşı gelemeyeceği ve daima O’nun iradesine boyun eğeceklerine güçlü bir vurgu vardır. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları ve Ebüssuûd)
يَا جِبَالُ (Ey dağlar!) ifadesi ya فَضْلاً (lütuf)’tan veya اٰتَيْنَا (ihsan ettik)’ten bedeldir. İfade ‘ey dağlar sözümüz’ veya ‘ey dağlar dedik’ şeklinde takdir edilir. تأْويب (Döndürme) ve أوب (dönme) kelimelerinden olmak üzere اَوِّب۪ي ve أوبي şeklinde okunmuştur; Tesbihi onunla birlikte tekrarla veya o tesbihe her döndüğünde sen de dön anlamındadır. Çünkü o döndüğünde o da döner. (Keşşâf)
Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mana iledir ki Davudî ses meşhur olduğu gibi Davud'un Mezamir'i (Zebûr'un Sureleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki kınanmış olan fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'an okunurken tertil (Kur'an'ı usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme emrolunan bir şeydir. Bu konuda sahih hadis kitaplarında birçok hadisler vardır. Birçokları “gına”nın yani musikînin etkisini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve heyecan, cismanî ve sinirsel bir etkidir. Teganni yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir sözün manasını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan aradıkları için manayı öldürerek sadece sinirlere basan kuru nağmelerle cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok eder. Belki fasık için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest olmak bir zevktir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel manalı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. (Elmalılı)
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ
Ayetin son cümlesi اٰتَيْنَا ’ya matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Fiil, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُ , ihtimam için mef’ûl olan الْحَد۪يدَۙ ’ye takdim edilmiştir.
“Ona demiri de yumuşattık.” Yani ateşte kızdırma ve çekiçle dövme olmaksızın, biz demiri onun elinde mum gibi yaptık; o, dilediği gibi demire şekil veriyordu. Yahut diğer insanların kuvvetine göre mum ne kadar yumuşak ise onun kuvveti karşısında demiri öyle yumuşak kıldık. (Ebüssuûd)
اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَنِ |
|
|
2 | اعْمَلْ | yap |
|
3 | سَابِغَاتٍ | geniş zırhlar |
|
4 | وَقَدِّرْ | ölçülü yap |
|
5 | فِي |
|
|
6 | السَّرْدِ | dokumasını |
|
7 | وَاعْمَلُوا | ve (hepiniz) yapın |
|
8 | صَالِحًا | iyi işler |
|
9 | إِنِّي | çünkü ben |
|
10 | بِمَا |
|
|
11 | تَعْمَلُونَ | yaptıklarınızı |
|
12 | بَصِيرٌ | görmekteyim |
|
Hz. Dâvûd’a gömlek şeklinde zırhlar imal etmesi buyurulmuş ve bunu yapabilmesi için kendisine özel bir yetenek verilmişti; daha önce zırhlar, levha biçiminde yapılırdı (Taberî, XXII, 66-67; B. Carra de Vaux, “Dâ’ûd”, İA, III, 493-494). Hz. Dâvûd’a ince örgülü zırh gömlek yani taarruz silâhı değil savunma aracı yapmanın emredilmesi ve kendisine bu konuda özel bir beceri verilmesi oldukça mânidardır. Bu, Allah katında insanın ne kadar değerli ve canın muhafazasının ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermektedir (Râzî, XXV, 246). Zaten başka bir âyette zırh yapmayı öğretme insanın yine insana karşı korunması gerekçesiyle açıklanmıştır (bk. Enbiyâ 21/80). İçinde zor hareket edilen levha zırhlar yerine insanın vücuduna uygun gömlek şeklinde zırhlar imalinin istenmesini de insana değer verme temasıyla ilintilendirmek mümkündür; yine bu buyrukta, yararlı her işin inceliklerine inmesi, sürekli gelişme içinde olması, böylece uygarlık yolunda mesafe alması yönünde insana yapılmış bir teşvik bulunduğu açıktır.
Âyetin “örgüsünü ölçülü yap” şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla ilgili açıklamalarda daha çok halkaların birbirine geçirilmesinde ölçülü ve dikkatli olunması, zırhın deliklerinin koruma işlevine imkân vermeyecek kadar geniş, zırhın mukavemetini zayıflatacak kadar da ince ve sık olmaması anlamı üzerinde durulmuştur (Taberî, XXII, 67-68; İbn Atıyye, IV, 408). Başka yorumlar da bulunmakla beraber (meselâ bk. Râzî, XXV, 246, 249), âyetin gerek lafzı gerekse bağlamı zırhın örgüsüne özen gösterilmesi anlamını düşündürdüğü için meâlde yukarıda belirtilen mânayı tercih ettik.
Bazı tefsirlerde, Hz. Dâvûd’un bu tür bir faaliyete kendisini vermesiyle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Dâvûd zaman zaman tebdili kıyafet yaparak halkın arasında dolaşır ve kendisi hakkında ne düşünüldüğünü öğrenmeye çalışırdı. Bir gün insan kılığına girmiş bir melekle karşılaşır, onun fikrini sorar. Melek, “Dâvûd çok iyi bir hükümdardır ama bir kusuru var” der. Dâvûd merakla bu kusurun ne olduğunu sorar. “Keşke kendisinin ve ailesinin geçimini devlet hazinesinden karşılamasa” cevabını alır. Bunun üzerine kimseye muhtaç olmadan kendi geçimini sağlayabileceği bir yol lutfetmesi için Allah’a dua eder. Cenâb-ı Allah da ona demiri işleme sanatını öğretir (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 407-408). Bu anlatımı, Hz. Peygamber’in Dâvûd ile ilgili şu övücü ifadelerinin açıklaması olarak düşünmek uygun olur: “İnsanın yediğinin en güzeli, kendi kazandığıdır. Allah’ın peygamberi Dâvûd da kendi el emeğini yerdi” (Buhârî, “Büyû‘”, 15).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 418-419
اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ
اَنِ tefsiriyyedir. اعْمَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. سَابِغَاتٍ mef’ûlün bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır. قَدِّرْ atıf harfi وَ ’la اعْمَلْ ’e matuftur.
قَدِّرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. فِي السَّرْدِ car mecruru قَدِّرْ fiiline mütealliktir. وَ atıf harfidir.
اعْمَلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. صَالِحاًۜ mef’ûlu mutlak olup sıfatı olan masdardan naib fetha ile mansubdur.
قَدِّرْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi قدر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ي mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
مَا ve masdar-ı müevvel بِ harf-i ceriyle بَص۪يرٌ ’a mütealliktir.
تَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. بَص۪يرٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
بَص۪يرٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ
اَنِ اعْمَلْ cümlesine dahil olan اَنِ tefsir harfidir. اعْمَلْ سَابِغَاتٍ cümlesi tefsiriyedir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, s. 558-559)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. سَابِغَاتٍ , mahzuf mevsûfun sıfatıdır. Takdiri, دروعًا سابغات (geniş zırhlar) şeklindedir.
Aynı uslupla gelen müteakip وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ ve وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ cümleleri, makabline matuftur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette Hz. Davud'a emredilen zırhların dokumasındaki takdir, halkalarının birbirleriyle mütenasip olması demektir.
Bir diğer görüşe göre ise zırhların dokumasındaki takdir yani bütün vakitlerim bu işe harcama; fakat “Geçimini sağlayacak kadar buna zaman ayır ve diğer vakitlerini ibadetle geçir” demektir. Bundan sonra gelen cümleye münasip olan da bu manadır. (Ebüssuûd)
وَاعْمَلُوا ’daki zamir Davud ve hanedanına râcidir.
صَالِحاً , mahzuf mef’ûlü mutlaktan naib sıfattır.
قَدِّرْ fiiliyle اعْمَلُوا fiili arasında müfret zamirden cemi zamire geçişle iltifat sanatı vardır.
اعْمَلُوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Deniliyor ki Yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti şudur: Bu sanatta “Savaşınızın şiddetinden sizi korumak.” (Enbiya Suresi, 80) buyurulduğu üzere Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire gibi saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir silah buluşu yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan yararlı iseler, ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet ettikleri için daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile çalışın, iyi bir iş yapın. Burada “yap” denilmeyip de “yapın” denilmesi dikkate değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan çoğul zamiri, Davud ile birlikte beraberinde bulunanların yerine kullanılmıştır, diye söylemişler ise de biz bunun, “Savaşınızın şiddetinden sizi korumak” (Enbiya Suresi, 80) gibi hikâyenin bir ibreti olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek cümle olduğu kanaatindeyiz ki şöyle demek olur: “Siz de ey Resulüm Muhammed ümmeti, iyilik ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre mükâfatını veririm.” (Elmalılı)
اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِمَا , konudaki önemine binaen haber olan amili بَص۪يرٌ ’a takdim edilmiştir.
Mecrur mahaldeki مَا müşterek ism-i mevsûlü, بِ harf-i ceriyle birlikte بَص۪يرٌ ’e mütealliktir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan sıla cümlesi تَعْمَلُونَ istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder.
تَعْمَلُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
بَص۪يرٌ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu vasfın, müsnedün ileyhin ayrılmaz bir parçası olduğuna işaret eder.
Sıfat-ı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. -faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
البَصِيرُ : Her şeyi bilen demektir. Burada salih amele karşılık vermekten kinayedir. (Âşûr)
اعْمَلُوا - تَعْمَلُونَ - اعْمَلْ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
Tezyîl, “bir cümleyi, tekid maksadıyla aynı manayı ifade eden başka bir cümlenin takip etmesi”dir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi).
Görmekten maksat karşılığını vermektir. Dolayısıyla cümle, lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلِسُلَيْمَانَ | ve Süleyman’a |
|
2 | الرِّيحَ | rüzgarı |
|
3 | غُدُوُّهَا | sabah gidişi |
|
4 | شَهْرٌ | bir ay(lık mesafe) |
|
5 | وَرَوَاحُهَا | ve akşam dönüşü |
|
6 | شَهْرٌ | bir ay(lık mesafe) |
|
7 | وَأَسَلْنَا | ve akıttık |
|
8 | لَهُ | onun için |
|
9 | عَيْنَ | kaynağını |
|
10 | الْقِطْرِ | katran |
|
11 | وَمِنَ | ve bir kısmı |
|
12 | الْجِنِّ | cinlerin |
|
13 | مَنْ | ki |
|
14 | يَعْمَلُ | çalışırdı |
|
15 | بَيْنَ | onun önünde |
|
16 | يَدَيْهِ | onun önünde |
|
17 | بِإِذْنِ | izniyle |
|
18 | رَبِّهِ | Rabbinin |
|
19 | وَمَنْ | ve kim |
|
20 | يَزِغْ | sapsa |
|
21 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
22 | عَنْ | -dan |
|
23 | أَمْرِنَا | buyruğumuz- |
|
24 | نُذِقْهُ | ona taddırırdık |
|
25 | مِنْ |
|
|
26 | عَذَابِ | azabı |
|
27 | السَّعِيرِ | alevli |
|
“Sabahleyin” şeklinde çevirdiğimiz gudüv kelimesi genellikle sabahtan öğleye kadarki, “akşamleyin” diye çevirdiğimiz ravâh kelimesi de öğleden güneşin batımına kadarki zaman dilimi olarak anlaşılmış olup âyetin açıklamasıyla ilgili rivayetlerde bu iki zaman diliminin her birinde bir aylık mesafeyi katetmesine imkân veren bir rüzgârın Süleyman’ın emrine verildiği belirtilir. Bunların bazılarında o günkü ulaşım araçları göz önünde bulundurularak Şam, Tedmür, İstahr, Kâbil şeklinde yer isimleri de zikredilir (meselâ bk. Taberî, XXII, 68-69; İbn Atıyye, IV, 408-409; Zemahşerî, III, 253). İbn Âşûr gudüv kelimesinin “gidiş, hareket etme”, ravâh kelimesinin de“dönüş” anlamını esas alarak şöyle bir yorum yapar: Allah Teâlâ Süleyman’ın savaş veya ticaret gemilerinin seyrine uygun düşen bir rüzgâr oluşturmuştu; bir ay Filistin sahillerindeki limanlarından yola çıkan gemileri için doğu istikametinde, bir ay da bunların aynı yere dönmelerini sağlayan batı istikametinde dönemlik rüzgârlar estiriyordu; Enbiyâ sûresinin 81. âyetinde de bu bölgeye dönüşe işaret edilmektedir (XXII, 158). Râzî ise Hz. Süleyman’ın bütün rüzgârlara egemen kılındığı gibi bir sonuç çıkarılmaması üzerinde durur ve bu hususu belirtmek üzere Süleyman’ın emrine verilen özel bir rüzgârın söz konusu olduğunu yazar. Râzî’ye göre bunun delili, “rüzgâr” anlamındaki kelimenin bütün kıraatlerde rîh şeklinde tekil olması ve hiç birinde riyâh şeklinde çoğul okunmamış olmasıdır (XXV, 247). Elmalılı da bu yorumu ve delilini benimseyerek aktarmaktadır (VI, 3950-3951). Kanaatimizce bu yorumun böyle bir delille desteklenmesine ihtiyaç yoktur, zira çoğul olarak kullanılması onun bütün rüzgârlara hâkim kılındığı mânasını zaruri kılmaz; kaldı ki bu kelimeyi “riyâh” şeklinde okuyanlar olmuştur (bk. İbn Atıyye, IV, 408; İbn Âşûr, XXII, 158-159).
“Onun için bakır madenini eritip akıttık” şeklinde çevirdiğimiz cümlede geçen kıtr kelimesi “bakır” veya “bakır, demir vb. madenlerin cevheri” anlamına gelir; daha çok “su kaynağı” anlamında kullanılan ve birçok mânası bulunan ayn kelimesi de bu bağlamda bakır madeninin kaynağı veya bakırın kendisi şeklinde anlaşılmıştır. Bu arada Hz. Süleyman için Yemen’de ve ayda üç gün bakır madeninin akıtıldığı şeklinde rivayetlere de yer verilmiştir (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409). İbn Âşûr burada ayn kelimesinin hakikat anlamında değil “güçlü ve tazyikli biçimde, suyun kaynağından aktığı gibi” mânasında kullanıldığı kanaatindedir (XXII, 159).
Derveze, burada “akıtma” kelimesiyle birlikte kullanılmış olmasından hareketle kıtr ile katranın yani petrolün kastedilmiş olabileceği yorumunu yapar (V, 34). Süleyman Ateş de bazı delillerle destekleyerek bu yorumun akla uygun olduğunu, o zaman için bakırın sel gibi akıtılmasının ise akla uygun düşmediğini belirtir (VII, 241-242). Hz. Süleyman’ın hükümranlığı altındaki bölgelerin özelliği açısından bu yorum mantıklı görünmekle beraber, petrol (zift, katran) kullanılarak ne yapıldığı hususu kapalı kalmakta, özellikle tarihî verilerle desteklenmediği için soyut bir düşünce niteliğini aşmamaktadır (burada önemli bir husus, Kur’an’da “akıttık” ifadesinin geçtiği, yoksa –Ateş’in yazdığı üzere– “sel gibi akıttık” tarzında bir tasvirin yer almadığıdır). Buna karşılık, Fenikeli ustaların Hz. Süleyman için inşa ettikleri Etsyon-Geber limanında çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhanesi Kur’an’daki ifadenin lafzına göre yapılan yorumları desteklemektedir (Ömer Faruk Harman, “Süleyman (Hz.)”, İFAV Ans., IV, 163-164).
“Cinlerden de (...) onun maiyetinde çalışanlar vardı” cümlesi Hz. Süleyman’ın bütün işçilerinin cinler olmadığını, onlardan da işçilerinin bulunduğunu gösterir (İbn Âşûr, XXII, 159-160). Bu cümlenin “rabbinin izniyle” şeklinde çevrilen kısmı “rabbinin emriyle” mânasındadır (Zemahşerî, III, 253). “Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık” ifadesinden de, itaatsizlik edenlerin dünyada bir şekilde cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 419-420
Şehera شهر : شَهْرٌ hilâlin görülmesiyle ya da güneşin bir noktadan yine aynı noktaya dönüşünden oluşan on iki cüzden biri olan müddet ve süredir (bir ay). (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de sadece isim formunda 21 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri teşhir etmek, şöhret ve meşhurdur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ
وَ istînâfiyyedir. لِسُلَيْمٰنَ car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, سخّرنا (boyun eğdirdik) şeklindedir. الرّ۪يحَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
غُدُوُّهَا شَهْرٌ cümlesi الرّ۪يحَ ’ın hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
غُدُوُّهَا mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. شَهْرٌ haber olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. رَوَاحُهَا mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. شَهْرٌ haber olup lafzen merfûdur.
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَسَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لَهُ car mecruru اَسَلْنَا fiiline mütealliktir. عَيْنَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْقِطْرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. مِنَ الْجِنِّ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
مَنْ müşterek ism-i mevsûl muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَعْمَلُ ’dür. Îrabdan mahalli yoktur.
يَعْمَلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بَيْنَ mekân zarfı يَعْمَلُ fiiline mütealliktir.
يَدَيْهِ muzâfun ileyh olup cer alameti يْ ’dir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاِذْنِ car mecruru amili يَعْمَلُ ’nin failinin mahzuf haline mütealliktir. رَبِّه۪ۜ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَسَلْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi سيل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur.
يَزِغْ şart fiili olup meczum muzari fiildir. مِنْهُمْ car mecruru يَزِغْ ’ın failinin mahzuf haline mütealliktir. عَنْ اَمْرِنَا car mecruru يَزِغْ fiiline mütealliktir.
فَ karinesi olmadan gelen نُذِقْهُ cümlesi şartın cevabıdır.
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف ’si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُذِقْهُ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ عَذَابِ car mecruru نُذِقْهُ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. السَّع۪يرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
نُذِقْهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi ذوق ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ
وَ istînâfiyyedir. Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Ayetin başındaki car mecrurun müteallakı olan fiil mahzuftur. Takdiri, سَخَّرْنَا (boyun eğdirdik)’dir. Bu takdire göre cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لِسُلَيْمانَ sözündeki lam, lâm-ı takviyedir. (Âşûr)
غُدُوُّهَا شَهْرٌ cümlesi, الرّ۪يحَ ’nın halidir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ cümlesi bu cümleye matuftur. Atıf sebebi tezattır.
شَهْرٌۚ ’daki tenvin ‘bir’ manasında adet ifade eder. Kelimenin tekrarında, ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
غُدُوُّهَا شَهْرٌ cümlesiyle رَوَاحُهَا شَهْرٌۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
غُدُوُّهَا - رَوَاحُهَا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ [Sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydır] cümlesinde hazif yoluyla îcâz vardır. Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafedir, demektir. (Safvetü't Tefasir)
الغُدُوَّ kelimesinde teşbih vardır. Bir mekândan çıkmak ve orayı terk etmek; büyükbaş hayvanların sabahları çıkış zamanında otlamak için bulundukları yerden çıkışına ya da insanların meşgaleleri gereği sabah vakitlerinde evlerinden ayrılmasına benzetilmiştir. (Âşûr)
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ
Cümle, ayetin başında takdir edilen fiile matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ cümlesi matuf ile matufun aleyh arasında gelmiş bir itiraz cümlesidir. (Âşûr)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُ , ihtimam için mef’ûl olan عَيْنَ الْقِطْرِۜ ’ye takdim edilmiştir.
عَيْنَ الْقِطْرِ ibaresinde istiare vardır. Erimiş maden, suya benzetilmiştir. Su kadar kolay şekil alabilmesi özelliğini vurgulamak amacıyla yapılmış istiarede câmi’, her ikisindeki akıcılıktır.
وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ
وَ atıftır. Car mecrur olan مِنَ الْجِنِّ takdir edilmiş olan …سخّرنا (boyun eğdirdik) fiiline mütealliktir.
مِنَ الْجِنِّ sözündeki مِنْ harf-i ceri, ism-i mevsûl olan مَنْ ’in kapalılığını beyan etmek içindir. Garip bir mana olduğu için önem verilerek takdim edilmiştir. (Âşûr)
سخّرنا fiilinin mef’ûlü olan müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası olan يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sılanın muzari fiil sıygasında gelmesi bu amelin bir defaya mahsus olmadığını ve zaman içerisinde tekrarlandığını göstermektedir. Ayrıca muzari fiilde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
بِاِذْنِ رَبِّه izafetinde hem muzâf olan اِذْنِ hem de muzâfun ileyhin olan ه۪ۜ zamiri dolayısıyla Hz. Süleyman şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrîd sanatı vardır.
وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ
وَ istînâfiyyedir. Şart cümlesi olan مَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. مَنْ , iki muzariyi cezm eden şart ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. Haber olan يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
اَمْرِنَا izafeti, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan emir için tazim ve teşrif ifade eder
فَ karinesi olmadan gelen نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ şeklindeki cevep cümlesi de muzari sıygada gelmiştir.
Fiilin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.
نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ [Azabı tattırırız] ibaresinde istiare vardır. Azap, tadılması arzu edilen lezzetli bir yiyeceğe benzetilmiştir. Bu istiareden amaç, azabın korkunçluğunu muhataba hissettirmektir.
İki farklı görevdeki مَنْ ’ler arasında tam cinas, مَنْ - مِنْ - شَهْرٌ kelimelerinin tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَسَلْنَا - رَبِّه kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.
عَذَابِ السَّع۪يرِ izafeti sıfatın mevsûfuna izafeti kabilindendir. Sıfat tamlaması yerine izafetin tercih edilmesi, izafetin daha vurgulu ve etkili olmasındandır.
İzafette mevsûfun bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır.
السَّع۪يرِ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَعْمَلُونَ | yaparlardı |
|
2 | لَهُ | ona |
|
3 | مَا | ne |
|
4 | يَشَاءُ | diliyorsa |
|
5 | مِنْ | -den |
|
6 | مَحَارِيبَ | kaleler- |
|
7 | وَتَمَاثِيلَ | ve heykeller(den) |
|
8 | وَجِفَانٍ | ve leğenler(den) |
|
9 | كَالْجَوَابِ | havuzlar kadar (geniş) |
|
10 | وَقُدُورٍ | ve kazanlar(dan) |
|
11 | رَاسِيَاتٍ | sabit |
|
12 | اعْمَلُوا | yapın |
|
13 | الَ | (ey) ailesi |
|
14 | دَاوُودَ | Davud |
|
15 | شُكْرًا | şükredin |
|
16 | وَقَلِيلٌ | ve azdır |
|
17 | مِنْ | -dan |
|
18 | عِبَادِيَ | kullarım- |
|
19 | الشَّكُورُ | şükreden |
|
“Yüksek ve görkemli binalar” şeklinde çevirdiğimiz mehârîb kelimesi “korunaklı yüksek mekânlar, kaleler, ihtişamlı yüksek binalar, saraylar, mâbedler” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409). Meâlde “mâbedler” anlamını vermeyi tercih eden Esed bunu, “yeni inşa edilen mâbedin çeşitli salonları” şeklinde açıklamıştır (II, 873. Mehârîb kelimesinin tekili olan mihrabın anlamları ve İslâm kültüründe camilerde imamın namaz kıldırdığı yere ad oluşu hakkında bilgi için bk. İbn Âşûr, XXII, 160-161). Hz. Süleyman zamanında inşa edilen saray, kale, sarnıç, hamam vb. yapıların kalıntıları araştırmacılar tarafından Filistin, Arabistan ve başka yerlerde gösterilmektedir (bk. J. Walker, “Süleyman [Sulaymân b. Dâvûd]”, İA, XI, 173).
“Heykeller” diye tercüme edilen temâsîl kelimesi ile ilgili olarak tefsirlerde genellikle, bunların bakır, cam, mermer gibi maddelerden yapılmış melek, peygamber ve sâlih kişilerin heykelleri olduğu, insanların bu sembolleri görüp onlar gibi kulluk etmelerinin sağlanmasının amaçlandığı belirtilmekte; heykel yapmanın –zulüm ve yalan söyleme gibi– özündeki kötülük sebebiyle yasak bir fiil olmadığı hatırlatılıp bu konuda şeriatlar arasında farklılıkların bulunabileceği, Hz. Süleyman zamanında dinen yasak sayılmayan bu fiilin belirli şartlar altında ve belirli gerekçelerle İslâm’da yasaklandığı üzerinde durulmaktadır; bazı müfessirler ise o dönemdeki heykellerin de insan heykeli olmayabileceğinden söz ederler (meselâ bk. Zemahşerî, III, 253-254; İbn Atıyye, IV, 409; Kitâb-ı Mukaddes’te konuya ışık tutan bazı bilgiler için bk. II. Tarihler 3/10-13, 4/1-22).
Âyette “şükredin” denmeyip “Şükür için çaba gösterin” şeklinde çevrilebilecek bir ifade kullanılmış olması, İslâmî anlayışta şükrün davranışlara yansıtılmasının esas olduğuna işaret eder (bu hususta bilgi için bk. İbrâhim 14/7’nin tefsiri). Gramer açısından yapılan izahlar dikkate alınarak (meselâ bk. Şevkânî, IV, 363) âyet metnindeki ilgili cümleyi, “Size verdiklerinden ötürü O’na şükür olmak üzere Allah’a itaat kapsamında ameller yapın”, “Şükür mahiyetinde ameller yapın” veya “Hakkıyla şükredin” şeklinde de çevirmek mümkündür. Hz. Peygamber’in minbere çıkıp bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şu üç haslet kime verilmişse –âyetteki ifadesiyle– ‘şükür davranışı göstermek’ de kendisine nasip olmuş demektir: Kızgınlık ve sükûnet halinde adaletli davranmak, yoksulluk ve zenginlikte itidalli harcama yapmak, gizli ve açık durumlarda Allah korkusunu korumak” (İbn Atıyye, IV, 410).
“Hakkıyla şükredenler” diye çevirdiğimiz şekûr için “şükrü edâ edebilen; sağlam bir inançla, aczini ve kusurluluğunu itiraf ederek bütün kalbini, dilini, bedenini ve vakitlerinin çoğunu şükrün ifasına veren ve bunun için âzami çabayı sarfeden kişi; içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun bütün durumlarda şükretme tavrını koruyabilen kişi” gibi açıklamalar yapılmıştır. Bazı müfessirlerin “Bundan maksat, şükretmekten âciz olduğunu anlayan kişidir” (Zemahşerî, III, 253-254) şeklindeki yorumu, bu gibi kişilerin “pek az” olduğu bilgisinin izahını da kolaylaştırmaktadır, nitekim bir âyette (İbrâhim 14/34) belirtildiği üzere insanlar Allah’ın nimetlerini adet değil tür olarak bile saymaya kalksalar başaramazlar; dolayısıyla belirtilen âyet ışığında burada şükürden âciz olduğunu idrak edebilenlerin çok az olduğuna işaret edildiği söylenebilir. Bu temayı destekleyen bir rivayete göre Hz. Dâvûd şöyle münâcâtta bulunmuştu: Ey rabbim! Sana şükretmemi sağlayan ilham ve güç de senin nimetlerin olduğuna göre, ben senin nimetlerine şükre nasıl güç yetirebilirim! Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Dâvûd! İşte şimdi beni hakkıyla tanıma mertebesine erişmiş bulunuyorsun” (İbn Atıyye, IV, 410).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 421-422
Raseve رسو : رَسَا - يَرْسُوا fiili şu şey sabit, sağlam, kararlı ve köklü oldu/yerleşti anlamındadır.
İf'al babından olan أرْسَا fiili ise sabit, sağlam, kararlı ve köklü hale getirdi/yerleştirdi demektir. رَواسِي ve راسِياتٌ kelimeleri sabit hareketsiz dağlar manasını taşır. Son olarak bu köke ait مُرْسَى ifadesi mastar, zaman ismi, mekan ismi ve meful(nesne) olarak kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de 14 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ
Fiil cümlesidir. يَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. لَهُ car mecruru يَعْمَلُونَ fiiline mütealliktir.
Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir.Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. مِنْ مَحَار۪يبَ car mecruru mukadder ait zamirin mahzuf haline mütealliktir. Takdiri, يشاء عمله (yapmayı istediği) şeklindedir.
تَمَاث۪يلَ ve جِفَانٍ atıf harfi وَ ’la مَحَار۪يبَ ’e matuftur. كَالْجَوَابِ car mecruru جِفَانٍ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
قُدُورٍ atıf harfi وَ ’la جِفَانٍ ’e matuftur. رَاسِيَاتٍ kelimesi قُدُورٍ ’nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَاسِيَاتٍۜ kelimesi, sülasi mücerredi رسو olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًۜ
Ayet, mukadder mekulü’l-kavl cümlesidir. Fiil cümlesidir.
اِعْمَلُٓوا damme üzere mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Nida harfi mahzuftur. اٰلَ münadadır. Aynı zamanda muzâftır. دَاوُ۫دَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için fetha ile mecrurdur.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar. Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
شُكْراً mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakı olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
وَ istînâfiyyedir. قَل۪يلٌ mukaddem haber olup lafzen merfûdur. مِنْ عِبَادِيَ car mecruru قَل۪يلٌ ’nün mahzuf sıfatına mütealliktir. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الشَّكُورُ muahhar mübteda olup merfûdur.
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ
Ayetin ilk cümlesi olan …يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُ , ihtimam için mef’ûl olan مَا ’ya takdim edilmiştir.
يَعْمَلُونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Car mecrur مِنْ مَحَار۪يبَ , mevsûlün mukadder ait zamirine ait mahzuf hale mütealliktir.
Müteakip mecrurlar temâsül nedeniyle مَحَار۪يبَ ’ye atfedilmiştir.
Eğer doğruysa Enes b. Malik'in rivayetine göre bununla kastedilen özel bir mescittir. (Âşûr)
Teşbih harfinin dahil olduğu كَالْجَوَابِ car mecruru, جِفَانٍ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
وَقُدُورٍ için sıfat olan رَاسِيَاتٍۜ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
قُدُورٍ - جِفَانٍ - تَمَاث۪يلَ - مَحَار۪يبَ kelimelerindeki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
Cinlerin Süleyman (as) için yaptıklarının sayılması taksim sanatıdır.
وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ [Havuzlar gibi çanaklar] terkibinde teşbih vardır. Teşbih edatı zikredildiği, vech-i şebeh de hazf edildiği için buna mürsel mücmel teşbih denir. (Safvetü't Tefasir)
Burada da kaseler, hacim açısından havuza benzetilmiştir. Hissî teşbih, kendisi veya hammaddesi havâss-ı hamseyle idrak edilen şeydir. Belâgat alimleri hayalî olan tarafı da hissî kabul etmişlerdir. Çünkü bunların kendisi değil ama hammaddesi hissîdir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Kur'an-ı Kerim’de zikredilen فعل ve عمل kelimelerini ele alarak inceleyen Fadl Hasan, şunları söylemektedir: Allah’ın kitabında var olan فعل ve عمل kelimeleri onda îcâzın varlığına delalet eder. Bu iki kelime arasındaki fark iki yönden ortaya çıkar. Birincisi, عمل lafzı uzun müddet devam eden işler için kullanılır. فعل lafzı ise bunun aksine, bir defada gerçekleşen işler için kullanılır. يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ [Onlar Süleyman’a, isteğine göre yüksek ve görkemli binalar, heykeller, havuz gibi lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar imal ederlerdi.] ayetinde geçen amel lafzı uzun süre yapılan işleri anlatırken أَلَمۡ تَرَ كَیۡفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصۡحَـٰبِ ٱلۡفِیلِ [Rabbin filin yanındakilere neyi nasıl yaptı görmedin mi?] Fil Suresi birinci ayetinde geçen فعل lafzının bir defada gerçekleşen olayları anlattığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Râgıb el-İsfehânî: “Amel, canlıların kasıtlı olarak yaptığı bütün işlerdir. Bu fiilden daha hususidir. Çünkü fiil, bazen canlıların herhangi maksat gözetmeksizin yaptıkları işler için söylenmesi uygunken bazen de cansız varlıklar için söylenmesi münasip olur.” (Dr. Zafer Akyüz, Fadl Hasan Abbâs Ve Belâgat İlmindeki Yeri)
يَعْمَلُونَ لَهُ ما يَشاءُ cümlesi يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ cümlesi için açıklama cümlesidir. (Âşûr)
التَّماثِيلُ kelimesi تِمْثال ’in çoğuludur ve تِفْعالٌ veznindendir. Çünkü ta (ت) mezittir ve bu isim ta’nın kesralı olarak geldiği تِفْعالٌ veznindeki çok az sayıdaki isimden biridir. (Âşûr)
اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًۜ
Müstenefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراً cümlesi, takdiri قيل (denildi) olan fiilin mekulü’l-kavlidir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اٰلَ دَاوُ۫دَ , nida harfi mahzuf münadadır.
Mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakı olarak gelen شُكْراًۜ ’daki tenvin kesret ve tazim içindir.
اِعْمَلُٓوا - يَعْمَلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
شُكْراً kelimesinde irsâd sanatı vardır.
وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
وَ , istînâfiyyedir. Cümle ta’lil hükmündedir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındadır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir vardır. قَل۪يلٌ mukaddem haber, الشَّكُورُ muahhar mübtedadır.
مِنْ عِبَادِيَ car mecruru, قَل۪يلٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir. عِبَادِيَ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması kulları tazim ve teşrif içindir.
شُكْراًۜ - الشَّكُورُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İstînâfiyye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları ve “Vâv”ın Kullanımı)
“Ey Davud ailesi! Şükredin. Zaten kullarımdan şekûr olan (çok şükreden) azdır.” Yani kalbiyle, diliyle ve bedeniyle vakitlerinin çoğunda şükrü çokça eda edenler azdır. Bu şükrü yapanlar bile hakkıyla şükretmiş olamazlar. Çünkü bir şükre muvaffak kılınmak da başka bir şükrü gerektiren bir nimettir. Ve bu sonsuza kadar gider. İşte bundan dolayı denilmiştir ki şekûr, şükürden aciz olduğunu gören kimsedir.
Rivayet olunuyor ki Hz. Davud (as), ibadet için gece ve gündüz saadetini ailesine taksim etmişti. Böylece gece ve gündüzün her saatinde Hz. Davud ailesinden mutlaka biri ayakta olup namaz kılıyordu. (Ebüssuûd)
وقَلِيلٌ مِن عِبادِيَ الشَّكُورُ sözü ile tezyîl yapılmıştır ve o sözü tamamlar. Burada salih amellere gösterilecek ihtimama teşvik vardır. Buradaki tezyil Kur'an’da gelen yeni bir söz olarak da düşünülebilir. Yani mana olarak “Biz bunu Davud’un ailesine de söyledik ve onlardan az bir kısmı şükür ehli iken ekseriyeti şükredenlerden olmadı. Süleyman ise işte o az olan kısımdan idi. (Âşûr)
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَلَمَّا | zaman |
|
2 | قَضَيْنَا | hükmettiğimiz |
|
3 | عَلَيْهِ | onun |
|
4 | الْمَوْتَ | ölümüne |
|
5 | مَا |
|
|
6 | دَلَّهُمْ | göstermedi |
|
7 | عَلَىٰ |
|
|
8 | مَوْتِهِ | onun öldüğünü |
|
9 | إِلَّا | başkası |
|
10 | دَابَّةُ | bir kurdundan |
|
11 | الْأَرْضِ | yer (ağaç) |
|
12 | تَأْكُلُ | yiyen |
|
13 | مِنْسَأَتَهُ | değneğini |
|
14 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
15 | خَرَّ | yıkıldı |
|
16 | تَبَيَّنَتِ | anlaşıldı ki |
|
17 | الْجِنُّ | cinler |
|
18 | أَنْ |
|
|
19 | لَوْ | eğer |
|
20 | كَانُوا | idi |
|
21 | يَعْلَمُونَ | bilseler |
|
22 | الْغَيْبَ | gaybı |
|
23 | مَا |
|
|
24 | لَبِثُوا | kalmazlardı |
|
25 | فِي | içinde |
|
26 | الْعَذَابِ | azab |
|
27 | الْمُهِينِ | küçük düşürücü |
|
Rivayete göre Hz. Süleyman ayakta ansızın vefat etmiş, bir süre bastonuna dayalı olarak öylece kalmış, cinler onun öldüğünü bilememişlerdi. Bir ağaç kurdu bastonu kemirmiş, baston kırılınca Hz. Süleyman yere düşmüş ve böylece öldüğü anlaşılmıştı.
Hz. Süleyman’ın ölümüyle ilgili bu tasvir hakkında değişik izahlar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXII, 74-76). İbn Atıyye –bu konuda bazı rivayetlere yer vermekle beraber (bk. IV, 411)– tefsirlerde sıhhatli olmayan ve Kur’an’ın lafzından çıkmayan, mâna itibariyle de ona uzak duran birçok ayrıntıya yer verildiğini belirtir (IV, 412); Elmalılı da “Biz onlardan sarfı nazar ediyoruz” diyerek (VI, 3954) bu rivayetlerin zaafına üstü kapalı biçimde işaret eder.
Muhammed Esed burada bu kıssanın, insanın doğal güçsüzlüğü ile dünyevî kudret ve ihtişamın boşluğu ve geçiciliğini anlatan bir mecaz olarak kullanıldığını ifade eder (II, 874). Kanaatimizce Süleyman kıssasının genelinden böyle bir sonuç çıkarılabilir, ancak buradaki ifadeyi gerçek olarak kabul etmeye de bir engel yoktur. Asıl mesaj âyetin sonunda ifade edilmiştir: Gaybı yalnız Allah bilir, gaybı bildiğini iddia ederek değişik sömürü yollarına başvuranların sahtekârlığını ortaya koyma ve bazı zaafları sebebiyle bu sömürüye konu veya âlet olanların uyanık ve dikkatli davranmaları açısından bu kıssa canlı bir örnek olarak göz önüne getirilmelidir. Ayrıca Râzî’nin işaret ettiği üzere (XXV, 250) âyet, rüzgârın ve cinlerin emrine âmâde kılındığı, muhteşem bir saltanatın sahibi olan Süleyman aleyhisselâm için dahi ölümden kurtuluş olmadığına dikkat çekmekte, herkesi dünya hayatının geçiciliğini unutmamaya davet etmektedir.
Yukarıdaki âyetlerde, Süleyman’ın atlarının rüzgâr gibi seri koştuğuna, o dönem insanlarının bakır ve demiri ateşle eritmeye ve bunlardan yapılmış aletler kullanmaya çalıştıklarına ve Süleyman’ın emrindekilerin güçlü kuvvetli insanlar olduğuna işaret edildiği tarzındaki yorumları inanç zayıflığına bağlayan Râzî âyetlerde bildirilenlerin hepsine Allah Teâlâ’nın kadir olduğunu vurgular (bk. XXV, 247; aynı müfessirin Dâvûd ve Süleyman hakkında zikredilenlerin mukayesesini içeren bir yorumu için bk. XXV, 247-248; yine Râzî’nin Dâvûd zamanında savaşın, Süleyman zamanında barışın hâkim olmasından hareketle yaptığı bir yorum için bk. XXV, 248; Hz. Süleyman hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102-103; Neml 27/16-44).
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfı olup دَلَّهُمْ ’un cevabına mütealliktir. Cümleye muzâf olur.
لَمَّا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
a) (لَمَّا) muzari fiilden önce gelirse, muzari fiili cezm eden harf olur.
b) (لَمَّا)’ya aynı zamanda cezmetmeyen şart edatı da denir.
c) Bazen mana bakımından cevap olan cümleden sonra da gelebilir.
d) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَضَيْنَا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَضَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِ car mecruru قَضَيْنَا fiiline mütealliktir. الْمَوْتَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. دَلَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
عَلٰى مَوْتِه۪ٓ car mecruru دَلَّ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلَّا hasr edatıdır. دَٓابَّةُ fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْاَرْضِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُ cümlesi دَٓابَّةُ الْاَرْضِ ’ın hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَأْكُلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir. مِنْسَاَتَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ
فَ atıf harfidir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
خَرَّ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. خَرَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir.
فَ karinesi olmadan gelen تَبَيَّنَتِ cümlesi şartın cevabıdır.
تَبَيَّنَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. الْجِنُّ fail olup lafzen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olup mahallen mansubdur. اَنْ tekid ifade eden muhaffefe اَنَّ ’dir. İsmi olan şan zamiri mahzuftur. Takdiri, أنّهم şeklindedir.
Şan zamirleri: Müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs zamiri)nde kendisine dikkat çekilmek istenen bir iş için kullanılır. İkisine birden iş zamiri denir.
Müzekkerine > zamiruş şan (هُوَ – هُ) Müennesine > zamirul kıssa (هِيَ – هَا)
Zamirler normalde kendinden önceki ismi açıklarken, zamiruş-şan/kıssa ise kendinden sonraki kısma dikkat çeker. Şan zamiri “Benden sonra bir cümle gelecek; gelecek olan o cümle çok önemli” mesajı verir.
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. كَانُوا ’nun dahil olduğu isim cümlesi اَنْ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كان nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ cümlesi كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَعْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. الْغَيْبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَبِثُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فِي الْعَذَابِ car mecruru لَبِثُوا fiiline mütealliktir. الْمُه۪ينِ kelimesi الْعَذَابِ ’ın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ
فَ istinafiyyedir. لَمَّا , kelimesi حين manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Cevap fiiline mütealliktir.
Haynûne manasındaki لَمَّا aslında şartının bilindiği durumlarda gelir ve şartla cevap arasındaki kuvvetli irtibatı ve tertipteki sürati ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkâf Suresi 29, c. 7, s. 424)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ şart cümlesi, لَمَّا ’nın muzâfun ileyhidir. قَضَيْنَا fiili azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
فَ , karinesi olmadan gelen cevap cümlesi مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ , mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى مَوْتِه۪ٓ , konudaki önemine binaen fail olan دَٓابَّةُ الْاَرْضِ ’ye takdim edilmiştir.
Nefy harfi مَا ve istisnâ harfi اِلَّٓا ile oluşan kasr, iki tekid mesabesindedir. Fiil ve fail arasında, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. دَلَّهُمْ maksûr/sıfat, دَٓابَّةُ الْاَرْضِ maksûrun aleyh/ mevsûftur.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ cümlesi دَٓابَّةُ الْاَرْضِ ’nin halidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
مَوْتِ ’in tekrarı konudaki önemine binaendir. Bu tekrarda cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ
Ayetteki ikinci şart cümlesi önceki şart cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesi خَرَّ , aynı zamanda لَمَّا ’nın muzâfun ileyhidir.
فَ , karinesi olmadan gelen cevap cümlesi olan تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ cümlesine dahil olani اَنْ , şan zamiri mahzuf, muhaffefe اَنَّ ’dir. Akabindeki cümle masdar teviliyle تَبَيَّنَتِ fiilinin mef’ûlü konumundadır.
أنْ لَوْ كانُوا يَعْلَمُونَ cinlerden bedel, bedel-i iştimâldir. (Âşûr)
اَنْ ’in haberi, şart üslubunda gelmiştir. Şart cümlesi لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ şeklinde nakıs fiil كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. كَان ’nin haberi يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ cümlesidir. Müsnedin, muzari fiil sıygasında cümle olması hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafât, s. 103)
مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ , cevap cümlesidir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ ibaresindeki فِي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla الْعَذَابِ , içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü azap, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. azapta mübalağa için bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
الْعَذَابِ için sıfat olan الْمُه۪ينِ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
الْمُه۪ينِ sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Azap, الْمُه۪ينِ olmakla vasıflanmıştır. Halbuki azap, zelil ve rezil değil, azap gören zelil ve aşağılıktır. Bu üslup, azabın ne kadar yoğun olduğuna ve şiddetine delalet eden mecazî bir üsluptur.
يَعْلَمُونَ - الْغَيْبَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
فَلَمّا خَرَّ cümlesi ما دَلَّهم عَلى مَوْتِهِ cümlesi için tefri’ cümlesidir. (Âşûr)
العَذابُ المُهِينُ : Aşağılayıcı yani elem (acı) verici ve yorucu bir azap demektir. Nitekim onlar (cinler) eğer gaybı bilselerdi olacak olanları bilmeleri de ezeli olurdu ki bu da o günün toplumunun genel inanışını bu olay özelinde nakzetmiş olurdu. Çünkü o toplumun müşrikleri, cinlerin gayb alemini bildiklerini zannediyor ve kâhinler yoluyla gayb hakkında bilgi edinmek için uğraşıyorlardı. Bunun sebebi onların her kâhinin cinlerle irtibatlı olduğunu ve cinlerin onlara bilgi getirdiğini düşünmeleriyidi. (Âşûr)
Kendisine yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyordu:
Hakikatin delilleri yere ve göklere serilmiştir. Ancak perdelenmiş gözler ve kulaklar; ne görür, ne de işitir. Şükür sebepleri dönen dünyaya ve insanın hayatına saçılmıştır. Ancak ya belli isteklere saplananlar için ya da belli dönemlerden geçenler için diğer her şey değerini yitirir.
Daraldığında ya da üzüldüğünde, şeytan vesveseleri ile, nefsin de ağlamaları ile kapını çalar; ki umutsuzluğun kuyusuna çekilesin. Şükür edecek bir şey bulamadığında ya da hakikat ile bir nebze olsun ferahlamadığında; kalbinin gözlerini dört aç ve istiğfar çek. Zira; ikisi de mümkün ya da gerçek değildir.
Rabbinin emrine kulak ver: “Şükür için çaba gösterin.” Yani şükrü hayatının her köşesinde tutmaya çalış. Rağıb el İsfahani, üç türlü şükür olduğunu söylemiştir: nimeti hatırda tutarak kalp ile şükür, nimeti vereni övgüyle anarak dil ile şükür ve nimet sahibine layık olduğu şekilde karşılık vererek beden ile şükür.
Ey Allahım! Verdiğin her nimet için hamd olsun. Farkında olduğumuz ve olmadığımız; kıymetini bildiğimiz ve bilmediğimiz her nimet için hamd olsun. Daraldığımızda, üzüldüğümüzde, zorlandığımızda ya da korktuğumuzda; bizi nankörlük tuzağına düşmekten muhafaza buyur. Kıyısında dolandığımız her anımızı affeyle. Bizi, Sana hakkıyla şükür edenlerden eyle. Kalbiyle, diliyle ve bedeniyle - her türlü davranışı ile - şükür edenlerin arasına yaz. Seni andığında huzura kavuşan kalbe ve teslimiyetle sakinleşen nefse sahiplerden eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji