بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَع۪يداًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَوْمَ | O gün |
|
2 | تَجِدُ | bulacaktır |
|
3 | كُلُّ | her |
|
4 | نَفْسٍ | nefis |
|
5 | مَا | şeyleri |
|
6 | عَمِلَتْ | yaptığı |
|
7 | مِنْ | -dan |
|
8 | خَيْرٍ | hayır- |
|
9 | مُحْضَرًا | hazır |
|
10 | وَمَا | ve şeyleri |
|
11 | عَمِلَتْ | işlediği |
|
12 | مِنْ | -ten |
|
13 | سُوءٍ | kötülük- |
|
14 | تَوَدُّ | ister |
|
15 | لَوْ | keşke olsa |
|
16 | أَنَّ |
|
|
17 | بَيْنَهَا | onunla (kötülükle) |
|
18 | وَبَيْنَهُ | kendisi arasında |
|
19 | أَمَدًا | bir mesafe |
|
20 | بَعِيدًا | uzak |
|
21 | وَيُحَذِّرُكُمُ | ve sizi sakındırıyor |
|
22 | اللَّهُ | Allah |
|
23 | نَفْسَهُ | kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den |
|
24 | وَاللَّهُ | Allah |
|
25 | رَءُوفٌ | şefkatlidir |
|
26 | بِالْعِبَادِ | kulllarına |
|
Emed (امد) ve ebed (ابد) kelimeleri mana olarak birbirine yakındır. Şu farkla ki ebed, belirlenmiş herhangi bir sınırı olmayan zamanı gösterir ve herhangi bir sınırlama kabul etmez; onun için ‘şu kadar ebed’ denemez. Emed ise mutlak anlamda söylenince belli bir sınırı olduğu halde bu sınırı belli olmayan süreyi ifade eder. (Müfredat) Emed zaman veya mekan için kullanılır (Farklar Sözlüğü, Ebu Hilal el-Askeri)
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚۛ
Zaman zarfı يَوْمَ, mahzuf fiilin mef’ûlun bihdir. Takdiri; اذكر şeklindedir. تَجِدُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. كُلُّ faildir. نَفْسٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası عَمِلَتْ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
عَمِلَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir. مِنْ خَيْرٍ car mecruru عَمِلَتْ fiilinin mukadder mef’ûlunun mahzuf haline müteallıktır. مُحْضَرًا kelimesi مَا ’nın hali olup fetha ile mansubtur.
وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَع۪يداًۜ
وَ atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَا , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası عَمِلَتْ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
عَمِلَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ’dir. مِنْ سُٓوءٍ car mecruru fiilin mukadder mef’ûlunun mahzuf haline müteallıktır.
تَوَدُّ fiili تَجِدُ fiilinin hali olarak mahallen mansubtur. لَوْ gayrı cazim şart harfidir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri; ثبت şeklindedir.
اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. بَيْنَ mekân zarfı, اَنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
بَيْنَهُٓ atıf harfi وَ ’la بَيْنَهَا kelimesine matuftur. اَمَدًا kelimesi اَنَّ ’nin muahhar ismidir. بَع۪يدًا ise اَمَدًا ’in sıfatıdır.
وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. يُحَذِّرُ merfû muzari fiiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
نَفْسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.
رَؤُ۫فٌ haber olup lafzen merfûdur. بِٱلۡعِبَادِ car mecruru رَؤُ۫فٌ kelimesine müteallıktır.يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَع۪يداًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin başındaki zaman zarfı يَوْمَ , takdiri اذكر olan mahzuf fiile veya تَوَدُّ fiiline muteallıktır.
Muzâfun ileyh olarak mahallen mecrur olan … تَجِدُ كُلُّ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası …عَمِلَتْ ise müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ cümlesine dahil olan وَ istînâfiyyedir.
عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ cümlesi ile عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ cümlesi arasında mukabele sanatı, خَيْرٍ - سُٓوءٍۚۛ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
İsm-i mevsûller müphem yapıları gereği tevcih ihtiva ederler. Cümledeki مَا ’lar arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Her nefsin o günde bulacağı şeyin hayırlı amel ve kötü amel şeklinde açıklanması taksim sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …تَوَدُّ لَوْ اَنَّ cümlesi amelinin karşılığını bulanların hali olarak nasb mahallindedir.
…لَوْ اَنَّ cümlesi, şart üslubunda haberî isnaddır. Cevabı mahzuftur. Takdiri; لفرحت واطمأنت (Ferahlar ve mutmain olurdun.) şeklindedir.
Masdar harfi اَنَّ ’yi takip eden isim cümlesi masdar teviliyle mahzuf fiilin faili konumundadır. Takdiri; ثبت حصول الأمد البعيد بينها وبينه (Onlar arasında uzun bir zamanın geçtiği sabit oldu.) şeklindedir.
Masdar-ı müevvel cümlesinde takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. بَيْنَهَا mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اَمَدًا kelimesi, اَنَّ ’nin muahhar ismidir. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.
اَمَدًا ’deki tenkir kesret ve nev ifade eder.
اَمَدًا için sıfat olan بَع۪يدًاۜ dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
اَمَد kelimesi Kur’an’da 4 yerde geçmiştir.
‘Her nefis yaptığını bulacak’ derken yaptığının karşılığını bulacağı manası kastedilmiştir. Sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.
يَوْمَ تَجِدُ [bulacağı gün] ifadesi, تَوَدُّ [ister ki] fiili ile mansubtur. بَيْنَهُٓ ifadesindeki zamir, َيَوْمَ’ye işaret eder. Yani “Kıyamet günü her nefis işlediği tüm hayır ve şerleri karşısında hazır bulduğu vakit, ister ki kendisi ile bugün ve bu günün dehşeti arasında çok uzun bir mesafe bulunsun.” Ayrıca, يَوْمَ تَجِدُ ifadesinin [zikret, hatırla şeklinde] gizli bir fiil ile mansub olması ve sadece مَا عَمِلَتْ [işlediği şey] ifadesi ile ilişkili olması, وَمَا عَمِلَتْو ifadesinin de mübteda olarak merfû olması, تَوَدُّ [ister ki] fiilinin bu mübtedanın haberi olması yani “İşlemiş olduğu kötülüğün ise kendisinden olabildiğince uzak olmasını ister.” anlamında olması da mümkündür. İki kez geçen عَمِلَتْ ifadesinden ikincisinin ilkine matuf olması ve تَوَدُّ fiilinin hal olması yani “Amelini hazır bulduğu gün kendisi ile bu gün (ya da kötü ameli) arasında çok uzak bir mesafe olmasını ister haldedir.” anlamında olması da mümkündür. (Keşşâf)
وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟
وَ istînâfiyyedir. Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bütün esma-i hüsnayı bünyesinde toplayan lafza-i celâlin müsnedün ileyh olarak gelmesi, kalplere korku salmak ve uyarmak içindir.
نَفْسَهُۜ izafeti veciz ifadenin yanında Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan نَفْسَ için şan ve şeref ifade eder.
وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ cümlesi 28. ayetteki cümlenin tekrarıdır. Bu tekrarda tekrir, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْعِبَادِ۟ ve بَع۪يدًاۜ arasında cinas vardır.
Ayetin fasılası olan وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi sübut ifade eder.
اللّٰهَ lafzı ayette 2 defa zikredilmiştir. Lafza-i celâlin, teberrük ve haşyet uyandırma, korkuyu artırma amacına matuf tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Lafza-i celâl tekrarı, ilâhî heybeti daha ziyade tebarüz ettirmek içindir. (Ebüssuûd)
الْعِبَادِ۟ lafzındaki ألْ istiğrak manasınadır. Çünkü Allah’ın rahmeti Müslüman ve kâfir tüm insanları kuşatmıştır. Veya muzâfun ileyhin hazfından dolayı muzâfa verilen ivaz da olabilir. Takdiri; بِعِبادِهِ şeklindedir. (Âşûr)
Mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ ifadesi, kulların bu hususu daha çok önemsemeleri ve gaflete düşmemeleri için tekrar edilmiştir. وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟ [Bununla birlikte Allah kullarına karşı şefkatlidir.] Allah’ın, kullarını kendisine karşı uyarmış olması ve kendisinin ilim ve kudret sıfatlarına sahip olduğunu bildirmesi O’nun kullarına karşı merhamet ve şefkatindendir; çünkü kullar Allah’ı bu şekilde hakkıyla bilip O’ndan sakındıkları zaman bu durum onları Allah’ın rızasını talep etmeye ve O’nun gazabından kaçınmaya sevk edecektir. (Keşşâf)
Son cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb sanatıdır.
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | إِنْ | eğer |
|
3 | كُنْتُمْ | siz |
|
4 | تُحِبُّونَ | seviyorsanız |
|
5 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
6 | فَاتَّبِعُونِي | bana uyun ki |
|
7 | يُحْبِبْكُمُ | sizi sevsin |
|
8 | اللَّهُ | Allah da |
|
9 | وَيَغْفِرْ | ve bağışlasın |
|
10 | لَكُمْ | sizin |
|
11 | ذُنُوبَكُمْ | günahlarınızı |
|
12 | وَاللَّهُ | Allah |
|
13 | غَفُورٌ | bağışlayandır |
|
14 | رَحِيمٌ | esirgeyendir |
|
Kur’ân’da takipçisi olmak, izlemek, itaat etmekle ilgili kullanılan iki fiilin biri (ittiba) bu ayette, diğeri de (itaa) bir sonraki ayette geçiyor. Arapça’da benzer manadaki iki kelimenin yakın kullanımı, arasındaki farkı açığa çıkarmak için kullanılır.
İtaa-müslümandan minimum beklentidir.
İttiba-itaatin üst seviyesidir.
İttat de uymanız istenen talimat/komut size gelir.İttiba’da siz gider “bunu nasıl yapalım” diye sorar ve talimata uyarsınız. Nelerden infak edelim, nasıl boşanalım, yemeğe nasıl başlayalım, nasıl borç verelim vs gibi. Takip edebileceğiniz her adımı takip etmeye ve ona uymaya çalışmaktır.
Bu ayet aynı zamanda Allahın peygamberini ne kadar çok sevdiğini gösteren ayettir. Öyle ki, Allah bize peygamberimize tabii olmakla sevgisini, günahlarımızı bağışlamayı ve rahmetini vaadediyor. Bu Allah’ın peygamberine bir övgüsüdür.
Uymak derken çoğunu yanlış anlıyoruz. Giyinme, misvak kullanma, sakal, nasıl su içeceğimiz değil sadece. Peygamberimiz bir iletişim dehasıydı. Komşusuyla, çocuklarla, düşmanla, eşiyle veya sorun çıkarmaya meyilli insanlarla nasıl iletişim kurardı? Bu unutulmuş sünnetleri dirilterek ve onlara uyarak çağımızın pek çok hastalığına çare bulabiliriz aslında.
Allah'ı sevmek, Rasûlullah'ı sav sevmeyi gerektirir. Rasûlullah'ı sav sevmek ona uymak, Onun getirdiği dini yaşamaktır.
Muhabbet; nefsin bir şeyde gördüğü kemalden dolayı ona meyletmesi ve nefsi o kemale yaklaştıran eylemlere sevketmesidir. (Ebussuud)
Riyazus Salihin, 160 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer” buyurdu. Bunun üzerine:
- Ey Allah’ın elçisi, cennete girmeyi kim istemez ki? denildi. Peygamber Efendimiz:
– “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler cenneti istememiş demektir” buyurdu.
Buhârî, İ’tisâm 2
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Mekulü’l-kavli اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ ’dir. قُلْ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
تُحِبُّونَ fiili كَانَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. تُحِبُّونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir. اتَّبِعُون۪ي fiili ن’un hazfıyla mebni emir olup şartın cevabıdır. Fail ise müstetir zamir أنت’dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur. يُحْبِبْكُمُ talebin cevabı olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.
يَغْفِرْ لَكُمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la يُحْبِبْكُمُ ’e matuftur. يَغْفِرْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. لَكُمْ car mecruru يَغْفِرْ fiiline müteallıktır. ذُنُوبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ [Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.] اَلْحُبُّ - اَلْمَحَبَّةُ kelimeleri اَلْوُدِّ - اَلْمَوَدَّةِ kelimeleri gibidir. حَبَّهُ ve اَحَبَّهُ [Onu sevdi.] demektir. Fiilin üç harfli kökü birinci ve ikinci babdan gelir. Kisâî şöyle demiştir: Bu fiilin üçlü kökü artık terk edilmiştir. Araplar artık اَحَبَّ fiilini kullanırlar. Sülâsî kökten ism-i mef’ûl olan مَحْبُوب türetilirken ism-i fail if’al babından türetilir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
اتَّبِعُون۪ي [Bana uyun.] Bu kelimede ي harfi yazılmıştır. Aslolan budur yani aslolan ي harfinin okunmasıdır. فَاتَّقُونِ [Benden sakının. (Bakara 2/41)] ve وَاَط۪يعُونِ [Bana itaat edin. Âl-i İmrân 3/50)] ifadelerinde yazılmamıştır. Çünkü bunlar ayetin sonunda bulunur ve vakf niyetiyle okunmazlar. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ cümlesi ise şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart cümlesi كان’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. كان ’nin haberi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كان ’nin haberinin muzari fiil sıygasında gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
فَ karînesiyle gelen cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.
يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ cümlesi talebin cevabıdır. يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ cümlesi de bu cümleye وَ ’la atfedilmiştir.
Müsnedün ileyh tazim ve muhabbet için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan ٱللَّه ismiyle gelmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla اللّٰهَ isminde tecrîd sanatı vardır.
تُحِبُّونَ - يُحْبِبْكُمُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları, يَغْفِرْ - ذُنُوبَكُمْۜ kelimeleri ve يُحْبِبْكُمُ - يَغْفِرْ kelime grupları arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ذُنُوبَ tekid için gelmiş olabilir. (Bizi affederken bir de ayrıca günahlarımızı söylemiştir.)
اِنْ harfi, vuku bulma ihtimali zayıf olan fiillerin başına gelir. Bu da Allah’ı sevenlerin sayısının az olduğuna işaret eder.
Bana uyun derken kastedilen şey; emirler, yasaklar ve dindir.
Bu ayette Cenab-ı Hak şöyle demektedir: “Onlara de ki ey Muhammed! Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah’ı seviyorsanız, bu ancak Bana tabi olmanız ve kâfirlere uymayı bırakmanız halinde gerçekleşebilir. Ben sizleri Beni peygamber olarak gönderen Allah’a iman etmeye, O’nun emir ve yasaklarına uymaya çağırıyorum. Bana uymayan Allah’ı sevmiyor demektir. Çünkü kulun Allah’ı sevmesi O’na itaati başka bir şeye tercih etmesini gerektirir. Eğer bunu yaparsanız Allah sizi sever. Allah’ın kulu sevmesi ona sevap vermeyi, ondan razı olmayı ve amelini hoş görmeyi istemesidir.” (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
وَ istînâfiyyedir. Cümle ta’lil manasındadır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu isim cümlesi sübut ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Allah’ın غَفُورٌ ve رَح۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
اللّٰهَ lafzı ayette 3 defa zikredilmiştir. Lafza-i celâlin teberrük, telezzüz ve muhabbeti artırma amacına matuf tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu cümlede lafza-i celâlin zamir yerine açıktan zikredilmesi, ulûhiyet (Allah) vasfının mağfiret ve rahmeti gerektirdiğini zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla اللّٰهَ isminde tecrîd sanatı vardır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Hasan-ı Basrî’nin “Allah Teâlâ’nın kendisinden sakındırması, O’nun kullara olan şefkatindendir.” dediği nakledilmiştir. Ayrıca burada O’nun ilim ve kudret sıfatları sebebiyle sakınılması gereken bir zat olmasının yanı sıra rahmetinin genişliği sebebiyle de kendisine bel bağlanan/ümit beslenen bir zat olduğu da kastedilmiş olabilir. Nitekim şu ayette bu husus ifade edilmiştir: [Senin Rabbin, şüphesiz hem mağfiret sahibidir hem de can yakıcı bir azap sahibidir. (Fussilet 41/43)] (Keşşâf)
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ [Allah, Gafûr ve Rahîm’dir] buyurulmuştur. Yani Allah, kullarının çeşitli günahlarını diğer insanlardan gizlemesi bakımından dünyada iken Gafûr, fazlı ve keremi ile de onlara ahirette Rahîm’dir. (Fahreddin er-Râzî)
قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ
قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت’dir. Mekulü’l-kavli اَط۪يعُوا اللّٰهَ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. اَط۪يعُوا fiili ن’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
الرَّسُولَ kelimesi atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
اَط۪يعُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi طوع ’dir. İf’al babı fiile ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ
فَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تَوَلَّوْا şart fiili, mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Mahallen mecumdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. لَا ; nefiy harfi olup sükun üzere mebnidir. يُحِبُّ fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. الْكَافِر۪ينَ mef’ûlun bihtir. Nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
یُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir. İf’al babı fiile ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِنْ تَوَلَّوْا ifadesi mazi fiil olabileceği gibi Peygamberin onlara söylediği sözler cümlesi içerisinde yer alıp فَاِنْ تَتَوَلَّوْا anlamında muzari fiil de olabilir. (Keşşâf)قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette zamir yerine zahir ismin (Allah) tercih edilmesi ve gaibden muhatap ifadesine geçilmesi, itaat cihetini tayin ve onun illetini bildirmek içindir. Zira emrolunan itaat, Peygamberin (sav) şahsı itibariyle değil, Allah’ın elçisi olması itibariyledir. Ve hiç şüphe yok ki (ayette zikredilen) risalet unvanı, itaatin muciplerinden ve sebeplerindendir. (Ebüssuûd)
Allah’a itaatin zikrinden sonra resulüne itaat emri, hususun umuma atfı babında ıtnâbtır. Allah'a itaat eden, resulüne itaatsizlik etmez.
İtaat edileceklerin Allah ve resulü olmak üzere sayılması taksim sanatıdır.
Mekulü’l-kavle فَ ile atfedilen فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ cümlesi şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Şart cümlesi تَوَلَّوْا müspet muzari fiil sıygasıyla tekidsiz gelmiş haberî isnaddır. Cevap cümlesi ise اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır.
اِنَّ ’nin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırma kastının yanında haberin önemini de vurgulamaktadır.
اِنَّ ’nin haberinin menfi muzari fiille gelmesi, hükmü takviye hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
اَط۪يعُوا - تَوَلَّوْا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Önceki ayette de اتَّبِعُ (tâbi olmak) geçmişti. Burada geçen اَط۪يعُ (itaat)’le اتَّبِعُ benzer manalardadır. Aralarında cinas ve mürâât-ı nazîr vardır.
Önceki ayette Efendimiz kendisinden ‘bana’ diye bahsederken burada ‘er-resul’ diye bahsetmiştir. Tecrîd ve iltifat sanatı vardır. Ayetin son cümlesi اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ , mesel tarikinde tezyîldir, ıtnâbtır.
[Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.] Yani eğer yüz çevirirlerse inkâr etmişler demektir. Allah kâfirleri sevmez. Bu ifade “Kâfirlere buğz eder.” ifadesinden daha ağırdır. Çünkü bu anlatım olumsuzdur ve sevginin hiçbir şekilde var olmadığını ifade etmektedir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
Burada ilâhî muhabbetin nefyi, فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ [Şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.], Allah’ın onlara olan buğzundan kinayedir. Yani Allah onlardan razı olmaz ve onları hayırla vasıflandırmaz, demektir.
Burada kâfirlerin zamirle değil de zahir isimle zikri, hükmün bütün kâfirleri kapsaması ve hükmün illetini bildirmek içindir. Zira Allah’ın onlara buğz etmesi, onların küfürleri sebebiyledir. Ve bu ifade ile söz konusu itaatten yüz çevirmenin küfür; ilâhî muhabbetin de müminlere has olduğu bildirilmektedir. (Ebüssuûd)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismidir. اصْطَفٰى fiili elif üzere takdir edilen fetha ile mebni mazi fiildir. اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. اٰدَمَ kelimesi mef’ûlun bihtir.
نُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ kelimeleri atıf harfi وَ ’la اٰدَمَ ’e matuftur. اِبْرٰه۪يمَ ve عِمْرٰنَ kelimeleri gayrı munsarif oldukları için esre almamıştır. Çünkü kendilerinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
عَلَى الْعَالَم۪ينَ car mecruru اصْطَفٰٓى fiiline müteallıktır. الْعَالَم۪ينَۙ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
اٰلَ عِمْرٰنَ [İmran ailesi] ifadesiyle İmran’ın kendisi kastedilmiştir. Burada kastedilen kişi, Süleyman b. Davud’un neslinden İmran b. Eşhem’dir. Bir rivayete göre Hz. Meryem’in babası olan İmran b. Mâsân’dır. Bu kişi peygamber olarak değil, Allah’ın rızasını kazanmış dindar ve iyi bir kul olarak diğer insanlar arasından seçilmiştir. Hz. Meryem’in babası, Hz. İsa’nın dedesi yani annesinin babası olma şerefine nail olmuştur. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelen ayet اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. اِنَّ ’nin isminin, bütün esma-i hüsnaya şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz ve teberrük içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهَ isminin zikri, tecrîd sanatıdır.
Seçilenlerin اٰدَمَ , نُوحًا , اٰلَ اِبْرٰه۪يمَ , اٰلَ عِمْرٰنَ şeklinde sayılmasında taksim sanatı, bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
عَلَى - الْعَالَم۪ينَۙ kelimeleri arasında cinas vardır.
اصْطَفٰٓى kelimesinde irsâd sanatı vardır.
Burada اصْطَفٰٓى [seçti] kelimesi fasılaya delalet eder. Bu delalet lafzî değil manevidir. Çünkü lafızlar farklıdır. Ancak seçmek fiili aynı cinsten seçilecek şeyler olduğuna delalet eder. İşte bu seçilecek şeyler الْعَالَم۪ينَۙ [âlemler]’dir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayetteki اصْطَفٰٓى sözcüğü, fasılanın aynı kökten olmayan الْعَالَم۪ينَ şeklinde geleceğine delalet etmektedir. Her iki sözcük de kök olarak farklı olmalarına rağmen aralarında anlam ilişkisi vardır. Çünkü tercih edilen bir şeyin, kendi cinsi içinden tercih edilmiş olduğu bilinen bir gerçektir. Burada tercih edilenler, kendi cinslerinden olan الْعَالَم۪ينَ e tercih edilmiştir. (Arap Dili Belâgatında Bedî‘ İlmi Ve Sanatları, Dr. Mustafa Aydın)
İlk iki peygamberden sonra iki aile zikredilmiş. Tağlîb sanatı ile kısa yoldan bütün peygamberler kastedilmiş olabilir. Muhammed Ebu Musa her peygamber ve ona inananların yaşadığı çağdakiler arasından seçildiğini, onlara üstün olduğunu söyler.
Âl-i İmran’ın, Âl-i İbrahim’e dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, İsa’nın (as) durumuna duyulan ilgidendir. Çünkü İsa (as) hakkındaki ihtilaf çok derindir. اصْطَفٰٓى (seçme, üstün kılma, tercih etme) vasfının yakın babaya nispeti, bu vasfın âl’de (soyda) gerçekleştiğine açık bir delalettir. “Âl”in Nûh ve Âdem’e (as) değil de İbrahim’e (as) izafe edilmesinin sebebi de budur. Zira Âdem ve Nûh ailesinden hidayete ermemiş olanlar da vardır.
اصْطَفٰٓى lügatta tasfiye etmek, süzmek, saflaştırmak, bir şeyin saf olan kısmını almak gibi manalara gelir. Ama burada söz konusu olan seçmek, üstün kılmaktır. (Ebüssuûd)
اصْطَفٰٓى fiili Arapça’da, “seçti, tercih etti” manasına gelir. Buna göre اصْطَفٰٓى lafzının manası, bulanıklıklardan uzak ve saf olan, görülen ve müşahede edilebilen bir şeye benzetilerek, “Onları mahlukatının en arısı ve durusu kıldı.” demektir. Bu ayetin bir benzeri de Cenab-ı Hakk’ın Hz. Musa’ya, “Ben seni risaletimle… bütün insanlardan mümtaz kıldım.” (A’raf, 144) sözü ile Hz. İbrahim, İshak ve Yakub (as) hakkındaki “Çünkü onlar Bizim katımızda cidden seçkinlerden, hayırlılardandı.” (Sâd, 47) sözüdür. (Fahreddin er-Râzî)
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ
ذُرِّيَّةً kelimesi اٰدَمَ ’in hali olup fetha ile mansubtur. بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ ifadesi ذُرِّيَّةً’in sıfatı olarak mahallen mansubtur.
بَعْضُ mübtedadır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِنْ بَعْضٍ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
ذُرِّيَّةً kelimesi hazfedilmiş ikinci bir اصْطَفٰٓى [seçti] fiili ile nasb edilmiştir. Yahut bedel veya kat’ üslûbuyla mansub olması da mümkündür. Çünkü kendisinden önce marife bulunan nekre bir kelimedir.
ذَّرْءِ kökünden فَعُولَةٌ kalıbındadır. اَلذَّرْءِ yaratmak demektir. Aslı ذَرُؤوةً şeklindedir. Sonra hemze yumuşatılmış ve ى haline gelmiştir. Ondan önceki و ‘da aynı olmaları için ى’ya çevrilmiş ve kesrelenmiştir. Çünkü ى kesrenin kardeşidir. Zürriyet bazılarına göre çocuk anlamına gelir. Buna göre ayetin anlamı şudur: Hz. Nûh, Hz. Âdem’in zürriyetindendir, Hz. İbrahim, Hz. Nûh ve Hz. Âdem’in zürriyetindendir. Hz. Musa ve İmran da İbrahim, Nûh ve Âdem’in zürriyetindendir. Bir kişinin zürriyetinden olan o ikisinden birine mahsus olmaz. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. سَمِیعٌ haberdir. عَلِیمࣱ ikinci haberdir.
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ
Önceki ayetin devamı olan bu ayette ذُرِّيَّةً , Âdem ve ona matuf olanlardan haldir. ذُرِّيَّةً için sıfat olan بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنْ بَعْضٍۜ’nin müteallakı olan haber mahzuftur.
Cümlede hal ve sıfat dolayısıyla ıtnâb sanatı vardır.
بَعْضٍۜ ’nin tekrarında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Peygamberlerin sırasıyla sayılması ittirad sanatıdır. Özel isimlerin zikri; tazim, zihne yerleştirmek ve telezzüz için olur.
Bu peygamberlerin zikredilmesinden maksat Yahudilere ve Hristiyanlara peygamberlerinin Hz. Muhammed’e olan güçlü bağlılıklarını hatırlatmak içindir. (Âşûr)
بَعْضٍۜ kelimesi tenvinli olarak gelmiştir. Bu tenvine ivaz tenvini denir. Hazfedilmiş muzâfun ileyh yerine gelmiştir.
وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
وَ istînâfiyyedir. Cümle ta’lil manasındadır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu isim cümlesi sübut ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Allah’ın سَم۪يعٌ ve عَل۪يمٌ şeklindeki sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
سَم۪يعٌ - عَل۪يمٌ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetlerin sonunda gelen esma-i hüsna bazen harf-i tarifle bazen de tenvinle gelir.
Nekre gelişi tazime, elif-lam’lı gelişi de kemalata delalet eder. Burada nekre gelmiştir. Onun işitici ve bilici oluşunun bir şeref olduğunu ifade etmiştir.
Bu ayrımlar ayetin bağlamı ile alakalıdır. Yoksa elbette hepsinde kemalat anlamı ve tazim vardır.
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّراً فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِذْ | hani |
|
2 | قَالَتِ | demişti ki |
|
3 | امْرَأَتُ | karısı |
|
4 | عِمْرَانَ | İmran’ın |
|
5 | رَبِّ | Rabbim |
|
6 | إِنِّي | şüphesiz ben |
|
7 | نَذَرْتُ | adadım |
|
8 | لَكَ | sana |
|
9 | مَا | olanı |
|
10 | فِي |
|
|
11 | بَطْنِي | karnımda |
|
12 | مُحَرَّرًا | tam hür olarak |
|
13 | فَتَقَبَّلْ | kabul buyur |
|
14 | مِنِّي | benden |
|
15 | إِنَّكَ | şüphesiz |
|
16 | أَنْتَ | sen |
|
17 | السَّمِيعُ | işitensin |
|
18 | الْعَلِيمُ | bilensin |
|
Önceki ayet Allahın hakkıyla işiten olduğunu söyleyerek bitti. Şimdi bir örnek veriyor Rabbimiz, kulunun yüzyıllar öncesinden yaptığı ve kendisinin kaydettiği samimi bir duasını, arzusunu bizlerle paylaşıyor. Nasıl bir işitene kul olduğumuzu anlamamız için.
حَرَّ Harra:
حَرارَة soğukluğun zıddı olan sıcaklık demektir ve iki kısma ayrılır:
Türkçede de kullanılan حُرٌّ (hür) ise kölenin zıddıdır. Aynı kökten olan hürriyette iki çeşittir: Birincisi; başkasının kendisi üzerinde herhangi bir hakimiyeti olmayan kimse; ikincisi ise dünyalık kazançlar karşısında aşırı hırs ve istek sahibi olmak gibi kötü sıfatların ele geçiremediği kişi. تَحْرِيرٌ bir insanı âzâd etmektir.(Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 15 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri hararet, hür, hürriyet, tahrir ve muharrirdir.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّراً فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ
اِذْ , zaman zarfı, takdiri اذكر olan mahzuf fiile müteallıktır. قَالَتِ fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. امْرَاَتُ kelimesi قَالَتِ fiilinin failidir. عِمْرٰنَ muzâfun ileyhtir. Gayrı munsarif olduğu için esre almamıştır. Mekulü’l-kavli رَبِّ ’dir. Nida harfi ve muzâfun ileyh mahzuftur. رَبِّ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır.
Nidanın cevabı اِنّ۪ي نَذَرْتُ’dur. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
نَذَرْتُ fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. نَذَرْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. لَكَ car mecruru نَذَرْتُ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ف۪ي بَطْن۪ي car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır. Muttasıl zamir ي harfi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مُحَرَّرًا ism-i mevsûlun hali olup fetha ile mansubtur. Hal olması dolayısıyla ıtnâb sanatı vardır.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن رضيت عنّي فتقبّل منّي (Benden razıysan benden kabul et.) şeklindedir. تَقَبَّلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت’dir. مِنّ۪ي car mecruru تَقَبَّلْ fiiline müteallıktır.
امْرَاَتُ kelimesinin hemzesi vasl hemzesidir. Kelimenin aslı مَرْاَةُ’dür. مْ ’i sakin yapıp sükunu korumak için başına ا koymuşlardır. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
كَ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَنْتَ fasıl zamiridir. السَّم۪يعُ kelimesi اِنَّ ’nin haberidir. الْعَل۪يمُ ise ikinci haberidir.
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّراً فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ
Zaman zarfı اِذْ takdiri اذكر olan mahzuf fiile müteallıktır. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …قَالَتِ امْرَاَتُ cümlesine muzâf olmuştur. قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan …رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfinin, mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret olmak üzere hazfedilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır. Nidanın cevabı اِنّ۪ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber talebî kelam olan bu cümle dua manasına geldiği için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle terkip mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ cümlesi فَ ile makabline atfedilmiş, emir üslubunda talebî inşâi isnaddır. Bu cümlenin mahzuf şartın cevabı olduğu da söylenmiştir.
مُحَرَّرًا [Azatlı bir kul olarak] yani Beyt-i Makdis’in hizmetkârı olarak… Artık üzerinde hiçbir yetkim olmayacak; onu hiçbir işe koşmayacağım, hiçbir şeyle meşgul etmeyeceğim. Bu tür adak adamalar onlar nezdinde meşru idi. Rivayet edildiğine göre bu şekilde adak adıyorlardı ve çocuk bülûğ çağına geldiği zaman bu adağı yerine getirip getirmemek arasında serbest bırakılıyordu. Çocuğun mabet hizmetine adanması sadece erkek çocukları için söz konusuydu; İmran’ın karısı da bu adağı “erkek çocuğum olursa” şeklinde bir takdir üzere ya da erkek çocuk sahibi olma temennisi ile yapmıştı. (Keşşâf)
Bu duada رَبِّ denmek suretiyle rubûbiyet vasfı kullanılmıştır. Bu vasıf merbûbe (Rabbi olduğu varlıklara) bol ihsan manası ifade eder. İşte bu kelimenin kullanılması ve adakta bulunan Hanne’nin zamirine izafe edilmesi (Rabbim, denmesi), icabet zincirini harekete geçirmek içindir.
Bundan dolayıdır ki dua adabı konusunda şu tavsiye edilmiştir: “Dua eden, duasının kabulünü istiyorsa icabete münasip düşen Allah’ın isim ve sıfatları ile dua etsin.”
مَا , Hanne’nin karnındaki cenini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Oysa bu harf, insanlar dışında akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılır. Böyle iken bu harfin insan cenini için kullanılması, o aşamada henüz müphem ve akıl sahibi derecesine erişmemiş olmasından dolayıdır. Onun söylemek istediği şudur: “Ey Rabbim! Ben gerçekten karnımdaki çocuğu, yalnız Beyt’ül Makdis’in hizmetini görmek yahut sırf ibadetle meşgul olmak üzere Sana adadım.”
Burada kastedilen mana, Allah’a yakınlaşma için Hanne’nin adağını tahrir (azat) kaydına bağlamasıdır. (Ebüssuûd)
نَذَرْتُ [adadım]; “O artık benden çıktı, onu sana verdim.” demektir. “Sana adadım.” sözünde lazım mana zikredilmiş, “melzumu olana kiliseye veriyorum” manası kastedilmiştir.
حَريرً , ipek demektir. Hür kelimesi ile aynı köktendir. İpekleri zengin ve hür olanlar giyerdi, zenginlik nişanesi idi.
فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ [Bunu benden kabul et.] sözüyle aslında erkek çocuk istediği ifade edilmiştir. Çünkü kiliseye erkek çocuk adanırdı.
Ayette geçen مُحَرَّرًا tabirinin manası, “halis, mahza, katıksız hür, azat edilmiş” demektir. Mesela, bir köleyi kölelikten kurtarıp azat ettiğinde حَرَرْتُ العَبْدَ denilir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Bu cümlenin tekid ile ifadesi, اِنَّ [şüphesiz] denmesi, kesin inancın kuvvetini belirtmek içindir.
Burada işitme ve bilme sıfatlarının Allah’a tahsisi, duanın yalnız Allah’a has kılındığını ve başkasından umudun tamamen kesildiğini beyana yöneliktir. Bu ise yalvarış ve yakarıştaki mübalağayı belirtir. (Ebüssuûd)
Taliliye olarak fasılla gelen son cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ, fasıl zamiri ve haberin tarifi olmak üzere üç unsurla tekid edilmiş, sübut ifade eden isim cümlesi, lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
İki haber olan, Allah’ın السَّم۪يعُ ve الْعَل۪يمُ sıfatlarının marife gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin kemâline işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
السَّم۪يعُ - الْعَل۪يمُ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetlerin sonunda gelen esma-i hüsna bazen harf-i tarifle bazen de tenvinle gelir.
Nekre gelişi tazime, elif-lam’lı gelişi de kemalata delalet eder.
Bu ayrımlar ayetin bağlamı ile alakalıdır. Yoksa elbette hepsinde kemalat anlamı ve tazim vardır.
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
2 | وَضَعَتْهَا | onu doğurunca |
|
3 | قَالَتْ | şöyle söyledi |
|
4 | رَبِّ | Rabbim |
|
5 | إِنِّي | şüphesiz ben |
|
6 | وَضَعْتُهَا | onu doğurdum |
|
7 | أُنْثَىٰ | bir kız |
|
8 | وَاللَّهُ | Allah |
|
9 | أَعْلَمُ | bilirken |
|
10 | بِمَا | (onun) ne |
|
11 | وَضَعَتْ | doğurduğunu |
|
12 | وَلَيْسَ | ve değildir |
|
13 | الذَّكَرُ | erkek |
|
14 | كَالْأُنْثَىٰ | kız gibi |
|
15 | وَإِنِّي | doğrusu ben |
|
16 | سَمَّيْتُهَا | ona adını verdim |
|
17 | مَرْيَمَ | Meryem |
|
18 | وَإِنِّي | şüphesiz ben |
|
19 | أُعِيذُهَا | onu ısmarlıyorum |
|
20 | بِكَ | sana |
|
21 | وَذُرِّيَّتَهَا | ve soyunu |
|
22 | مِنَ | -nden |
|
23 | الشَّيْطَانِ | şeytan(ın şerri)- |
|
24 | الرَّجِيمِ | kovulmuş |
|
“Enbeteha inbaten” şeklinde gelseydi “Allah onu olabilecek en iyi imkanlarla donattı, yetiştirdi” olacaktı. Ama Allah “enbeteha nebaten” diyerek Hz.Meryemi de onurlandırıyor… “O da bu olanakları en iyi şekilde kullandı, değerlendirdi ve hedefe ulaştı.” (Esin Durgun)
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ
فَ istînâfiyyedir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. قَالَتْ fiiline müteallıktır.
Şart fiili وَضَعَتْهَا, fetha üzere mebni mazi fiil olup muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تْ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
قَالَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir. Mekulü’l-kavli رَبِّ ’dir. Nida harfi ve muzâfun ileyh mahzuftur. رَبِّ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır. قَالَتْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
Nidanın cevabı اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا ’dur. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. وَضَعْتُهَٓا fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
وَضَعْتُهَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اُنْثٰى haldir.
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا [onu doğurunca] ifadesindeki zamir, مَا ف۪ي بَطْن۪ي [karnımdaki] ifadesine işaret eder. Bu zamir, anlam itibariyle müennes gelmiştir, çünkü karnındaki çocuğun kız olduğu Allah’ın ilminde malumdur. Ya da bu zamirin müennes gelmesi, karnındakinin (kişi anlamında müennes kelimeler olan) hable, nefs ya da neseme isimleriyle değerlendirilmesinden kaynaklanmıştır. Şayet “Burada اُنْثٰى [kız olarak] ifadesinin وَضَعْتُهَٓا [ben onu doğurdum] ifadesindeki zamirin hali olarak mansub olması nasıl mümkün olur; zira bu durumda ifade, “Ben o kızı, kız olarak doğurdum.” anlamına gelecektir.” dersen, şöyle derim: Bu ifadenin aslı وَضَعْتُهُ اُنْثٰى şeklindedir, ancak hal müennes olduğu için zamir de müennes gelmiştir. Çünkü hal اُنْثٰى ve o halin sahibi aynı şeydir. Bu tıpkı haberi müennes olduğu için zamirin de müennes olarak kullanıldığı مَنْ كَانَتْ اُمَّكَ [Senin annen kimdi?] ifadesine benzer. Bunun bir benzeri, فَاِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ [Eğer o ikisi iki kız iseler… (Nisa 4/76)] ayetinde söz konusudur. Ayrıca zamirin müennes gelişi, karnındakinin bebek (hable), nefs ya da neseme isimleriyle değerlendirilmesinden kaynaklanmış ise o zaman durum açıktır. Bu durumda sanki “Ben karnımdaki bebeği ya da kişiyi kız doğurdum.” denilmiş olmaktadır. (Keşşâf)
Allahu Teâlâ فَلَمَّا وَضَعَتْهَا [Vaktaki (kız) çocuğunu doğurunca] buyurmuştur. Bil ki buradaki هَا zamiri ya onun karnındaki kız çocuğu hakkındadır, çünkü Cenab-ı Allah onun kız olacağını bilmektedir veyahut bu hususta şöyle denilir: Bu zamir müennes ve mukadder olan النَّفْسُ (nefs,can) ve النَسَمَةُ (canlı, ruh sahibi) kelimelerine aittir. Veyahut da bu kelime, nezredilmiş olan şeye المَنْذُورَةُ kelimesine aittir. (Fahreddin er-Râzî)
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ
İsim cümlesidir. وَ itiraziyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübtedadır. اَعْلَمُ haberdir. مَا
müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte اَعْلَمُ ’ye müteallıktır.
İsm-i mevsûlun sılası وَضَعَتْ ’dir. Fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir.
وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
وَ atıf harfidir. لَيْسَ nakıs camid fiildir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder. الذَّكَرُ kelimesi لَيْسَ ’nin ismidir. كَالْاُنْثٰى car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
اِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا cümlesi atıf harfi وَ ’la إني وضعتها cümlesine matuftur. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. سَمَّيْتُهَا fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. سَمَّيْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مَرْيَمَ ikinci mef’ûlun bihtir.
وَ atıf harfidir. اِنَّ tekid harfidir. Muttasıl zamir ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اُع۪يذُهَا fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. اُع۪يذُ fiili merfû muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdir انا ’dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بِكَ car mecruru اُع۪يذُ fiiline müteallıktır. ذُرِّيَّتَهَا kelimesi اُع۪يذُهَا ’daki mansub zamire matuftur. مِنَ الشَّيْطَانِ car mecruru اُع۪يذُ ’ya müteallıktır. الرَّج۪يمِ kelimesi الشَّيْطَانِ ’nin sıfatıdır.
سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ [Ona Meryem adını verdim.] Meryem İbranice bir kelimedir ve hizmetçi anlamına gelir. Kelime, Araplar tarafından kullanılarak Arapçalaşmıştır. Aslında [annesinin Meryem’e] bu ismi vermesi, bir hayır beklentisi (istihare)dir. İstihare yapan kişi اَلَّلهُمَّ اِنّ۪ٓي اُرِيدُ اَمْرَ كَذَا [Allah’ım! Ben şu işi yapmak istiyorum.] der ve Allah’tan hayırlısını ister. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
اِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ [Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum, dedi.] عَاذَ fiili lazım, اَعَاذَ fiili müteaddidir. Yardım dilemek ve sığınmak anlamına gelir. Meryem kendisi ve çocuğu hakkında istedi; Allah Teâlâ da bu duasına icabet etti. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ
فَ istînâfiyyedir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan وَضَعَتْهَا müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi olan …قَالَتْ رَبِّ faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَتْ fiilinin mekulü’l-kavli nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfinin, mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret olmak üzere hazfedilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Nidanın cevabı اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ şeklinde اِنّ۪ ile tekid edilmiş olan isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber talebî kelam olan bu cümle dua manasına geldiği için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle terkip mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
وَضَعْتُهَٓا - وَضَعَتْۜ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ itiraziyye cümlesidir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnaya şamil Allah ismiyle gelmesi tazim ve haşyet duyguları uyandırma gayesine matuftur.
Allah isminde tecrîd sanatı vardır.
İsmi Celâl’de muhataptan gaibe iltifat sanatı vardır. Lafzi karine haberin tehassür olarak kullanıldığını gösteriyor. (Âşûr)
Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye ve hudûs ifade eder.
اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ [Ben onu kız doğurdum.] sözü, beklediğinin aksi doğduğu ve umudu boşa çıktığı için üzüntüsünü ifade etmek üzere söylemiştir. Çünkü o bir erkek evlat doğurmayı ümit etmiş ve öyle varsaymıştı. Bu sebeple de de erkek çocuğunu Beyt-i Makdis’in hizmetine adamıştı. O hüzün ve hayıfla böyle söylediği için de Allah Teâlâ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ [Allah onun ne doğurduğunu çok iyi bilir.] buyurarak, doğurduğu kişinin konumunu tazim etmiş ve onun kendisine ne kadar büyük bir lütuf verildiğinden habersiz olduğunu ifade etmiştir. Bunun anlamı, “Allah onun ne doğurduğunu ve doğurduğu çocukla ilişkili olan muazzam işleri, onu ve evladını âlemler için bir mucize kılacağını bilir; o ise bunların hiçbirini bilmez, bu yüzden yazıklanmakta, üzülmektedir.” şeklindedir. (Keşşâf)
اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ burada geçen zamirin müennes bir zamir olarak gelmesi kız çocuğuna hamile olması açısındandır. (Nesefî)
Hanne'nin, kızının adını Allah’a arz etmesi, onu Allah’a yaklaşma vesilesi yapması ve O’ndan ismet dilemesi anlamındadır. Zira onların lügatinde Meryem kelimesi, âbide (ibadetle meşgul kadın) manasında idi. (Ebüssuûd)
Hanne (Hz. Meryem’in annesi), “Rabbim muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum, dedi.” Bil ki bu sözün manası şudur: Bu adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların adetine göre Mescid’e hizmet ve Allah’a taat ve ibadet için adanan ve azat edilen çocuklar kız çocukları değil, oğlan çocukları idi. Bunun için Hanne, adağının kabul görecek bir şekilde olmadığından korkarak ve daha önceki nezrini mutlak zikretmesinden özür beyan ederek, “Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum.” der; bunu Allahu Teâlâ’ya bildirmek amacıyla zikretmez, çünkü Allah Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilakis özür beyan etmek amacıyla zikreder. (Fahreddin er-Râzî)
وَ ’la makabline atfedilen لَيْسَ’nin dahil olduğu isim cümlesi وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ ‘de îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَيْسَ ,كَالْاُنْثٰىۚ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Cümle, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الذَّكَرُ- الْاُنْثٰىۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Burada ولَيْسَتِ الأُنْثى كالذَّكَرِ buyurulsaydı maksat anlaşılırdı. Ama الذَّكَرِ takdim edilmiştir. Çünkü çocuğun erkek olacağı ümit ediliyordu. Müşebbehin olumsuz oluşu, müşebbehün bihin olumsuz oluşundan daha zayıftır. Bunun için müşebbehle, müşebbehün bih yer değiştirmiş, ayet-i kerime böyle gelmiştir. (Âşûr)
Burada Hz. Meryem’in annesi, oğlu olacağı konusunda yanlış bir zanna kapıldığı için ne doğurduğunu gayet iyi bilen Allah Teâlâ’ya nida ederken sözünü اِنّ۪ ile tekid ederek söylemiştir.
İmran’ın karısı da çocuğu kız olunca şaşırdı. ‘Ne yapacağım şimdi’ diye düşündü. Kadınlar özel günlerinde kiliseye girmezlerdi.
İmran’ın karısının kız doğurduğunu söylemesi, hem de sözlerini اِنّ۪ ile tekid etmesi, daha ziyade kendi kendini kız doğurduğuna inandırmak içindir. Muktezâ-i zâhirin hilafına gelen haberî isnaddır. Üzüntü ve hayıflanma ifade eder.
Burada الذَّكَرُ kelimesi bir kere ve marife olarak gelmiştir. Ahd-i harici kinaî manaya örnektir. الْاُنْثٰىۚ kelimesi önce nekre, sonra marife olarak gelmiş, ahd-i harici sarihîye örnek teşkil etmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ [Şeytandan Sana sığındırırım.] cümlesinde sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Şeytanın vesvesesi, azdırması kastedilmiştir.
رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُ اُنْثٰىۜ diyebilirdi, ama وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ dedi. Hem ها hem اُنْثٰىۜ, ikisi de dişilik belirtir. Kız çocuk doğurduğu ve adağını yerine getiremeyeceği için üzüntüsünü vurguluyor olabilir.
Erkek dişi gibi değildir. Dişi doğurduğuna göre dişi erkek gibi değildir yerine, erkek dişi gibi değildir buyurulmuş. Bu cümledeki elif-lam’lar ahd içindir. Yani belli bir erkek ve kız çocuğu kastedilmiştir. Burada düşündüğüm erkek çocuk, senin bana ihsan ettiğin kız çocuk gibi değildir manası da söz konusu olabilir. (Keşşâf)
وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ Bu sözün kime ait olduğu belli değildir. Allah’a veya Hz. Meryem’e ait olabilir.
وَاِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
وَ atıftır. Hz. Meryem’in sözleri devam etmektedir. Makabline atfedilmiş iki cümle de اِنّ۪ ile tekid edilmiş lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır.
اِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ [Meryem diye isimlendirdim.] Genellikle çocuğun ismini erkek koyarmış. Burada Hz. Meryem’in babasının olmadığına işaret vardır. Babası, Hz. Meryem doğmadan önce ölmüş.
مَرْيَمَ kelimesi, onların dilinde, “ibadet eden, âbid kadın” manasına gelmektedir. Hanne onu bu şekilde isimlendirmek suretiyle Cenab-ı Allah’tan, onu dini ve dünyevî belalardan korumasını talep etmeyi murat etmiştir. Onun, bundan sonra söylemiş olduğu şu söz de bu görüşü tekid etmektedir: “Ben onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım.” (Fahreddin er-Râzî)
سَمَّيْتُهَا mazi fiil sıygasında gelerek hudûs ve teceddüt, اُع۪يذُهَا muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. اِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ [Onu, Senin korumana veriyorum.] Buradaki muzari sıygası teceddüd ve devamlılık ifade eder. (Safvetü’t Tefasir)
اِنّ’nin haberi olan اُع۪يذُهَا haber cümlesi olarak geldiği halde dua manasında olduğundan inşâ cümlesi olarak kullanılmıştır. (Âşûr)
Bu ayet-i kerimede iki itiraz cümlesi gelmiştir. Birincisi: وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ cümlesi, ikincisi ise: وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ cümlesidir. Müfessirlere göre birincisinde Allah’ı tenzih, ikincisinde ise Hz. Meryem’in özrü vardır. Fahreddin er-Râzî’ye göre Allah’ın Meryem’e hibe ettiği kız çocuğunun, Meryem’in istediği erkek çocuğundan daha üstün olması da muhtemeldir. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de İtnâb Üslûbu)فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناًۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقاًۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَتَقَبَّلَهَا | kabul buyurdu onu |
|
2 | رَبُّهَا | Rabbi |
|
3 | بِقَبُولٍ | kabulle (şekilde) |
|
4 | حَسَنٍ | güzel bir |
|
5 | وَأَنْبَتَهَا | ve onu yetiştirdi |
|
6 | نَبَاتًا | bir bitki (gibi) |
|
7 | حَسَنًا | güzel |
|
8 | وَكَفَّلَهَا | ve onun bakımını üstlendi |
|
9 | زَكَرِيَّا | Zekeriyya da |
|
10 | كُلَّمَا | her |
|
11 | دَخَلَ | girdiğinde |
|
12 | عَلَيْهَا | onun yanına |
|
13 | زَكَرِيَّا | Zekeriyya |
|
14 | الْمِحْرَابَ | mihraba |
|
15 | وَجَدَ | bulurdu |
|
16 | عِنْدَهَا | yanında |
|
17 | رِزْقًا | bir rızık |
|
18 | قَالَ | derdi |
|
19 | يَا مَرْيَمُ | Meryem |
|
20 | أَنَّىٰ | nereden? |
|
21 | لَكِ | sana |
|
22 | هَٰذَا | bu |
|
23 | قَالَتْ | (O da) derdi |
|
24 | هُوَ | Bu |
|
25 | مِنْ |
|
|
26 | عِنْدِ | katından |
|
27 | اللَّهِ | Allah |
|
28 | إِنَّ | şüphesiz |
|
29 | اللَّهَ | Allah |
|
30 | يَرْزُقُ | rızık verir |
|
31 | مَنْ | kimseye |
|
32 | يَشَاءُ | dilediği |
|
33 | بِغَيْرِ | olmaksızın |
|
34 | حِسَابٍ | hesap |
|
“Ey Meryem...” şeklinde başlayan soru haza ile soruluyor. Ama Hz.Meryem soruya cevabı hüve ile veriyor. Yani şu an hemen önündeki sorulan nimetleri değil, bugüne kadar kendisine verilen tüm nimetleri de “hüve” ile cevaba katıyor. “Her ne görüyorsanız Allah katındandır” diyerek... Böylece Zekeriyya peygambere de bir hatırlatmada bulunuyor... “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır”.
Rabbim bizi de hesapsızca rızıklandırdıkların arasına dahil eyle…
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناًۙ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. تَقَبَّلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. رَبُّهَا lafza-i celâli faildir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِ harf-i ceri zaiddir. قَبُولٍ lafzen mecrur, mef’ûlu mutlaktan naib olarak mahallen mansubtur. حَسَنٍ kelimesi قَبُولٍ kelimesinin sıfatıdır.
وَ atıf harfidir. اَنْبَتَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. نَبَاتًا mef’ûlu mutlaktan naibtir. حَسَنًا kelimesi نَبَاتًا kelimesinin sıfatıdır.
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ [Rabbi Meryem’e hüsnükabul gösterdi.] Yani Allah Teâlâ onu kabul etti ve ondan razı oldu. قَبُولٍ kelimesi تَقَبَّلَ kelimesinin değil, قَبِلَ fiilinin masdarıdır. Aynı anlamı taşıdığı için كَرُمَ yerine تَكَرَّمَ demenin caiz olduğu gibi قَبِلَ yerine تَقَبَّلَ demek de caizdir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
اَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا [Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.] ayetinde de masdar olarak اِنْبَاتًا değil, نَبَاتًا kelimesi kullanılmıştır. Bunu daha tafsilatlı bir şekilde مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا [Allah için güzel bir borç verecek kimdir? (Bakara 2/245)] ayetinde anlatmıştık. قَبُولٍ fetha ile gelen nadir kullanımlı bir masdardır. Ebu Amr b. el-Alâ o, bu kalıptaki tek masdardır. Benzeri yoktur, demiştir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. كَفَّلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. زَكَرِيَّا ikinci mef’ûlun bihtir.
كُلَّمَا, şart manası taşıyan zaman zarfıdır. Şartın cevabı وَجَدَ fiiline müteallıktır.
دَخَلَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. عَلَيْهَا car mecruru دَخَلَ fiiline müteallıktır. زَكَرِيَّا faildir. الْمِحْرَابَ kelimesi mef’ûlun bihtir.
Çünkü دَخَلَ fiili عَلَي veya اِلَى harf-i ceriyle müteaddi olur. (Mahmut Sâfi)
وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقاًۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ
Cümle şartın cevabıdır. Fiil cümlesidir. وَجَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
عِنْدَ mekân zarfı, وَجَدَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. رِزْقًا mef’ûlun bihtir.
قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. Mekulü’l-kavli يَا مَرْيَمُ’dur. قَالَ fiilinin mef'ûlü bihi olarak mahallen mansubtur. يَا nida harfidir. مَرْيَمُ münadadır.
Nidanın cevabı اَنّٰى لَكِ هٰذَا ’dır. اَنّٰى istifham ismidir. Mahzuf mukaddem habere müteallıktır. لَكِ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. İşaret ismi هٰذَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Fiil cümlesidir. قَالَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Mekulü’l-kavli هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ ’dir. قَالَتْ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ عِنْدِ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِۜ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. يَرْزُقُ fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. يَرْزُقُ fiili merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
Müşterek ismi مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. بِغَيْرِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. حِسَابٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناًۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ
فَ istînâfiyyedir. Cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Mef’ûlü mutlak ve zaid harfle tekid edilmiştir. Mef’ûlü mutlak olan بِقَبُولٍ lafzen mecrur mahallen mansubtur.
رَبُّهَا izafeti muzâfun ileyhi şereflendirmek kastına matuftur.
Aynı üslupla gelen وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ faide-i haber talebî kelamdır.
اَنْبَتَهَا - نَبَاتًا ve فَتَقَبَّلَهَا - قَبُولٍ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müspet mazi fiil sıygasındaki وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ cümlesi وَ ’la makabline atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ [Biz onu bir bitki gibi yetiştirdik.] ifadesinde bir teşbih vardır. Bitki bir yerde durur, hareket etmez. Hz. Meryem de kiliseden hiç ayrılmamıştır. Ayrıca başkasına muhtaç durumdadır. İtina gösterilmesi gerekmektedir. Başka şeylerden etkilenmeden ot gibi temiz olarak gelişmiş.
Yüce Allah kız çocuğunun büyüyüp gelişmesini, yavaş yavaş gelişen ekine benzetmiştir. Bu söz, istiâre-i tebeiyye yoluyla bütün hallerinde ona faydalı olacak şeylerle çocuğu yetiştirmekten mecazdır. (Safvetü’t Tefasir)
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ [Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı.] yani onun erkek çocuk yerine kız çocuğunu adamış olmasından razı oldu, adağını kabul etti. وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ [Onu güzel bir bitki gibi özenle yetiştirdi.] ifadesi, onu güzel bir şekilde eğitmiş, her halinde kendisine faydalı olacak şekilde yetiştirmiş olmasını ifade eden bir mecazdır. [Allah onu Zekeriya’ya tevdi etti, Zekeriya’yı ona kefil (bakıcı, sorumlu) kıldı, onun faydasına olan şeyleri muhafaza etmesini sağladı.] şeklindedir. (Keşşâf)
تَفَعَّلَ vezni, söz konusu olan işi ortaya koyan kimsenin, o işi çok itina ile yaptığına delalet eder. تَصَبَّرَ ، تَجَلَّدَ ve benzeri kelimelerde olduğu gibi. Çünkü bu iki kelime, sabır ve celadet göstermede ciddiyeti ifade etmektedir. Buradaki تَقَبَّلَ fiili de bunun gibi kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı gösterir. تَقَبَّلَ lafzı, her ne kadar bu manayı ifade ediyorsa da aynı zamanda mizacın aksine bir çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifade etmektedir. Kabul lafzı ise mizaca uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme manasını taşımaktadır. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifade etmek için تَقَبَّلَ fiilini, sonra bunun, mizacın hilafına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifade etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu manalar, Cenab-ı Allah hakkında her ne kadar imkânsız ise de mecaz yoluyla bu, bu kız çocuğunun terbiyesine Cenab-ı Hakk’ın büyük bir ilgi ve itina gösterdiğine delalet eder. İşte bu izah, yerinde ve makul bir açıklamadır. (Fahreddin er-Râzî)
Duanın teferruatlandırılması kabulun daha hızlı olması içindir. Duada tefrî’ sanatı vardır. (Âşûr)
كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقاًۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesi دَخَلَ , cevap cümlesi وَجَدَ gibi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رِزْقًاۚ ’deki tenvin tazim, kesret ve nev ifade eder.
الْمِحْرَابَۙ , “yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
الْمِحْرَابَۙ kelimesindeki tarif, cins içindir. (Âşûr)
وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًاۚ cümlesi وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ cümlesinden bedel-i iştimâldir. (Âşûr)
قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ cümlesi ise istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Zaman zarfı ve soru ismi اَنّٰى’nın müteallakı olan mukaddem haber mahzuftur.
İstînâfî beyaniyye olarak fasılla gelen قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ cümlesinin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
قَالَتْ fiilinin mekulü’l-kavli هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ’nin müteallakı olan haberin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
عِنْدِ اللّٰهِۜ izafeti veciz ifadenin yanında muzâfa tazim ifade eder.
قَالَ - قَالَتْ fiilleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَنّٰى harfi, şaşma ifade eder. Beklenmedik durumlarda zaman ve mekân için kullanılır. Nereden ve nasıl gibi.
Denildiğine göre Zekeriya (as) onun için mescitte bir mihrap yani merdivenle çıkılan yüksekçe bir oda inşa etmiştir. Bir görüşe göre mihrap, meclislerin en ön ve kıymetli yeridir. Bu durumda Hz. Meryem sanki Beyt-i Makdis’in en kıymetli yerine konulmuş olmaktadır. Bir başka görüşe göre İsrailoğulları mescitleri mihrap olarak isimlendirirdi. Rivayete göre Hz. Meryem’in mihrabına sadece Zekeriya (as) girer, başka kimse girmez; Zekeriya (as) çıktığı zaman da yedi kapıyı üst üste kilitlermiş. (Keşşâf)
اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Fasılla gelmiş müstenefedir. اِنَّ ile tekid edilmiş cümle faide-i haber talebî kelamdır. اِنَّ ’nin isminin lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
اِنَّ ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
Müşterek ism-i mevsûlün sılası da müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetin son cümlesinde mütekellimin Hz. Meryem mi Allah Teâlâ mı olduğu tartışmalıdır.
Kur’an’da ismi geçen tek kadın Hz. Meryem’dir. 34 kere geçmiştir. Meryem, İbranice’de “Rabbin hizmetçisi olan kadın” demektir.
زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًاۚ [Zekeriyya, mabede her girişinde onun yanına, bir rızık bulurdu.] Tefsirlerde bu rızkın, kışın yaş üzüm ve incir gibi yaz meyveleri, yazın da kış meyvesi olduğu söylenmiştir. يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ [Ve ey Meryem, bu sana nereden geliyor, derdi.] Yani bu [meyveler] sana nereden geldi? Halbuki senin yanına benden başka kimse girmiyor. Ayrıca şu an bu meyveler, bu dünyada da yoklar.
قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ [O da: Bu, Allah tarafındandır.] Yani bana onu Cebrail, Allah Teâlâ’dan getiriyor. Onu Allah benim için yaratıyor. اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
[Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.] Bir görüşe göre bu, Hz. Meryem’in sözünün devamıdır. Hasan-ı Basrî, “Bu söz Allah Teâlâ’nın hitabıdır.” demiştir. Yani Allah ona ameli karşılığında hak ettiğini hesap etmeden verir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
Rızkın Hz. Meryem’in yanında bulunması, onun şanının yüceliğine, şerefinin derecesine ve bu meziyet ile diğer insanlardan üstün oluşuna bir delildir.
Ayetteki رِزْقًاۚ kelimesinin nekre olması, bu rızkın şanının yüceliğine delalet etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: “Bir rızık, yani nadide ve hayranlık uyandıran bir rızık…” (Fahreddin er-Râzî)
بِغَيْرِ حِسَابٍ “Hesapsız” tabiri, “çokluğu ölçülemeyecek derecede” veya “isteyen bir kimsenin, meydana gelmesine uygun bir şekilde istemesi bulunmaksızın, yani istemediği kadar” manasındadır. Bu, “(Allah) onu, hesaba katmadığı bir taraftan rızıklandırır.” (Alâk, 3) ayeti gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
بِغَيْرِ حِسَابٍ hasr anlamındadır. Çünkü hesap, hesaplanan şeyin artmayacak ve eksilmeyecek şekilde hapsedilmesini, sabitlenmesini gerektirir. Bunun manası şudur: Allah, dilediği kişinin rızkını miktarı bilinmeyecek şekilde verir. Çünkü o miktar Allah’ın lütfuna emanet edilmiştir. (Âşûr)İmran’ın karısından öğrenilecek çok güzellikler var.
Günümüzde çocukların; ahiret ilimlerini bir kenara bırakarak, sadece dünya ilimlerine yönlendirilmesinin doğurduğu sıkıntılar bir çığ gibi büyümekte. “Psikolojisi bozulmasın” derken, her isteği yapılan ve “çocukluğunu yaşasın” derken, ben merkezliye dönüşerek büyüyenler çoğalıyor. Hizmet eden olacağına, hizmet edilen olması işleniyor, zihinlerine. Yapılan her işin kıymetli olduğunu öğretmektense, yüksek yerlere gelsin isteniyor. Herkese saygı duyulması gerektiğini göstermektense, saygıyı ancak belli makamlara gelince görürsün mesajı veriliyor.
“Rabbinin emirlerini yerine getirmeden kazandığın ilim ve mertebe değersiz”. Ve “her şart ve mekanda adil ol” nasihatlerinden öte “dünyadan ne koparabilirsen kopar, sen koparmazsan başkası zaten koparacak” diyerek dünya hırsıyla dolduruluyor. Bütün bunların ve daha fazlasının yüzünden kendini ve düşüncelerini “daha” değerli bulanların adaletsizlikleri ve ahlaksızlıkları kaplamış toplumun her bir tarafını.
İmran’ın karısı Allah rızası için doğacak bebeğini adıyor. Belki ilim öğrensin diye, belki ilim öğrenen ve ibadet edenlere hizmet etsin diye. Kız bebeğini kucağına aldığında belki hüzünlendi, belki hayret etti. Güçlü iradesi ve sözüne olan sadakati hayranlık uyandırıyor. Belki o zamana kadar kız evlatların adanmadığı yere, kızını adaması; kararlılığını ve Rabbine olan teslimiyetini gösteriyor. Duası, her anne babanın duası olmalı. Her ebeveyn, Rabbinin kendisine dünya üzerinde emanet ettiği evladını, iki cihanda da asıl sahibi olan Allah’a emanet etmeli.
“Rabbim! Ben onun adını ....... koydum, işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı Senin korumana bırakıyorum.”
Allah yolunda ve dünya üzerinde ne iş yaparsa yapsın İslam’a ve insanlığa hizmet etme bilinciyle yaşayacak hayırlı nesiller yetiştirmek umuduyla, ayağımızı denk almak duasıyla.
Amin.
•••
Hayat, istekler etrafında yaşanır. Gönül, bir istekten diğerine heveslenir. İsteklerin tükendiği gün; ya ömür bitmiştir, ya da ruhun hali daralmıştır.
Bazı istekler vardır; kişinin imtihanına göre diğer nimetlere kıyasla ulaşılması daha da zordur ve hatta belki dünya gözüyle nasipte yoktur. Kimi kavuşamadıklarını kabullenir; kimisi ise o hüzünden sıyrılamaz ve elinden gelenin fazlasını yapar. Kimisi duyduğu her şeyi dener; kimisi ise istediğine ulaşması sonucunda yapacaklarına dair bazı sözlerde bulunur.
Yeryüzünde, tutulmayan sözler, tutulanlardan çoktur. Zira insan, kavuşamadığının hayalinin lezzeti uğruna her şeyi yapabilirim sanar. Tam tersine, birçok insan için isteklere kavuştuktan sonra beklenen mutluluk gelmez ve geldiği kadarı da çabucak söner. Zira, hiçbir dilek, sadece hayali kurulan yönlerinden ibaret değildir.
İnsan, kendisine devamlı şunları hatırlatmalıdır: elinde olanda da, olmayanda da bir hikmet vardır; hayal dünyasındayken korkular daha şiddetlidir ve umutlar daha kusursuzdur. Bu yüzden, uğruna yaptıklarında ve verdiği sözlerinde ölçüyü kaçırmamalıdır. Bir kalb, nefse dedi ki: ‘Ne ben İmran’ın karısıyım, ne de istediğin hz. İsa’nın annesi Meryem’dir.’
Ey Allahım! Gönüllerimizi: dünya ve ahiret hayatımızı güzelleştirecek; Senin rızana kavuşturacak; sevdiklerinin muhabbetini kazandıracak; başkaları için de hayırlara vesile olacak nice hayırlı isteklerle doldur. Bizi verdiği sözünü tutanlardan, tutamayacağı sözü dile getirmeden yutanlardan eyle. Bize, kendi nefsimizi tanımayı ve yardımın ile onu rızana uygun bir hale çevirmeyi nasip eyle.
Amin.