25 Mart 2024
Bakara Sûresi 142-145 (21. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Bakara Sûresi 142. Ayet

سَيَقُولُ السُّفَـهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ  ...


Birtakım kendini bilmez insanlar, “Onları (müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 سَيَقُولُ diyecekler ki ق و ل
2 السُّفَهَاءُ bazı beyinsizler س ف ه
3 مِنَ -dan
4 النَّاسِ insanlar- ن و س
5 مَا nedir
6 وَلَّاهُمْ onları çeviren و ل ي
7 عَنْ -nden
8 قِبْلَتِهِمُ kıbleleri- ق ب ل
9 الَّتِي o ki
10 كَانُوا bulunurlar ك و ن
11 عَلَيْهَا üzerinde
12 قُلْ de ki ق و ل
13 لِلَّهِ Allah’ındır
14 الْمَشْرِقُ doğu ش ر ق
15 وَالْمَغْرِبُ ve batı غ ر ب
16 يَهْدِي O iletir ه د ي
17 مَنْ kimseyi
18 يَشَاءُ dilediğini (dileyeni) ش ي ا
19 إِلَىٰ -a
20 صِرَاطٍ yol- ص ر ط
21 مُسْتَقِيمٍ doğru ق و م

Görüyoruz ki kıblenin değişikliği problemi, Medine’de müslümanları gerçekten uzun süre uğraştırmıştır. Medine’de yeni oluşan müslüman toplumu sarsmaya çalışan dış güçler vardı. Bu problem, kıble meselesi, ehl-i kitabın da, müslümanların da beklemedikleri bir hadise olmuştur. Zira müslumanlar o güne kadar hep Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya doğru dönüp namaz kılmışlardı. Üstelik bu durum ehl-i kitabı ayağa kaldırmıştı. Zira o güne kadar müsrikler kendi kıblelerine doğru döndükleri için liderliğin kendile­rinde olduğunu iddia ede­rek gururlanıyorlardı. Müslümanlar ise alışık oldukları bir uygulamadan, farklı bir uygulamaya geçince, ehl-i kitabın da saldırılarıyla bu olayın gerçeğini kavrayıncaya kadar, bu işin doğru yoldan bir sapma olduğunu zannettiler.

Hiçbir müslümanın da bu konuda savunmaya geçmesine gerek yoktur. Aman efendim şöyleydi de böyleydi de demesinin anlamı yoktur. Allah böyle diyor, ben de böyle yapıyorum, o kadar.

Yani dinimi ben kendi kafama göre oluşturmuyorum ki; birilerine bu konuda savunmada bulunayım. Hayatımı ben belirlemedim ki birileri bu konuda bana hesap sorsun. Yani namazımı, orucumu, haccımı, zekâtımı, hayatımı, kılık kıyafetimi, soframı, ekonomimi ben değil, Allah belirlemiştir. Ben bir müslüman olarak, Rabbime teslim olmuş bir mü’min olarak tüm hayatımı, tüm pozitif ve negatif eylemlerimi Rabbimden alıyorum. Ben irademi ona teslim etmişim. Onun seçimini seçim kabul ediyorum. Ben sadece Onun çektiği yere gidiyorum. Öyleyse benim dinimi, benim hayat programımı sorgulayanlara karşı benim diyeceğim: bunu Allah istedi ben de yapıyorum o kadar."Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder, doğru yola iletir."

Yani Allah hidâyet olunmak isteyen kişiyi dilediği şekilde hi­dâ­yete ulaştırır. Hidâyeti isteyeni hidâyete ulaştırır, dalâleti isteyeni de dalâlette bırakır Allah.

(Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)

  Ğarabe غرب :

 غَرْبٌ güneşin ufkun içinde kaybolmasıdır.

  غَرَبَ - يَغْرُبُ fiilinin mastarı غَرْبٌ ve غُرُوبٌ şeklinde gelir. غَرِيبٌ hem uzakta olan hem de cinsleri arasında benzeri olmayan her şeye denmiştir.

  غُرَابٌ kargadır, uzaklaşır şekilde uçmasından dolayı bu isim verilmiştir. Fâtır 35/27 ayeti kerimesindeki غَرَابِيبٌ sözcüğü ifade edildiğine göre siyahlık yönünden kargaya benzeyen birşeydir ve müfredi(tekili) غَربِيبٌ olarak kullanılır.  (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 19 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri garp, garip, garâbet, gurabâ, gurbet, mağrip ve gurûb (güneşin batışı)dur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

سَيَقُولُ السُّفَهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ

 

سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. يَقُولُ muzari fiildir. السُّفَهَٓاءُ faildir. مِنَ النَّاسِ car mecruru السُّفَهَٓاءُ kelimesinin mahzuf haline müteallıktır. مَا istifham ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. وَلّٰي fiili sonuna takdir edilen fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عَنْ قِبْلَتِ car mecruru وَلّٰي fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الَّت۪ي müfret müennes has ism-i mevsûlu, قِبْلَتِهِمُ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası كَانُوا عَلَيْهَاۜ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur. كَانَ ’nin ismi, cemi müzekker olan وا merfû muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهَا car mecruru, كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. 

السُّفَهَٓاءُ kelimesi, فَعِيلٌ vezninde sıfat-ı müşebbehenin çoğuludur.

 

 قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

 

قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت dir. Mekulü’l-kavl cümlesi لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ ‘dir.  لِلّٰهِ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. الْمَشْرِقُ muahhar mübtedadır. الْمَغْرِبُ kelimesi الْمَشْرِقُ kelimesine matuftur. Cümle قُلْ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. يَهْد۪ي muzari fiili, sonuna takdir edilen damme ile merfûdur. Faili, müstetir هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası, يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ cümlesi olup, Îrabtan mahalli yoktur. يَشَٓاءُ muzari fiildir. Faili, müstetir هُو ’dir. اِلٰى صِرَاطٍ car mecruru, يَهْد۪ي fiiline müteallıktır. مُسْتَق۪يمٍ kelimesi, صِرَاطٍ ’ın sıfatıdır. Cer alameti kesradır. 

سَيَقُولُ السُّفَهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ


Müstenefe olarak fasılla gelen ayete dahil olan سَ , vaad ve vaid sıygalarında cümleyi tekid eder. İstikbal ifade eden سَ harfiyle tekid edilmiş cümle, müsbet mazi fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber talebî kelamdır. 

سَيَقُولُ fiilinin mef’ûlü olarak mahallen mansub mekulü’l-kavl cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

قِبْلَتِهِمُ ’un sıfatı olan الَّت۪ي ’de tevcih sanatı vardır. İsm-i mevsûlü her zaman takip eden, irabdan mahalli olmayan sıla cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrurun mütellakı olan haber كَان mahzuftur. 

Sıfat nedeniyle cümlede ıtnâb sanatı vardır. 

[İnsanlardan beyinsizler diyecek] sözünden murat edilenler, akılları hafif olanlar, onları taklit ve idraksizlik yüzünden hor duruma düşenlerdir. Bundan da kıblelerinin değiştirilmesini hoş görmeyen münafıkları, Yahudileri ve müşrikleri murat ediyor. Bunu önceden haber vermenin faydası, cevap vermeye hazırlanmaktır. (Beyzâvî)

Sefeh"kelimesi için özet olarak diyebiliriz ki lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden ayırt edemeyip, faydalı şeyleri bırakarak, kendisine zarar veren şeylere yönelen kimse hafiflik ve "sefeh" ile vasfedilir. Din hususundaki cehalet (sefeh), dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlı olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple dünya işleri konusunda apaçık görüşten sapan kimseye "sefih" (akılsız beyinsiz) denilince, dininin işleri hususunda böyle olan kimse bu isme daha çok müstehaktır. Binaenaleyh, hiçbir kâfir yoktur ki "sefih" olmasın. (Fahreddin er-Râzî, Mefatihu'l Gayb)

Buradaki insanlardan sözünden kasıt, kıblenin değişimini kabul edemeyen yahudi, müşrik ve münafıklar gibi bu tür akıldan uzak sözler sarfeden diğer insanlardır. Sadece yahudiler kastedilmeyip bu tür özellikler gösterenlerin sefihlikleri de tekit edilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Garîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1132)

مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ ayetindeki istifham, hakiki soru olmayıp, inkari istifhamdır. Yahudilerin ve diğerlerinin; peygamberin risaleti, müslümanların saflarında ve içlerinde meydana gelen bilinç bulanıklığı hakkındaki tereddüd ve şüpheleri ifade etmektedir. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbi’l Kuran’il Kerim, Soru 1133)


 قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ 


Fasılla gelen cümle beyanî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mekulü’l-kavlde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لِلّٰهِ mahzuf mukaddem habere muteallıktır. Terkip, isme isnad ve müsnedin takdim edilmesi olmak üzere iki unsurla tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedin takdimi kasr ifade eder. Kasr mübteda ve haber arasındadır. Takdim kasrında takdim edilen öğe, her zaman maksurun aleyhtir. Bu cümlede maksurun aleyh  لِلّٰهِ,  maksur  الْمَشْرِقُ’dir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. 

Doğu da batı da Allah'ındır ifadesinde tağlib sanatıyla bütün yönlerin Allah'a ait olduğu dile getirilmiştir.

Bütün yönlerin Allah’a ait olması ifadesi, bütün kainatın sahibi olduğu manasında cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Âşûr bu ayette kinaye olduğunu söyler.

الْمَشْرِقُ - الْمَغْرِبُۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

قُلْ - سَيَقُولُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 

 يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ


İstînâfiyye olarak, fasılla gelmiştir. Fasıl nedeni şibh-i kemali ittisâldir ve talil cümlesidir. Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mef’ûl olan müşterek ism-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Kelamın bir sebebe bağlanarak ifade edilmesine ta’lil denir. Kastedilen mananın nedenini ve sebebini beyan etmek maksadıyla ziyade yapılmasıdır. 

Fatiha’da صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ibaresi elif lamlı idi, burada nekre bir sıfat tamlaması şeklinde gelmiştir. Önceden bilinmeyip yeni ortaya çıkan kıble meselesi gibi yeni konular sebebiyle olabilir. Mekke’de iken Peygamber Efendimiz s.a.v. Kıbleye döndüğünde hem Kâbe’ye, hem Kudüs’e yönelmiş oluyordu. Medine’ye gelince durum değişmiştir. 124. ayetten itibaren konular bu Kıble değişimine bir hazırlık mahiyetindedir. Hz. İbrahim’in beytin temellerini yükseltmesi vs. Kıblenin değişmesi de aslında Yahudilerin bir imtihanıdır. Müslümanlar için zaten Kâbe kutsaldır. Medine’ye gelince Kâbe’ye sırt çevirerek namaz kılmak Müslümanlara ağır geliyordu. Münafıklara da bir imtihandır. Yani kıble meselesi yeni bir meseledir. O yüzden صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ şeklindeki sıfat tamlaması da belirsiz gelmiş olabilir.

[O, dilediğini dosdoğru yola iletir.] Yani Allah dilediğini doğru kıbleye, Kâbe’ye yönlendirir. [Dosdoğru yola iletilmiş olanlar da] canlarının istediği tarafa değil, kendilerine emredilen yöne yönelirler. Bir görüşe göre ayetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ kendilerini hangi tarafa yöneltirse o tarafa dönerler ve bu durumda onlar hidayet ve istikamet üzere olurlar, çünkü Allah’ın emrine uyarak o tarafa yönelmişlerdir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

Bakara Sûresi 143. Ayet

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يداًۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِـعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ  ...


Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisingeriye dönecekleri ayırd edelim diye kıble yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَكَذَٰلِكَ ve böylece
2 جَعَلْنَاكُمْ sizi kıldık ج ع ل
3 أُمَّةً bir ümmet ا م م
4 وَسَطًا vasat و س ط
5 لِتَكُونُوا olmanız için ك و ن
6 شُهَدَاءَ şahit ش ه د
7 عَلَى -a
8 النَّاسِ insanlar- ن و س
9 وَيَكُونَ ve olması için ك و ن
10 الرَّسُولُ rasulün (de) ر س ل
11 عَلَيْكُمْ size
12 شَهِيدًا şahit ش ه د
13 وَمَا
14 جَعَلْنَا ve yap(ma)dık ج ع ل
15 الْقِبْلَةَ bir kıble ق ب ل
16 الَّتِي
17 كُنْتَ olduğunuzu ك و ن
18 عَلَيْهَا üzerinde
19 إِلَّا sadece (yaptık)
20 لِنَعْلَمَ bilmek için ع ل م
21 مَنْ kimseyi
22 يَتَّبِعُ uyan ت ب ع
23 الرَّسُولَ Elçi’ye ر س ل
24 مِمَّنْ kimseden
25 يَنْقَلِبُ geriye dönen ق ل ب
26 عَلَىٰ üzerinde
27 عَقِبَيْهِ ökçesi ع ق ب
28 وَإِنْ ve elbette
29 كَانَتْ ك و ن
30 لَكَبِيرَةً ağır gelir ك ب ر
31 إِلَّا başkasına
32 عَلَى
33 الَّذِينَ kimseye
34 هَدَى yol gösterdiği ه د ي
35 اللَّهُ Allah’ın
36 وَمَا değildir
37 كَانَ ك و ن
38 اللَّهُ Allah
39 لِيُضِيعَ zayi edecek ض ي ع
40 إِيمَانَكُمْ sizin imanınızı ا م ن
41 إِنَّ şüphesiz
42 اللَّهَ Allah
43 بِالنَّاسِ insanlara ن و س
44 لَرَءُوفٌ şefkatlidir ر ا ف
45 رَحِيمٌ merhametlidir ر ح م

‘Allah seni affedecek” 5dk 56sn 

Belki bu video vesilesi ile hep birlikte Furkan suresi 70. ayeti ezberler namazlarımıza katabiliriz. Namazlarımıza daha iyi odaklanmanın en iyi yollarından biri yeni ezberlediğimiz bir ayeti okumaktır.

https://youtu.be/zbPHFDdeb9w

Bakara’nın mucizesi, vasat ümmet ne demek? 2dk 29 sn

https://youtu.be/tOqQxg2hsXw  

Riyazus Salihin, 419 Nolu Hadis

Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:

“(Bir keresinde) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulunduğu bir esir grubunu getirdiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çevresindekilere (o kadını işaretle):

- “Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?”diye sordu.

- Aslâ, atmaz! dedik.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

- “İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu.

Buhârî, Edeb 18; Müslim,Tevbe 22. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 1; İbni Mâce, Zühd 35

  Ayette ‘sizi ‘vasat’ bir ümmet kıldık’ buyurulmaktadır.

  Vasat kelimesi geçtiği için kelimeyi aynen aktarmış olsak da meallerde bu kelimenin kullanılması uygun olmayacaktır. Çünkü Türkçe’de vasat kelimesinin olumsuz, ortalamanın altında, ‘idare eder’ manasına gelen bir anlamı vardır.

  Halbuki Arapçada vasat; bir şeyin, birbirine eşit iki tarafı bulunan şeyler için ortası manasında kullanılmaktadır. Batı literatüründeki ‘optimum’ kelimesi gibi düşünülebilir. Böylece vasat kavramının ifrat ve tefritten uzak, mutedil söz, davranış ve hareketler için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

  Bu kelime Türkçe’ye anlam kaymasına uğrayarak geçmiştir. Türkçe’de kullandığımız vasıta, vesait kelimeleri de bu kökten olup vasıta; aracı olan şey, araç demek olup vesait bunun çoğuludur.

 

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ 

 

وَ istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. كَ harfi cerdir. مثل (gibi) manasındadır. Amiline takdim edilmiş mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri جعلًا مثل ذلك جعلناكم (sizi yaptığımız gibi yaptılar) şeklindedir. ذا işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, muzâfun ileyhtir. ل harfi buûd, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir.  Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûl olarak mahallen mansubtur. اُمَّةً kelimesi جَعَلْنَا fiilinin ikinci mef’ûludur. وَسَطًا kelimesi اُمَّةً ’in sıfatı olup fetha ile mansubtur. لِ harfi, تَكُونُوا fiilini gizli أن ‘le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

أن ve masdar-ı müevvel لِ harfi ceriyle جَعَلْنَا fiiline müteallıktır. تكونوا nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

تكونوا ’nin ismi, cemi müzekker olan وا merfû muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. تكونوا ’nin haberi شُهَدَٓاءَ ’dir. فعلاء vezninden olduğu için tenvin almamıştır. عَلَى النَّاسِ car mecruru شُهَدَٓاءَ ’ye müteallıktır.

يَكُونَ cümlesi atıf harfi وَ ’la لِتَكُونُوا ’ye atfedilmiştir. الرَّسُولُ kelimesi يَكُونَ ’nin ismidir. عَلَيْكُمْ car mecruru شَه۪يدًا ’e müteallıktır. شَه۪يدًا ise يَكُونَ ’nin haberidir. 


وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ 

 

وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. الْقِبْلَةَ mef’ûlun bihtir. الَّت۪ي müfret müennes has ismi mevsul olup جَعَلْنَا fiilinin ikinci mef’ûludur. İsm-i mevsûlun sılası كُنْتَ عَلَيْهَٓا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur. عَلَيْهَٓا car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. اِلَّا hasr edatıdır. لِ harfi, نَعْلَمَ fiilini gizli أن ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. Faili müstetir olup takdiri نحن dur.

أن ve masdarı müevvel لِ harfi ceriyle جَعَلْنَا fiiline müteallıktır. مَنْ Müşterek ism-i mevsûlu نَعْلَمَ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّبِعُ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. الرَّسُولَ kelimesi يَتَّبِعُ fiilinin mef’ûlu bihidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harfi ceriyle birlikte نَعْلَمَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَنْقَلِبُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. عَلٰى عَقِبَيْهِۜ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri مرتدًّا على عقبيه (iki topuğu üstünde gerisin geriye) şeklindedir. عَقِبَيْ müsenna olduğu için ي ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 


وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ 


وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. اِنْ harfi muhaffefedir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir هي zamiridir. لَ , farika (ayırt edici) lâmıdır. اِنَّ ’den hafifletilen اِنْ ’in diğer اِنْ ’lerden ayırt edilmesi için, haberinin başına getirilir. Bunun için de adına farika denmiştir. لَكَب۪يرَةً kelimesi كَانَ ’nin haberidir. Sıfat-ı müşebbehedir. اِلَّا hasr edatıdır. عَلَى الَّذ۪ينَ istisna yerindedir. Müstesnası mahzuftur. Takdiri وإن كانت لكبيرة على الناس إلا على الناس الذين هداهم الله (Allah’ın hidayete erdirdiği insanlar dışındakilerine ağır gelir) şeklindedir. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, عَلَى harfi ceriyle birlikte كَب۪يرَةً ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası هَدَى اللّٰهُ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur. 

وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً [O kıblenin değiştirilmesi... elbette büyüktür (ağırdır)]. Buradaki اِنْ edatı lâm-ı farika’yı [yani, اِنَّ ’nin şeddesiz formu olarak kesinlik ve tekit anlamı ifade eden اِنْ harfini, olumsuzluk edatı olan اِنْ ‘den ayırdığı için, haberin başına gelen لَ gelmesini] gerekli kılan in-i muhaffefe’dir. [yani, tekit edatı olarak aynı işi gören اِنَّ’nin şeddesiz formu]. كَانَتْ fiilindeki zamir de (o), “(Daha önce) yönelmekte olduğun ciheti ancak ... diye kıble yaptık” ibaresinin delalet ettiği “dönme”, “değiştirme” veya “kılma” fiillerine aittir. Bu zamirin “kıble”ye ait olması da caizdir. “Elbette büyüktür”, yani ağır ve meşakkatlidir. (Keşşâf) 

وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً [Bu elbette ağır gelecektir.] Bu kullanımın üç veçhi vardır:

1. Bu ifadede geçen اِنْ nefy anlamındadır. اِنِ الْكَافِرُونَ اِلَّا ف۪ي غُرُورٍۚ [Kâfirler ancak gurur içindedir.] [Mülk 67/20] ayetinde de bu anlamda kullanılmıştır. لَكَب۪يرَةً  ifadesindeki  لَ ise إِلَّا manasındadır. اِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا [Rabbimizin vaadi muhakkak yerine gelecektir.” [İsrâ 17/108] ayetinde bu anlamda kullanılmıştır.

2. اِنْ harfi, لَ ile birlikte vurgulama anlamındadır. اِنْ harfi , قَدْ manasına; لَ ise yemin manasına gelir. Takdiri [Allah’a yemin olsun ki ağır gelmiştir.] şeklindedir.

3. اِنْ tahkik içindir. “Kendisiyle görüşmeyi istemesem de falancayla karşılaştım.” ifadesindeki kullanım böyledir. Yani ‘onunla karşılaşmayı istememekle birlikte’, demektir. Bu takdirde ayetin manası “Bu ancak hidayet üzere olan kimselerin dışındakilere ağır gelmekle birlikte” şeklindedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)


وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ


وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi اللّٰهُ lafza-i celâlidir. لِيُض۪يعَ fiiline dahil olan لِ , lâmul cuhuddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir. 

أن ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ceriyle birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri ما كان الله راضيا لضياع إيمانكم (Allah sizin imanınızı zayi etmekten razı değildir.) şeklindedir. يُض۪يعَ fiilinin faili müstetir هُو ’dir. ا۪يمَانَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 


اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ


اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اِنَّ ’nin ismi اللّٰهَ lafza-i celâlidir. بِالنَّاسِ car mecruru رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ kelimelerine müteallıktır. لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. رَؤُ۫فٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberidir. رَح۪يمٌ ise ikinci haberidir. رَؤُ۫فٌ ve رَح۪يمٌ kelimeleri sıfatı müşebbehe veya mübalağalı ism-i fail kalıplarındandır.

Rahîm kelimesi daha umumidir. Raûf ise daha mübalağalıdır. İki kelimeyi bir arada zikretmesi iki manayı birden ifade etmek istemesi sebebiyledir. Daha mübalağalı olanla başlamış, daha umumi olanla bitirmiştir. Buradaki anlam şöyledir: Şefkat ve merhameti ile onları oradan buraya taşımıştır. Bu kendileri için daha iyidir.  (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ 


و , atıf veya istînâfiyyedir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ, takdiri جعلنا olan fiilin mef’ûlü mutlakına müteallıktır.

كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/28, S. 101)

Kezâlike / İşte böyle", aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki istimali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir.(Ebüssuûd)

Cümle müsbet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اُمَّةً ’deki tenvin tazim ifadesi içindir. 

لِتَكُونُوا fiilinde; كَان ‘nin dahil olduğu isim cümlesi لِ sebebiyle masdar-ı müevvel olarak ta’lil cümlesidir. Müteakip cümle ta’lil cümlesine matuftur. Her ikisi de faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Ta’lil, kelamın bir sebebe bağlanarak ifade edilmesidir. Kastedilen mananın nedenini ve sebebini beyan etmek maksadıyla ziyade sözlerle yapılan ıtnâb sanatıdır.

شُهَدَٓاءَ - شَه۪يدًاۜ ve تَكُونُوا- يَكُونَ  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ ibaresinde car mecrur amiline takdim edilmiştir. Peygamberin şahitliği, ümmetine tahsis edilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1129)

Burada ilâhî hitabın sırf Peygambere tahsis edilmesi, bu kelâmın ifade ettiği marifetin, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tahsis edilmeye lâyık sırlardan olduğuna işaret etmek içindir. (Ebüssuûd)

Önceki ayetteki gaib zamirden,ı bu ayetteki azamet zamirine iltifat vardır.

تَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ cümlesi ile وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır. 

Vasat kelimesi, mübalağa (mânâyı kuvvetlendirme) amacıyla mezkûr vasıflara sahip kimseler için de kullanılmıştır. Yani sanki bu kişiler, o vasıfların tâ kendileri olmuşlardır. (Ebüssuûd)

اُمَّةً وَسَطًا lafzında istiare vardır. وَسَطًا kelimesinin asıl anlamı bir şeye nisbetle eşit uzaklıkta olmaktır. Beşeriyetin övgüye değer hali için müstear olmuştur. 

وَسَطًا  lugatta dairenin merkezi gibi, bütün çevreye aynı uzaklıkta olan orta noktaya denir. Sonra mecazi olarak beşeri güzel hasletler için kullanılmıştır. Bu ayette de mecazi manada kullanılmıştır. Yahudiler dengeyi bozmuşlardır. Müslümanlar ise her açıdan dengeli olarak, güzel hasletlerle ifrat ve tefrit arasında bulunmaktadır.

Akılda, şehvette ve gazapta iki uç vardır. 

Akıl: Demagoji yapılır. Halkın istekleri, önyargı ve korkularına dayalı olarak yapılan siyaset ve destek arayışıdır. 

Şehvet ve arzular (yeme içme vs istekleri): Hedonizm (hazzı önceleyerek yaşama) ve hiç bir istek duymama şeklinde iki uç.

Gazap ve öfke: Ya her şeye kızmak veya hiçbir şeye aldırmamak.

Vasat, yani bunların ortalaması ise, akılda hikmet, şehvette iffet, gazapta şecaattir.

Bu ayet-i kerimede iki yerde car mecrurun farklı geldiği görülür. Birincisinde takdim yoktur, çünkü burada ihtisas kastedilmemiştir. Ama ikincide ihtisas manası kastedildiği için takdim yapılmıştır. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

[İnsanlara birer şahit olasınız diye…] Rivayete göre; kıyamet günü ümmetler peygamberlerinin tebliğini inkâr edince, Allah -kendisi çok iyi bildiği halde- peygamberlerden tebliğ vazifelerini yaptıklarına dair açık delil isteyecek de, bunun üzerine Ümmet-i Muhammed gelip şahitlik edecek. Şahitlik yapan, lehine şahitlik yapılacak kimse için gözetleyici ve koruyucu konumunda olduğu için isti‘lâ edatı عَلَى getirilmiştir. Şayet “Neden şahitliğin sıla (bağlaç) kısmı önce cümle sonuna bırakılmışken, daha sonra  وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ şeklinde cümlenin önüne alınmıştır?” dersen, şöyle derim: Bunun sebebi; birinci cümlede Ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlere şahitlik yapacağının ispatı amaçlanmışken, ikinci cümlede amaçlanan, bu ümmetin kendilerine sırf Peygamber (s.a.)’in şahitlik yapacağına dair ayrıcalık kazanmış olmalarıdır. Çünkü harf -i cerin önce gelmesi mef‘ûlün özgünleşmesini sağlar. Yani “Size başkaları değil, sadece Hazret-i Peygamber şahitlik edecektir” demektir ki, bu da bu ümmet için bir ayrıcalıktır. (Keşşâf)

Ayette وَسَطًا  kelimesinin akla ilk gelen anlamı Türkçede de karşılığını bulan “vasat” mânâsıdır. Zira ayetin siyâk ve sibâkının Yahudilerin ve Hristiyanların kıblelerinden bahsetmesi, onların batıya ve doğuya yönelmeleri zahiren bir ortada bulunma anlamını vehmeder. Fakat orta yolu izleyen ve insanlığa şahit olabilecek durumda olan ümmet tanımlamasıyla kıble veya tarihsel süreçteki bir ortada bulunma hali değil kelimenin uzak anlamıyla ümmetin “seçkin ve dengeli” olması kastedilmektedir ki burada çok güzel bir tevriye mevcuttur. Ayetin devamında uzak anlama dair zikredilenَ لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ tüm insanlığa şâhitler olasınız” karînesi de mubeyyen bir tevriye olduğunu göstermektedir. (Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları  / Hasan Uçar) 

 

وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ 


Cümle öncesine temasül nedeniyle atfedilmiştir. Menfi fiil sıygasıyla gelen cümle faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfinden sonra gelen hasr edatı اِلَّا ile oluşan kasr, cümlenin anlamını olumluya çevirmiştir. 

جَعَلْنَا fiilinin ilk mef’ûlü الَّت۪ي ’nin sılası, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. كان ’nin haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Cümledeki diğer iki ism-i mevsûlün sılaları fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsm-i mevsûllerde müphem yapıları nedeniyle tevcîh sanatı vardır.

Bu ayette ‘iki ökçesi üzerinde geri döner’ ifadesinde temsili istiare vardır. Dininden dönen kimseler, ökçeleri üzerinde geri dönenlere benzetilmiştir.

Bu yöne dönmenin Allah’ın hidayete erdirdiği kişilerin dışında kalanlar için ağır olduğu söylenmiştir. Daha önce bu ifade namaz hakkında geçmişti. (Bakara/45) Burada da kıbleye dönmek konusunda gelmiştir.

يَتَّبِعُ fiili, iftiâl babındadır. Bu yüzden zaman isteyen meşakkatli bir iş olduğunu ifade eder ki o, alışkın olduğu kıblesini değiştirir.

الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا cümlesi kıblenin sıfatı değil, جَعَلْنَا [kıldı] fiilinin iki mef‘ûlünden ikincisidir. Buna göre mana; ‘’Biz kıbleyi, üzerinde bulunduğun yön -yani Kâbe- kılmadık’’ şeklinde takdir edilir. Çünkü Peygamber zaten Mekke’de iken Kâbe’ye doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Yahudilerin gönlünü almak için Beyt-i Makdis ’teki kayalığa doğru namaz kılması emredilmiş; daha sonra kıble (tekrar) Kâbe’ye döndürülmüştür. Buna göre; “Yönelmen gereken kıbleyi, daha evvel Mekke’de iken yöneldiğin cihet kılmadık, yani seni ancak insanları sınamak ve denemek için tekrar oraya döndürdük.” buyurmuş oluyor. (Keşşâf)


وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ 

 

و haliyyedir. اِنْ tekid ifade eden muhaffefe اِنَّ ’dir. Cümle اِنَّ ve isme isnatla tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır. كَانَ ’nin haberine dahil olan لَ harfi, اِنْ ‘in muhaffefe اِنَّ olduğuna delalet eden lamu’l farikadır.

الَّذ۪ينَ ’de tevcîh sanatı vardır. Sılası faide-i haber ibtidaî kelam olan müsbet fiil cümlesidir. Bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlin müsnedün ileyh olması, telezzüz, teberrük ve kalplerde ünsiyet uyandırmak amacına matuftur. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle Allah isminde tecrîd sanatı vardır.

Bir görüşe göre كَانَتْ ifadesi ile kıble kastedilmektedir. Çünkü ayette zikredilen kıbledir. Başka bir görüşe göre ise كَانَتْ, [kıbleyi] değiştirme veya yöneltme anlamına gelip açıkça ifade edilmemiş (gizli) bir müennes masdardan kinaye ile kullanılmıştır. Buradaki  لَكَب۪يرَةً  ifadesi “ağır” anlamında kullanılmıştır. Bunun açıklaması [Şüphesiz namaz Allah’tan korkanlardan başkasına ağır gelir.] (el-Bakara 2/45) ayetinde de geçmiştir. [Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına] Yani Allah’ın, kendi emrine tabi kılıp hükmüne boyun eğdirdiği ve şeriata ittiba yolunda nefse karşı gelmeye muvaffak ettiği kimselerin dışındakilere ağır gelecektir.  (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

 

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ


Cümle و ’la جَعَلْنَاكُمْ cümlesine atfedilmiştir. كَانَ ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlin كَانَ ’nin ismi olarak gelmesi, telezzüz, teberrük ve kalplerde ünsiyet uyandırmak amacına matuftur. Cümlede mütekellim Allah Teâlâdır. Bu nedenle  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

Lamu’l cuhudun dahil olduğu لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ cümlesi masdar teviliyle كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Müsnedin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

…..مَا كَانَ  formunda gelen cümleler aklen vukuu mümkün olmayan durumlarda kullanılır.

جَعَلْنَا ve اللّٰهُ lafızları arasında iltifat sanatı vardır.

Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir sözünde iman kelimesi namaz manasında kullanılmıştır. Müminler Kudüs'e yönelik kılınmış olan önceki namazlarının durumunu merak ettikleri için bu açıklama gelmiştir. İmanın göstergesi namazdır. İman ancak namazla kâmil olur. Bu da namazın önemi hakkında çok çarpıcı bir husustur. İman ile namazın ne kadar ilişkili olduğunu gösterir. Sebep sonuç alakası dolayısıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır.

Buradaki iman lafzı için Fahreddin er-Râzî şöyle demiştir; “istiare yolu ile "iman" kelimesinin "namaz" manasında kullanılması caizdir”. 

اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ 


Taliliye olarak fasılla gelen son cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Üç  unsurla tekid edilmiş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.  Bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlin اِنَّ ’nin ismi olarak gelmesi tazim içindir. (Âşûr) Cümlede mütekellim Allah Teâlâdır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb sanatıdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. بِالنَّاسِ car mecrur amili olan رَؤُ۫فٌ kelimesine takdim edilmiştir. Bunun sebebi insanlara olan inayetine tenbih, şükretmeleri için uyarmak ve ayet sonlarındaki fasılaya riayet etmektir. (Âşûr)

Allah'ın Rahîm sıfatı, Rauf sıfatından daha kapsamlı olduğu hâlde onun, Rahîm sıfatından önce zikredilmesi, bir görüşe göre şu sebepledir: (Rahîm'in kökü olan) rahmet, kemiyet olarak (Raufun kökü olan) re'fetten daha fazladır. Re'fet de, keyfiyet olarak ondan daha kuvvetlidir. Çünkü re'fet, elem ve acılardan temiz olan nimetleri yaratıklara ulaştırmaktır; Rahmet ise, mutlak olarak nimetleri ulaştırmaktır. Bu, kangren olmuş bir uzvun kesilmesinde olduğu gibi bazen elem ve acı ile de olabilmektedir. (Ebüssuûd)

لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ : Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir. 

 لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.

Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfatı müşebbehe kalıbıdır.

Re'fet, aşırı merhamet demektir. Burada ayetin fasılası göz önüne alınarak daha mübalağalı olan رَؤُ۫فٌ sıygası öne alınmıştır. Fasıla, صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ve  رَح۪يمٌ  kelimelerinin sonlarındaki  مٌ  harfidir. 

اللّٰهَ - جَعَلْنَا - مَن - الرَّسُولَ kelimelerinin tekrarında   reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

هَدَى - ا۪يمَانَكُمْ ; الرَّسُولَ - اللّٰهَ ve مَن - ٱلَّذِینَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

كَانَ - كَانَتۡ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bakara Sûresi 144. Ayet

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ  ...


(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَدْ elbette
2 نَرَىٰ görüyoruz ر ا ي
3 تَقَلُّبَ çevrilip durduğunu ق ل ب
4 وَجْهِكَ yüzünün و ج ه
5 فِي doğru
6 السَّمَاءِ göğe س م و
7 فَلَنُوَلِّيَنَّكَ elbette seni döndüreceğiz و ل ي
8 قِبْلَةً bir kıbleye ق ب ل
9 تَرْضَاهَا hoşlanacağın ر ض و
10 فَوَلِّ (Bundan böyle) çevir و ل ي
11 وَجْهَكَ yüzünü و ج ه
12 شَطْرَ tarafına ش ط ر
13 الْمَسْجِدِ Mescid-i س ج د
14 الْحَرَامِ Haram’a ح ر م
15 وَحَيْثُ ve nerede ح ي ث
16 مَا
17 كُنْتُمْ olursanız ك و ن
18 فَوَلُّوا çevirin و ل ي
19 وُجُوهَكُمْ yüzlerinizi و ج ه
20 شَطْرَهُ o yöne ش ط ر
21 وَإِنَّ şüphesiz
22 الَّذِينَ kimseler
23 أُوتُوا verilen ا ت ي
24 الْكِتَابَ kitap ك ت ب
25 لَيَعْلَمُونَ elbette bilirler ع ل م
26 أَنَّهُ bunun
27 الْحَقُّ bir gerçek olduğunu ح ق ق
28 مِنْ -nden
29 رَبِّهِمْ Rableri- ر ب ب
30 وَمَا değildir
31 اللَّهُ Allah
32 بِغَافِلٍ habersiz غ ف ل
33 عَمَّا -ndan
34 يَعْمَلُونَ onların yaptıkları- ع م ل

  Vecehe وجه :

  وَجْهٌ sözcüğünün aslı bildiğimiz yüz organıdır. İnsanın ilk göze çarpan tarafı ve bedenindeki en değerli varlığı olduğundan her şeyin de ilk göze çarpan tarafı ve en üstün kısmı bu isimle anılmıştır.

  Rahman, 55/27 ayetinde geçen وَجْهٌ kelimesi bir görüşe göre Allah'ın Zâtı (bizzat kendisi), başka bir görüşe göre ise Allah'a yönelmek, teveccüh etmektir denmiştir.

  Yine başka bir ayeti kerimede (Âraf, 7/29) geçen وَجْهٌ kelimesinde ya organ olan yüz ya da istikamete yönelmek yani teveccüh kasdedilmiştir.

  Niyet/kasıt için وَجْهٌ sözcüğü, gaye ve maksad içinse جِهَةٌ ve وِجْهَةٌ sözcükleri kullanılır.(Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 78 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri vecih, veche, teveccüh, tevcih, cihet, müteveccih ve muvacehedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ 


قَدْ tahkik harfidir. نَرٰى muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن dur. تَقَلُّبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. تَقَلُّبَ kelimesi tefa’ûl babının hümasî mezid masdarıdır.  وَجْهِكَ muzâfun ileyhtir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. فِي السَّمَٓاء car mecruru masdar olan تَقَلُّبَ ’ye müteallıktır. 

قَدْ vurgulama edatıdır. لَقَدْ ise ondan daha güçlü bir vurgu ifade eder. تَقَلُّبَ çevirmek demektir. Ayetin anlamı; ‘kıblenin Kâbe’ye çevrilmesini beklediğin için sürekli gökyüzüne baktığını görmekteyiz’ şeklindedir. Hz. Peygamber aleyhisselam bunu Yahudilerden farklı olmak için istiyordu. Çünkü onlar: Muhammed dinimize uymuyor ama bizim kıblemize yöneliyor, diyorlardı. Ayrıca Kâbe Hz. İbrâhim’in kıblesiydi ve Hz. Peygamber aleyhisselam bunun, Arapların İslam’a girmesine vesile olacağını düşünüyordu. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

ف atıf harfidir. ل mahzuf kasemin cevabına dahil olan lamu’l vakıadır. لَنُوَلِّيَنَّ fiilinin sonundaki نَّ , tekid ifade eden nunu sakiledir. Faili müstetir olup takdiri نحن dur.

Tekid نَّ ’ları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

كَ muttasıl zamiri mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. قِبْلَةً ikinci mef’ûlun bihtir. تَرْضٰيهَا ifadesi قِبْلَةً kelimesinin sıfatı olarak mahallen mansubtur. 


فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ 


فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. وَلِّ illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت dir. وَجْهَكَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekân zarfı شَطْرَ fetha üzere mebni olup, وَلِّ fiiline müteallıktır. الْمَسْجِدِ muzâfun ileyhtir. الْحَرَامِ ise الْمَسْجِدِ ’nin sıfatıdır. 

وَ atıf harfidir. حَيْثُ مَا mekân zarfı, iki fiil cezmeden şart edatıdır. Mebnidir. Kendi cevabının mef’ûlun fihidir. Mebni olduğundan mahallen mansubtur. كُنْتُمْ ’un mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. كُنْتُمْ şart fiilidir. Mahallen meczumdur.  Muttasıl zamir كَانَ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. 

فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Şartın cevabı وَلُّوا وُجُوهَكُمْ ‘dir. وَلُّوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı faildir. وُجُوهَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekân zarfı شَطْرَ fetha üzere mebni olup, وَلُّوا fiiline müteallıktır. 


وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ 


اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur. اُو۫تُوا meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir هُو ’dir. الْكِتَابَ mef’ûlun bihtir. لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. يَعْلَمُونَ fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اَنَّ ve masdar-ı müevvel, يَعْلَمُونَ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. اَنَّ ‘in ismi olan muttasıl zamir هُ mahallen mansubtur. الْحَقُّ ise haberidir. مِنْ رَبِّ car mecruru الْحَقُّ kelimesinin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 


وَمَااللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ


وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup لَيْسَ  gibi amel etmiştir. اللّٰهُ lafzı مَا ’nın ismidir. بِغَافِلٍ ’deki بِ harfi zaiddir. غَافِلٍ lafzen mecrur mahallen مَا ’nın haberi olarak mansubtur.

مَا müşterek ism-i mevsûlu, عَنْ harfi ceriyle birlikte يَعْمَلُونَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَعْمَلُونَ cümlesidir. يَعْمَلُونَ fiili, sülâsî mücerred olan عمل fiilinin muzarisidir.

Burada بِ harfi manayı pekiştirmek için gelmiş olup zaiddir. Olumlu cümlelerde ل harfinin tekit ifade etmesi gibi olumsuz cümlelerde de لَيْسَ ve مَا 'nın haberinin başında gelen بِ harfi tekid bildirir. (Suyûtî, İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, II, 142)

Kur'an-ı Kerim'de بِ harfi 22 yerde لَيْسَnin, 19 yerde de مَا nın haberinin başında zaid olarak gelmiştir. (Ahmet Yüksel, Biçim, Anlam ve İmlâ Yönüyle Arapçada Zaidlik)

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ 


Ayetin ilk cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Burada قد , muzari fiil ile beraber gelmiştir, teceddüd ifade etmiştir. (Âşûr)

Faide-i haber talebî kelamdır. فِي السَّمَٓاءِۚ ibaresindeki فِي harfinde istiare vardır. Gökyüzüne doğru bakışındaki ısrarı belirtmek için إلى yerine kullanılan فِي harfinde zarfiyet manası vardır. Gökyüzü, içi olan bir şeye benzetilmiştir. Cami’ her ikisindeki  irtibattır.


فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ 


فَ harfi sebebi müsebbebe bağlayan rabıta harfidir. ل ise mukadder kasem için gelmiştir. Şart cümlesinin hazfi icaz-ı hazif sanatıdır. تَرْضٰيهَاۖ  cümlesi قِبْلَةً için sıfattır. 

لَنُوَلِّيَنَّكَ fiilinin başındaki لَ harfi ile sonundaki şeddeli نَّ harfi yemin için getirilmiştir. Yeminin gayesi de anlamı vurgulamaktır. Yani ‘seni mutlaka yönlendireceğiz’ demektir. Felenüvelliyenneke..." ibaresinde "f " den sonra gelen "lâm / l", kaseme delâlet eder. Bu "Fe vallahi nüvelliyenneke" yani "Allah'a yemin olsun ki artık seni çevireceğiz; sana onu vereceğiz, seni aşkla, şevkle beklediğin, hoşnud ve razı olacağın o Kıble'ye döndüreceğiz, ona yönelme imkânını sana bahşedeceğiz" demektir. (Ebüssuûd)

فَلَنُوَلِّيَنَّكَ fiilinin sonunda gelen نَّ harfi, haberin tazim (yüce) ve tefhimine (büyük) delalet eder. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbi’l Ku’ani’l Kerim, Soru 1149)

 قِبْلَةً kelimesi ikinci mef‘ûldür. Tenvinli gelişi tazim ifade eder. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveyni, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1148)

تَرْضٰيهَاۖ yani ‘seveceğin ve hoşlanacağın bir kıbleye seni çevireceğiz.’ Bir görüşe göre önceki peygamberlerin kıblesi olduğu için hoşnut kalacağın denmiştir. Bu söz Hz. Peygamber’in başka bir kıbleye rıza göstermeyeceği anlamına gelmez. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 

قَدْ نَرٰى [çoğu kez görüyoruz] تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ [yüzünü göğe çevirdiğini] vahyi bekleyerek gök tarafına baktığını demektir. [Seni bir kıbleye çevireceğiz] sana bu imkanı vereceğiz. Bu da وليته كذا deyiminden gelir ki, onu mütevelli yapmaktır ya da seni o cihete yaklaştıracağız, demektir. [Hoşnut olacağın] seveceğin ve şevk duyacağın kıbleye demektir, çünkü onda Allah'ın dileme ve hikmetine uygun dini maksatlar vardır. (Beyzâvî)

(Yüzünü çevir) Burada vech (yüz) zikredilmiş, zat murat edilmiştir. (Rabbinin zatı bakidir)  ayetinde de durum böyle­dir. Bu sanata, edebiyatta mecaz-ı mürsel denilir. Zikr-i cüz irade-i kül kabilindendir.(Safvetü't Tefâsir, Âdil Ahmet Sâbır er- Ruveyni, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, 1145.soru)

تَقَلُّبَ  tekrar tekrar dönmek, o fiili defalarca yapmaktır. Şeddeli fiillerde ya fiilde, ya da mef’ûlde mübalağa vardır. Ya o fiil bir mef’ûl üzerinde çok yapılır, ya da farklı mef’ûller üzerinde yapılır. Mesela vurmak fiilini düşünelim, ya 30 kişiye vururum veya aynı kişiye defalarca vururum demektir. Ya fiil, ya da meful çoğalır.

Göğe bakmak, dua etmekten kinayedir. Tecessüm sanatı vardır. Manzara gözünün önünde canlanır.

 

فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ 


فَ mahzuf şartın cevabına gelen rabıta harfidir. Mahzufla birlikte terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâi isnaddır. 

حَيْثُ مَا كُنْتُمْ cümlesi و ’la öncesine atfedilmiştir. Atıf sebebi temasüldür. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şart ifade eden zaman zarfı حَيْثُ مَا, şart fiili كان ’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıktır.

...فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ şartın cevabıdır. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.

Dönme veya yönelmenin yüze tahsis edilmesi insan yüzünün yönelme ölçüsü (medarı ve mi'yarı) olmasındandır. (Ebüssuûd)

Bu cümlede müfret muhatap zamirinden, cemi muhatab zamirine iltifat vardır.

[Nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına çevirin]. Özellikle Efendimize hitap edilmesi, onu yüceltmek ve isteğine cevap vermek içindir. Sonra hükmün genelliğini açıklamak, kıble meselesini tekit etmek ve ümmeti uymaya teşvik etmek için genelleme yapıldı. (Beyzâvî) 

شَطْرَ  kelimesinin gelmesi büyük kolaylıktır, kıbleye yönelmede 45 derece bir yanılma payı olmasına cevaz verir.

شَطْرَ الْمَسْجِدِ  ifadesindeki شَطْرَ kelimesinin bu'd (boyut) anlamında olduğunu söyleyen görüşe -yani (Yüzünü Mescid-i Haram 'ın boyutu cihetine çevir) anlamına -göre istiaredir. Çünkü (bir kimsenin) yüzünü gerçek anlamda Mescid'in boyutuna çevirmesi doğru olmaz. (Kur'an Mecazları Şerif er-Radi)

شَطْرَ الْمَسْجِدِ  zarf olması hasebiyle nasb edilmiş olup, bu zarfiyet anlamı doğrultusunda ilgili kısım “Yüzünü döndürme işini Mescid-i Haram tarafına; yani onun yönü ve semti dahilinde kıl” şeklinde yorumlanır. Zira kıblenin aynına dönmek uzakta bulunan için büyük zorluk içerecektir. Ayette Kâbe yerine Mescid-i Haram ismine yer verilmesi, kıble işinde Kâbe’nin aynına değil de yönüne riayet edilmesinin vacip olduğuna bir delildir. (Keşşâf, Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1152 ve Ebüssuûd)


وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ 


و, istînâfiyedir. اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber, inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, bilinen kişiler olmasını belirtmesi yanında tahkir ifade eder. اِنَّ ’nin haberi ise muzari fiil cümlesi formunda gelerek hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmiştir. 

اَنَّ ’nin dahil olduğu masdar tevilindeki اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ cümlesi يَعْلَمُونَ isme isnad olup,  اَنَّ , lam-ı muzahlaka ve kasrla tekid edilmiştir. الحق ’taki harf-i tarif, kasr ve cins ifade eder. (Âşûr) Faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedin  الْ takısıyla marife olması tahsis ifade eder. 

Mahzuf hale muteallık olan مِنْ رَبِّهِمْۜ  izafetinde, رَبِّ isminin kitap ehline ait zamire muzâf  olması onlara tahkir ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla رَبِّ ’de tecrîd sanatı vardır.

مِنْ رَبِّهِمْۜ ifadesiyle maksat, hiçbir şeyin Hazret-i Peygamber s.a.v. tarafından kendi hevasına uyularak yapılmadığını bildirmektir. Çünkü bu iki fırka, kıblenin Kâbe yönüne çevirilmesinin Hazret-i Peygamber tarafından olduğunu ileri sürüyorlardı. (Ruhu’l-Beyan)

[Kendilerine kitap verilenler bunun Rablerinden bir hak olduğunu iyi bilirler] özet olarak, çünkü bilirler ki her şeriate bir kıble vermek Allah'ın adetidir. Genel olarak da bilirler, çünkü Resulullah s.a.v'in iki kıbleye de namaz kılacağı kitaplarında vardır. اَنَّهُ zamiri dönmek yahut yüz çevirmek fiiline racidir. (Beyzâvî) 

Yahudilerle Hristiyanlar, tahvil-i kıblenin Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu, başka seçenek, olmadığını hiç şüphesiz biliyorlardı. Çünkü onlar Allah'ın âdetinin (sünnetullahın) her şeriate bir kıble tahsis etmek şeklinde cereyan ettiğini de biliyorlardı. Bir de onlar, kendi mukaddes kitaplarında, gelecek son Peygamberin, iki kıbleye namaz kılacağını da okuyorlardı. (Ebüssuûd)

وَمَااللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ


و , istînâfiyyedir. Nefy harfi مَا’nın dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. مَا harfi ليس gibi amel etmiştir. Haberine dahil olan بِ harfi tekid ifade eden zaid harftir. Müşterek ism-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.  

Cümlede iki farklı görevdeki مَا ’lar arasında tam cinas vardır. Bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin müsnedün ileyh olarak gelmesi, telezzüz, teberrük ve ve kalplerde haşyet uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Allah isminde tecrîd sanatı vardır. 

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

اللّٰهُ - رَبِّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

غَـٰفِلٍ - يَعْلَمُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

وَجۡهِ - شَطۡرَ- وَلُّوا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

یَعۡلَمُونَ - یَعۡمَلُونَ kelimeleri arasında cinas-ı kalb ve muvazene sanatları vardır.

‘Allah gafil değildir’ sözü “Allah onların yaptıklarını bilir” ifadesinden daha güçlüdür. Olumsuz cümlelerde daha fazla vurgu vardır. Olumsuz isim cümlesi ve zaid  بِ ‘nin hepsi tekid unsurudur.

Bu ilâhî hitab bütün insanlaradır ve hak fırka için mükâfat va'dı, bâtıl fırka için ceza va'ididir. (Ebüssuûd)

Bakara Sûresi 145. Ayet

وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِـعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِـعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذاً لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ  ...


Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَئِنْ ve eğer
2 أَتَيْتَ sen getirsen ا ت ي
3 الَّذِينَ kimselere
4 أُوتُوا verilen ا ت ي
5 الْكِتَابَ Kitap ك ت ب
6 بِكُلِّ her türlü ك ل ل
7 ايَةٍ ayeti ا ي ي
8 مَا değildir
9 تَبِعُوا uyacak ت ب ع
10 قِبْلَتَكَ senin kıblene ق ب ل
11 وَمَا ve değilsin
12 أَنْتَ sen (de)
13 بِتَابِعٍ uyacak ت ب ع
14 قِبْلَتَهُمْ onların kıblesine ق ب ل
15 وَمَا ve değildir
16 بَعْضُهُمْ onların bazısı ب ع ض
17 بِتَابِعٍ uymazlar ت ب ع
18 قِبْلَةَ kıblesine ق ب ل
19 بَعْضٍ diğerlerinin ب ع ض
20 وَلَئِنِ ve eğer
21 اتَّبَعْتَ uyarsan ت ب ع
22 أَهْوَاءَهُمْ onların keyiflerine ه و ي
23 مِنْ -den
24 بَعْدِ sonra ب ع د
25 مَا şey(den)
26 جَاءَكَ sana gelen ج ي ا
27 مِنَ -den
28 الْعِلْمِ ilim- ع ل م
29 إِنَّكَ şüphesiz sen
30 إِذًا o takdirde
31 لَمِنَ -den (olursun)
32 الظَّالِمِينَ zalimler- ظ ل م


وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ


وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, şartın cevabının başına gelen vakıadır. إِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. اَتَيْتَ şart fiilidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur. اُو۫تُوا meçhul mazi fiildir. Fiilin naib-i faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. الْكِتَابَ mef’ûlun bihtir. بِكُلِّ car mecruru اَتَيْتَ fiiline müteallıktır. اٰيَةٍ muzâfun ileyh olup  kesra ile mecrurdur.

مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ mukadder şartın cevabıdır. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَبِعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı faildir. قِبْلَتَكَۚ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ [Yemin olsun ki sen ehl-i kitaba her türlü ayeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler.] Buradaki لَئِنْ ifadesi şart anlamındaki  إِنْ  ile bitişmiş yemin لَ ’ıdır. Bu sebeple مَا ile cevap verilmiştir. Yeminin cevabında gelen edatlar beş tanedir:

1. مَا edatıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ[Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.] [Necm 53/1-2]. 

2. اِنَّ edatıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:لَعَمْرُكَ اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ [(Resulüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.] [Hicr 15/72]. 

3. Fethalı لَ harfidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ [Rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları mahşerde toplayacağız.] [Meryem 19/68].

4. Muhaffef اِنْ edatıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: تَاللّٰهِ اِنْ كُنَّا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ [Allah’a Andolsun ki biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” [Şuara 26/97]. 

5. لَا edatıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: الٓمٓۚ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ [Elif lâm mîm. O kitap (Kur’an), onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir.] [Bakara, 2/1-2]  (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)


وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ


وَ istînâfiyyedir. Nefy manasındaki مَا kelimesi, لَيْسَ gibi amel etmiştir. اَنْتَ munfasıl zamiri, مَا ’nın ismi olarak merfûdur. بِتَابِعٍ ’deki بِ harfi zaiddir. تَابِعٍ kelimesi lafzen mecrur mahallen مَا ’nın haberi olarak mansubtur. قِبْلَتَهُمْۚ kelimesi ism-i fail olan تَابِعٍ ’in ism-i mef’ûlüdür. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

 مَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ cümlesi وَ’la öncesine atfedilmiştir.

 

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ


وَ atıf harfidir. لَ şartın cevabının başına gelen vakıadır. إِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. اتَّبَعْتَ şart fiilidir. اَهْوَٓاءَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Kasemin cevabının delaletiyle şartın cevabı mahzuftur.

بَعْدَ zaman zarfı, مِنْ harfi ceriyle birlikte اتَّبَعْتَ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olup fetha ile mebnidir. مِنَ الْعِلْمِ car mecruru جَٓاءَ fiilinin failinin mahzuf haline müteallıktır.


اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ


اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كَ muttasıl zamiri, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اِذًا cevap harfidir. لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. مِنَ الظَّالِم۪ينَ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. الظَّالِم۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.


وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ


و istînâf veya atıftır. لَ kasem, إن şart harfidir. Ayetin ilk cümlesi  kasem  üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. Şart fiili اَتَيْتَ muksemun aleyhtir. ...مَا تَبِعُوا cümlesi kasemin cevabıdır. Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle  mahzuftur. Bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesi menfi mazi fiili sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

 اٰيَةٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

[Kendilerine kitap verilenler] cümlesinde zamir yerine ism-i mevsul kullanılması, Ehl-i kitab'ın, inatlarından dolayı son derece kötü bir durumda bulunduklarını açıklamak içindir. (Safvetü't Tefâsir)

مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ gizli kasemin cevabıdır. Bu cevap da şartın cevabının yerini tutmuştur. Mana da, senin kıbleni delilin ortadan kaldıracağı bir şüphe için terk etmezler, bilakis kibir ve inatlarından sana muhalefet ederler. (Beyzâvî) Andolsun ki Resûlüm! Sen o kötü halk, inatçı Ehl-i Kitab'a kıble tahvilinin hak olduğuna dâir bütün kesin hüccetleri getirsen de yine onlar senin kıblene dönmezler. Bu, onların kötü hallerinde ne kadar inatçı olduklarını gösterir. Yani ey Resûlüm! Onlar, hüccet ile giderilecek bir şüphe için senin kıbleni terk etmediler; onların sana muhalefeti, sırf kibir ve inatlarından dolayıdır. (Ebüssuûd)

وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ


و itiraziyyedir. Atıf olması da caizdir. مَٓا harfi ليس gibi amel etmiştir. مَٓا ’nın haberindeki بِ zaid harftir. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Aynı üslupla gelen müteakip cümle و ’la öncesine atfedilmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır.

قِبْلَةَ - مَٓا -  تَابِعٍ - بَعْضُ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ cümlesiyle مَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ [Sen onların kıblesine uymazsın] cümlesi olumsuzluk ifadesinde,

 مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ [Onlar senin kıblene uymazlar] cümlesin­den daha mübalağalıdır. Çünkü hem isim cümlesidir hem de olumsuz­luğu بِ harf-i ceri ile tekit edilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)

Bu kelâm Ehl-i Kitab'ın boş umutlarını tamamen kesmek için söylenmiştir. Nitekim Yahudiler, Peygambere :

"Bizim kıblemizde sebat gösterseydin, senin, o beklediğimiz Peygamber olabileceğini umardık" demişlerdi.

Yahudiler bunu, Peygamberi yanıltmak ve kıblesinden dönmesini sağlamak için yapıyorlardı.

Ehl-i Kitab'ın kıblesi tek olmadığı hâlde "sen de onların kıblesine" ifadesinde kıblenin tekil olarak zikredilmesi, onların kıblelerinin bâtıl ve halika muhahf olma vasfında birleştikleri içindir. (Ebüssuûd)

Bu ayette mukabele vardır. Kafirun suresini hatırlatır. Kimse kimsenin kıblesine tabi olmaz. Şart harfi olarak إنْ gelmesi bu fiillerin vuku bulma ihtimallerinin düşük olduğuna delalet eder. Cinaslar vardır. 

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ


و istînâfiyyedir. Cümlenin لَئِنْ اَتَيْتَ ’ye matuf olması da caizdir. لَ kasem, إن şart harfidir. Kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. Şart fiili اتَّبَعْتَ muksemun aleyhtir. . ... اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ cümlesi kasemin cevabıdır. Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle  mahzuftur. Bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesi اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesidir.  Faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede icâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الظَّالِم۪ينَۢ ’nin mütallakı olan اِنَّ ‘nin haberi mahzuftur.

اتَّبَعْتَ - تَابِعٍ -  تَبِعُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مِنَ الْعِلْمِۙ ibaresindeki مِنَ  kısım bildirir. Bu harf bazen de ibtidaî gaye olur. Bir şeyin başlangıcını ifade eder.

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ [Sen onların arzularına uysan ] cümlesi, hakta sebatı sağlamak için yapılan teşvik ve tahrik kabilindendir. (Safvetü't Tefâsir)

Buradaki اَهْوَٓاءَ kelimesi هوَٓى kelimesinin çoğuludur. هوَٓى irade ve istek anlamına gelir. Burada muhaliflerin isteklerinin farklı ve birden fazla olması sebebiyle kelime tekil olarak kullanılmamıştır. Ayet “onları idare edebilmen ve iman etmelerini sağlaman için onların kıblesine tabi olsaydın” anlamına gelir.

مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ [Sana gelen ilimden sonra] ifadesi sana kıble beyan edildikten sonra demektir. اِنَّكَ اِذًا [Sen o vakit] ifadesinde zaman açıklanmaktadır. ‘’Sen bu işi yaptığın anda’’ demektir. 

اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ [Şüphesiz zalimlerden olursun.] Yani “kendisine zarar verenlerden biri olursun.” demektir. Şöyle de denilmiştir: Yerinde iş yapmayanlardan olursun. Bir görüşe göre burada hitap Hz. Peygamber aleyhisselama yapılsa da kastedilen başkasıdır. Peygamberlerdeki günahsızlık özelliği Allah Teâlâ’nın onları bazı şeylerden nehyetmesine mani sayılmadığı için Hz. Peygamber aleyhisselam masum olmakla birlikte hitabın ona yapılmış olması da mümkündür. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

Günün Mesajı
Vasat ümmet; Türkçede akla gelen her türlü aşırılıktan uzak, orta noktada olan ümmet olmanın yanında hayırlı ümmet manasını da taşır.
''Allah imanlarınızı zayi edecek değildir'' sözünde iman ile kastedilen şey namazdır. Bu da namazın imanın göstergesi olduğunu ifade eder.
Kıblenin değiştirilmesi samimi mümin ile günahkar münafığın ayrılması için insanların imanlarının sınandığı bir olaydır.
Yoksa bütün yönler Allah'ındır.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Yaşamak; dengede kalma savaşı. Nefsinin iki uca çekiştirmesine karşı gelme çabası. Ya hep, ya hiç sözlerine meydan okuma sanatı.

Huzur, her şeyin ortasını tutturmakta gizli. Uçta yaşamak insanın bedenine, kalbine ve ruhuna bir çeşit zulmü. Yine de dünya gözü hep uçlarda. Halbuki, yolu uzatan ve zorlaştıran, o uçlar. Maddi ve manevi ferahlıklardan uzaklaştıran, onlar.

Allah, kuluna karşı en merhametlidir. İslam dininin emirleriyle, insanı sarıp sarmalayandır. Kulunun yükünü hafifletmek isteyendir. Dünyayla ahiretin arasındaki dengeyi sağlamanın yolunu göstererek, iki cihanı da kazanma fırsatı verendir.

Doğu ve Batı’nın sahibi olan Allahım! Duymasına rağmen cahil gibi davranmaktan ve bilmesine rağmen tembel gibi üşenmekten koru. Korkak gibi kolaya kaçmaktan, kibirli gibi ‘ben bilirim’ demekten ve miskin gibi nefsimin çektiği her yere savrulmaktan koru.

Yöneldiğimiz kıblenin sahibi olan Allahım! Ahiret gözümü uykusundan uyandır. Dünya gözümün ise açlığını gider. İki gözümü de kıblende buluştur. Her işin ortasını tutturarak, kalbimi faziletlerle doldur ve reziletlerden arındır. Nefsimi terbiye etme mücadelemde yardımcım ol. Uçlar içindeki orta yolu bulmamı ve ona ulaşmamı kolaylaştır.(Amin)

***

 Dünyanın en yüksek noktasında durmuş, aşağıya bakıyor ve müslümanların halini takip ediyordu. Savaşın ya da çatışmaların arasında kalanlardan çok ezilmişlik ve çaresizlik duygusuna gömülmüşlere üzülüyordu. 


Allah’a teslim olmanın getirdiği huzura ve ibadetlerdeki berekete odaklanmak yerine; modern dünyanın belirlediği standartlara bakarak, kendi hayatlarını kıyaslıyorlardı. Belki de daha mutlu oluruz inancıyla özendiklerinin yaşantılarından ve inançlarından parçalar alıyorlardı. Ne kadar acıklı bir duruma düştüklerinin farkında değillerdi.

Dünyalık mutlulukların peşinden koşarken, İslam’ın -hakiki manada yaşanmaya çalışıldığında- hem maddi, hem de manevi olarak kendilerini ve yaşamlarını ne kadar tamamladığını, doyurduğunu ve geliştirdiğini anlamayacak kadar körleşiyorlardı. Zira, üstün güce sahip görünen ölümlülerin iddia ettiklerine inanıyorlardı.

Uyuşuk bir kalp ve zihin hali içinde, onların dizilerini ve filmlerini izledikçe, kitaplarını ve haberlerini okudukça, aykırı teorilerini sualsizce kabul ettikçe, ünlülerini muhabbetle takip ettikçe ve manasını umursamadan şarkılarını söyledikçe; değişen ahlaklarına ve yıkanan beyinlerine umursamaz bakışlar atıyorlardı.

Yıllar boyu süren görevinin ardından kendisinden sonra gelecek olan gözetmene şu notları bıraktı:

“Saygı ile sevgiyi, hoşgörü ile tavizi ve empati ile sempatiyi birbirine karıştırdılar. İnsanlar ve toplumlar arasındaki ilişkiyi güçlendirmek yerine; kendilerince zayıf olanın ya da özgüven eksikliği yaşayanın, güçlü olana benzemesini yani onun gibi yaşamasını ve düşünmesini kabul ettiler. Bayramlarını, dini ritüellerini ve ahlaksız özgürlüklerini benimsediler ve kendi özlerinden uzaklaştılar. Bu arada özendikleri üstün görünümlüler, onları yani İslam’ı ve müslümanları tanımak ve sevmek için hiçbir şey yapmadı. Uzun lafın kısası: Allah’ın sınırlarından taviz verenler kaybetmeye mahkumdu.”

Ey Allahım! Kendi ya da başkalarının nefsi için yaşayarak ve Senin dininden tavizler vererek iki cihanını da heba edenlere benzemekten koru. Senin emir ve yasaklarının, bizim için en iyisi olduğuna iman ederek, Sana teslim olanlardan eyle. Yüzümüzün, bedenimizin ve kalbimizin yönünü; Senin yolunda emrettiğin kıble doğrultusunda sabit kıl. 

Ey Allahım! Bize kıble tayin ettiğin Mescid-i Harâm’ı çok özledik. Bizi, Mekke ve Medine topraklarından uzaklaştıran kusurlarımızdan arındır, onları düzeltmemiz için yardımcımız ol ve ziyaretimize mani olmak isteyenlerin halini hayırlarla değiştir. Dünyada ve ahirette, kalplerimizi ve bedenlerimizi; hoşnut olduklarına yaklaştır.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji