بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَا |
|
|
2 | تَجِدُ | bulamazsın |
|
3 | قَوْمًا | bir milletin |
|
4 | يُؤْمِنُونَ | inanan |
|
5 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
6 | وَالْيَوْمِ | ve gününe |
|
7 | الْاخِرِ | ahiret |
|
8 | يُوَادُّونَ | dostluk eder |
|
9 | مَنْ | olanlarla |
|
10 | حَادَّ | düşman |
|
11 | اللَّهَ | Allah’a |
|
12 | وَرَسُولَهُ | ve Elçisine |
|
13 | وَلَوْ | şayet |
|
14 | كَانُوا | olsa bile |
|
15 | ابَاءَهُمْ | babaları |
|
16 | أَوْ | yahut |
|
17 | أَبْنَاءَهُمْ | oğulları |
|
18 | أَوْ | yahut |
|
19 | إِخْوَانَهُمْ | kardeşleri |
|
20 | أَوْ | yahut |
|
21 | عَشِيرَتَهُمْ | akrabaları |
|
22 | أُولَٰئِكَ | işte |
|
23 | كَتَبَ | yazmıştır |
|
24 | فِي |
|
|
25 | قُلُوبِهِمُ | onların kalblerine |
|
26 | الْإِيمَانَ | iman |
|
27 | وَأَيَّدَهُمْ | ve onları desteklemiştir |
|
28 | بِرُوحٍ | bir ruh ile |
|
29 | مِنْهُ | kendinden |
|
30 | وَيُدْخِلُهُمْ | ve onları sokacaktır |
|
31 | جَنَّاتٍ | cennetlere |
|
32 | تَجْرِي | akan |
|
33 | مِنْ |
|
|
34 | تَحْتِهَا | altlarından |
|
35 | الْأَنْهَارُ | ırmaklar |
|
36 | خَالِدِينَ | ebedi kalacaklardır |
|
37 | فِيهَا | orada |
|
38 | رَضِيَ | razı olmuştur |
|
39 | اللَّهُ | Allah |
|
40 | عَنْهُمْ | onlardan |
|
41 | وَرَضُوا | onlar da razı olmuşlardır |
|
42 | عَنْهُ | O’ndan |
|
43 | أُولَٰئِكَ | işte onlar |
|
44 | حِزْبُ | hizbidir |
|
45 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
46 | أَلَا | dikkat edin |
|
47 | إِنَّ | muhakkak ki |
|
48 | حِزْبَ | hizbidir |
|
49 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
50 | هُمُ | onlar |
|
51 | الْمُفْلِحُونَ | başarıya ulaşacak olanlardır |
|
Allah’a ve peygamberine düşmanlık edenlerin dayanışma görünümü altında gerçekte kendilerini ve birbirlerini aldattıkları ve sonlarının hüsran olduğu belirtildikten sonra samimi müminlerin bu gibi kimselerle ilişkilerinde daha dikkatli olmaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır.
14. ve müteakip âyetlerde başlıca özelliklerine değinilen kimselerin müslüman gibi görünen ama gerçekte İslâm düşmanlığı yapan münafıklar olduğu açıktır. Bunların kendileriyle iş birliği yaptıkları kimselerden “Allah’ın gazabına uğramış bir topluluk” diye söz edilmektedir. Âyette kimlikleriyle ilgili açık bir bilgi verilmemekle beraber, bağlamı dikkate alan hemen bütün müfessirler burada, o dönemde Medine ve çevresinde yaşayan yahudilerin kastedildiği kanaatindedirler. Dolayısıyla, 8. âyetin tefsiri sırasında belirtilen ihtimallerin bu âyetlerin iniş zamanı konusunda da göz önünde bulundurulması uygun olur (münafıkların müslümanlara tuzak kurmak üzere yahudilerle işbirliği yapmaları ve söz konusu yahudilerin Allah’ın gazabına müstahak olmaları hakkında bk. Enfâl 8/27, 55-57; Ahzâb 33/9-27; Haşr 59/2-6; ilâhî gazaba uğrayanlar hakkında ayrıca bk. Fâtiha 1/7).
Tefsirlerde bu gruptaki âyetlerin veya bir kısmının nüzûl sebebi olarak –bazı rivayetlere göre Abdullah b. Nebtel isimli– bir münafığın, Resûlullah’ın huzurunda onun aleyhine sözler söylemediğine dair yalan yere yemin etmesi ve bulup getirdiği tanıkların da bile bile yalan yere yemin etmeleri olayına yer verilir (Zemahşerî, IV, 76-77). Bununla birlikte âyetin hedefinin bu olaya değinmekle sınırlı olmayıp, bile bile yalan yere yemin etmenin, yeminlerini kalkan olarak kullanmanın, yani yeminlerinin arkasına sığınıp onlarla insanları aldatmanın münafıklara özgü en belirgin özelliklerden olduğuna dikkat çekmek olduğu anlaşılmaktadır.
17. âyette yer alan “Malları da evlâtları da Allah katında kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamındaki cümle değişik vesilelerle başka âyetlerde de bir uyarı ifadesi olarak yer almış, dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağına ve herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağına dikkat çekilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/10).
18. âyetin “... sanacaklar ki işe yarar bir şey yapmaktalar!” diye çevrilen kısmı şöyle açıklanmıştır: Dünyada yalan yere yemin etmek ve muhatabı kandırmaya çalışmak onlarda öylesine bir alışkanlık ve âdeta meleke haline gelmiştir ki âhirette dahi bu tutumlarını sürdürecekler, bunun kendilerine bir fayda getireceğini sanıp Allah’ı bile kandırmaya kalkacaklar, böylece iyiden iyiye rezil rüsvâ olacaklardır. Gerek duyular âlemindeki gerekse bunun ötesindeki her şeyi bilen Allah’a karşı bile böyle bir tutum sergilemeye kalkışan bu insanların dünyada müminleri kandırma çabası içinde olmalarını yadırgamamak gerekir (Zemahşerî, IV, 77; Râzî, XXIX, 274-275).
22. âyetin nüzûl sebebiyle ilgili birçok rivayet bulunmakla beraber bunları buradaki mânaların uygulanmasına ilişkin örnekler olarak düşünmek uygun olur, yoksa âyetin anlamını bunlardan birine bağlamak gerekmez. Âyet, içeriği bakımından öncesi ve sonrasıyla irtibatlıdır; Allah ve resulüne husumet besleyenlerin, akrabalık bağı gibi motifleri kullanarak müminleri kendileriyle –münafıkların yahudilerle yaptığı iş birliğine benzer– bir dayanışma ilişkisi içine çekmeye çalışabilecekleri tehlikesine karşı uyarı anlamı taşımaktadır (İbn Âşûr, XXVIII, 58). Kur’an-ı Kerîm’in nüzûl sürecinde, müslümanlar başka dinlerin mensuplarıyla, özellikle putperestlerle farklı konumlarda ve çeşitli ilişkiler içinde bulunduklarından, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Dolayısıyla, bu konuda sağlıklı sonuca ulaşabilmek için, her âyeti kendi bağlamında ele almak ve ayrıca müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetleri ve Resûlullah’ın uygulamalarını topluca değerlendirmek gerekir (bu konuda genel bir değerlendirme için bk. Âl-i İmran 3/28; sevginin anlamı ve dereceleri ile ilgili tasnif ışığında bu âyette ve daha sonraki yıllarda nâzil olan iki âyette söz konusu edilen sevgi bağının yorumu için bk. Tevbe 9/23-24; ayrıca bk. Mümtehine 60/7-9). 22. âyetin “Onları katından bir ruh ile desteklemiştir” diye çevrilen kısmı “Onları katından bir lutuf ile, Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden kaynaklanan ilâhî bir lutuf, ışık ve başarı ile, Kur’an ile, Cebrâil (a.s.) ile desteklemiştir” vb. mânalarla açıklandığı gibi, “Onları iman ruhuyla desteklemiştir” tarzında da yorumlanmıştır; çünkü bizatihî iman, kalplere hayat veren bir ruh mesabesindedir (Zemahşerî, IV, 78; İbn Atıyye, V, 282).
لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَجِدُ damme ile merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى 'dir. قَوْماً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
يُؤْمِنُونَ fiil cümlesi قَوْماً ‘in sıfatı olarak mahallen mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir. الْيَوْمِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. الْاٰخِرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُوَٓادُّونَ ile başlayan fiil cümlesi تَجِدُ filinin ikinci mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası حَٓادَّ اللّٰهَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
حَٓادَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. رَسُولَهُ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُؤْمِنُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi امن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
حَٓادَّ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi حدد ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ
كَانُٓوا ile başlayan cümle hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim)
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir.
كَانُوا şart fiili olup nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur. اَبْنَٓاءَهُمْ kelimesi كَانُوا ’nun haberi olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِخْوَانَهُمْ ve عَش۪يرَتَهُمْۜ ve اَبْنَٓاءَهُمْ kelimeleri atıf harfi اَوْ ile اٰبَٓاءَهُمْ kelimesine matuftur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ
İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur. كَتَبَ fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
كَتَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. ف۪ي قُلُوبِهِمُ car mecruru كَتَبَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْا۪يمَانَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. اَيَّدَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بِرُوحٍ car mecruru اَيَّدَ fiiline mütealliktir. مِنْهُ car mecruru رُوحٍ ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
اَيَّدَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi ايد ‘dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ
وَ atıf harfidir. يُدْخِلُهُمْ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
جَنَّاتٍ ikinci mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesi جَنَّاتٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.
تَجْر۪ي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. مِنْ تَحْتِهَا car mecruru, تَجْرِي fiiline müteallıktır. الْاَنْهَار kelimesi تَجْرِي fiilinin failidir.
خَالِد۪ينَ kelimesi يُدْخِلُهُمْ fiilinin gaib zamirinden hal olup mansubtur. Nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler, ي ile nasb olurlar. ف۪يهَا car mecruru خَالِد۪ينَ ’ye müteallıktır.
خَالِد۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خلد fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ
Fiil cümlesidir. رَضِيَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. عَنْهُمْ car mecruru رَضِيَ fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. رَضُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَنْهُ car mecruru رَضُوا fiiline mütealliktir.
اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ
İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur. حِزْبُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
اَلَا tenbih edatıdır. Konuşmacı dinleyicilerin dikkatini çekmek,onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır. Onun için bu edata istiftah ve tenbih edatı denilmiştir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. حِزْبَ kelimesi اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْمُفْلِحُونَ kelimesi اِنّ ‘nin haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الْمُفْلِحُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
لَا تَجِدُ fiilinin mef’ûlü olan قَوْماً kelimesindeki nekrelik, muayyen olmayan nev ve tazim ifade eder.
يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ cümlesi قَوْماً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
الْاٰخِرِ kelimesi, lafz-ı celâle matuf olan الْيَوْمِ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ cümlesi لَا تَجِدُ fiilinin ikinci mef’ûlüdür. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُوَٓادُّونَ fiilinin mef’ûlü, müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
رَسُولَهُ izafetinde Allah’a ait zamire muzâf olması Resul için tazim ve teşrif ifade eder.
وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ
Hal وَ ’ıyla gelen وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ cümlesi, şart üslubunda inşâî isnaddır. كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, şarttır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesinin cevabı, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Şartın cevabının hazfı, îcaz-ı hazif sanatıdır.
Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlar.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اَبْنَٓاءَهُمْ ile اِخْوَانَهُمْ ve عَش۪يرَتَهُمْۜ kelimeleri اَوْ ile كَانُٓوا ‘ nin haberi olan اٰبَٓاءَهُمْ ‘e atfedilmiştir.
اَبْنَٓاءَهُمْ - اِخْوَانَهُمْ - عَش۪يرَتَهُمْۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu kelimelerin sayılması taksim sanatıdır.
İman, kendisine zıt olan hususlarda bütün yakınları ve dostları reddetmeyi gerektirir. (Ebüssuûd)
Onun, ولَوْ كانُوا آباءَهُمْ [Babaları olsa bile] vb. sözleri de, kişinin yakın akrabalık nedeniyle haram olan konularda taviz verebileceği durumlara ilişkin bir mübalağadır. (Âşûr)
اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi sübut ve istimrar ifade eder. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. اُو۬لٰٓئِكَ işaret ismi mübteda, كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ cümlesi haberdir.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tazim ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.
Haber konumundaki cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur ف۪ي قُلُوبِهِمُ , ihtimam için mef’ûl olan الْا۪يمَانَ ‘ye takdim edilmiştir.
Cümlede müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ cümlesi, atıf harfi وَ ‘la … كَتَبَ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِرُوحٍ car mecruru اَيَّدَهُمْ fiiline, مِنْهُ car mecruru رُوحٍ ‘ın mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
ف۪ي قُلُوبِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla قُلُوبِ , mazruf mesabesindedir. Allah’ın onlara verdiği imanın sübutunu, mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf, istila manası taşıyan عَلَيْ yerine kullanılmıştır. İmana sahip olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Çünkü kalpler, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
الْا۪يمَانَ - يُؤْمِنُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ ifadesinde iki istiare vardır. Birisi اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ [İşte (Allah) onların kalplerine imanı yazdı.] sözüdür. Bunun manası “Allah, onların kalplerine imanı sabitleyip çivilemiş, gönülleri içine yerleştirip kalıcı yazı ve sabit kitabe yazıları haline getirmiştir” demektir. Diğer istiare de وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ [hem onları katından bir ruh ile desteklendi] sözüdür. Bunun iki yorumu bulunmaktadır. İlkine göre buradaki ruh ile Kur’an’ın kastedilmiş olabilir. Çünkü ruhlar bedenlerin hayatı olduğu gibi Kur’an da Allah katından bütün dinlere bahsedilmiş bir hayat konumundadır. Nitekim Yüce Allah [İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir ruh vahyettik] (Şurâ/52) buyurmuştur.
İkinci yoruma göre buradaki ruhun manası yardım, zafer, galibiyet ve üstünlük manalarıdır. Bu manalar rüzgâr (ريحٍ) ile de ifade edilmektedir. رُوحٍ ve ريحٍ ’in ikisi de aynı manaya çıkar. Nitekim Yüce Allah [Birbirinize düşmeyin; sonra zayıflarsanız ve rüzgârınız elden gider] (Enfâl/46) buyurmuştur ki, buradaki rüzgarınız (ريحكم) ifadesi zaferiniz, galibiyet ve üstünlüğünüz demektir. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
[Allah, imanı bunların kalbine yazmış], yani kendilerini muvaffak kıldığı o şeyi kalplerine perçinlemiş ve zihinlerini ona açmış ve bunları kendi ruhuyla kalplerinin kendisiyle hayat bulacağı katından bir lütufla desteklemiştir. Zamirin imana ait olması da caizdir; o zaman “bir iman ruhuyla (desteklemiştir)” anlamında olup bu da imanın bizzat ‘kalplerin hayat bulduğu ruh’ olması esasına göredir. (Keşşâf)
Bu ayet delalet ediyor ki, amel, iman mefhumu haricindedir. Zira kalpte sabit olan şeyler, imanda kesin olarak sabittir. Ve bedenî işlerin hiçbirisi, kalpte sabit değildir. Allah katından olan ruh, kalp nurudur; yahut Kur’an'dır; yahut düşmanlara karşı zaferdir. (Ebüssuûd)
كَتَبَ fiilinin, "Allah onların kalplerine bu nitelik ve vasıf ile hükmetti’’ manasında olduğu söylenmiştir.
(Ehl-i sünnet) alimlerimizin çoğu كَتَبَ fiilinin, ‘karar kıldırdı ve yarattı’ manasında olduğunu, çünkü imanın yazılmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla bu kelimenin ‘var etme, meydana getirme’ manasına hamledilmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)
وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ
Cümle atıf harfi وَ ‘la … كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İki cümle arasında, mazi fiilden muzari fiile iltifat sanatı vardır.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ cümlesi, ikinci meful olan جَنَّاتٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eden müspet muzari fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْ تَحْتِهَا , ihtimam için fail olan الْاَنْهَارُ ‘ya takdim edilmiştir.
جَنَّاتٍ ’deki nekrelik nev, kesret ve tazim ifade eder.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesinde mekân alakasıyla aklî mecaz sanatı vardır.
Akan, nehirler değil içindeki sudur. Fiil, hakiki failine değil; mekânına isnad edilmiştir. Kur’an’da bunun benzeri çok ayet vardır. Hepsinde de akma fiili suya değil de nehre isnad edilmiştir. Suyun miktarındaki çokluk ve akış şiddetinden dolayı mecazî isnad yapılmıştır. Sanki nehir, suyun akma fiilinden etkilenmiş, o da akmaya başlamıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde geçen جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا cümlesi, zihinlere yerleştirmek kastıyla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır
خَالِد۪ينَ ف۪يهَا ibaresi يُدْخِلُهُمْ fiilinin gaib zamirinden haldir. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
خَالِد۪ينَ ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir. İsm-i fail vezni, car mecrur ف۪يهَا ’ya müteallak olmasını sağlamıştır.
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ
اُو۬لٰٓئِكَ ‘nin ikinci haberi olan رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil cümlesi olması hükmü takviye, hudûs, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve muhabbet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlenin başında كَتَبَ ‘deki gaib zamirin cümle sonunda zahir isimle zikredilmesinde iltifat ve ıtnâb sanatları vardır.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Aynı üsluptaki وَرَضُوا عَنْهُ cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ ve رَضُوا عَنْهُ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
رَضِيَ - رَضُوا kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tazim ve teşrif ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.
Müsnedin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifadesinin yanında müsnedün ileyhe tazim ifade eder. Çünkü müsned tazim anlamındaki kelimeye muzâf olmakla müsnedün ileyhin de tazimine işaret etmiştir.
Veciz ifade kastına matuf حِزْبُ اللّٰهِۜ izafetinde Allah ismine muzâf olan حِزْبُ , şan ve şeref kazanmıştır.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اُو۬لٰٓئِكَ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
19. ayetteki اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِۜ cümlesiyle, aynı üslupta gelen اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ cümlesi arasında mukabele sanatı oluşmuştur.
اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile اَلَٓا tenbih harfi ve fasıl zamiriyle tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Fasıl zamiri kasr ifade eder. Kurtuluştaki mübalağa için iddiaî kasrdır. Sanki bunun dışında felah yoktur.
اِنَّ ’nin ismi حِزْبَ اللّٰهِ , الْمُفْلِحُونَ haberidir.
Müsnedün ileyh olan حِزْبَ اللّٰهِ ‘nin, izafetle marife olması az sözle çok şey ifade etmenin yanında tahkir içindir.
Son cümle öncekinin sebebi konumunda gelmiştir. Normalde فاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ şeklinde gelmesi beklenirdi. Ehemmiyetine binaen اَلَٓا ile başlamış, اِنَّ ve fasıl zamiri ile tekid edilmiştir.
Müsnedinin الْ takısıyla marife olması, kasr ifadesinin yanında, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu belirtir.
Zihinlerde yerleşmesi ve tazim için zamir yerine açık isim gelerek حِزْبَ اللّٰهِ tekrar edilmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
19.ayetteki اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ cümlesiyle aynı üslupta gelen اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ cümlesi arasında mukabele sanatı oluşmuştur.
Surenin, konunun sonuna işaret eden bu son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedî’ İlmi)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۚ
Fiil cümlesidir. سَبَّحَ fetha üzere mebni mazi fiildir. لِلّٰهِ car mecruru سَبَّحَ fiiline mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَا fail olarak mahallen merfûdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir.
وَمَا فِي الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الْحَك۪يمُ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۚ
Hadîd ve Haşr sûrelerinin ilk ayetleri olan bu ayet, Allah’ın “hadîd” (demir) hakkındaki kudretinden bahsedildiği Hadîd Suresi ve Allah'ın güçlü kâfirleri kalelerinden çıkardığından bahsedildiği Haşr Suresi için güzel bir başlangıç olmuştur. (Dr. Mustafa Aydın, Arap Dili Belâgatında Bedî’ İlmi ve Sanatları)
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayet ibtidaiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Fail olan müşterek ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, sonraki habere dikkat çekmenin yanında tazim ifade eder.
İkinci mevsûl ve aynı üslupta gelen sılası, tezat nedeniyle birinci mevsûle atfedilmiştir.
Gayr-ı akiller için kullanılan ism-i mevsul مَا , tağlîb sanatı yoluyla akıllılara da kapsamıştır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
الْاَرْضِۚ - السَّمٰوَاتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
مَا ve فِي ‘nin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فِي السَّمٰوَاتِ - فِي الْاَرْضِۚ ibarelerindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla yeryüzü ve gökyüzü, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü yeryüzü ve gökyüzü, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
Bazı surelerin başında, geçmiş zaman kalıbıyla سَبَّحَ , bazılarında ise muzari kalıbıyla يُسَبِّحُ gelmiştir. Her ikisinde de anlam şöyledir: يُسَبِّحُ fiilinin isnad edilebileceği her varlığa Allah’ı tesbih etmek yakışır. Bu, bütün varlıkların âdet ve uygulamasıdır. Fiil bazen لِ harf-i ceriyle geçişli yapılmış bazen de تُسَبِّحُوهُ [Ve O’nu tesbih edesiniz] (Fetih 48/9) ayetinde olduğu gibi doğrudan doğruya geçişli kılınmıştır. Aslolan, doğrudan geçişli olmasıdır; çünkü سَبَّحَتُهُ ifadesi, ‘O’nu kötülükten uzak tuttu’ anlamındadır. Bu fiilin sülâsîsi سَبَحَ olup ‘gitti ve uzaklaştı’ demektir. Mef‘ûlünün başına bazen getirilen لِ , ya “Ona nasihat ettim.” anlamında kullanılan نصحته ve نصحت له kullanımındaki lâm’a benzer ya da سَبَّحَ لِلّٰهِ ifadesinde kasıt, sırf Allah için ve tamamen O’nun rızasını kazanmak amacıyla tesbih ettiğidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yani tesbih edebilen ve tesbih etmesi mümkün olan her şey demektir. (Keşşâf)
Bu surenin böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki surenin sonuna münasip olması hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
وَ ‘la gelen cümle lafz-ı celâlin hali olarak tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ isimleri marife gelmiştir. Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, bu iki vasfın Allah Teâlâ’daki mevcudiyetinin kemâline işaret eder.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir. الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Bu cümlede, ilk cümledeki zahir isimden gaib zamire iltifat vardır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye layık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Bu tekrarlarda ıtnâb, tekrir ve ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, s. 314)
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَخْرَجَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ دِيَارِهِمْ لِاَوَّلِ الْحَشْرِۜ مَا ظَنَنْتُمْ اَنْ يَخْرُجُوا وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْد۪يهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِن۪ينَ فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هُوَ | O’dur |
|
2 | الَّذِي |
|
|
3 | أَخْرَجَ | çıkaran |
|
4 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
5 | كَفَرُوا | inkar eden(leri) |
|
6 | مِنْ | -nden |
|
7 | أَهْلِ | sahipleri- |
|
8 | الْكِتَابِ | kitap |
|
9 | مِنْ | -ndan |
|
10 | دِيَارِهِمْ | yurtları- |
|
11 | لِأَوَّلِ | ilk |
|
12 | الْحَشْرِ | haşirde |
|
13 | مَا |
|
|
14 | ظَنَنْتُمْ | siz sanmamıştınız |
|
15 | أَنْ |
|
|
16 | يَخْرُجُوا | onların çıkacaklarını |
|
17 | وَظَنُّوا | onlar da sanmışlardı |
|
18 | أَنَّهُمْ | kendilerini |
|
19 | مَانِعَتُهُمْ | koruyacağını |
|
20 | حُصُونُهُمْ | kalelerinin |
|
21 | مِنَ | -tan |
|
22 | اللَّهِ | Allah- |
|
23 | فَأَتَاهُمُ | fakat onlara geldi |
|
24 | اللَّهُ | Allah |
|
25 | مِنْ | -den |
|
26 | حَيْثُ | yer- |
|
27 | لَمْ |
|
|
28 | يَحْتَسِبُوا | ummadıkları |
|
29 | وَقَذَفَ | ve saldı |
|
30 | فِي | içine |
|
31 | قُلُوبِهِمُ | yürekleri |
|
32 | الرُّعْبَ | korku |
|
33 | يُخْرِبُونَ | harap ediyorlardı |
|
34 | بُيُوتَهُمْ | evlerini |
|
35 | بِأَيْدِيهِمْ | kendi elleriyle |
|
36 | وَأَيْدِي | ve elleriyle |
|
37 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minlerin |
|
38 | فَاعْتَبِرُوا | ibret alın |
|
39 | يَا أُولِي | sahipleri |
|
40 | الْأَبْصَارِ | akıl |
|
Hicretten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber Medine’ye yakın bir mahallede oturan Nadîroğulları ile bir tarafsızlık antlaşması yapmıştı. Uhud Savaşı’na kadar Nadîroğulları bu antlaşmaya uydular. Hatta müslümanların Bedir zaferine sevindiklerini ve Tevrat’ta anılan âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed olduğuna kanaat getirdiklerini söylemeye başladılar; ama Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine fikir değiştirdiler ve antlaşmayı bozdular. Reisleri Kâ‘b b. Eşref, yanına bazı adamlarını alarak gizlice Mekke’ye gidip müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile bir ittifak antlaşması yaptı. Bu ihaneti haber alan Hz. Peygamber, onları hiç beklemedikleri bir anda kuşatma altına aldı. Bir rivayete göre Hz. Peygamber bir diyet konusunu görüşmek üzere Nadîroğulları’na gittiğinde onların kendisini güler yüzle karşılayıp o arada hakkında suikast düzenlemeye kalkmaları (ki bunu kendisi fark ettiği gibi vahiyle de teyit edilmişti) bardağı taşıran son damla olmuştu. Her hâlükârda âyetlerden kolayca anlaşıldığı üzere yüce Allah müslümanlar için yakın bir tehlike oluşturan bu topluluğun bulunduğu yerden uzaklaştırılmasını mukadder kılmış, müslümanların da tahmin etmediği biçimde kıskıvrak yakalanmalarını sağlamıştı. Nadîroğulları ise, muhkem kalelerine (ki altı kaleleri vardı), evlerinin çok sağlam olmasına ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl ile Mekke müşriklerinden ve diğer yahudi kabilelerinden gelecek yardımlara güveniyorlardı. Ama hiçbir yerden yardım gelmedi, Allah onların yüreklerine korku düşürdü ve müslümanların bu kuşatması karşısında çaresiz kalıp yurtlarını terk etmeye razı oldular. Silâhları dışındaki eşyalarını yanlarına almalarına müsaade edildi, 600 deve yüküyle kuzey yönünde yola çıktılar; Hayber, Hîre ve Şam (Suriye) bölgesindeki bazı şehir ve kasabalara yerleştiler (bilgi için bk. Zemahşerî, IV, 78-79; İbn Âşûr, XXVIII, 65-72; Emin Işık, “a.g.m.”, XVI, 425).
“İlk sürgünde” diye çevrilen li-evveli’l-haşr ifadesindeki haşr kelimesi “toplanma ve bir yere doğru toplu olarak sevk etme” demektir; kelimenin bu bağlamda neyi ifade ettiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar içinde, daha makul görüneni, Nadîroğulları’nın veya Hz. Peygamber’in ashabının savaş için toplanmalarının kastedildiği yorumlarıdır. Bu yaklaşıma göre, savaş için toplanmanın hemen başında sonuç alındığına işaret edilmiş olur. Yahudilerin Arap yarımadasından çıkarılmak üzere toplanmalarının kastedildiği yorumuna göre ise haşr kelimesini “sürgün” anlamıyla karşılamak ve bu kısma “ilk sürgünde” mânasını vermek uygun olmaktadır. Öte yandan bazı müellifler, bu kelimeyle kıyamet gününde, mahşer yerindeki toplanmanın kastedildiği yorumunu eleştirirler (bk. İbn Atıyye, V, 283-284; İbn Âşûr XXVIII, 68-69; Derveze, VIII, 210-211).
Olayla ilgili bazı rivayetlere göre Nadîroğulları, müslümanların yararlanmaması için veya kendi yanlarında götürmek üzere kapı ve eşik gibi unsurlarla evlerin iç kısımlarından bazı parçaları söküyorlardı. 2. âyetin “evlerini hem kendi elleriyle ... harap ediyorlardı” diye çevrilen kısmıyla bu durumun kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada geçen fiilin “bir şeyi âtıl ve metruk hale getirmek” anlamı (Beyzâvî, VI, 217) esas alındığında ise bu ifadeyi “evlerini ... ıssız ve terkedilmiş bir hale getiriyorlardı” şeklinde açıklamak mümkündür. Bu sonucun meydana gelmesinde hem kendilerinin hem müminlerin katkısından söz edilmesini “müslümanlar dışarıdan kendileri içeriden” şeklinde açıklayan, bunu kısmen veya tamamen mecazî ifade olarak değerlendiren yorumlar da yapılmıştır (bk. Zemahşerî, IV, 79; İbn Âşûr, XXVIII, 71-72).
2. âyetin son cümlesinde “ibret alın” diye çevrilen fiilin kökünde “bir yerden bir yere veya bir durumdan bir duruma geçme” anlamı bulunmaktadır. Esasen kıyas işlemi de, hükmü bilinen bir olay ile yeni bir olay arasında gerekçe birliği açısından kurulan fikrî bağ (illet) sebebiyle bilinen hükmü yeni olaya geçirmekten ibaret olduğu için, genellikle fıkıh usulünde kıyasın muteber bir delil (hüküm çıkarma metodu) olduğunun Kur’an’daki dayanakları arasında bu âyete yer verilir. Bunun izahı kısaca şöyledir: Yüce Allah, bir hıyanet olayını ve buna bağlanan hükmü (verilen cezayı) açık bir örnek olarak göstermiş, sonra akıl ve muhâkeme sahiplerini düşünmeye ve yeni olaylara zihnî geçişler yapmaya yani benzer durumların benzer sonucu hak edeceğini dikkate almaya çağırmıştır. Bu olayda Nadîroğulları’nın asıl mahkûm edilen davranışı, ahdi bozma ve antlaşma yaptıkları müslümanları arkadan vurma çabası içine girmeleridir. Bunun yanı sıra, mevcut durumlarına (kalelerinin ve evlerinin sağlamlığına) ve iki yüzlü davrandıkları defalarca görülmüş olan münafıkların vaadlerine güvenip hiçbir hazırlık yapmamaları yani rehavete kapılmaları da burada dolaylı olarak eleştirilip akıl sahibi herkes ve özellikle müminler bundan ders çıkarmaya davet edilmiştir. Râzî, inkârcılık ve hıyanet yapanların hep burada belirtilen sonuçla karşılaşmadıkları, buna mukabil Hz. Peygamber ve ashabının –bu durumda olmadıkları halde– birçok mihnete maruz kaldıkları gerekçesine dayanılarak kıyas delili için yapılan istidlalin yanlışlığı ileri sürülecek olursa şöyle cevap verilebileceğini belirtir: Asıl sonuç ve hüküm, bu davranış içinde olanların mutlaka cezayı hak edecekleri hususudur; bunun dünyada veya âhirette olması, dünyadakinin de şu veya bu şekilde gerçekleşmesi esas sonucu etkilemez (XXIX, 281-282).
3. âyete göre Allah Teâlâ (müslümaların savaşa girip kayıp vermemeleri gibi) bazı hikmetlerle bu yahudi topluluğunun sürgün edilmesi sonucunu mukadder kılmıştır. Şayet bunu yapmasaydı onlar belirtilen hıyanetleri sebebiyle zaten başka cezalara çarptırılacaklardı, ama her hâlükârda âhiretteki azaptan da kurtulacak değillerdir.
4. âyette yer alan “Allah ve resulüne karşı gelme, cephe alma” ifadeleriyle daha çok yukarıda izah edilen ihanet ve suikasta işaret edildiği belirtilir. Öncelikli amaç bu olsa da, siyer kaynaklarındaki bilgiler bu topluluk mensuplarının Hz. Peygamber ve arkadaşlarına karşı zaman zaman çirkin davranışlar ortaya koyduklarını, özellikle Kâ‘b b. Eşref’in Resûlullah’ı ve müslümanları şiirlerinde ağır biçimde hicvederek küçük düşürmeye çalıştığını gösterdiğinden, bu ifadeyi daha genel yorumlamak, onların bu kapsamdaki bütün eylemlerine ve tavırlarına yapılmış bir gönderme olarak düşünmek uygun olur (Derveze, VIII, 211).
5. âyette müslümanların kuşatma sırasında bazı hurma ağaçlarını kestikleri fakat bunun meşruiyet temelinden yoksun olmadığı belirtilmektedir. Savaş sırasında tabiat varlıklarının korunmasını; sivillerin, kendilerini ibadete vermiş din bilginlerinin, kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülmemesini ilke haline getirme konusunda insanlık tarihinde öncü konumunda bulunan müslümanların bizzat rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in yönetiminde gerçekleştirilen bir kuşatmada ağaçları özel bir haklılık gerekçesi olmadan hoyratça kesmeleri düşünülemez. Hatta bir rivayete göre bu âyet, yahudiler tarafından, getirdiği vahiyde böyle bir buyruk mu bulunduğu yönünde Resûl-i Ekrem’e yöneltilmiş hayret ve hicivle karışık bir soru üzerine inmiştir. Askerî strateji açısından gerekli görülmesi üzerine Hz. Peygamber’in onayı, dolayısıyla Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşen ağaç kesme olayına değinilen bu âyette, bir yandan müslümanların bu sınırlı eyleminin töhmet altında tutulamayacağı belirtilirken, diğer yandan da Kur’an’ın –kuşatma şartları altında da olsa– birkaç ağacın kesilmesine bile kayıtsız kalmadığına ve çevrenin korunmasına büyük önem verdiğine dikkat çekilmiş olmaktadır. Hatta “kökleri üzerinde ayakta bırakmanız” ifadesindeki tasvirin, onların doğal durumundaki güzelliğe işaret eden edebî bir üslûp olduğu da söylenmiştir. Bu olayla ilgili rivayetlerde yakma eyleminden söz edilmesi ağaçlara zarar verilmesini anlatan mecazi bir ifade olabileceği gibi kesilen ağaçlar yemek pişirme veya geceleyin ısınma amacıyla yakılmış da olabilir. Bazı âlimlerin bu âyete dayanarak savaş sırasında zafer açısından gerekliliği anlaşıldığında düşman yurdundaki ağaçların yakılabileceği sonucuna ulaşmalarını da yukarıdaki izah çerçevesinde değerlendirmek uygun olur (konuyla ilgili rivayetler ve farklı yorumlar için bk. Taberî, XXVIII, 32-35; Zemahşerî, IV, 80; İbn Âşûr, XXVIII, 75-78).
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَخْرَجَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ دِيَارِهِمْ لِاَوَّلِ الْحَشْرِۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَخْرَجَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَخْرَجَ fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme ile merfu muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْ اَهْلِ car mecruru كَفَرُوا ‘daki failin mahzuf haline mütealliktir. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مِنْ دِيَارِهِمْ car mecruru اَخْرَجَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِاَوَّلِ car mecruru اَخْرَجَ fiiline mütealliktir. الْحَشْرِ muzâfun ileyh olup kesra mecrurdur.
اَخْرَجَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi خرج ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
مَا ظَنَنْتُمْ اَنْ يَخْرُجُوا
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. ظَنَنْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, ظَنَنْتُمْ fiilinin iki mef’ûlu yerinde olarak mahallen mansubdur.
Fiil-i muzarinin başına اَنْ harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) يَخْرُجُوا fiili ن ' un hazfıyla mensub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و 'ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ مِنَ اللّٰهِ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. ظَنُّٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olarak mahallen mansubdur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir. هُمْ muttasıl zamiri اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
مَانِعَتُهُمْ kelimesi اَنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. حُصُونُهُمْ kelimesi ismi fail olan مَانِعَتُهُ ‘nun faili olup lafzen merfûdur. مِنَ اللّٰهِ car mecruru مَانِعَتُهُ ‘e mütealliktir. Muzâf mahzuftur. Takdiri, من عذاب الله (Allah’ın azabından) şeklindedir.
مَانِعَتُهُمْ kelimesi sülâsî mücerred olan منع fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. اٰتٰي elif üzere mukadder fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ حَيْثُ car mecruru اٰتٰي fiiline mütealliktir.
حَيْثُ mekân zarfıdır. Bu edat cümleye muzâf olur. Edattan sonraki cümle isim ve fiil cümlesi olabilir. Edat kendisinden önceki bir fiilin mekân zarfı yani mef‘ûlun fihidir. Sonu damme üzere mebni olduğundan mahallen mansubdur.
لَمْ يَحْتَسِبُوا ile başlayan cümle muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَحْتَسِبُوا fiili ن ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يَحْتَسِبُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi حسب ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. قَذَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
ف۪ي قُلُوبِ car mecruru قَذَفَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الرُّعْبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْد۪يهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِن۪ينَ فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ
Fiil cümlesidir. يُخْرِبُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بُيُوتَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَيْد۪يهِمْ car mecruru يُخْرِبُونَ fiiline mütealliktir. اَيْدِي atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
ألأيدي kelimesi mankus isimlerdendir. Çoğuldur. Nekre geldiği zaman sonundaki ي harfi hazf edilir. Ref ve cer hallerinde sonunda damme ve kesra takdir edilir. Mansub olduğunda ي harfi hazf olmaz. Görünür ve sonuna tenvin elifi gelir. يد kelimesinin bir diğer çoğulu أياد şeklindedir. Aynı şekilde îrab edilir. Ancak gayri munsarif olduğu için tenvin almaz.
الْمُؤْمِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن كان هذا شأن الكافرين فاعتبروا بحالهم (Eğer kâfirlerin durumu böyleyse, onların durumlarından ibret alın.) şeklindedir.
اعْتَبِرُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَٓا nida harfidir. اُو۬لِي münada olup cemi müzekkere mülhak olduğu için nasb alameti ى ‘ dır. الْاَبْصَارِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazf edilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَخْرَجَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ دِيَارِهِمْ لِاَوَّلِ الْحَشْرِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, sonraki habere dikkat çekmenin yanında kasr ifade etmiştir.
Küfredenleri diyarlarından çıkarma sıfatı, Allah Teâlâ’ya hasredilmiştir. Kasr, iddiaîdir. (Âşûr)
Haber konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası olan اَخْرَجَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ دِيَارِهِمْ لِاَوَّلِ الْحَشْرِۜ cümlesi mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَخْرَجَ fiilinin mef’ûlü konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ car mecruru كَفَرُوا ‘daki failin mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
مِنْ دِيَارِ ve لِاَوَّلِ الْحَشْرِۜ car mecrurları اَخْرَجَ fiiline mütealliktir.
مَا ظَنَنْتُمْ اَنْ يَخْرُجُوا وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ مِنَ اللّٰهِ
مَا ظَنَنْتُمْ اَنْ يَخْرُجُوا cümlesi, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَخْرُجُوا cümlesi, ظَنَنْتُمْ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ مِنَ اللّٰهِ , masdar teviliyle ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Masdar-ı müevvel, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İsm-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret eden مَانِعَتُهُمْ , masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin haberidir.
مَانِعَتُهُمْ kelimesi; مِنَ اللّٰهِ car mecrurunun müteallakı, fail olan حُصُونُهُمْ ‘un da amilidir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَا ظَنَنْتُمْ اَنْ يَخْرُجُوا cümlesiyle, وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
ظَنُّٓوا - مَا ظَنَنْتُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayette haber olan مَانِعَتُهُمْ , mübteda olan حُصُونُهُمْ kelimesinin önüne geçmiştir. Beydavi bu ayeti tefsir ederken, gerek haberin takdimini, gerek nazmın değişimini gerekse cümlenin zamire isnadını gayet veciz bir takdirle: انّ حصونهم تمنعهم من بعث (Kalelerinin kendilerini ba’sten korumasını temenni edenler) şeklinde ifade ettikten sonra şu ince tahlilleri yapar: “Nazmın değişmesi, haberin başa alınması, مَانِعَتُهُمْ lafzının حُصُونُهُمْ mübtedasının önüne geçmesi ve cümlenin zamire isnad edilmesi; kalelerine çok güvenmelerinden, bundan dolayı da kendilerinin güçlü ve yaklaşılmaz olduklarına inanmalarındandır. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ
Cümle atıf harfi فَ ile … وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil hudûs, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Mehabeti ve haşyeti artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَمْ يَحْتَسِبُوا cümlesi فَاَتٰيهُمُ fiiline müteallik olan mekân zarfı مِنْ حَيْثُ ‘nun muzâfun ileyhidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil anlama tecessüm anlamı katmıştır. Muzari fiil bu özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ cümlesi atıf harfi وَ ‘la, فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ف۪ي قُلُوبِهِمُ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare vardır. ف۪ي harfi zarfiye manasındadır. Kalp, içi olan bir nesneye benzetilmiştir. Câmî’ her ikisinde de mevcut olan mutlak irtibat ve alakadır.
قَذَفَ الرٌُعب ifadesinde istiare vardır. Bununla kastedilen, Allah Teâlâ’nın onların kalplerine en ağır cihetten gelen bir korkuyu, aniden basan en fena bir ürperti şeklinde kalplerine salması, düşürmesidir. Bu ifade insanın habersiz olduğu bir sırada kendisine çarpacak bir taşın ona atılması durumuna benzetilmiştir ki, hiç kuşkusuz bu durum kalbine daha çok korku ve ürperti salar, daha korkutucu olur. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْد۪يهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِن۪ينَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
بِاَيْد۪يهِمْ ve ona matuf اَيْدِي الْمُؤْمِن۪ينَ car mecrurları يُخْرِبُونَ fiiline mütealliktir.
اَيْدِي kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ
Rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Cevap cümlesi olan فَاعْتَبِرُوا , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Takdiri إن كان هذا شأن الكافرين (Eğer kafirlerin hali böyleyse…) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. يَٓا nida harfi, اُو۬لِي münadadır. الْاَبْصَارِ muzâfun ileyhtir.
“O halde, Allah’ın işleri yürütmesinden, onların çıkarılma işini kolaylaştırmasından ve savaş söz konusu olmaksızın Müslümanları onlara musallat etmesinden ibret alın (ey basiret sahipleri)!” (Keşşâf)
عْتَبِرُوا , ibret almak, taaccüp ederek öğüt almak demektir. İbret, "Besâir" ve "Müfredât"da zikredildiği üzere, müşahede edileni öğrenmekle henüz müşahede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan عَبْر kelimesi, bir halden bir hale geçmek manasını ifade eder. عُبُور : gerek yüzerek, gerek gemi veya hayvan, gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da ع'ın fethasiyle عَبْر denilir. Aynı kökten gelen عِباَر , söyleyenden dinleyene geçen söz, tabir, rüyanın zahirinden batınına geçmek manasındadır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
‘İbret almak’ demek olan عِتِبَار, bir şeyden başka bir şeye geçmek manasından alınmadır. Göz yaşına da o şey gözden yanağa (yüze) geçtiği (aktığı) için عَبْرَة denilmiştir. Sayesinde geçme sağlandığı için geçite de مَعْبَر denilmiştir. Rüya yorumlama ilmine de tabir ismi verilmiştir. Çünkü bu ilmin sahibi, hayalî olandan makul (aklî) olana intikal eder. Lafızlara da ibareler ismi veriler. Çünkü ibareler, manaları konuşanın dilinden dinleyenin aklına intikal ettirir. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَوْلَٓا اَنْ كَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَٓاءَ لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَاۜ وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْلَا | eğer olmasaydı |
|
2 | أَنْ |
|
|
3 | كَتَبَ | yazmış |
|
4 | اللَّهُ | Allah |
|
5 | عَلَيْهِمُ | onlara |
|
6 | الْجَلَاءَ | sürgünü |
|
7 | لَعَذَّبَهُمْ | mutlaka onlara azabederdi |
|
8 | فِي |
|
|
9 | الدُّنْيَا | dünyada |
|
10 | وَلَهُمْ | onlar için vardır |
|
11 | فِي |
|
|
12 | الْاخِرَةِ | ahirette de |
|
13 | عَذَابُ | azabı |
|
14 | النَّارِ | ateş |
|
Celeve جلو :
جَلْوٌ sözcüğü temelde bir nesneyi örtüsünü kaldırıp açık, aşikar ya da belli bir şekilde ortaya veya açığa çıkarmak anlamına gelir.
Tecelli تَجَلِّي ise örtüsü kalkıp açık/aşikar ya da belli bir şekilde ortaya veya açığa çıkmadır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 5 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri cila, cilve, tecelli ve Mücella'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلَوْلَٓا اَنْ كَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَٓاءَ لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَاۜ
وَ istînâfiyyedir. لَوْلَٓا cezmetmeyen şart edatıdır.Tahdid için هلا yani ‘değil mi?’ manasındadır.(Âşûr)
لَوْلَٓا şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel mübteda olarak mahallen merfûdur. Mübtedanın haberi mahzuftur. Takdiri, موجود şeklindedir.
كَتَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ fail olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِمُ car mecruru كَتَبَ fiiline mütealliktir. الْجَلَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
لَ harfi لَوْلَٓا ‘nın cevabının başına gelen rabıta harfidir. عَذَّبَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. فِي الدُّنْيَا car mecruru عَذَّبَ fiiline mütealliktir.
وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. فِي الْاٰخِرَةِ car mecruru mahzuf mukaddem ikinci habere mütealliktir.
عَذَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. النَّارِ kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَلَوْلَٓا اَنْ كَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَٓاءَ لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَاۜ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
لَوْلَٓا şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Şart üslubunda haberî isnaddır. İsim cümlesi formunda gelen şart cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Masdar harfi اَنْ ve akabindeki كَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَٓاءَ cümlesi masdar teviliyle, takdiri موجود olan mahzuf haber için mübteda konumundadır. Masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَيْهِمُ , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَا cümlesi, şartın cevabıdır. لَ , şartın cevabının başına gelen harftir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Burada لَوْلا dan sonra gelen أنْ muhaffefe değil, mastariyyedir. Çünkü bu harf القَوْلِ manasındaki fiillerden ve عِلْمِ يَقِينٍ أوْ ظَنٍّ fiillerinden sonra gelmez. (Âşûr)
وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ
وَ , istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ mahzuf mukaddem habere mütealliktir. فِي الْاٰخِرَةِ car mecruru, عَذَابُ kelimesinin mahzuf haline mütealliktir. عَذَابُ النَّارِ muahhar mübtedadır. Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade etmiştir.
عَذَابُ النَّارِ izafeti sözü kısaltmış ve vecîz (az sözle çok şey ifade etmek) hale getirmiştir. Bu izafet sıfatın mevsufuna muzâf olması şeklinde lafzî izafettir. Sıfat tamlaması, izafetin verdiği manayı karşılayamaz.
İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C.7, S. 238)
الدُّنْيَاۜ - الْاٰخِرَةِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
عَذَّبَ - عَذَابُ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَاۜ cümlesiyle, وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الْجَلَٓاءَ , iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak manasını ifade eden جلى 'den meydana gelen جلى , bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış manasınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma tabirlerini kullanırız. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Allah’a teslim olduğunu söyleyen bir kul; saydığı, sevdiği kişiler ve kalbinde sürdürdüğü sosyal ilişkiler ve günümüzde sosyal medyada takip ettiği hesaplar seçiminde dikkatli olmalıdır. Samimi mü’min; Allah’a ve Rasulullah’a düşmanlık yapanlara karşı samimi duygular beslemez ve onları öyle ya da böyle desteklemez. Toplumun kendisini kabul etmesinden önce, Allah katındaki değerini önemser.
Artık günümüzde, sosyal medyanın getirdiği ciddiyetsizlikten dolayı, herkes, her konuda fikir belirtir ve başkalarının özel hayatına fazlasıyla ulaşır hale gelmiştir. Allah’la ve dinle alay eden çirkin esprilerin paylaşıldığı sayfaların takip edilmesi ve Allah’ın yasakladığı sapkınlıklar için saygı duyuyorum açıklamalarının yapılması gibi daha birçok örnek verilebilir.
Denilir ki: Allah’ı sevdiğini söylüyorsun ama O’nun emirlerine karşı geliyor, O’nu sevmeyenleri seviyorsun. Şüphesiz ki; senin sevginin Allah’a fayda vermeyeceği gibi, başkalarının düşmanlıkları da zarar vermez. Ancak, senin, Allah’a ve Rasulune düşman olanları ve onların amellerini seviyor ya da sayıyor olman; kalbine, imanına ve haline zarar verir. Toplumun maddi aleminde güçlenirken, kalbinin manevi aleminde zayıflarsın.
Ey Azîz ve Hakîm olan Allahım! Doldur kalplerimizi Senin ve Rasulunun ve diğer müminlerin sevgisi ile. Sağlamlaştır imanlarımızı. Daimleştir ibadetlerimizi.
Ey Allahım! Bizi, Sana ve emirlerine tevazu ve samimiyet ile bağlananlardan ve teslim olanlardan eyle. Arındır kalplerimizi kibrin her zerresinden. Zira; ancak o zaman olunur samimi müslüman.
Ey Allahım! Rab olarak Senden, Rasul olarak hz. Muhammed (sav)’den razıyız. Ömrümüz, ölümümüz ve dirilişimiz rızan üzerine tamamlansın. Her şeyin sonunda, müjdemiz ve mükafatımız; Sana, Senin sevdiklerine ve ebedi kurtuluşa kavuşmak olsun.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji