6 Haziran 2024
Âl-i İmrân Sûresi 187-194 (74. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Âl-i İmrân Sûresi 187. Ayet

وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ فَنَبَذُوهُ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ  ...


Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz” diye sağlam söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِذْ hani
2 أَخَذَ almıştı ا خ ذ
3 اللَّهُ Allah
4 مِيثَاقَ söz و ث ق
5 الَّذِينَ kendilerine
6 أُوتُوا verilenlerden ا ت ي
7 الْكِتَابَ Kitap ك ت ب
8 لَتُبَيِّنُنَّهُ onu mutlaka açıklayacaksınız ب ي ن
9 لِلنَّاسِ insanlara ن و س
10 وَلَا
11 تَكْتُمُونَهُ gizlemeyeceksiniz ك ت م
12 فَنَبَذُوهُ fakat onlar (verdikleri sözü) attılar ن ب ذ
13 وَرَاءَ ardına و ر ي
14 ظُهُورِهِمْ sırtlarının ظ ه ر
15 وَاشْتَرَوْا ve aldılar ش ر ي
16 بِهِ karşılığında
17 ثَمَنًا bir para ث م ن
18 قَلِيلًا azıcık ق ل ل
19 فَبِئْسَ ne kötü ب ا س
20 مَا şey
21 يَشْتَرُونَ satın alıyorlar ش ر ي

Âyet-i kerîme Ehl-i kitabı eleştirmek üzere inmiş olmakla birlikte hükmü geneldir ve bilgisi olup da onu insanlara açıklamayan veya gizleyen herkes için geçerlidir. Muhammed Abduh da bu âyetin tefsirinde Ehl-i kitap’tan daha ziyade Kur’ân’ı insanlara açıklamadıklarından dolayı müslümanları kınamaktadır. Ona göre müslümanlar Kur’ân’ı çok iyi korumuş ve kuşaktan kuşağa nakletmiş olmalarına rağmen onun anlamını insanlara yeterince ve doğru açıklamadıkları için onu korumuş olmaları fazla bir şey ifade etmemiştir. Çünkü insanlar onun hidayetinden faydalanamamışlar, hatta müslümanların kendileri dahi ondan saptıklarını, dinlerini korumanın elde kor tutmak kadar zor bir duruma geldiğini, hilekârlığın ve hıyanetin yaygınlaştığını, emaneti koruma anlayışının kalktığını itiraf etmişlerdir. 

Bütün bunlar Kur’ân’ı insanlara açıklamayı terketmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Abduh’a göre Kur’ân’ın anlaşılmasına engel olan en önemli sebep önceki dönemlerde, özellikle III. asırda ilim adamları arasında çıkan ihtilâflardır. Bu dönemde ümmet mezheplere ayrılmış, her grup Kur’ân’ı anlama yerine onun kendi mezhebini destekler mahiyette olanlarını almış, aykırı olanlarını ise te’vil etmiştir; halk da bunları takip ederek gruplara ayrılmış ve her grup bir mezhebin kitaplarını okumayı tercih etmiştir. Sonuçta öyle bir zaman gelmiştir ki herkes Kur’ân’ın hidayet ve hakemliğine başvurmayı bırakmış, kendi grubunun yaşayan veya ölmüş âlimlerine başvurmuştur. (bk. Reşîd Rızâ, IV, 279) (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ

 


وَ  istînâfiyyedir.  اِذْ  zaman zarfı, mahzuf fiile muteallıktır. Takdiri  اذكر  şeklindedir.  اَخَذَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.  م۪يثَاقَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  اُو۫تُوا الْكِتَابَ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

اُو۫تُوا  damme üzere meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.  الْكِتَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

لَ  mahzuf kasemin cevabına dâhil olan lam-ı vakıadır.  تُبَيِّنُنَّهُ  fiilinin sonundaki  نَّ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Merfû muzari fiildir. 

Tekid  نَّ ’ları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  لِلنَّاسِ  car mecruru  تُبَيِّنُنَّهُ  fiiline müteallıktır.

 

 وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ فَنَبَذُوهُ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ

وَ  atıf harfidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَكْتُمُونَ  muzari fiildir.

نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فَ  atıf harfidir.  نَبَذُوهُ  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

وَرَٓاءَ  mekân zarfı,  نَبَذُوهُ  fiiline müteallıktır.  ظُهُورِهِمْ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  اشْتَرَوْا  elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

بِه۪  car mecruru  اشْتَرَوْا  fiiline müteallıktır.  ثَمَنًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  قَل۪يلًا  ise  ثَمَنًا ‘in sıfatıdır.      

       

فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ

 


فَ  istînâfiyyedir.  بِئْسَ  zem anlamı taşıyan camid fildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو’dir.  مَا  harfi,  بِئْسَ  kelimesinin failini tefsir eden (açıklayan) nekre-i mevsufedir.

بِئْسَ  fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri;  بئس شراؤهم هذا  şeklindedir.

يَشْتَرُونَ  fiili,  مَا’nın sıfatı olarak mahallen mansubtur.  Muzari fiildir.  نَ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

يَشْتَرُونَ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. 

İftiâl babındadır. Sülâsîsi  شري’dır. Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.

وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ


وَ  istînâfiyyedir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. Cümleye muzâf olan zaman zarfı  اِذْ, takdiri اذكر  olan mahzuf fiile müteallıktır.

Bu ayetin başında yalnız Peygamberimize (s.a.) mahsus olan emir fiili mukadderdir. Bundan önceki hitap, hem Peygamberimize (s.a.) hem de müminlere şamil iken burada hitap umumdan tecrid ile yalnız Peygambere (s.a.) tevcih edilmiştir. Çünkü bu emrin konusu, Peygambere (s.a.) mahsus vazifelerdendir. (Fahreddin er-Râzî)

Muzâfun ileyh olarak mahallen mecrur olan  اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mef’ûl  konumundaki ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  اُو۫تُوا الْكِتَابَ  cümlesi de mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde tevcih sanatı, lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsna ve celâl sıfatları bünyesinde barındıran  اللّٰهُ  ismiyle marife olması, konunun önemini vurgulamak ve zihinlere yerleştirmek içindir.

Ayetin başında mukadder olan hatırlatma emrinin, hadiselere değil de vakte tevcih edilmesi  و إذ “hani, hatırla o zamanı ki…” buyurulması, anlatma gereğini kuvvetle ifade etmek içindir. (Ebüssuûd)

Bu kitap verilmiş olanlardan maksat, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyan bilginleridir. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Yahudi ve Hristiyanların, kendilerine kitap verilenler olarak tavsif edilmeleri hallerini daha fazla takbih içindir. (Ebüssuûd)


 لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ


Önceki cümleye delalet eden mahzuf kasemin cevabıdır. Sanki şöyle söylenmiş gibidir:  بالله لتبيننه  (Allah’a yemin olsun ki mutlaka açıklayacaksın.) 

Müspet muzari fiil sıygasındaki cevap cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.  لَ  ve nûn-u sakile ile tekid edilmiştir.

Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  لَا تَكْتُمُونَهُۘ  cümlesi makabline matuftur. Vasıl sebebi tezattır. 

لَا تَكْتُمُونَهُۘ  ve  لَتُبَيِّنُنَّهُ  cümleleri arasında mukabele sanatı,  تَكْتُمُونَهُۘ  - لَتُبَيِّنُنَّهُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır.

[Hani Allah ‘onu’ yani kitabı ‘mutlaka açıklayasınız’ diyerek söz almıştı.] Yani Allah’ın kitap verilenlerden söz aldığı zamanı hatırla; hani, kitabı açıklama ve onu gizlemekten kaçınma hususunda -bir insanın bir şeyi kesinlikle yapması istendiği ve “Vallahi bunu mutlaka yapacaksın!” denilerek tekidle söylendiği gibi- kesin bir ifade ile uyarılmışlardı. (Keşşâf)

 

 فَنَبَذُوهُ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ

 

Cümle  فَ  ile  اَخَذَ اللّٰهُ  cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki  وَاشْتَرَوْا بِه۪ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ  cümlesi makabline matuftur. Vasıl sebebi tezayüftür.

ثَمَنًا ’deki tenvin kesret ifadesi içindir.

وَرَٓاءَ - ظُهُورِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Satın alınan şey  ثَمَنًا  kelimesiyle ifade edilmiştir. Kitaba ait olan  ه۪  zamirine  بِ  harfi dâhil olmuştur. اشْتَرَ  fiiline ilave olarak bunlar düşünüldüğünde durumlarının çirkinliğinin, edebî bir üslupla anlatılmış olduğu görülür. 

Burada  نَبَذ  ve اشْتَرَ  kelimelerinde istiare vardır. Kitaba sarılmamak ve onunla amel etmemek, insanın arkasına atılan bir şeye; Allah’ın ayetlerini gizlemelerine karşılık dünya malı almaları da onu az bir pahaya satmaya benzetilmiştir. Müşebbeh hazfedilip müşebbehün bihin birden fazla özelliğinin zikredildiği için bu ifadede istiare-i temsiliyye bulunmaktadır. (Süleyman Recep Çıbıklı, Söz Sanatları Açısından Meal Problemleri ve Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

 

 فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ

 

فَ  müstenefedir.  بِئْسَ  camid zem fiilidir. Gayrı talebî inşâî isnad olan cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  بِئْسَ ’nin takdiri  شراؤهم  olan mahsusu, mahzuftur.

مَا  zem fiilinin failini açıklayan nekre-i mevsûfe veya masdariyyedir. 


Âl-i İmrân Sûresi 188. Ayet

لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ  ...


Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا
2 تَحْسَبَنَّ sanma ح س ب
3 الَّذِينَ kimseleri
4 يَفْرَحُونَ sevinen ف ر ح
5 بِمَا
6 أَتَوْا o ettiklerine ا ت ي
7 وَيُحِبُّونَ ve sevenlerin ح ب ب
8 أَنْ
9 يُحْمَدُوا övülmeyi ح م د
10 بِمَا şeylerle
11 لَمْ
12 يَفْعَلُوا yapmadıkları ف ع ل
13 فَلَا
14 تَحْسَبَنَّهُمْ ve zannetme ح س ب
15 بِمَفَازَةٍ kurtulacaklarını ف و ز
16 مِنَ -dan
17 الْعَذَابِ azab- ع ذ ب
18 وَلَهُمْ onlar için vardır
19 عَذَابٌ bir azab ع ذ ب
20 أَلِيمٌ acıklı ا ل م

Rivayete göre Hz. Peygamber yahudileri çağırarak onlara bir mesele sormuş, yahudiler sorunun gerçek cevabını gizleyerek kasten yanlış cevap vermişler; sorusunu cevaplandırdıkları için Hz. Peygamber’in kendilerini takdir etmesini beklerlerken gerçeği gizledikleri için de sevinmişlerdi. İşte âyet onların bu tutarsızlıklarını yüzlerine vurmuştur. (Buhârî, “Tefsîr”, 3/16) 

Bir başka rivayete göre âyet çeşitli bahanelerle Hz. Peygamber’in seferlerine katılmadıkları, bundan dolayı memnun da oldukları halde katılmış gibi övülmelerini bekleyen münafıklar hakkında inmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 3/16). Sebep ne olursa olsun âyetin hükmü mümin, kâfir ve münafıklardan böyle bir karakter taşıyan herkes için geçerlidir. Bu karakterdeki insanlar övülmeye lâyık bir iş yapmadıkları halde kendilerinin dindar, Allah’tan korkan bir mümin olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övülmekten hoşlanırlar. Oysa onların bu iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple yüce Allah “Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır” buyurarak bu karakterdeki kimselerin şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını vurgulamıştır. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا

 

Fiil cümlesidir.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَحْسَبَنَّ  fetha üzere mebni muzari fiildir. Fiilin sonundaki  نَ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Faili müstetir olup takdiri  أنت’dir.

Tekid nun’ları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ,  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  يَفْرَحُونَ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

يَفْرَحُونَ  muzari fiildir.  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الَّذ۪ينَ  ism-i mevsûlü umumidir, yapmadıklarıyla övünen herkese racidir. Özellikle de Efendimize Tevrat’ta olanın tam aksini söyleyip bununla ferahlanan Yahudilere racidir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an) 

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يَفْرَحُونَ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اَتَوْا’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

اَتَوْا  elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

لَا تَحْسَبَنَّ  [Zannetmeyesin] ifadesinde hitap Peygamberedir (s.a.). İki mef’ûlden birincisi  الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ  [sevinenler], ikincisi ise  بِمَفَازَةٍ  [kurtulacaklardır] lafzıdır; ikinci  فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ [zannetmeyesin] ise tekiddir. Buna göre cümle;  لَا تَحْسَبَنَّهُمْ ، فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ فَائِزِينَ [onları zannetme, kurtulacaklarını zannetme] şeklinde takdir edilir. (Keşşâf)


وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ 

 

وَ  atıf harfidir.  يُحِبُّونَ  muzari fiildir.  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  يُحِبُّونَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. يُحْمَدُوا  fiili,  نَ ’un hazfıyla mansub meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يُحْمَدُوا  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  لَمْ يَفْعَلُوا’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَفْعَلُوا  fiili,  ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

فَ  zaiddir.  تَحْسَبَنَّ  fetha üzere mebni muzari fiildir. Fiilin sonundaki  نَ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Faili müstetir olup takdiri  أنت’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِمَفَازَةٍ  car mecruru  تَحْسَبَنَّهُمْ  fiilinin mahzuf ikinci mef’ûlune müteallıktır.  مِنَ الْعَذَابِ  car mecruru  مَفَازَةٍ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.    


وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  لَهُمۡ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  عَذَابٌ  muahhar mübtedadır.  أَلِیمٌ  ise  عَذَابٌ  kelimesinin sıfatıdır.

لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا


İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette  لَا  nahiyedir. Ayetin ilk cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Mef’ûl konumundaki mevsûlün sılası  يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üsluptaki  يُحِبُّونَ  cümlesi sılaya matuftur. Vasıl sebebi tezayüftür.  

Mazi fiil sıygasındaki  يُحْمَدُوا  cümlesi  اَنْ  sebebiyle masdar tevilinde olup  يُحِبُّونَ  fiilinin mef’ûlüdür. Yine bu fiile müteallık olan mecrur mahaldeki ism-i mevsûlün sılası  لَمْ يَفْعَلُوا, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

يَفْرَحُونَ  - يُحِبُّونَ - يُحْمَدُوا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ayetteki [Sakın saymayasın] hitabı Hz. Peygambere veya herkesedir.

يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا  [yaptıklarıyla seviniyorlar] cümlesiyle  يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا  [yapmadıkları şeyle medhediliyorlar] cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

 

فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ


Cümleye dâhil olan  فَ  zaiddir. Tekid ifade eder. Tekrarlanan  تَحْسَبَنَّهُمْ  fiilinde, ıtnâb sanatı vardır.

Nehiy üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

بِمَفَازَةٍ ’deki tenvin nev ve taklil ifade eder. 

عَذَابِۚ  kelimesinde irsâd vardır.

Ayette  لَا تَحْسَبَنَّ  ifadesi birinci fiille müteallakı arası uzun olduğu için tekrar edilmiştir. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)


 وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ


وَ  istînâfiyyedir. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Haberin takdimi kasr ifade eder. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.

Müsnedün ileyh olan  عَذَابٌ  kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade etmiştir. 

اَل۪يمٌ  sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.

عَذَابٌ - اَل۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Burada elîm azabın sürekli ve ebedi oluşunu ifade etmek için isim cümlesi gelmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder. 

Buna karşılık onlara büyük azap türleri içerisinden öylesine büyük bir azap vardır ki bu azabın künhünü Allah’tan başkası bilmez. (Keşşâf)  

عَذَابٌ اَل۪يمٌ  ifadesindeki  اَل۪يمٌۙ  kelimesi ism-i fail kalıbındadır. 

Ayetin son cümlesi tezyîldir. Tezyîl cümleleri anlamı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâbtır.

عَذَابٌ - فَلَا - تَحْسَبَنَّهُمْ - بِمَا  kelimelerinin takrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.  

أَلِمَ  kökünden gelen “elem” acı, ağrı;  اَل۪يمٌۙ  ise acı çektiren, elem veren demektir. Eğer burada elim acı duyan anlamına alınırsa bu, azabın değil fakat azap edilenin sıfatı olur. O takdirde ifadede mübalağa (manayı tekid) vardır. (Ebüssuûd)

Bundan önce onların mutlak olarak azaptan kurtulamayacaklarına işaret edildikten sonra bu cümle ile de onlar için müddeti ve şiddeti nihayetsiz özel bir azap olduğu belirtilmektedir. (Ebüssuûd)

لَا تَحْسَبَن  Peygamberimizin (s.a.) söz konusu zandan nehyedilmesi, onların zanlarına tarizdir; yoksa Peygamber (s.a.) böyle sanmasının muhtemel olduğu için değildir. (Ebüssuûd)


Âl-i İmrân Sûresi 189. Ayet

وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟  ...


Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلِلَّهِ ve Allah’ındır
2 مُلْكُ mülkü م ل ك
3 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
4 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
5 وَاللَّهُ Allah
6 عَلَىٰ
7 كُلِّ he ك ل ل
8 شَيْءٍ şeye ش ي ا
9 قَدِيرٌ kadirdir ق د ر

Muhammed Abduh’un bizim de katıldığımız yorumu şöyledir: Bu âyetle önceki âyetler arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Sanki yüce Allah şöyle demek istemiştir: Ey müminler! Sakın üzülmeyin, zayıflık göstermeyin, sabırlı olun, kötülükten sakının, azminizi kırmayın, hakkı açıklayın, sakın onu gizlemeyin, Allah’ın âyetlerini az bir değer karşılığında satmayın, yaptığınızla övünmeyin, yapmadığınızla övülmek istemeyin, sizi üzecek olaylara karşı Allah size yeter; O sizi, yasaklanan bu çirkin şeyleri yapmaya muhtaç kılmaz. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O mülkünden istediğine dilediği kadar verir. O, her şeye kadirdir. Ehl-i kitap ve müşriklerden sizi elleriyle ve dilleriyle incitenlere karşı size yardım etmek O’na zor gelmez. Bütün işler O’na döner; işleri hikmetiyle ve sünnetiyle (ilâhî kanunuyla) yürüten O’dur. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

https://www.nurbakimektebi.com/haluknurbaki/Kur’ânin-muhtelif-ilmi-mucizeleri.html

  Qadera قدر :

  قُدْرَةٌ Bununla insan vasfedildiğinde kendisi sayesinde insanın herhangi bir şeyle ilgili bir fiil yapmaya güç yetireceği, muktedir olacağı heyetin bir adı olur, Yüce Allah vasfedildiğinde ise O'ndan aczi nefyetmek anlamında olur. Allah-u Teala dışındakilerin her ne kadar lafzen kullanılabilse de anlam olarak kudretle nitelenmesi nâ-muhaldir, imkansızdır.

  قَدِيرٌ hikmetin gerektirdiği ölçüde ne fazla ne de eksik olarak dilediğini yapandır. Bundan dolayı bu kelimeyle Allah'dan başkasını nitelendirmek sahih değildir.

  مُقْتَدِرٌ kelimesi deقَدِيرٌ kelimesiyle yakın anlamlıdır ancak bazen insan da nitelendirilmektedir.

قُدْرَةٌ ve مَقْدُورٌ kavramları müstear olarak hal ve zenginlik/refah/mal anlamlarında kullanılır.

  Tef'il babı formundaki قَدَّرَ fiili Allah (ona) kudret verdi/bahşetti anlamındadır. 

  Kader قَدَرٌ ise bir şeyin takdir edilmiş vakti ve tayin edilmiş mekanıdır.

  İnsandan kaynaklanan takdire gelince (تَقْدِيرٌ) iki şekilde olur: 1- Akıl zaviyesinden işi tefekkür etmek ve işi onun üzerine bina etmektir ki bu güzel karşılanmaktadır. 2- İşin temenni ve şehvete göre yapılmasıdır ki, bu yerilmektedir.

  Kur'an-ı Kerim'de de geçen قِدْرٌ-قٌدُورٌ sözcüğü içinde et pişirilen kabın adıdır (çömlek). (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de pek çok türevde 132 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri kader, kâdir, kudret, kadar, miktar, takdir, mukadder, iktidar ve muktedirdir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  

مُلْكُ  muahhar mübtedadır.  السَّمٰوَاتِ  muzâfun ileyhtir. 

الْاَرْضِ  kelimesi atıf harfi  وَ’la makabline matuftur. 

لِ  harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.

عَلٰى كُلِّ  car mecruru قَد۪يرٌ ’e müteallıktır.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

قَد۪يرٌ  ise haber olup lafzen merfûdur.

قَد۪يرٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ismi fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ismi failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ


Ayet önceki cümleye  و  ile atfedilmiştir.  و ’ın istînâfiyye olması da caizdir. İsim cümlesi formunda gelmiş, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

Haberin takdimi kasr ifade eder.  مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ  maksûr,  لِلّٰهِ  maksûrun aleyhtir. Mübteda olan  مُلْكُ  kelimesinin, haber makamında olan  لِلّٰهِ ’nin müteallıkına olan kasrıdır. Yani gökyüzü ve yeryüzünün Allah’tan başka sahibi yoktur. Dolayısıyla kasr-ı sıfat ale-l mevsûf, hakiki tahkîkî kasrdır. Bu demektir ki mevsûf olan Allah Teâlâ’da tabii ki başka sıfatlar da vardır. 

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Müsnedün ileyhin izafet formunda gelmesi veciz ifade içindir.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.

Bu ibarede tağlîb düşünülebilir. Bu ikisi zikredilmiştir, ama her şeyin mülkü Allah'a aittir. 

 

وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟

 

Cümle و  ile makabline atfedilmiştir. Vasıl sebebi tezayüftür. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelen cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi ve tekrarlanması teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma, muhabbeti artırma amacına matuftur. 

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu cümle, mamulun amile kasrını başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye kadirdir. Muktedir olmadığı hiç bir şey yoktur. 

شَيْءٍ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. 

Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. 

وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟  [Allah her şeye kādirdir] yani onları cezalandırmaya da kadirdir. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir. 

Ayetin bu cümlesi, daha önceki ayette bahsi geçen insanlar için elem verici bir azap olduğu ve o azaptan kurtulamayacakları gerçeğini açıklar. (Ebüssuûd)

Bu cümlede zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak ve hükmün ana illetini bildirmek içindir. Zira kudretin bütün eşyaya şamil olması, ulûhiyet hükümlerindendir. (Ebüssuûd)

Önce gecenin zikredilmesi;

  • Ya gece asıl olduğu içindir; çünkü (kamerî) ay başları geceden tespit edilir;
  • Ya da gece ile gündüzün birbirinin yerine geçmesinde gece, gündüze tekaddüm eder. Nitekim bir ayette şöyle buyurulur: “Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz.” (Yasin Suresi, 37) Yani geceyi gündüzden ayırırız; böylece gündüz gecenin yerine geçmiş olur. (Ebüssuûd)
Âl-i İmrân Sûresi 190. Ayet

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  ...


Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ elbette
2 فِي
3 خَلْقِ yaratılışında خ ل ق
4 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
5 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
6 وَاخْتِلَافِ ve gidip gelişinde خ ل ف
7 اللَّيْلِ gecenin ل ي ل
8 وَالنَّهَارِ ve gündüzün ن ه ر
9 لَايَاتٍ ibretler vardır ا ي ي
10 لِأُولِي sahipleri için ا و ل
11 الْأَلْبَابِ sağduyu ل ب ب

Bunu nasıl anlamalı? Bu noktada gönülleri Hakk'ı bilmeye çekmek ve yönlendirmek suretiyle aydınlatma ve ilâhî saltanatın şekil ve tecellilerinin sırlarını, Allah Teâlâ'nın tam kudret ve hikmetiyle mülkünün sanatındaki tasarruf hükümlerini, sır ve yaratılış gayesini keşfettirecek olan hak âyetlerini gösterme ve bütün bilgilerin usûl (metod)unu öğretme ve dinin kemalinin gayesini anlatmak için buyurulmuştur ki: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde sayılamayacak nice alâmetler ve deliller vardır ki, bütün kâinatın O'na mahsus olduğuna ve Allah'ın kâmil kudretine, büyüklük ve azametine delalet ederler. Fakat bu âyet (alâmet)ler herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri demek olan içindir. Öyle ûlü'l-elbâb (tam akıl sahipleri) ki "Semavat" (gökler) ve "arz" (yer): Mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve alçaklıklarıyla mekanlı varlıklar, "Halk " (yaratma): Bunların zat ve sıfatlarıyla bulundukları şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini ve yok edilmelerini ifade eden gerçek sebep anlayışının özü, "İhtilafu leyl ü nehâr" (gece ve gündüzün değişmesi): Zaman anlayışını veren ve hareketlerle ilgili olup, bu varlıkların yaratılmışlıklarını ve düzenlerini gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin keşif yolları, işbu, "gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl" olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir.

Bakara Sûresi'nde Allah'ın birliğini isbat ve açıklama esnasında bu âyetin bir benzeri geçmişti. O daha geniş ve sekiz çeşit delili içermiş olduğu halde, bunda o esasın bir özetiyle beraber, siyak (söz gelişi) ve istenilen açısından çok ince bir gelişmesi vardır. Bunun için onun sonunda Düşünen bir kavim için nice deliller vardır. (Bakara, 2/164), bunda da temiz akıl sahipleri için nice deliller vardır. buyurulmuştur. Rasûlullah da bu ayetle, diğerinden daha derin bir aşk ile ilgilenmiştir. Demek olur ki, önceki bahiste genel olarak akıl yetebileceği halde, burada temiz ve halis akıl demek olan "lübb" gereklidir. Çünkü orada, Allah'ın birliğinin isbatıyla, Allah'ı bilmenin mebde' (prensip)leri bahis konusu idi. Burada ise o bilgide terakki (yükselme) bahis konusudur ki, kendisinden sonraki âyette geçen ifâdeleri, bu vasıflara işaret etmektedir. Fahruddin Râzî hazretleri bu terakki açısından der ki: "Allah yoluna girene, ilk önce delilleri çoğaltmak gerekir. Fakat kalb bir kerre Allah bilgisinin nuruyla aydınlandı mı, onun artık o deliller ile meşgul olması, kalbin Allah bilgisinde garkolmasına perde gibi olur. Zira aklın çeşitli düşüncelere iltifatı ile meşguliyeti, düşünme ve idraklerinde derinleşme ve sonuca erişmeye engel olur. Bunun için salik (yola giren) işin başlangıcında derinleşme ve istiksa (inceden inceye araştırma) ile değil, basit bir seyir ile hareket edeceğinden, delilleri çoğaltmayı isterse de, bilginin nuru bir defa kalbe düştükten sonra, o delillerin azalmasını ve mümkün olduğu kadar kısa ve özetini arzu eder ki, kalbin Allah'tan başkasıyla meşgul olmasından doğan zulmet (karanlık) kalksın da Allah bilgisinin nurlarının tecellisi tamam olsun. Nitekim, "Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen, mukaddes bir vadide, Tuvâ'dasın." (Tâhâ, 20/12) fermanında buna işaret vardır. İşte Bakara âyetindeki sekiz çeşit delil ve alâmet açıklandığı halde, burada hepsinin esası olan "Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün değişmesi" ile yetinilmiş olunması, bu terakki (yükselme) hikmetiyle ilgilidir. 

Özetle orada (Allah'a seyr) isteniyordu, burada ise (Allah'da seyr) istenmiştir. Bakara Sûresi âyeti, "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, çok merhametli ve bağışlayıcıdır." (Bakara, 2/163) âyetini takip ediyor. Ve buna göre ilk önce vücud (varolma) ve Allah'ın birliğine ait âyetleri bildirerek şirkten tevhide götürüyordu, buna akıl yeterli idi. Buradaki âyet ise âyetini takip ediyor. Ve buna göre iman sahiplerine Allah'ın saltanatının suret (şekil) ve tecelli sırlarını, Allah Teâlâ'nın mülkündeki tasarrufunun hükümlerini, sır ve yaratılışın gayesini isbat eden alâmetleri anlatmanın akışı içinde geliyor.(Fizilal’il Kur’ân)

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ

 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

فِی خَلۡقِ  car mecruru  إِنّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti kesradır. Çünkü cemi müennes salim kelimeler kesra ile nasb ve cer olurlar. 

اخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ  kelimeleri  خَلْقِ ’ye matuftur.  لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  اٰيَاتٍ  kelimesi  اِنَّ’nin muahhar ismidir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

لِاُو۬لِي  car mecruru  اٰيَاتٍ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.  اُو۬لِي  kelimesi cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti  ى’dir.  الْاَلْبَابِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اخْتِلَافِ  kelimesi sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının masdarıdır.

 

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ

 

Ayet fasılla gelmiş müstenefedir.  اِنَّ’nin dahil olduğu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  اِنَّ  ,ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

إن  harfi haberin ihtimamı içindir. (Âşûr)

Lam-ı muzahlakanın dahil olduğu  لَاٰيَاتٍ  ise  اِنَّ ’nin muahhar ismidir. İki unsurla tekid edilen, sübut ifade eden cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  ve الَّيْلِ - النَّهَارِ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.

ف۪ي خَلْقِ  [Yaratılışında] ifadesindeki  ف۪ي  harfinin gelişi istiare-i tebeiyyedir. Bilindiği gibi  ف۪ي  harfinde zarfiye manası vardır. Gerçek  manada mazruf özelliği taşımayan  خَلْقِ  içi olan bir nesneye benzetilmiştir. Câmi’ her ikisindeki mutlak irtibattır.

اِنَّ ’nin ismi olan  لَاٰيَاتٍ ’deki tenvin tazim ve nev ifade eder.

Yeryüzü, gökyüzü, gece ve gündüz sayıldıktan sonra  لَاٰيَاتٍ ’de cem edilmiştir. Cem' ma’at-taksim sanatıdır.

لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  [aklı selim sahipleri] özü bozulmamış, fıtratı bozulmamış demektir. Bu kelimenin tekili tenâfürul huruf nedeniyle Kur’an’da hiç geçmemiş, onun yerine kalb, fuad veya sadr kelimelerinin çoğulu gelmiştir.

Akıl sahibi olmayanların bu ayetleri anlamayacağı meskutun anh olarak anlaşılır.

Bu son cümlede lâzım söylenmiş, melzûm olan “ona göre hareket ederler” manası kastedilmiştir.

السَّمٰوَاتِ  ve  الْاَرْضِ’ın başındaki  ال  istiğrak-ı hakiki ve cins içindir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

[Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.] Dolayısıyla O, onların durumlarına da sahiptir;   لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  [aklı selim sahipleri için] yani gözlerini tefekkür ve istidlal ve ibret almak için açan, onlara hayvanların baktığı gibi onlardaki yaratılış harikalarından gafil bir şekilde bakmayanlar için  لَاٰيَاتٍ  [elbette birtakım deliller vardır] yani yaratıcının varlığına, kudretinin büyüklüğüne ve hikmetinin parlaklığına dair apaçık deliller. (Keşşâf)

Bu ayet (alamet)ler herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri demek olan  لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  içindir.  اَلَّذ۪ينَ  işte o kimseler ki “Semavat (gökler)” ve “arz (yer)”, yani mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve alçaklıklarıyla mekânlı varlıklar, اَلْخَلْقُ (yaratma); bunların zat ve sıfatlarıyla bulundukları şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini ve yok edilmelerini ifade eden gerçek sebep anlayışının özü, “İhtilafu leyl ü nehar (gece ve gündüzün değişmesi)”; zaman anlayışını veren ve hareketlerle ilgili olup bu varlıkların yaratılmışlıklarını ve düzenlerini gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin keşif yolları, işbu, “gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl” olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Bakara Suresi’nde Allah’ın birliğini ispat ve açıklama esnasında bu ayetin bir benzeri geçmişti. O daha geniş ve sekiz çeşit delili içermiş olduğu halde bunda o esasın bir özetiyle beraber siyak (söz gelişi) ve istenilen açısından çok ince bir gelişmesi vardır. Bunun için o ayetin sonunda  لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ [Düşünen bir kavim için nice deliller vardır. (Bakara Suresi, 164)] bunda da  لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  [Temiz akıl sahipleri için nice deliller vardır.] buyurulmuştur. Resulullah (s.a.) da bu ayetle, diğerinden daha derin bir aşk ile ilgilenmiştir. Demek olur ki önceki bahiste genel olarak akıl yetebileceği halde, burada temiz ve halis akıl demek olan  لُبّ  gereklidir. Çünkü orada, Allah’ın birliğinin ispatı ile Allah’ı bilmenin mebde’ (prensip)leri bahis konusu idi. Burada ise o bilgide terakki (yükselme) bahis konusudur ki kendisinden sonraki ayette geçen  اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ  ve  يَتَفَكَّرُونَ  ifadeleri, bu vasıflara işaret etmektedir. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Bil ki Kur’an-ı Kerim’in maksatı, kalpleri ve ruhları yaratıklarla meşgul olmaktan kurtarıp yaratıcıyı bilme deryasında gark olmaya götürmektir. Hükümleri izah ve batıl ehlinin şüphelerine cevap verme hususunda epeyce söz edilince Kur’an, tevhid, ulûhiyet, Allah’ın kibriya ve celâlini anlatan ayetleri zikrederek yeniden kalpleri nurlandırmaya yönelerek bu hususu zikretti. (Fahreddin er-Râzî)

Bu ifade, gökler ile yer olarak ifade edilen cismani âlem hükümranlığının Allah Teâla’ya mahsus olduğunu açıklar. Hiçbir şey dışarıda kalmamak üzere Allah’ın her şeye kadir olması, baştan başa bütün masivanın (Allah’tan başka her şeyin) Allah Teâlâ’nın kudreti dahilinde olması demektir. (Ebüssuûd)

Ulu'l-elbab (akl-ı selim sahipleri)dan murad:

  • His ve vehim şaibelerinden arınmış,
  • Nefsanî alakalardan sıyrılmış,
  • Zulmet engellerinden kurtulmuş olan,
  • Hakikatlerin mahiyetlerini ve sıfatların hükümlerini,
  • Kâinatın ahvalini ve gayb âleminin sırlarını,
  • Kâinatın yaratıcısı ve hükümdarı Allah’ın son derece garip ve mükemmel işlerini derin derin düşünen,
  • Dahilde ve hariçte yaratılmış olan harika ilâhî nizamı anlamak için kafa yoran,
  • İbret almak ve delil bulmak gözüyle bu âleme bakan,
  • Her varlıkta Hakk sırrının hakikatini araştıran,
  • Devamlı Allah Teâlâ’yı tefekkür ve zikreden,
  • Allah’tan başkasına hiç iltifat etmeyen,
  • Allah’tan başkasına, ancak O’nun cemalini müşahade etmenin aynası ve kemâl sıfatlarını mülahaza etmenin vasıtası olması cihetiyle bakan kullardır. (Ebüssuûd)

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.

Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.

“Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.”

“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.”

“Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile bize va’dettiklerini ver bize. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin.”

Al-i İmran 190-194

Al-i İmran Suresi Tefsir Notlar

Al-i İmran Suresi Tefsir Notlar

Âl-i İmrân Sûresi 191. Ayet

اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ  ...


Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ onlar ki
2 يَذْكُرُونَ anarlar ذ ك ر
3 اللَّهَ Allah’ı
4 قِيَامًا ayakta ق و م
5 وَقُعُودًا ve oturarak ق ع د
6 وَعَلَىٰ ve üzerine
7 جُنُوبِهِمْ yanları ج ن ب
8 وَيَتَفَكَّرُونَ ve düşünürler ف ك ر
9 فِي hakkında
10 خَلْقِ yaratılışı خ ل ق
11 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
12 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
13 رَبَّنَا Rabbimiz (derler) ر ب ب
14 مَا
15 خَلَقْتَ yaratmadın خ ل ق
16 هَٰذَا bunu
17 بَاطِلًا boş yere ب ط ل
18 سُبْحَانَكَ sen yücesin س ب ح
19 فَقِنَا bizi koru و ق ي
20 عَذَابَ azabından ع ذ ب
21 النَّارِ ateş ن و ر

190 ve devamındaki âyetlerde de akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte; evren üzerinde sağlıklı gözlemde bulunan insanların evrendeki muhteşem sistemi kavrayacağı, onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı, kendisini imana davet eden elçinin bu çağrısına uyarak rabbine imanını derin bir içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet bir bakıma onunla diyalog kurarak esenlik dileklerini O’na arzedeceği bildirilmektedir. İşte 190. âyet, bu sürecin başlatılabilmesi için insan aklını göklerin, yerin ve bunlarda bulunan varlıkların yaratılışını düşünmeye ve hikmetini kavramaya çağırmaktadır. 

Evrenin sistemini düşünmek, yukarıda arzedilen sonuçları yanında insanı bu hayattan sonra başka bir hayatın yani âhiret hayatının da var olabileceği fikrine de götürür. İnsana verilmiş olan aklın sağlıklı kullanılması, kendisinin bir yetki ve sorumluluğunun olması gerektiğini, bu dünyada yaptıklarının ceza veya mükâfat olarak karşılığını alabileceği bir hesap gününün bulunması lazım geldiğini düşünmeye sevkeder. Kişi böyle bir düşünce düzeyine ulaştığında sorumluluk duygusu daha da artar ve dünyada günah işlemekten sakınır; âhirette de cehennem azabından koruması için yüce Allah’a sığınır ve O’na dua etmeye yönelir. 191. âyetin son cümlesi ve onu izleyen âyetler bu durumu açıkça göstermektedir (Kur’ân’da akıl, lüb, fuâd, kalb vb. kavramların anlamları ve genel olarak düşünmenin önemi hakkında bk. A‘râf 7/179).

Allah’ın birliğini, yüceliğini ve sonsuz kudretini kabul ettirmek için insanı gökler ve yer hakkında düşünmeye sevkeden bu âyetler, Allah’ın kitabında yazılı olan delillerini okuyup düşündükten sonra onu bir de bu uçsuz bucaksız kâinat kitabını okuyup tefekkür etmeye çağırmaktadır. Bakara sûresinin 164. âyetinde Kur’ân’ın tevhid ilkesini kanıtlamak üzere daha kapsamlı olarak sekiz ayrı kozmolojik delil sıralanmıştı. Burada Bakara sûresinde getirilmiş bulunan kozmik delillerin en önemlileri sayılan, varlığın zaman ve mekân boyutları üzerinde Allah’ın kudretini göstermek üzere göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün farklı oluşu özet olarak zikredilmiştir. 

Şüphesiz ki tabiatın kendisi, incelenip ibret almaya değer ilâhî bir mûcizedir. Hayalimizle dahi kuşatamayacağımız kadar uçsuz bucaksız genişliğe sahip olan, her birinin kendine has özellikleri bulunan ve birbirine çarpmadan uzay boşluğunda hareket eden gök cisimlerinde elbette aklıselim sahipleri için alınacak ibretler vardır. Bu cisimlerin yaratılışı, uzay boşluğundaki hareketlerini sağlayan sistemi, gece ile gündüzün değişmesi, özellikle canlıların ve bitkilerin faydaları üzerine düşünen bir akıl, mutlaka bunları yaratan sonsuz bir gücün varlığını kabul eder, bu muazzam sistemin boşuna yaratılmadığını anlar, işte o zaman bu güç karşısında aczini anlar, hayranlık ve kulluk duygusuyla eğilir; gönlünü o yüce kudrete arzederek niyazda bulunur. 191. âyette belirtildiği üzere göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah’ı ayakta, oturarak, yatarak, kısaca bütün hallerinde derin bir saygıyla anar; böyle bir gücün emirlerine ve yasaklarına karşı geldiği takdirde O’nun vereceği cezaya çarpılmaktan korkar ve bu cezadan koruması için Allah’ın merhametine sığınır. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

Rasûl-i Ekrem,ashabıyla birlikte yolculuk yaparken ,geceleyin uykudan uyandığında gökyüzüne bakarak Al-i İmran süresi (3),191. Ayetteki “Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın” ifadesinden başlayıp 193.ayetin sonuna kadar okurdu.

(Nesai,  Kıyamu’l-leyl 12)

(Ayet ve Hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ - Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR)

اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ

 

İsim cümlesidir.  اَلَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl,  اُو۬لِي’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Veya ondan bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası  يَذْكُرُونَ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يَذْكُرُونَ  muzari fiildir.  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

قِيَامًا  hal olup fetha ile mansubtur.  قُعُودًا  kelimesi atıf harfi  وَ’la makabline matuftur.

وَ  atıf harfidir.  عَلٰى جُنُوبِهِمْ  car mecruru  يَذْكُرُونَ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  يَتَفَكَّرُونَ  muzari fiildir.  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  ف۪ي خَلْقِ  car mecruru  يَتَفَكَّرُونَ  fiiline müteallıktır. 

ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ  kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti kesradır. Çünkü cemi müennes salim kelimeler kesra ile nasb ve cer olurlar.  الْاَرْضِ  kelimesi  ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ ’ye matuftur.

يَتَفَكَّرُونَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

تَفَعَّلَ  babındadır. Sülâsîsi فكر’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

عَلٰى جُنُوبِهِمْ [Yanları üstüne yatarken] ifadesi, bir öncesine atıfla hal olarak mansubtur. Sanki “ayakta, otururken ve yanları üstüne yatmış bir halde iken” denilmektedir. (Keşşâf)

   

رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ


Mukadder fiilin mekulü’l-kavlidir. Takdiri; يقولون ربنا  (Rabbena … derler.) şeklindedir. Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ, muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  خَلَقْتَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur. İşaret ismi  هٰذَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بَاطِلًا  hal olup fetha ile mansubtur.

 

سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ


Mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri  نسبح  şeklindedir. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  atıf harfidir.  قِ  illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Sülasisi  وقي  şeklindedir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

عَذَابَ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. ٱلنَّارِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ

 

Has ism-i mevsûl  اَلَّذ۪ينَ, önceki ayetteki  لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ  için sıfat veya ondan bedeldir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ, mevsûlün irabdan mahalli olmayan sılasıdır. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olmasına rağmen  اللّٰهَ  isminin mef’ûl konumunda zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Aralarında tezayüf olması nedeniyle atfedilen  قِيَامًا  ve  قُعُودًا’deki tenvin nev ve kesret ifade eder. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu tabirler cüz; insanın bütün halleri, koşması, sırt üstü uzanması ve diğer halleri kül’dür. 

Oturmak, ayakta durmak ve yan yatmak şeklinde insanın hallerinin sayılması taksim sanatıdır.

Aynı üslupla gelen  وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ  cümlesi  يَذْكُرُونَ ’ye atfedilmiştir. Vasıl sebebi tezayüftür.

Fiillerin muzari sıygada gelmesi teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade eder.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab,  قِيَامًا - قُعُودًا - جُنُوبِهِمْ   ve  يَذْكُرُونَ - يَتَفَكَّرُونَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

Bil ki burada tıbbî bir incelik vardır. O da şudur: Tıbbî konularda sabit olduğuna göre insan, sırtüstü yattığında bu o kimsenin en mükemmel derecede düşünmesine manidir. Fakat yan üstü yatış buna mani olmaz. İşte bu ayette de düşünme ve tefekkür murad edilmektedir. Bir de yan üstü yatma, uykuya iyice dalmaya manidir. Binaenaleyh bu şekil daha evladır. Çünkü bu uyanık olmaya ve Allah’ı zikretmekle meşgul olmaya daha uygundur. (Fahreddin er-Râzî)

Zikir için bu üç halin zikredilmesinden murad, daha önce de belirtildiği gibi zikri bütün vakitlere genellemedir. Bu üç halin özellikle zikredilmesi, zikri bu hallere tahsis için değil fakat insanlar, genellikle bu malum hallerde bulundukları içindir.  (Ebüssuûd)

Aynı üslupla gelen  وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ  cümlesi  يَذْكُرُونَ ’ye atfedilmiştir. Vasıl sebebi tezayüftür.

Gökler ve yer kelimeleri yerinde zamirin kullanılması kifayet ettiği halde bu iki kelimenin zahir olarak zikredilmesi, göklerin ve yerin halinin beyanına son derece ilgi gösterildiğini belirtmek ve o müminlerin tefekkürlerinin tahkik ve tafsil veçhile olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Öyle tam akıl sahipleri ki ayaktayken, otururken, yatarken yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah’ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar. Bu üç hal, insanın bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Bil ki Allah Teâlâ, rubûbiyeti anlatan ulûhiyet, kudret ve hikmetinin delilleri olan şeyleri zikredince bunun peşi sıra ubûdiyet (kulluk) ile ilgili hususları zikretmiştir. Ubûdiyet üç çeşittir. Kalp ile tasdik dil ile ikrar, azalarla amel ve ibadet... Buna göre Cenab-ı Hakk’ın, “Allah’ı anarlar” buyruğu, dil ile yapılan kulluğa; “ayakta iken otururken, yanları üstünde (yatar)ken” sözü azalarla yapılan kulluğa; “gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler” buyruğu da kalbin, fikrin ve ruhun kulluğuna bir işarettir. İnsan, işte ancak bunların toplamıdır. Dil zikre; azalar şükre; kalp de tefekküre daldığında işte bu şekilde olan kul, her şeyi ile ubûdiyete gark olmuş olur. Bundan dolayı önceki ayet, rubûbiyetin kemâline, bu ayet ise ubudiyetin (kulluğun) kemâline delalet etmektedir. Bu, ruhları mahlukattan kurtarıp Halika doğru çekmesi; sırları aldanış yurdu dünyadan alıp affedici hükümdara doğru nakletmede ne güzel bir tertiptir. (Fahreddin er-Râzî)


رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ

 

Nida üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri  يقولان  olan fiilin mekulü’l-kavlidir. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret eder. Cümlede îcâz-ı hazif  sanatı vardır.

Nidanın cevabı menfi mazi fiil cümlesi sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haberî formda gelmiş olmasına rağmen muktezâ-i zâhirin hilafına cümlenin asıl anlamı dua olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

Mef’ûl konumundaki  هٰذَا  ile yaratılan şeylere işaret edilmektedir. Tazim ifade eder.

سُبْحَانَكَ  itiraziyyedir. İtiraz cümleleri ıtnâb sanatıdır. Mef’ûlü mutlak olan  سبحان ’nin amilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri  نسبح’dur.

Bil ki Allah Teâlâ, insanları kendisini zikretmeye teşvik etmiştir. İş tefekküre dayanınca Allah, zatını tefekküre değil göklerin ve yerin hallerini tefekküre teşvik etmiştir. Tefekkür gibi ibadet yoktur. Tefekkür, gafleti giderir ve suyun ekin yetiştirmesi gibi kalbe Allah korkusunu çeker. (Fahreddin er-Râzî)

Anlatılmak istenen, bu yaratılışın batıl veya hikmetten yoksun olduğu inancına yol açanların inançlarını reddetmektir. (Ebüssuûd)


 فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

 

Ayetin son cümlesi, nidanın cevabı olan  مَا خَلَقْتَ  fiiline matuftur. Duanın devamıdır. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ayetin son cümlesi, nidanın cevabı olan  مَا خَلَقْتَ  cümlesine matuftur. Duanın devamıdır. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Bundan maksat, Allah’ın, kullarına nasıl dua edeceklerini öğretmesidir. Bu şu şekildedir: Dua etmek isteyen kimsenin, ayette de olduğu gibi önce Allah Teâlâ’ya sena etmesi, daha sonra talebi zikretmesi gerekir. (Fahreddin er-Râzî)

Vahyî deliller insanların dikkatini, kevnî (tabiat ile ilgili) delillere çeker ve onlardan kanıtlar göstermeye davet eder.

Bu ayet-i kerime ile Kur’an’ın bir çok yerinde zikredilen bu konuda ayetler insanları, kâinatı anlamaya, ondan deliller çıkarmaya çağırır.

Kevnî deliller, vahyî delilleri teyid ve onların içeriğinin sıhhatine ve mefhumlarının hak olduğuna delalet eder. (Ebüssuûd)

Bu arızî cümle, öncesine tekid olduğu gibi sonrasına da hazırlık mahiyetindedir. (Ebüssuûd)


Âl-i İmrân Sûresi 192. Ayet

رَبَّنَٓا اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ  ...


“Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
2 إِنَّكَ şüphesiz sen
3 مَنْ kimi
4 تُدْخِلِ sokarsan د خ ل
5 النَّارَ ateşe ن و ر
6 فَقَدْ muhakkak ki
7 أَخْزَيْتَهُ onu perişan etmişsindir خ ز ي
8 وَمَا yoktur
9 لِلظَّالِمِينَ zalimlerin ظ ل م
10 مِنْ hiçbir
11 أَنْصَارٍ yardımcıları ن ص ر

   خزي Hızyun: خَزِيَ الرَّجُلُ deyimi bir kişiye ilişen kırgınlık (utanma, mahcubiyet, zor durumda kalma, şerefine leke sürülme) hâlidir. Bunun sebebi kişinin kendiyse (kendi nefsinden kaynaklanıyorsa) utanma ve aşırı mahcubiyettir. Mastarı da utanma demek olan خَزِيٌ dür. Bu kırgınlık bir dış etkenden kaynaklanıyorsa bu bir çeşit hafife alma ve hor görme şeklinde kendini gösterir. Bunun mastarı ise خِزْيٌ sözcüğüdür ki rezil rüsva olmak demektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de 26 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim’de 10’dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

رَبَّنَٓا اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ


Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Nidanın cevabı  اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ’dır.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  كَ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.

مَنْ  şart ismi iki fiili cezmeder. Mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  تُدْخِلِ  şart fiili olup meczum muzari fiildir.  مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ  şeklinde başlayan cümle  اِنَّ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  تُدْخِلِ  fiilinin faili müstetir olup takdiri  أنت’dir. النَّارَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  اَخْزَيْتَهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اَخْزَيْتَهُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  خزي’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

 وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  لِلظَّـٰلِمِینَ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مِنۡ  zaiddir. 

أَنصَارٍ  lafzen mecrur mahallen muahhar mübtedadır.

اَلظَّالِم۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ظلم  fiilinin ism-i failidir.

رَبَّنَٓا اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ

 

İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İtiraziyye olduğu da söylenmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri  يقولون  olan fiilin mekulü’l-kavlidir. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret eder. Cümlede îcâz-ı hazif  sanatı vardır.

Nidanın cevabı  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.  اِنَّ ’nin haberi şart üslubunda haberî isnad olan  مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ  cümlesidir. Şartın cevabı  ف  karinesiyle gelmiş  فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır.

Tahir b. Âşûr  اِنَّ’nin tekid ve tahkikin dışında bazı ayetler bağlamında ihtimam ifade ettiğini söylemiştir.  اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُ [Rabbimiz, Sen kimi cehennem ateşine sokarsan onu şüphesiz rezil etmiş olursun. (Âli İmran Suresi, 192)] bu ayetin tefsirinde  اِنَّ  ateşten korunma talebi için ta’lil bildirmek üzere sevk edildiğini, aynı şekilde ihtimam isteğiyle bunu ifade etmek için kullanıldığını; zira burada tekidin gerekmediğini söylemiştir. (Aboubacar Mohamadou, İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr Adlı Eserinde Sarf Ve Nahiv Merkezli Tercihler, Doktora Tezi)

Hal olan “ateş” söylenmiş, mahal olan cehennem kastedilmiştir. Ateş; cehennemden tağlîb yapılmıştır. Cehennemde başka azaplar da vardır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

اَلْخِزْىُ  kelimesi Arapçada telef olmak, hüccetsiz kalmak veyahut da bir belaya düşmek suretiyle helak ve yok olmak manasındadır.  اَلْاِخْزَاءُ  Hor ve hakir kılmak, helak etmek, utandırmak, küçük düşürmektir. (Fahreddin er-Râzî)

Cümlenin başındaki nida (ey Rabbimiz), yalvarış ve yakarışın (tazarru) kuvvetini ifade içindir.

Cümlenin tekidli olması, onun mazmununa olan yakınlığının kemâlini izhar ve korkularının şiddetini ilan içindir.

النَّارَ  kelimesinın zamir kullanılmayıp zahir olarak zikredilmesi, onun korkunçluğunu ifade içindir.

Azabı yermek için  تُدْخِلِ  fiilinin kullanılması, azabın keyfiyetini tayin ve ne kadar kerih ve utanç verici olduğunu beyan içindir. (Ebüssuûd)


 وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ

 

Ayetin son cümlesinde  وَ  istînâfiyyedir. Sübut ifade eden menfi isim cümlesi lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. 

لِلظَّالِم۪ينَ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Bu takdim kasr ifade eder. Yardımcı olamaması, zalimlere kasredilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.

Muahhar mübteda olan  مِنْ اَنْصَارٍ ’deki  مِنْ  harfi zaiddir, tekid ifade eder.

اَنْصَارٍ ’in nekre gelişi nev ve kesret içindir. Nefy siyakta nekre, selbin umumuna işarettir. 

Zalimler kelimesi zamir makamında gelmiş açık isimdir, zem ve nâra giriş sebeplerini bildirir.

Rabblerinden, kendilerini cehennem azabından kurtarmasını istedikleri zaman bunun peşi sıra isteme makamı çok büyük olsun diye bu ikâbın büyüklüğüne ve şiddetine delalet eden şeyi yani bu azabın hor ve hakir kılıcı, alçaltıcı bir azap olduğunu zikretmişlerdir. Çünkü Rabbinden bir şeyi yapmasını veya yapmamasını isteyen kimse bu istediği şeyin büyüklüğünü ve önemini açıkladığı zaman, onu bu duaya sevk eden şey daha mükemmel ve talebindeki ihlası daha yoğun olmuş olur. Dua ise ancak ihlas ile yapıldığı zaman müstecab olup kabule mazhar olur. İşte bu, Allah’ın kullarına nasıl dua edeceklerini öğretmesidir. (Fahreddin er-Râzî)

Yardımcılardan maksat, savunarak ve zor kullanarak onlara yardım edecek kimseler demektir. (Ebüssuûd)


Âl-i İmrân Sûresi 193. Ayet

رَبَّنَٓا اِنَّـنَا سَمِعْنَا مُنَادِياً يُنَاد۪ي لِلْا۪يمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاۗ رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا وَتَوَفَّـنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ  ...


“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
2 إِنَّنَا şüphesiz biz
3 سَمِعْنَا işittik س م ع
4 مُنَادِيًا bir davetçi ن د و
5 يُنَادِي çağıran ن د و
6 لِلْإِيمَانِ imana ا م ن
7 أَنْ
8 امِنُوا inanın (diyerek) ا م ن
9 بِرَبِّكُمْ Rabbinize ر ب ب
10 فَامَنَّا hemen inandık ا م ن
11 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
12 فَاغْفِرْ bağışla غ ف ر
13 لَنَا bizim
14 ذُنُوبَنَا günahlarımızı ذ ن ب
15 وَكَفِّرْ ve ört ك ف ر
16 عَنَّا
17 سَيِّئَاتِنَا kötülüklerimizi س و ا
18 وَتَوَفَّنَا ve canımızı al و ف ي
19 مَعَ beraber
20 الْأَبْرَارِ iyilerle ب ر ر

رَبَّنَٓا اِنَّـنَا سَمِعْنَا مُنَادِياً يُنَاد۪ي لِلْا۪يمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاۗ

 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Nidanın cevabı  اِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا ’dır.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  نَا  mütekellim  zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  سَمِعْنَا مُنَادِيًا  cümlesi  اِنَّ ‘nin  haberi olarak mahallen merfûdur.

سَمِعْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  مُنَادِيًا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

يُنَاد۪ي لِلْا۪يمَانِ  cümlesi  مُنَادِيًا ‘in sıfatı olarak mahallen mansubtur.  يُنَاد۪ي  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzaridir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

لِلْا۪يمَانِ  car mecruru  يُنَاد۪ي  fiiline müteallıktır.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mahzuf  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يُنَاد۪ي  fiiline müteallıktır.   اٰمِنُوا  fiili,  نَ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

بِرَبِّكُمْ  car mecruru  اٰمِنُوا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  atıf harfidir.  اٰمَنَّا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مُنَادِيًا  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan mufâale babının ism-i failidir.                   


 رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا وَتَوَفَّـنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ

 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  mukadder  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri; إن قبلت إيماننا فاغفر (Eğer bizim imanımızı kabul ettiysen bizi affet.) şeklindedir.  اغْفِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

لَنَا  car mecruru  اغْفِرْ  fiiline müteallıktır.  ذُنُوبَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  كَفِّرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

عَنَّا  car mecruru  كَفِّرْ  fiiline müteallıktır.  سَيِّـَٔاتِ  mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  تَوَفَّنَا  illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت dir.  مَعَ  mekân zarfı,  تَوَفَّنَا  fiiline müteallıktır.  الْاَبْرَارِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

 

رَبَّنَٓا اِنَّـنَا سَمِعْنَا مُنَادِياً يُنَاد۪ي لِلْا۪يمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاۗ

 

İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İtiraziyye olduğu da söylenmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri  يقولون  olan fiilin mekulü’l-kavlidir. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret eder. Cümlede îcâz-ı hazif  sanatı vardır.

Nidanın cevabı  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.  اِنَّ ’nin haberi müspet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır.

Mahzuf   بِ  harf-i ceriyle birlikte  يُنَاد۪ي  fiiline müteallık olan  اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاۗ  masdar tevilindedir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

فَاٰمَنَّاۗ  cümlesi tertip ve takip bildiren  ف  ile makabline atfedilmiştir. Atfın  ف  ile yapılmış olması davetin hemen ardından tâbi olduklarını işaret eder.

Haber üslubunda gelmiş cümleler, dua kastı taşıdığı için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Lüzûmiyet  alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

مُنَادِيًا  - يُنَاد۪ي  ve  اٰمِنُوا - اٰمَنَّاۗ - لِلْا۪يمَانِ  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

بِرَبِّكُمْ  izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.

Muzari fiil sıygasında gelen sıfat cümlesi  يُنَاد۪ي  tecessüm, teceddüt ve istimrar  ifade etmiştir. 

Dua ayetinin başında bulunan nida harfi, tazarrunun kemalini ifade eder.

Tekidli olarak gelmesi, büyük bir rağbet ve arzu ile söylendiğine işarettir.

Münadiden murad Resulullah (sav)’dir. Münadî kelimesi davet işine son derece önem verdiğine, risaleti yakındakine de uzaktakine de tebliğ ettiğine delalet eder.


رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا وَتَوَفَّـنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ

 

Cümle itiraziyyedir. رَبَّنَا  tekid için tekrar edilerek ıtnâb yapılmıştır. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan  اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا  cümlesi  اٰمَنَّاۗ ’ya  فَ  ile atfedilmiştir. 

Aynı üslupla gelen  كَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا  ve  تَوَفَّنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ  cümleleri  فَاغْفِرْ لَنَا  cümlesine tezayüf sebebiyle atfedilmişlerdir. 

Emir üslubunda gelen cümleler, gerçek manada emir olmayıp dua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtirler.

ذُنُوبَنَا - سَيِّـَٔاتِنَا  ve  فَاغْفِرْ - كَفِّرْ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

رَبَّ - الْاَبْرَارِۚ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا [Hatalarımızı ört] istiare-i tebeiyyedir. Hatalar, açıkta kalması istenmeyen çirkinliklere benzetilmiştir. Eğer üzerleri örtülmezse hem görüntüsü, hem kötü kokusu etrafı ve sahibini rahatsız eder. Günahlar da Allah tarafından örtülmezse sahibini hem mahşerde hem bu dünyada rezil edecektir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

فَاغْفِرْ لَنَا  ibaresinin başındaki  فَ  harfi af ve mağfiret duasının, Allah Teâlâ’ya iman ve ulûhiyetini ikrarın sonucu olduğunu belirtir.  ذُنُوبَ  büyük,  سَيِّـَٔاتِ  küçük günahlardır. (Ebüssuûd)

Burada “zünub”, kebair (büyük günahlar); seyyiat (günahlar), sağair (küçük günahlar) ile tefsir edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Nidanın önce mutlak olarak zikredilip daha sonra da iman ile kayıtlanarak zikredilmesi, nida eden kimsenin şanını tazim etmek içindir. Zira imana davet eden münadiden daha büyük bir davetçi yoktur. (Fahreddin er-Râzî)

“Mağfiret”, “tekfir” lügat bakımından aynı manaya gelirler. Fakat ve müfessirler bu hususta şunları söylemişlerdir:

a) Bu iki kelime ile aynı mana kastedilmiş olup ikincisi tekid için getirilmiştir. Çünkü duada ısrarlı olup iyice dua etmek menduptur.

b) Birincisi ile daha önce yapılmış olan günahların, ikincisi ile ise bundan sonra işlenecek günahların affı kastedilmiştir.

c) “Gufran” (günahların bağışlanması) ile tevbe ile affolunacak günahlar; “tekfir” (kusurların örtülmesi) ile de büyük taatların silip götüreceği günahlar kastedilmiştir.

d) Birincisi ile insanın, bir masiyet ve günah olduğunu bile bile yaptığı şeyler; ikincisi ile de bir günah olduğunu bilmeden yaptığı şeyler kastedilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Cümlenin tekidli olması bu sözlerin, kendilerinden büyük bir rağbet ve şiddetli bir arzu ile sâdır olduğunu bildirmek içindir.

“Münadi”den murad, Resulullah’tır (s.a.). Münadi kelimesi “dâi/davetçi” kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü münadi kelimesi, davet işine son derece önem verdiğine; risaleti yakına da uzağa da tebliğ ettiğine delalet eder. Zira münadi, yüksek sesle çağırmak demektir. (Ebüssuûd)

İmanın mutlak olarak zikredilmesinden sonra takyidi, Allah Teâlâ’nın şanını tazim içindir. (Ebüssuûd)




Âl-i İmrân Sûresi 194. Ayet

رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ  ...


“Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile bize va’dettiklerini ver bize. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
2 وَاتِنَا ve bize ver ا ت ي
3 مَا şeyi
4 وَعَدْتَنَا va’dettiğin و ع د
5 عَلَىٰ
6 رُسُلِكَ elçilerine ر س ل
7 وَلَا
8 تُخْزِنَا bizi rezil, perişan etme خ ز ي
9 يَوْمَ günü ي و م
10 الْقِيَامَةِ kıyamet ق و م
11 إِنَّكَ zira sen
12 لَا
13 تُخْلِفُ caymazsın خ ل ف
14 الْمِيعَادَ verdiğin sözden و ع د

رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ

 

Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ  muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  اٰتِنَا  illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  وَعَدْتَنَا’dır. Îrabtan mahalli yoktur.

وَعَدْتَنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

عَلٰى رُسُلِكَ  car mecruru  وَعَدْتَنَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; على ألسنة رسلك (peygamberinin diliyle) şeklindedir.

وَ  atıf harfidir.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تُخْزِنَا  illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. 

 يَوْمَ  zaman zarfı,  تُخْزِنَا  fiiline müteallıktır.  الْقِيٰمَةِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

تُخْزِنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  خزي’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  كَ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. 

لَا تُخْلِفُ  cümlesi  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تُخْلِفُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.  الْم۪يعَادَ۟  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ

 

Nida üslubunda talebî inşaî isnad olan cümlede önceki ayetteki  رَبَّنَا’nın tekrar edilmesi tekit amacıyla yapılan ıtnâbdır. Reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatıdır.

Emir üslubunda talebi inşâî isnad formunda gelen nidanın cevabı  اٰتِنَا, önceki dua fiillerine atfedilmiştir.

اٰتِنَا  fiilinin ikinci mef’ûlü olan müşterek ism-i mevsûl  مَا’nın sılası  وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Nehiy üslubunda talebî inşai isnad olan  لَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ  cümlesi,  وَ ’la اٰتِنَا’ya atfedimiştir. Vasıl sebebi tezattır.

Ayette nidanın cevabı, emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen gerçek manada emir olmayıp dua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

رُسُلِكَ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait  كَ  zamirine muzâf olan  رُسُلِ  şan ve şeref kazanmıştır.

اٰتِنَا - وَعَدْتَنَا  arasında mürâât-ı nazîr vardır. 

191. ayetten itibaren  رَبَّنَا  ifadesi 5 kere geçmiştir. Maksat yalvarıp yakarmada mübalağadır. (Safvetü't Tefasir, Beyzâvî) 

وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ  [Resullerine vadettiğini bize ver.] Ayet-i kerimede muzâf hazfolmuştur. “Peygamberinin diliyle va’dettiğin cenneti ver.” demektir. Veya “Peygamberlerini tasdik etmemizden dolayı bize vadettiğin şeyleri ver.” takdirindedir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)


اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ

 

Ayetin fasılla gelen son cümlesinde fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır.

Müsnedin menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder.

اٰتِنَا - عَدْتَنَا  ve  الْم۪يعَادَ - وَعَدْتَنَا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

“Ey Rabbimiz, bize peygamberlerine vadettiklerini ver.” yani peygamberlerini tasdik edenlere verdiğin sevabı ver. Emredilen şeyi açıkça yerine getireceğini söyleyince buna karşı vadedileni istedi. Bu da vaadi yerine getirmeme korkusundan değil, bilakis akıbetinin kötü olmasından veyahut yerine getirmede kusurundan korktuğu içindir. Ya da itaat etmek veyahut miskinlik göstermek içindir.  عَلٰى  edatının mahzûfa müteallik olması da caizdir ki mananın, “Peygamberlerinin dilleri ile vadettiğini”  olduğu da söylenmiştir.  اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ  [Şüphesiz Sen sözünden dönmezsin.] mümine sevap verir, dua edenin de duasını kabul edersin manasındadır. İbni Abbas’dan (ra), miad’ın (sözün) ölümden sonra dirilmektir dediği de rivayet edilmiştir.  رَبَّنَا ‘nın tekrar edilmesi, yalvarmada mübalağa etmek ve istenen şeylerin ayrı ayrı olduklarına ve şanlarının da yüce olduğuna işaret etmek içindir. (Beyzâvî)


Günün Mesajı
Sübhaneke kelimesi; insan aklının göklerin ve yerin yaratılışında Allah'ın hikmetlerini idrakten aciz kaldığını itiraf ve tasdik etmek demektir. İnsan ayakta iken, otururken, yatarken, çalışırken, istirahat ederken, yani her halinde kalbiyle, zihniyle, diliyle ve azalarıyla zikir, tefekkür ve ibadet halinde olabilirse, aklıselim sahibi bir mümin kıvamına erme yolunda mesafe almış sayılır.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Sevgili Nefsim,

Al-i İmran suresinin, bir ayrı sevdiğim son ayetlerini dinlerken, bir arkadaş geldi. ‘Hafızlık nedir?’ diye sordu. Zihnimde bir resim belirdi;

Kayalıkların arasında biri. Tırmanmalardan, parçalanmış parmak uçları. Her soluklandığında, aralardan, sonunda ulaşmayı umduğu yerin küçük bir parçasına bakıyor. Azmini doldurdukça tırmanmaya devam ediyor. Durduğu anlardan birinde, arkadaşın sorusunu yönelttim.

‘Hafızlığı bilmeyenlerin en sevdiği sorudur: ne zaman bitecek? Aslında hafızlık, ömür boyu sürecek bir yolculuk. Sanki, evlat yetiştirmek gibi. Çocuk sahibi olana ‘ne zaman bitecek’ diye hiç sorulur mu? Çünkü herkes bilir, bir kere ebeveyn olundu mu, ne yaşanırsa yaşansın, o sıfat, artık o kişiyi terk etmeyecek. Büründüğü yeni hal, üzerinden kalkmayacaktır. Ne insanların katında, ne de Allah katında. Geriye, elinden geleni yapmayı veya yapmamayı seçmek kalır. Ahirette ya pişmanlığın, ya da göz aydınlığın olacaktır. Allah değerini bilip hakkıyla sahip çıkanlardan olmayı ve iki cihanda da göz aydınlığımız olmasını nasip etsin.’ dedi ve yoluna devam etti. 

Allahım! Üzerinde yürümeye çalıştığımız yolunu kolaylaştır, ayaklarımızı sabit kıl. Bizi nefsimize ve vesveselerimize, bir an olsun bırakma. Zihnimizi ve kalbimizi hayrınla meşgul et, imanımızı ve ruhumuzu hayrınla besle. Ayaktayken, otururken ve yatarken, hep Seni ananlardan olmamızı nasip et. Öyle ki dünyalık meseleler ulaşamasın kalbimize. Bir güvercinin, evin balkonuna konup, en ufak hareketten ürküp gitmesi gibi, çekip gitsinler.

Allahım! Kitap olarak Kur’ân-ı Kerim’den razıyız. Dünyada ona karşı olan muamelemizden hoşnut kalsın. Mahşer günü, çabamıza şahitlik etsin ve kitabın olarak o da bizlerden razı olsun. Gönüllerimizi, dillerimizi ve zihinlerimizi onunla meşgul et. Kelamında bizlere gönderdiğin ve Rasûlune öğrettiğin duaların hepsini, kalbimizin derinliklerinden etmemizi ve duası kabul olan kullarından olmamızı nasip et. Aklımız alsın veya almasın, iman ederiz, yarattığın hiçbir şey boşa değil. Ömrümüzün boşa gitmesinden ve azabından Sana sığınırız. Hayırla yaşayanlardan, hayırla ölenlerden ve hayırla dirilenlerden olmak duasıyla. 

Amin.

https://m.youtube.com/watch?v=9y0nJ3FZANQ

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji