5 Haziran 2024
Âl-i İmrân Sûresi 181-186 (73. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Âl-i İmrân Sûresi 181. Ayet

لَقَدْ سَمِـعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ  ...


Allah; “Şüphesiz, Allah fakirdir, biz zenginiz” diyenlerin sözünü elbette duydu. Onların dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve, “Tadın yangın azabını!” diyeceğiz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَقَدْ doğrusu
2 سَمِعَ işitti س م ع
3 اللَّهُ Allah
4 قَوْلَ sözünü ق و ل
5 الَّذِينَ kimselerin
6 قَالُوا diyen(lerin) ق و ل
7 إِنَّ muhakkak
8 اللَّهَ Allah
9 فَقِيرٌ fakirdir ف ق ر
10 وَنَحْنُ ve biz
11 أَغْنِيَاءُ zenginiz غ ن ي
12 سَنَكْتُبُ yazacağız ك ت ب
13 مَا şeyleri
14 قَالُوا onların dedikleri ق و ل
15 وَقَتْلَهُمُ ve öldürmelerini ق ت ل
16 الْأَنْبِيَاءَ peygamberleri ن ب ا
17 بِغَيْرِ غ ي ر
18 حَقٍّ haksız yere ح ق ق
19 وَنَقُولُ ve diyeceğiz ق و ل
20 ذُوقُوا tadın ذ و ق
21 عَذَابَ azabını ع ذ ب
22 الْحَرِيقِ yangın ح ر ق

Bakara sûresinin “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder” meâlindeki 245. âyeti indiğinde buradaki zarif ifadeyi anlamayan veya anlamazlıktan gelen yahudiler bu âyetle alay etmiş ve “Allah servetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. 

Başka bir rivayete göre ise Bakara sûresindeki âyet inince yahudiler Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde yer alan ayrıntılı rivayetlerin özeti budur (bilgi için bk. Şevkânî, I, 452, 454; Elmalılı, II, 1238; Ateş, II, 151). Bu sözü söyleyenlerin kimler oldukları âyette açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, sözün akışı içinde anılan “peygamberlerin öldürülmesi” olayı yahudiler hakkında olduğu için bu sözün de onlar tarafından söylenmiş olduğu anlaşılmaktadır. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

  Haraqa حرق :

  أحْرَقَ كَذا bir şeyi yaktı, اِحْتَرَقَ ise yandı demektir. حَرِيقٌ ise ateştir. حَرْقُ الشَّيْءِ bir şeyi yakmak alev olmadan ona sıcaklık vermektir .Giysiyi vurarak yakmak gibi.. حَرَقَ الشَّيْءِ bir şeyi eğe ile eğelemek anlamına gelir. مَاءٌ حُرَاقٌ Tuzluluğu ile yakan su demektir. إحْراقٌ alevli bir ateşi bir şeyin içine atmaktır. Bu minvalde ‘أحْرقَني بِلَوْمِهِ ‘ Kınamasıyla yaktı beni! deyimi istiare yoluyla kullanılır ve bir kişiyi kınayarak ona aşırı biçimde eziyet etmek demektir. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 9 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri mihrak ve mahrûkattır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

لَقَدْ سَمِـعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ


لَ  mahzuf kasemin cevabına gelen harftir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

سَمِعَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. 

قَوْلَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  قَالُٓوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

قَالُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ ’dir.  قَالُٓوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اللّٰهَ  lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur.  فَق۪يرٌ  kelimesi  إِنَّ ’nin haberidir.

وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  نَحْنُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اَغْنِيَٓاءُۢ

haberdir. 

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)         

 

 سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ


سَ  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.  نَكْتُبُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن dur.

مَا  ve masdar-ı müevvel, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

قَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la masdar-ı müevvele matuftur.  قَتْلَهُمُ  muzâftır. Muttasıl zamir  هُمُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

الْاَنْبِيَٓاءَ  mef’ûlun bihtir.  بِغَيْرِ  car mecruru  قَتْلَهُمُ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır.  حَقٍّۙ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.   


وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  نَقُولُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن’dur. Mekulü’l-kavli,  ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ ’dir.  نَقُولُ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

ذُوقُوا  fiili,  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdurعَذَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  الْحَر۪يقِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لَقَدْ سَمِـعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ 

 

Ayet istînâfiyye cümlesi şeklinde başlamıştır. (Âşûr) لَ  ise mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayrı talebî inşâî isnaddır.

قَدْ  tahkik harfi ve  لَ  ile tekid edilmiş  …سَمِعَ اللّٰهُ  cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle marife olması haşyet uyandırmak içindir. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle اللّٰهُ isminin zikri tecrîd sanatıdır.

Muzâfun ileyh konumundaki  الَّذ۪ينَ’nin sılası olan قَالُٓوا cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُٓوا  fiilinin mekulü’l-kavli  اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ, faide-i haber inkarî kelamdır. 

Mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber ibtidai kelam olan وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ   cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir. 

İsm-i mevsûlde tevcîh sanatı mevcuttur.

اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ  cümlesi ile   وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

فَق۪يرٌ - اَغْنِيَٓاءُۢ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

قَوْلَ - قَالُٓوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ  [Muhakkak ki Allah fakirdir, biz zenginiz.] cümlesinde Allah’ın fakirliği muktezâ-i zâhirin hilafına tekidli, kendilerinin zenginliği tekidsiz gelmiştir. Bu üslup da küfürdeki taşkınlıklarının ifadesidir. (Safvetu’t Tefasir)

Zühaylî’nin ifadesiyle, ayetteki  اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُ  ifadesinde Yahudiler fakirliği Allah’a nispet etme konusunda mübalağa yoluyla tekit etmişler, küfür ve nankörlüklerini ifrat dereceye vardırmışlardır. Kendilerini zenginlikle vasıflarlarken de zenginliğin herhangi tekide ihtiyaç olmayacak şekilde kendilerinin ayrılmaz parçası olduğuna delalet etmesi için tekitsiz isim cümlesi ile ifade etmişlerdir. (Sinan Yıldız, Vehbe ez-Zühaylî’nin et-Tefsîru’l Münîr adlı tefsirinde Belâğat İlmi)


سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ

 

 

Müstenefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Müspet muzari sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

Cümleye  dâhil olan  سَ  harfi tekid ifade eder. Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَا, müphem yapısı nedeniyle tevcîh ihtiva eder ve gelecek habere ilgiyi artırır.

Temasülle  قَالُوا  fiiline atfedilen  وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır. 

سَمِعَ  fiilindeki gaib zamirden  سَنَكْتُبُ’da azamet zamirine iltifat edilmiştir.

Yazılacak olanların söylenen sözler ve peygamberleri haksız bir şekilde öldürmeleri olarak ayrıtılanması taksim sanatıdır.

سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا  [Söylediklerinizi yazacağız.] Burada mecaz-ı akli vardır. “Meleklerimiz yazacak” demektir. Allah kendisi yazmadığı fakat yazılmasını emrettiği için fiil mecazen ona isnat edilmiştir. (Safvetu’t Tefasir)

سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ  [Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız] sözü “Senin bu söylediğini yazıyorum bir kenara” sözü gibidir, sonra hesaplaşacağız anlamında söylenir. Burada da “Sizi bu söylediklerinizden dolayı cezalandıracağım.” manasında gelmiştir. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Ayrıca bu cümlede sebebe isnad vardır.

“Yazılacaktır” Bu sözün, onların aleyhine yazılmasından murad, bunu onlara ispat etmek, boşa çıkarmamak ve bir kenara atmamak demektir. Çünkü insanlar bir şeyi zail olmayacak, unutulmayacak ve değişmeyecek bir biçimde tespit etmek istediklerinde onu yazarlar. Allah Teâlâ da burada yazma işini “böyle bir hükmü onlara verme” manasında mecazî olarak kullanmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

سَنَكْتُبُ [yazacağız] fiilinin başındaki gelecek manasını veren “sin” harfi aynı zamanda tekid ifade eder. Yani o söyledikleri sözün yazımı ve ispatı bizim nazarımızdan asla kaçmayacaktır. Çünkü bu son derece ağır ve korkunç bir sözdür; bu söz, hem Allah Teâlâ’yı inkârdır hem de Kur’an-ı Azim ve Resul-i Kerim ile istihzadır. İşte bundan dolayıdır ki buna atıf olarak “ve peygamberleri haksız yere katlettikleri” buyrulmuştur. Bu ifade iki günahın, büyüklükte kardeş olduklarını, bunun ilk cürümleri olmadığını, evveliyatları bulunduğunu ve peygamberleri öldürmeye cüret edenlerin bu gibi büyük cürümleri işlemelerinin yadırganamayacağını belirtir. Onların peygamberleri öldürmelerinden maksat, peygamberleri öldüren atalarının bu fiillerine rıza göstermeleridir. Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, bu cinayetlerin hakikatte haksız olduğu gibi kendi inançlarına göre de haksız olduğunu bildirir. (Ebüssuûd)

وَقَتْلَهُمُ اْلاَنْبِيَآءَ بِغَيْرِ حَقٍّ “Haksız yere peygamberleri öldürmeleri” gramer açısından mef'ûlu maah yani nesne yerindedir ki sözlerini bu fiilleriyle beraber yani bu cinayetin başına yazacağız manasını ifade eder, çok büyük bir vaid ve tehdidi içine alır. Bu katli, bunların ecdadı yapmış olduğu halde bunlara isnad edilmesi, bunların da bugün ona razı olarak cezasına iştirak etmekte bulunduklarından dolayıdır. Yani Hz. Yahya, Zekeriyya ve diğerleri gibi peygamberlerin böyle haksız olarak öldürülmesinin suçu şahıslara değil, Yahudiliğin mahiyetine yüklenmiştir. Ve işte bu rıza ve bu izafet (yükleme) dolayısıyla dır ki bu ayet bunlar hakkında yalnız bir vaad ve tehditten ibaret olmayıp, Muhammed’in (s.a.) peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün ve öne sürdükleri şüphelerin ciddi olmadığını ispat ile kökünden kaldıran bir cevabı da içerir ki bu cihet devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü Yahudiler yalnız Hz. İsa gibi inkâr ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla kalmamış, Hz. Zekeriyya gibi vaktiyle peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş bulundukları peygamberleri de öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi ise her halde haksız yeredir ve bir küfürdür. (Elmalılı)


 وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ

 

سَنَكْتُبُ  cümlesine  وَ ’la atfedilen bu son cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

نَقُولُ  fiilinin mekulü’l-kavli ise emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.

ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ  [Yakıcı azabı tadın!] ifadesinde istiare vardır. Tatmak, azabın şiddetini hissetmek manasında müstear olmuştur. Bir şey yiyip içen kişi nasıl ki bunların tadını hissediyorsa azabın can yakmasını da hissedecektir.

Bu tabirden maksat, Allah Teâlâ’nın, bu sözü söyleyene “Müslümanlara kederi tattırdığın gibi sen de şu yakıcı cehennemin azabını tat.” diyerek ondan intikam alacağını belirtmektir.  حَر۪يقِ, muhrik (yakıcı) manasınadır. Bu “elim” kelimesinin, mülim (elem verici) manasına gelmesi gibidir.

Bu sözün, ona ölürken haşr esnasında veyahut da kitabı okunurken söylenmesi muhtemel olduğu gibi aslında böyle bir söz söylenmediği halde bunun ilâhî vaidin söz konusu oluşundan bir kinaye olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî)


Âl-i İmrân Sûresi 182. Ayet

ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ  ...


“Bu, kendi ellerinizin (önceden yapıp) gönderdiklerinin karşılığıdır.” Allah, kullara asla zulmedici değildir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 ذَٰلِكَ bu
2 بِمَا karşılığıdır
3 قَدَّمَتْ yapıp öne sürdürdüğünün ق د م
4 أَيْدِيكُمْ sizin ellerinizin ي د ي
5 وَأَنَّ ve şüphesiz
6 اللَّهَ Allah
7 لَيْسَ asla değildir ل ي س
8 بِظَلَّامٍ zulmedici ظ ل م
9 لِلْعَبِيدِ kullara ع ب د

Riyazus Salihin, 141 Nolu Hadis:

Adî İbni Hâtim radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:

“Yarım hurma ile de olsa, cehennemden korunmaya bakın!”

Buhârî, Edeb 34, Zekât 10, Rikak 51, Tevhîd 36; Müslim, Zekât 66-70. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 1, Zühd 37;  Nesâî, Zekât 63-64; İbni Mâce, Mukaddime 13, Zekât 28

Buhârî (Zekât 10, Rikak 31, Tevhid 36) ve Müslim’in (Zekât 97) Adî İbni Hâtim’den bir başka rivayetlerinde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O halde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.”

ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ


İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك  ise muhatap zamiridir.

مَا  ve masdar-ı müevvel,  بِ  harf-i ceriyle birlikte mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  بِ  sebebiyyedir.

بِ  harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık/bedel, istiane, zaman - mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بِ  harf-i ceri bu azabın büyüklüğü hakkında uyarmak için “sebebiyye” manasında gelmiştir. Çünkü o gün görülecek olan azaptan bir korkutma vardır. (Âşûr) 

قَدَّمَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir.  اَيْد۪يكُمْ  fail olup  ی  üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel, önceki masdar-ı müevvele matuftur.

وَ  atıf harfidir.  اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ  lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

لَيْسَ بِظَلَّامٍ  cümlesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

لَيْسَ  nakıs camid fiildir.  كَانَ  gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.  لَيْسَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هُو ’dir.  بِ  zaiddir.  ظَلَّامٍ  lafzen mecrur,   لَيْسَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur.

ظَلَّامٍ  mübalağalı ism-i faildir. Mübalağalı ismi fail, bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Bazen  لَيْسَ ’nin haberinin başına manayı tekid için zaid  بِ  harf-i ceri gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ب  harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık/bedel, istiane, zaman -  mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لِ  harfi, zaiddir.  اَلْعَب۪يدِ  lafzen mecrur olup mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.


ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ

 

Ayet müstenefe olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda gelen ilk cümlenin müsnedün ileyhinin işaret ismi olması, işaret edilene tahkir ifade eder. İşaret isminde tecessüm sanatı vardır. Muhatabın kalın kafalı olduğuna işaret eder.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mecrur mahaldeki ismi mevsûl  مَا’nın müteallakı olan haber mahzuftur. Mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Mevsûlün sılası  قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

ذٰلِكَ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’, her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belagat Dersleri, Beyân İlmi) 

Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşarun ileyhi işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, s. 190)

Masdar ve tekid harfi  اَنَّ’nin dâhil olduğu  وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ  cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı  müevvel, mecrur mahaldeki mevsûle matuftur.  بِظَلَّامٍ’deki zaid  بِ  ve  اَنَّ  ile tekid edilen menfi isim cümlesi sübut ifade eder. Lafza-i celâlin müsnedün ileyh olması, konunun önemini vurgulayarak muhatabı ikaz içindir. 

Masdar tevilindeki son cümle mesel tarikinde tezyîldir. Öncesini  tekid etmek kastıyla gelen tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

[Ellerinizin takdim ettikleri sebebiyle] cümlesinde muhatap zamiri kullanılmış, [Allah kullarına zulümkâr değildir.] cümlesinde “size” yerine “kullara” şeklinde açık isim getirilerek muhataptan gaibe iltifat yapılmıştır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

ظَلَّامٍ  kelimesi mübalağa kalıbıdır. Günahsız birine azap etmenin ağır bir zulüm olduğunu ifade ederek Allah Teâlâ’yı tenzih manasını tekid eder. Kullar kelimesinin çoğul oluşuna riayet için yani kemiyet ifadesi için olduğu da söylenmiştir. (Ebüssuûd)

“Rabbin, kullarına zulümkâr değildir.” (Fussilet Suresi, 46) ayeti, Cenab-ı Hakk’ın,  ظَلَّامٍ (çok zalim) olmadığını gösterir. Bir sıfatın olmadığını söylemek, o sıfatın aslının bulunduğu vehmini verir. Bu da zulmün aslının (Allah Teâlâ’da) bulunduğu manasına gelir, diyebilir. Kâdî buna şu şekilde cevap vermiştir: Cenab-ı Hakk’ın kullarına yapacağı tehdidinde bulunduğu o azap eğer bir zulüm olursa bu zaten büyük olur. Böylece Cenab-ı Hakk var olması halinde o zulmü, olabilecek büyüklüğü ile nefy etmiştir. Bu da onların günahsız olmaları halinde onlara ceza vermenin zulüm olacağı şeklindeki görüşümüzü tekid eder. (Fahreddin er-Râzî)

ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ  [Bu, ellerinizin yaptığı şeyin karşılığıdır. ] Burada mecaz-ı mürsel vardır. Bir kısmının zikredilip bütünün  kastedilmesi kabilindendir. İşlerin çoğu ellerle yapıldığı için burada eller zikredilmiştir. (Safvetu’t Tefasir, Fahreddin er-Râzî) 

Cümlesinde  اَيْد۪ي [eller] zikredilerek tağlîb yapılmıştır. Çünkü iyi ya da kötü amellerin çoğu eller ile meydana gelmektedir. Ellerle yapılanlar bir araya getirilerek tağlîb meydana gelmektedir. (Ömer Yılmaz, Zerkeşî’nin el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an Adlı Eserinin Belagat İlmi Açısından Değerlendirilmesi)


Âl-i İmrân Sûresi 183. Ayet

اَلَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتّٰى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُۜ قُلْ قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْل۪ي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ  ...


Onlar, “Allah, bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti” dediler. De ki: “Benden önce size nice peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ onlar ki
2 قَالُوا dediler ق و ل
3 إِنَّ şüphesiz
4 اللَّهَ Allah
5 عَهِدَ and verdi ع ه د
6 إِلَيْنَا bize
7 أَلَّا
8 نُؤْمِنَ inanmayalım ا م ن
9 لِرَسُولٍ hiçbir elçiye ر س ل
10 حَتَّىٰ kadar
11 يَأْتِيَنَا bize getirinceye ا ت ي
12 بِقُرْبَانٍ bir kurban ق ر ب
13 تَأْكُلُهُ yiyeceği ا ك ل
14 النَّارُ ateşin ن و ر
15 قُلْ de ki ق و ل
16 قَدْ elbette
17 جَاءَكُمْ size gelmişti ج ي ا
18 رُسُلٌ elçiler ر س ل
19 مِنْ
20 قَبْلِي benden önce ق ب ل
21 بِالْبَيِّنَاتِ açık delillerle ب ي ن
22 وَبِالَّذِي
23 قُلْتُمْ ve bu dediğinizle ق و ل
24 فَلِمَ niçin
25 قَتَلْتُمُوهُمْ onları öldürdünüz ق ت ل
26 إِنْ eğer
27 كُنْتُمْ idiyseniz ك و ن
28 صَادِقِينَ doğru ص د ق

Sözlükte masdar olarak “yaklaşmak”, isim olarak da “Allah’a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey” anlamına gelen kurban kelimesi, dinî bir terim olarak “ibadet maksadıyla belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak veya bu şekilde boğazlanan hayvan” demektir. İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulamalarının bulunduğu tesbit edilmiştir (bk. Mâide 5/27; Hac 22/28-34, 67; Kevser 108/2). 

Rivayete göre eskiden bir kimse bir sadaka verdiğinde sadakasının kabul edilip edilmediğini öğrenmek için Allah’a bir kurban takdim ederdi, sadakası kabul edilmişse Allah tarafından gökten gönderilen bir ateş o kurbanın üzerine iner ve onu yakardı (Taberî, 1V, 197). 

Bu şekilde kurban takdim etme olayı İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberler için bir mûcize olmuştu. Peygamberin, Allah tarafından gönderilmiş olduğunu ispat etmesi için bir kurban kesilir, peygamber kalkar dua eder, bunun üzerine gökten inen bir ateş o kurbanı yakardı. Bu durum o peygamberin iddiasında doğru olduğunu gösteren bir mûcize olurdu (krş. Zemahşerî, I, 234; I. Kırallar, 18/36-38). 

Ancak peygamberlerin mûcizeleri sadece bundan ibaret değildi. Her peygamber kendi zamanına ve hitap ettiği topluma uygun olarak çeşitli mûcizeler getirmiştir. Nitekim Hz. Îsâ’nın ve Hz. Muhammed’in mûcizeleri tamamen farklı şeylerdi. İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberler onların istedikleri mûcizelerden fazla olarak başka mûcizeler de getirmiş olmalarına rağmen onlar birçok peygamberi öldürmüşlerdir. Yüce Allah onları kınamak üzere “Doğru söylüyorsanız onları (peygamberleri) niçin öldürdünüz?” buyurarak onların Hz. Peygamber’den kurban mûcizesi istemelerinde samimi olmadıklarına işaret etmektedir. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)


اَلَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتّٰى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُۜ 

 

İsim cümlesidir.  اَلَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu, 181. ayetteki  الَّذ۪ينَ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Veya onun bedelidir.

İsm-i mevsûlun sılası  قَالُٓوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  قَالُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا ’dir.  قَالُٓوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur.

عَهِدَ اِلَيْنَٓا  cümlesi  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  عَهِدَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  اِلَيْنَٓا  car mecruru  عَهِدَ  fiiline müteallıktır.

اَنْ  masdar harfidir.  لاَ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mahzuf  فِي  harf-i ceriyle birlikte  عَهِدَ  fiiline müteallıktır. Yani  عهد إلينا في عدم الإيمان  demektir.  نُؤْمِنَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur.  لِرَسُولٍ  car mecruru  نُؤْمِنَ  fiiline müteallıktır.

حَتّٰى  gaye bildiren cer harfidir.  يَأْتِيَنَا  muzari fiilini gizli  اَنْ  ile nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir.

حَتّٰٓى  edatı üç şekilde kullanılabilir: 

1) Harf-i cer olarak, 

2) Başlangıç edatı olarak, 

3) Atıf edatı olarak. 

Burada harf-i cer olarak kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَن  harfi altı yerde gizli olarak gelebilir: 

1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 

2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 

3) Lam-ı cuhuddan sonra, 

4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren  لِ) sonra, 

5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 

6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. 

Burada harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde  نُؤْمِنَ  fiiline müteallıktır.  يَأْتِيَنَا  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِقُرْبَانٍ  car mecruru  يَأْتِيَنَا   fiiline müteallıktır.

تَأْكُلُهُ النَّارُ  cümlesi  بِقُرْبَانٍ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.  تَأْكُلُهُ  merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  النَّارُ  fail olup lafzen merfûdur.              


 قُلْ قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْل۪ي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ


Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت’dir. Mekulü’l-kavli,  قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ ’dur.

قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  جَٓاءَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  رُسُلٌ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

مِنْ قَبْل۪ي  car mecruru  جَٓاءَكُمْ  fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  بِالْبَيِّنَاتِ  car mecruru  جَٓاءَكُمْ  fiiline müteallıktır.  اَلْبَيِّنَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

وَ  atıf harfidir.  الَّذ۪ي  müfret müzekker has ism-i mevsûlu,  بِ  harf-i ceriyle birlikte  جَٓاءَكُمْ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  قُلْتُمْ’dur. İrabtan mahalli yoktur.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

قُلْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur.

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri;  إن كنتم صادقين فلم قتلتموهم  (Eğer doğru sözlü iseniz niye onları öldürdünüz?) şeklindedir.

مَا  istifham isminin ism-i mevsûl olmadığı anlaşılsın diye elifi hazf edilmiştir.  لِ  harf-i ceriyle birlikte  قَتَلْتُمُوهُمْ  fiiline müteallıktır. Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir  و  harfi getirilir.   قَتَلْتُمُوهُمْ  fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı/işbâ edatı denilir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  كَانَ ’nin dâhil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.  تُمْ  muttasıl zamiri  كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. 

صَادِق۪ينَ  kelimesi  كُنْتُمْ’un haberidir. Nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

صَادِق۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  صدق  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir.




اَلَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتّٰى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُۜ


Fasılla gelen ayetteki ism-i mevsûl 181. ayetteki mevsûlden bedel veya onun sıfatıdır. Mahzuf mübtedanın haberi olmasına da cevaz vardır.

اَلَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ  cümlesi onların başka çirkin bir sözünü zikretmek için 181. ayette geçen  الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ  cümlesinden bedeldir. (Âşûr)

Mevsûlün sılası olan  قَالُٓوا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekullü’l-kavl olan  اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا  cümlesi ise  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkarî kelamdır. Lafza-i celâl  اِنَّ ’nin ismi, …عَهِدَ اِلَيْنَٓا اَلَّا  cümlesi  اِنَّ ’nin haberidir. 

Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi, hükmü takviye ve hudûs ifade eder. 

Masdar harfi  أن  ve menfi muzari fiil sıygasındaki  اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ  cümlesi, masdar tevilindedir. Takdir edilen  في  harf-i ceriyle birlikte  عَهِدَ  fiiline müteallıktır.  

Gaye bildiren cer harfi  حَتّٰى’yı takip eden müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ  cümlesi, masdar teviliyle  لَّا نُؤْمِنَ  fiiline müteallıktır.

بِقُرْبَانٍ  için sıfat konumundaki  تَأْكُلُهُ النَّارُۜ  cümlesi, masdar-ı müevvelle aynı üsluptadır.

[And vermiştir] yani Allah Tevrat’ta bize şu özel mucizeyi yani gökten inen bir ateşin yaktığı kurban mucizesini göstermedikçe hiçbir peygambere iman etmememizi emir ve tavsiye buyurmuştur. Nitekim İsrailoğulları’nın mucizeleri böyleydi; [ortaya] bir kurban getirilir, peygamber dua eder ve gökten bir ateş inip onu yakardı. Bu asılsız bir iddia ve Allah’a iftiradır. Çünkü ateşin kurbanı yakması, onu getiren peygambere iman etmeyi gerektirmez; iman etmeyi gerektiren şey, sadece onun mucize oluşudur. Dolayısıyla onunla diğer mucizeler eşittir. Binaenaleyh Allah’ın, diğer mucizeler arasından bunu seçip tayin etmesi caiz olmaz. (Keşşâf)

قَالُٓوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

قُرْبَانٍ  kelimesi için Vahidî şöyle demektedir: “Kurban, kendisi vesilesiyle Allah’a yaklaşılan bir iyiliktir. Bunun aslı  قَرِبَ قُرْبَانَا (yaklaştı) fiilinden bir masdardır. Bu, كُفران رُجحان ve حُسران  masdarları gibidir. Daha sonra bu kelime ile Allah’a yaklaşma vesilesi olan şeyin bizzat kendisi adlandırılmıştır. Hazreti Peygamberin (s.a.), Ka’b İbni Ucre’ye  يَا كَعْبُ الصَّومُ جُنَّةٌ وَالصَّلَوةُ قُرْبَانُ  ‘Ey Ka’b, oruç kalkandır, namaz da kurban (Allah’a yaklaşma vesilesi)dir.’ (Buhârî, Savm) sözü de bu manadadır. Yani ‘O namaz ile Allah’a yaklaşılır ve hacetler hususunda Allah’tan yardımı istenir.’ demektir.” (Fahreddin er-Râzî)


قُلْ قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْل۪ي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

 

Müstenefe olan cümle fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Tahkik harfi  قَدْ  ile tekid edilmiş mekulü’l-kavl cümlesi  قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْل۪ي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ’de tevcîh sanatı vardır. 

قُلْتُمْ, mevsûlü her zaman takip eden, îrabdan mahalli olmayan sılasıdır.

Manayı kısaca ifade etmek ve bu fiili onlara kaydetmek için  وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ şeklinde ismi mevsûl gelmiştir. (Âşûr)

قَالُٓوا - قُلْ - قُلْتُمْ  fiilleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

جَٓاءَكُمْ - يَأْتِيَنَا  ve  الَّذ۪ي - اَلَّذ۪ينَ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

فَ, takdiri  إن كنتم صادقين  [Eğer doğru söylüyorsanız] olan mahzuf şartın cevabına gelmiş rabıtadır. Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Cevap cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Cümle istifham üslubunda geldiği halde soru manası taşımamaktadır. Zemde mübalağa kastıyla söylenmiş cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

قُلْتُمْ - قَتَلْتُمُو  kelimeleri arasında cinas-ı nâkıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetin son cümlesi istînâfiyye veya tefsiriyye olarak fasılla gelmiştir. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi  كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ, faide-i haber ibtidai kelam olan isim cümlesidir. Cümlede  îcâz-ı hazif sanatı vardır. Öncesinin delaletiyle cevap cümlesi hazfedilmiştir.

تَأْكُلُهُ النَّارُۜ  [Onu ateş yer] cümlesinde istiare yoluyla,  تَأْكُلُهُ  fiili ateşe isnad edilmiştir. Gerçek manada yemek fiili insanlar ve hayvanlarda olur. Ateş alevleriyle dilini uzatıp yiyerek tüketen birine benzetilmiştir. Peygamberin onlara cevabı kavl-i bil mucip ve mantık yollu kelamdır. “Eğer peygambere mucize getirmediği için inanmıyorsanız, önceki peygamberler istediğiniz mucizelerle gelmişti, onları neden öldürdünüz? Demek ki sizin amacınız mucizeyi görüp iman etmek değil.” (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

Bu cümle (Eğer doğru kimseler iseniz) kendilerine ahitten ileri sürdüklerinin yalan ve boş şeyler olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. (Âşûr)

Cenab-ı Hakk, bu ayette fiili  جَٓاءَتْكُمْ رُسُلٌ  müennes değil de  جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ  müzekker sıygada buyurmuştur. Çünkü müennesin fiili, kendinden önce geldiğinde müzekker sıygasıyla olabilir. (Cemi olan isim) önce geldiğinde fiili müennes yerine müzekker de getirilebilir. Fakat ayetteki,  وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ  “O dediğinizi…” sözünden maksat, Yahudilerin Peygamberden (s.a.) istedikleri şeydir ki bu da ateşin yiyip bitirdiği kurban mucizesidir. (Fahreddin er-Râzî)

Âl-i İmrân Sûresi 184. Ayet

فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَٓاؤُ۫ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ  ...


Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık delilleri, hikmetli sayfaları ve aydınlatıcı kitabı getiren peygamberler de yalanlanmıştı.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَإِنْ eğer
2 كَذَّبُوكَ seni yalanladılarsa ك ذ ب
3 فَقَدْ doğrusu
4 كُذِّبَ yalanlanmıştı ك ذ ب
5 رُسُلٌ peygamberler de ر س ل
6 مِنْ
7 قَبْلِكَ senden önce ق ب ل
8 جَاءُوا getiren ج ي ا
9 بِالْبَيِّنَاتِ açık deliller ب ي ن
10 وَالزُّبُرِ hikmetli sahifeler ز ب ر
11 وَالْكِتَابِ ve Kitabı ك ت ب
12 الْمُنِيرِ aydınlatıcı ن و ر

“Belgeler” diye çevrilen beyyinât kelimesi “açık kanıtlar, belgeler veya mûcizeler” anlamına gelmektedir; zübür ise “kitap” anlamına gelen zebûrun çoğuludur. “Aydınlatıcı kitap”tan maksat Tevrat veya herhangi bir ilâhî kitaptır.

Burada Hz. Peygamber teselli edilmekte ve ondan yahudilerin kendisini yalanlamalarına üzülmemesi istenmektedir. Çünkü onların bu tutumu Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu mûcizelerdeki veya kitaptaki eksiklikten değil, aksine niyetleri ve inançları bozuk olan insanların öteden beri peygamberlere karşı açığa vurdukları isyan duygusundan ileri gelmektedir. Önceki peygamberler de kitaplar getirmişler ve mûcizeler göstermişlerdi. 

Özellikle Hz. Mûsâ, Tevrat gibi itikadî, ahlâkî ve hukukî hükümleri içeren büyük bir kitap getirmişti. Buna rağmen insanlar o peygamberleri de yalancılıkla suçlayıp onlara da isyan ettiler. Şu halde yahudilerin Hz. Peygamber’i yalancılıkla itham etmeleri şaşılacak bir olay sayılmamalıydı. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَٓاؤُ۫ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ

 

فَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  كَذَّبُوكَ  şart fiili olarak mahallen meczumdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

 فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.   كُذِّبَ  meçhul mebni mazi fiildir.  رُسُلٌ  naib-i fail olup lafzen merfûdur.

مِنْ قَبْلِكَ  car mecruru  رُسُلٌ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

جَٓاؤُ۫و بِالْبَيِّنَاتِ  cümlesi  رُسُلٌ  kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.  جَٓاؤُ۫و  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdurبِالْبَيِّنَاتِ  car mecruru  جَٓاؤُ۫و  fiiline müteallıktır.

الزُّبُرِ وَالْكِتَابِ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  الْبَيِّنَاتِ’ye matuftur.  الْمُن۪يرِ  kelimesi  الْكِتَابِ ’nin sıfatıdır.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

الْمُن۪يرِ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. 

İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَٓاؤُ۫ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ

 

Ayet  فَ  ile önceki ayetteki  قل  cümlesine atfedilmiştir. İki cümle arasında inşâ üslubunda olmak bakımından ittifak vardır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.

Şart cümlesi  كَذَّبُوكَ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi, tahkik harfi  قَدْ  ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Cevap cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek olayın vukuunun kesinliğine işaret etmiştir.

رُسُلٌ  için sıfat olan  جَٓاؤُ۫و بِالْبَيِّنَاتِ  cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

رُسُلٌ ’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.

كَذَّبُوكَ - كُذِّبَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

كَذَّبُو  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)

Kitabın nurlu olması istiaredir. Kitabın içindeki ayetler, deliller, açıklamalar, insanın cehaletini giderip zihnini açtığı için nura benzetilmiştir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)

وَالزُّبُر  kelimesi sahifeler/suhuf anlamındadır.  وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ  [Aydınlatıcı kitap] Tevrat, İncil ve Zebur’dur. Bu ayet, gerek kendi kavminin gerekse Yahudilerin iman etmemesinden dolayı Peygamberi (s.a.) teselli etmektedir. (Keşşâf)

الْكِتَابِ الْمُن۪يرِ  sözündeki tarif cins içindir. (Âşûr)

Ayette geçen  الْبَيِّنَاتِ, hüccetler ve mucizeler demektir. الزُّبُرِ  kelimesi ise kitaplar demek olup “Zebur” kelimesinin cemisidir, “Mezbûr (yazılmış)” manasına olan Zebur, mektup (yazılmış) manasına gelen kitap manasınadır. Mesela, “kitabı yazdım” manasında زَبَرْتُ الكِتَابَ  denir. Buna göre her kitap, Zebur demektir. Zeccâc, “Zebur”un, hikmetli kitap manasına geldiğini söylemiştir. Zeccâc'ın bu görüşüne göre ayete uygun olan, buradaki “Zebur” kelimesinin, “men etmek” manasına olan “zebr” kökünden olmasıdır. Mesela birisini, batıl bir şeyden men ettiğin zaman  زَبَرْتُ الرَّجُلَ dersin. Kitap da hakkın hilafına hususlardan men eden şeyler kendisinde bulunduğu için “Zebur” diye adlandırılmıştır. İşte Davud’ (a.s.) verilen Zebur da içinde men eden şeyler ve mevizeler çok bulunduğu için bu ismi almıştır. (Fahreddin er-Râzî)

“Zebur” kelimesi, aslında güzelleştirilmiş şey demektir. Buradaki anlamı, içinde bir çok hüküm bulunan kitaptır. (Ebüssuûd)

Ayette yeralan, الْبَيِّنَاتِ kelimesinden murad, mucizelerdir. Allah Teâlâ, bunun peşine  الزُّبُرِ ve الْكِتَابِ  kelimelerini de atfetmiştir ki bu, onların mucizelerinin kitaplarından başka olduğunu söylemeyi gerektirir ki bu da diğer peygamberlerin getirdikleri kitapların kendileri için bir mucize olmadığına delalet eder. Binaenaleyh Tevrat, İncil, Zebur ve diğer peygamberlerin sahifelerinden hiçbiri mucize değildir. Fakat Kur’an başlı başına bir kitap ve bir mucizedir ki bu da Hazreti Muhammed’in (s.a.) hususiyetlerindendir. (Fahreddin er-Râzî)

Allah Teâlâ, الْكِتَابِ الْمُن۪يرِ [Nur verici kitap] vasfını böyle olan her kitap, “Zebur (kitap)” olmasına rağmen “zübür (sahifeler, kitaplar)” kelimesi üzerine atfetmiştir. Bu, yerinde ve güzel bir atıftır. Çünkü nur verici kitap (Kitab-u Münir), kitapların en şereflisi ve en güzelidir. Binaenaleyh bu atıf yerindedir. Kitab-u Münir’in (Kur’an’ın), daha şerefli oluşu ya bütün şeriatları ihtiva etmesinden veyahut da kıyamete kadar sürecek olmasındandır. Bu ayette geçen Zübur (kitaplar) ifadesi ile diğer peygamberlere verilen sahifelerin, “Kitab-u Münir” ifadesi ile Tevrat, Zebur ve İncil’in kastedilmiş olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî)


Âl-i İmrân Sûresi 185. Ayet

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ  ...


Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 كُلُّ her ك ل ل
2 نَفْسٍ can ن ف س
3 ذَائِقَةُ tadacaktır ذ و ق
4 الْمَوْتِ ölümü م و ت
5 وَإِنَّمَا şüphesiz
6 تُوَفَّوْنَ size eksiksiz verilecektir و ف ي
7 أُجُورَكُمْ ecirleriniz ا ج ر
8 يَوْمَ günü ي و م
9 الْقِيَامَةِ kıyamet ق و م
10 فَمَنْ kim ki hemen
11 زُحْزِحَ çekilip kurtarılır ز ح ز ح
12 عَنِ
13 النَّارِ ateş(in elin)den ن و ر
14 وَأُدْخِلَ ve sokulursa د خ ل
15 الْجَنَّةَ cennete ج ن ن
16 فَقَدْ işte o
17 فَازَ kurtuluşa ermiştir ف و ز
18 وَمَا ve değildir
19 الْحَيَاةُ hayatı ح ي ي
20 الدُّنْيَا dünya د ن و
21 إِلَّا başka bir şey
22 مَتَاعُ zevkten م ت ع
23 الْغُرُورِ aldatıcı غ ر ر

Bazı âlimler nefsin “ruh ve zat” anlamına geldiği gerekçesinden ve “Herkes ölümü tadacaktır” meâlindeki bu âyetten hareketle ruhun ölmeyeceği kanaatine varmışlardır. Çünkü tatmak bir hayat eseri olup tatma anında tadan kimsenin diri olmasını gerektirir. Buna göre âyetten anlaşılan şudur: Ruh ve beden ayrı ayrı varlıklar olduğu için bedenin ölmesiyle ruh ölmeyecektir; diri ve bâki olan ruh (nefis), bedenin ölümünü tadacaktır. Bu görüşte olanlar, âhiret kavramını da ruhun ölmezliği prensibine dayandırarak, âhiret hayatını ruhsal bir hayat şeklinde düşünmüşlerdir. Başka birçok müfessir ise bu yorumun bir zorlama olduğunu ileri sürerek “Her nefis ölümü tadacaktır” meâlindeki cümlenin, “Her nefis ölecektir” anlamına geldiğini söylemiştir. (Elmalılı, II, 1244)

Elmalılı’ya göre ölümden sonra nefis ve ruhun büsbütün yok olmayıp bir süre daha kalabileceği başka delillerle sabit ise de genel anlamda bütün ruhların ölmez olduğu iddiası ne aklen ne de naklen sabittir. Ancak, “Her nefis ölümü tadacaktır” hükmü de genel anlamda cârî olmayıp bunun da istisnaları vardır. Nitekim Zümer sûresinin 68. âyetinde sûra üflendiği zaman göklerde ve yerde ne varsa hepsinin öleceği, ancak Allah’ın, dilediği kimselerin ölmeyecekleri bildirilmiştir. Bu sebeple göklerde ve yerde meleklerden ve ruhlardan diri kalanlar olacaktır. (II, 1244 vd.)

Yapılan iyi veya kötü işlerin bütün karşılığını dünyada iken almak çok zaman mümkün olmayabilir. Meselâ şehitlerin mükâfatlarını dünyada almaları mümkün değildir. Asıl mükâfat veya cezalar âhirette eksiksiz olarak ödenecek ve ebedî mutluluk veya bedbahtlık orada olacaktır. Dünya geçici olduğu için dünyada alınan karşılıklar da geçici ve aldatıcıdır. Bu yüzden âyette “Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir” buyurulmuştur. Bir kimsenin dünyada bolluk ve refah içinde yaşaması onun kurtuluşa erdiği anlamına gelmediği gibi fakirlik ve yoksulluk içerisinde yaşaması da onun yanlış yolda ve Allah’ın yardımından yoksun, bedbaht biri olduğunu göstermez.

Asıl kurtuluş ve mutluluk âhirette cehennem azabından kurtulup cennet nimetlerine erişildiğinde gerçekleşecektir. Âhiret hayatı kalıcı ve sürekli olduğu için Hz. Peygamber kişinin cennette sahip olacağı en küçük bir yerin fâni olan dünyadan ve orada bulunan nimetlerden daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin kamçısının cennette işgal edeceği az bir yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır!”. (Buhârî, “Cihâd”, 73; “dünya hayatının geçici menfaatleri” konusunda ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/14) (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

Atın, araban, evin, elbisen, yiyeceğin ve dünyada seni başkalarından ayıran her uğraşın gafletin başlangıcıdır, seni gafletin içine sokar ve sen onlarla övünerek dünya hayatının içinde kaybolur gidersin.

''Her nefis ölümü tadıcıdır'' sözünde isabetli olan yaklaşım Gazzâlî’nin görüşüdür. Ahiret hayatı ebedi olduğuna göre ruhun ölmemesi gerekmektedir. Aksi halde sonsuz hayatı yaşamak nasıl mümkün olabilir? Onun içindir ki Yüce Allah “Her insan ölümü tadacaktır” buyurmuştur. Tatma da bilindiği gibi bir hayat eseridir. Bu yüzden tatma anında, tadan kimsenin diri olması gerekmektedir. Buna göre âyetten anlaşılan şudur: Ruh ile beden birbirinden ayrı iki varlıktır. Bedenin ölmesiyle ruh ölmemektedir. Böyle olduğu için de diri olan ruh, bedenin ölümünü tadacaktır. Aksi halde bedenin ölümü esnasında insanın acı hissetmesi mümkün olmayacaktı. (Kur’ân Tefsirinde Farklı yorumlar)


كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ


İsim cümlesidir.  كُلُّ  mübtedadır.  نَفْسٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  

ذَٓائِقَةُ  haberdir.  الْمَوْتِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

ذَٓائِقَةُ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ذوق  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

      

وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ

 

وَ  atıf harfidir.  اِنَّمَا  kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  demektir.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ile matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Ve (و): Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

تُوَفَّوْنَ  meçhul mebni muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. اُجُورَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يَوْمَ  zaman zarfı,  تُوَفَّوْنَ  fiiline müteallıktır.  الْقِيٰمَةِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

 

فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَۜ


 

فَ  atıf harfidir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  زُحْزِحَ  meçhul mebni mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. 

Asıl (kök) harfleri dört harfli olan fiillere rubâî mücerred (ilavesiz dörtlü) fiiller denilir. Rubâî mücerredin babı  دَخْرَجَ  babıdır.  زُحْزِحَ  fiili de bu babtandır. Bu babdan gelen fiillerin çoğu müteaddi bazıları da lazımdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

Bu gibi fiillerin mudaaf olduğu görüşü de vardır. زُحْزِحَ  َfiili uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek manasınadır.  زَحَّ َkelimesinin tekrarıyla meydana gelmiştir. Bir şeyi süratlice yerinden acele ile çekmek, kenara almak, yerinden uzaklaştırmak demektir.

عَنِ النَّارِ  car mecruru  زُحْزِحَ  fiiline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  اُدْخِلَ  meçhul mebni mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هو’dir.  الْجَنَّةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıtadır.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. 

فَازَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.       


وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

 


وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  الْحَيٰوةُ  mübtedadır.   الدُّنْيَٓا  ise  الْحَيٰوةُ’nun sıfatıdır.

اِلَّا  hasr edatıdır.  مَتَاعُ  haberdir.  الْغُرُورِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 


كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ


Fasılla gelen ayetin ilk cümlesi sübut ifade eden isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedin ve müsnedün ileyhin izafetle gelişleri az sözle çok anlam ifadesi içindir.

نَفْسٍ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ  [Her nefis [kişi] ölümü tadacak.] Burada ism-i fail olan  ذَٓائِقَةُ  kelimesi, ölümün şiddetini hissetmek manasında müstear olmuştur. Bir şey yiyip içen kişi nasıl ki bunların tadını hissediyorsa ölen kişi de o esnada ölümü hissedecektir. (Kur’an Işığında Belâgat Dersler Beyân İlmi, Fatma Serap Karamollaoğlu )

“Her can (nefs) ölümü tadıcıdır.” cümlesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allah Teâlâ, kendisini “nefs” diye adlandırmış ve “Benim nefsimde olan her şeyi sen bilirsin, ben (İsa) ise senin nefsinde olanı bilmem.” (Maide Suresi, 116) buyurmuştur. Hem nefis ile zat aynı şeydir. Buna göre bütün cansızlara da “nefis” denir. Binaenaleyh ölümün, cansız varlıkları da içine alması gerekir. Yine Cenab-ı Hakk, “Allah’ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecektir.” (Zümer Suresi, 68) buyurmuştur ki bu ayet de müstesna olanların ölmeyeceklerini göstermektedir. Halbuki ölümün umumi oluşu herkesin hatta cennet ve cehennemde olanların ölmelerini gerektirir. Çünkü hepsi “her nefis” tabirine dahildir.

Buna şöyle cevap verilir: Bu ayetten maksat, Hakk Teâlâ’nın bunun peşi sıra gelen, “Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak kurtulmuş olur.” ifadesinin de delil oluşu ile bu dünyadaki mükellefler (insanlar)dır. Çünkü bu ayette ifade edilen husus, onlar için söz konusudur. Bir de umumi bir lafız, tahsis edildikten (sınıflandırıldıktan) sonra da hüccet olur. (Fahreddin er-Râzî)

ذَٓائِقَةُ  kelimesi “zevk” masdarından ism-i faildir. İsm-i fail, bir isme muzâf olup kendisi ile mazi manası murad edildiğinde, muzâfun ileyhin ancak mecrur olması caiz olur. Bu senin tıpkı زَيْدٌ ضَارِبُ عَمْرٍ وَ اَمْسِ (Zeyd, dün Amr’ı dövdü.) demen gibidir. Eğer ism-i fail ile şimdiki zaman veya istikbal manası murad edilir ise muzâfun ileyhin hem mecrur hem de mansub olması caizdir. Mesela sen, هُوَ ضَرِبُ زَيْدٍ غَدًا (O, yarın Zeyd’i dövecek) ve  هُوَ ضَرِبُ  زَيْدًا غَدًا (O, yarın Zeyd’i dövecek) dersin. Nitekim Allah Teâlâ, هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتٌ ضُرَِّهُ  [Onlar, O’nun zararını giderebilici midirler?] (Zümer Suresi, 38) buyurmuştur. Buradaki  ضُرَِّهُ  kelimesi,  كَاشِفَاتٌ  kelimesi istikbal manasında olduğu için fethalı ve kesreli olarak iki şekilde okunmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

Hakk Teâlâ’nın, “Her nefis ölümü tadıcıdır.” buyruğu, öldürülen kimseye de “meyyit” denilebileceğine delalet eder. Fakat besmele ile kesilen hayvana, örfün (ona başka isim) tahsis etmesi sebebi ile “meyyit” denmez. (Fahreddin er-Râzî)

Bu kelam, hakkı tasdik edenler için mükâfat vaadi, tekzib edenler için de azap vaididir. (Ebüssuûd)

“Meta” satılık kumaş ve kullanacak aletler ve avadanlıklar veya gerek aletler ve avadanlıklar gerek mallar ve diğer genel faydalanmaya yarayan az-çok lüzumlu şey manalarına gelir ki dilimizde “matah” dediğimiz zaman bu üçüncü manayı kastederiz. “Gurur” aldanmak demek olduğu gibi غار’ın çoğulu olarak aldatıcılar demek de olabilir. Meta-ı gurur, müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta (sermaye, mal) demektir. İşte dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün nazar (bakış) ve ümidini buna dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek sananlar aldanmış olurlar. (Elmalılı)

 

وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ

 

Ayetin ikinci cümlesi  وَ ’la makabline atfedilmiştir. İki cümle arasında tezayüf vardır. Müspet muzari fiil sıygasında gelen cümle kasr edatı  اِنَّمَا  ile tekid edilmiştir. Faide-i haber talebî kelamdır.

Kasr-ı kalptir. (Âşûr)

Ücretiniz verilecek yani size tamamlanacak. Dini destekledikleri için dünyada da onlara büyük bir mükafat verildiğine bir tariz vardır. Bedir gününde kazanılan zafer ve Mekke’de yaşarlarken hicret edebilecek duruma gelinceye kadar müşriklerin ellerinin onlardan kesilmesi gibi. (Âşûr)

[Mükâfatlarınız kıyamet gününde ödenecek] sözünde istiare vardır. İnsan ücretle çalışan bir işçiye benzetilmiştir.

Buradaki haber cümlelerinden maksat, kolayca anlaşıldığı gibi nasihat etmektir.

Önceki ayette Allah Teâlâ, Hz. Peygambere hitap ederek Yahudi ve müşriklerin inkârından duyduğu acıdan dolayı teselli etmişti. Bu ayette, hitap cemi muhataba dönerek iltifat yapılmıştır.

تُوَفَّوۡنَ - أُجُورَكُمۡ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

تُوَفَّوۡنَ  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)


فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَۜ


فَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi  مَنْ  mübteda  زُحْزِحَ   şart cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Aynı üsluptaki  وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ, tezat dolayısıyla şart cümlesine atfedilmiştir.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَقَدْ فَازَۜ, mazi fiil sıygasında  قَدْ  ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır.

فَمَنْ زُحْزِحَ  cümlesindeki  فَ  edatı  تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ  cümlesi üzerine tefri içindir.  زُحْزِحَ  fiilinin manası uzaklaştırmaktır. (Âşûr)

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip mübteda olan  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfudur. 

النَّارِ - الْجَنَّةَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı icâb,  زُحْزِحَ - اُدْخِلَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır. 

زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ  cümlesiyle  اُدْخِلَ الْجَنَّةَ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

زُحْزِحَ, çok uzaklaştırdı demektir. Aynı seslerin tekrarlanması vurguyu artırır. Kahkaha, laklaka gibi.

 زَحْزَحَ  fiili uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek manasınadır. Bu fiil  الزَّحُّ  lafzının iki kere söylenmesiyle meydana gelmiştir ki   زَحَّ  birşeyi süratlice yerinden bir tarafa çekmek demektir. Bu da insanın dünyada olduğu müddetçe sanki ateş içinde imiş gibi olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü dünyanın afetleri çok belaları şiddetlidir. İşte bundan dolayı Hazreti Peygamber (s.a.),  اَلدُّنْيَا سِجْنُ المُؤْمِنُ   “Dünya, müminin hapishanesidir.” (Müslim, Zühd, 1 (4/2272); Tirmizi, Zühd, 16 (4/562); İbni Mâce, Zühd, 3 (2/1378)) demiştir. Bil ki insanın, ilâhî azaptan kurtulması ile ilâhî mükâfatı elde etmekten öte hiçbir maksat ve gayesi yoktur. Böylece Cenab-ı Hakk bu iki maksata ulaşan kimsenin en büyük maksatı ve kendisinden sonra başka bir matlubun söz konusu olmadığı bir gayeyi elde etmiş olacağını beyan etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)


 وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

 

وَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda gelmiş faide-i haber talebî kelamdır.

Nefy harfi  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.  الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا  mevsuf/maksûr, مَتَاعُ الْغُرُورِ  sıfat/maksûrun aleyhtir. Dünya hayatının bir aldanış vasıtasından başka birşey olmadığı etkili bir şekilde ifade edilmiştir.

الْمَوْتِۜ - الْحَيٰوةُ  arasında tıbâk-ı îcab,  الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا - يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ  tabirleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

[Dünya hayatı sadece aldanma malzemesidir.] sözünde dünya hayatı bir alım-satımda müşterinin aldatıldığı bir metaa benzetilmiştir. Bu; dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler içindir. Oysa dünya hayatı, ahiret hayatını kazanmaya çalışanlar için matluba ulaşmaya yarayan iyi bir vasıtadır. (Ebüssuûd)

Zemahşeri şöyle der: Allah dünyayı, müşteri aldanıp da alsın diye kusuru gizlenen bir mala benzetmiştir. Aldatan ve kandıran şeytandır. (Safvetü't Tefasîr)

مَتَاعُ الْغُرُورِ  ifadesinde istiare vardır. (Beliğ teşbih formunda olan bu ifadede dünya hayatı, müşterisini kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen, alındıktan sonra bayağı ve değersiz olduğu anlaşılan ticaret metaına benzetilmiştir.)

Çünkü aldatmanın (gurur) gerçekte metaı olmaz. Bununla kastedilen, insanın yararlandığı her metaın, geçici bir gölge ve silinerek yok olan kına [gibi] olmasıdır. ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ   ifadesi de yukarıdaki gibi istiaredir. Çünkü gerçek anlamda tatmak (zevk) duyu ile algılanmaktadır. Burada canın (nefs) ölümü tatmakla nitelenmesi güzel düşmüştür. Çünkü can (nefs) ölümün korku, keder ve sıkıntısını kuvvetle hissettiği için sanki ölümü tatma duyusuyla hisseder gibidir. (Şerif er-Râdî, Kur’an Mecazları)  

Cenab-ı Hakk,  وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ “Dünya hayatı bir aldanma metaından başka birşey değildir.” buyurmuştur. “Gurur (aldanma)” kelimesi, senin غَرَرْتُ فُلَانًا غُرُورًا  “Falancayı iyice aldattım.” sözünden masdardır. Allah Teâlâ dünyayı, müşterinin alması için süslenerek güzel gösterilen, bozukluğu ve adiliği sonradan ortaya çıkan mala benzetmiştir. Aldatan ve garûr olan, şeytandır. Said İbni Cübeyr’den bu ayetin, dünyayı ahirete tercih edenler hakkında olduğu, fakat bu meta ile ahireti isteyen (onu Allah yolunda sarf eden) kimseler için ise “Bu ne güzel bir mal!” dediği rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Dünyanın bir aldanma metaı olduğunu ve müminlerin emiri Hazreti Ali İbni Ebi Talib’in (r.a.) tavsif ettiği gibi olduğunu anlamış olursun. Çünkü o, “Dünyanın dokunması yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür.” demiştir. Birisi de “Dünyanın dış görünüşü sevinçlerin bineği, içi ise şerlerin bineğidir.” demiştir. (Fahreddin er-Râzî)


Âl-i İmrân Sûresi 186. Ayet

لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يراًۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ  ...


Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَتُبْلَوُنَّ deneneceksiniz ب ل و
2 فِي hususunda
3 أَمْوَالِكُمْ mallarınız م و ل
4 وَأَنْفُسِكُمْ ve canlarınız ن ف س
5 وَلَتَسْمَعُنَّ ve (sözler) duyacaksınız س م ع
6 مِنَ
7 الَّذِينَ kendilerine
8 أُوتُوا verilenlerden ا ت ي
9 الْكِتَابَ Kitap ك ت ب
10 مِنْ
11 قَبْلِكُمْ sizden önce ق ب ل
12 وَمِنَ
13 الَّذِينَ kimselerden
14 أَشْرَكُوا ortak koşan(lar) ش ر ك
15 أَذًى incitici ا ذ ي
16 كَثِيرًا çok ك ث ر
17 وَإِنْ ama
18 تَصْبِرُوا sabreder ص ب ر
19 وَتَتَّقُوا ve korunursanız و ق ي
20 فَإِنَّ şüphesiz
21 ذَٰلِكَ işte bunlar
22 مِنْ
23 عَزْمِ yapmağa değer ع ز م
24 الْأُمُورِ işlerdendir ا م ر

Bir önceki âyette her canlının öleceği bildirilmiş ve dünya hayatının aldatıcı zevk ve menfaatlerden başka bir şey olmadığı vurgulanarak müminler bu âyette verilecek haberlere psikolojik olarak hazırlanmıştır. Burada müminlerin, Allah’ın kendilerine lutfettiği mal ve can konusunda denenip sınanacakları, daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hıristiyanlarla putperest müşrikler tarafından birçok eziyetlere ve sıkıntılara, özellikle sözlü saldırılara mâruz kalacakları haber verilmekte, müminlerden bu sıkıntılara kendilerini hazırlamaları, olayları sabır ve metanetle karşılamaları, Allah’ın rızâsına aykırı davranışlardan sakınmaları istenmektedir. 

Ayrıca yüce Allah müminlerin, Ehl-i kitap veya müşriklerden gelecek tahriklere kapılmamalarını; onların suçlamalarına, sataşmalarına, alay etmelerine, kötü söz ve propagandalarına karşı sabırlı olmalarını; yanlış, adaletsiz, ahlâk dışı söz ve hareketlerden sakınmalarını, azimli, kararlı ve sabırlı olmalarını, sıkıntılara katlanmalarını, maddî ve mânevî olarak zarar veren her türlü kötü davranıştan sakınmalarını istemektedir. Müminler bu şekilde davrandıkları takdirde zafere ulaşacaklardır. (Kur’ân Yolu, Diyanet Tefsiri)

Sizden önce kitap verilenler ve şirk koşanlar tarafından çok eziyete uğrayacaksınız / çok eziyet işiteceksiniz: Demek bunlar fiili davranışlardan daha çok sözlü eziyetler olacaktır. (Küçümsenmek gibi.)

Eğer sabrederseniz ve sakınırsanız, işte bu azim işlerdendir. (Sabredip onların seviyesine inmemek gerekir.) 

لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يراًۜ

 

لَ  mahzuf kasemin cevabına dâhil olan lam-ı vakıadır.  تُبْلَوُنَّ  fiilinin sonundaki  نَّ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Meçhul mebni muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Tekid  نَّ ’ları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ  car mecruru  تُبْلَوُنَّ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَنْفُسِكُمْ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  اَمْوَالِكُمْ ’e matuftur.

وَ  atıf harfidir.  لَ  mahzuf kasemin cevabına dâhil olan lam-ı vakıadır.  تَسْمَعُنَّ  fiilinin sonundaki  نَّ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Merfû muzari fiildir.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Ve (و): Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  مِنَ  harf-i ceriyle birlikte  تَسْمَعُنَّ  fiiline müteallıktır.

İsm-i mevsûlun sılası  اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

اُو۫تُوا  damme üzere meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.  الْكِتَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

مِنْ قَبْلِ  car mecruru naib-i failin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  مِنَ  harf-i ceriyle birlikte ilk cemi müzekker has ism-i mevsûle matuftur. İsm-i mevsûlun sılası  اَشْرَكُٓوا اَذًى ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.

اَشْرَكُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  اَذًى  elif üzere mukadder fetha ile mansubtur.  كَث۪يرًا  ise  اَذًى  kelimesinin sıfatıdır.  

اَذًى  maksûr bir isimdir. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksûr isimler” denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksûre” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…

Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme, mansub halinde takdiri fetha, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ


وَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  تَصْبِرُوا  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur. 

تَتَّقُوا  fiili atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ذٰلِكَ  işaret ismi  اِنَّ ’nin ismi olup mahallen mansubtur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

مِنْ عَزْمِ  car mecruru  اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.  الْاُمُورِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.


لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يراًۜ

 

Fasılla gelen ayet mahzuf kasemin cevap cümlesidir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle gayrı talebî inşâî isnaddır. 

Kasemin cevabı, vakıa lamı ve nûn-u sakile olmak üzere iki unsurla tekid edilmiş, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.

وَ ’la makabline atfedilmiş …وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ  cümlesi de aynı üslupta gelmiş haberî isnaddır. İki cümle arasında tezayüf mevcuttur.

لَتَسْمَعُنَّ  fiiline müteallık mecrur mahaldeki ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  tevcih ihtiva etmektedir. Sılası  اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ  meçhul mazi fiil sıygasında haberî isnaddır. 

وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا ibaresindeki aynı fiile müteallık ikinci ism-i mevsûlün sılası, mazi fiille gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İmtihan konusunun, mallar ve canlar olmak üzere sayılması taksim sanatıdır.

Tezayüfle birbirine atfedilmiş  اَمْوَالِكُمْ - اَنْفُسِكُمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi bu kişileri tahkir içindir.

Cümlede haberlerin muzari fiille gelmesi tecessüm ve teceddüt ifade eder.

اَذًى ’deki tenvin nev ve kesret içindir.

[Onlardan çok eziyet işiteceksiniz.] ifadesi sebep müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir.

Müminler kendilerinin veya başkalarının başına bir musibet geldiği zaman üzülüyorlardı. Bu durum kelamın, yemine delalet eden  ل  ve tekîd  ن’uyla gelmesini gerektirdi. Böylece buna ünsiyet duyacaklar ve Allah Teâlâ’nın sünneti olduğunu daha kolay kabul edebileceklerdir. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi, Fatma Serap Karamollaoğlu)

[Mallarınızda ve canlarınızda imtihan olunacaksınız.] sözünde hazif icazıyla hükmî mecaz vardır. Azalmasıyla, artmasıyla, kaybetmeyle demektir.

Bu ayetteki tekid; ya hadiselerin tesirini azaltmak ya da bu hadiselere hazırlıklı olmaya ziyadesiyle teşvik içindir. Ayette önce malın gelmesi daha çok vaki olması sebebiyledir. (Ebüssuûd)

“İbtila”, imtihan, sınama, deneme anlamındadır. Bu mana elbette ancak işlerin akıbetlerini bilmeyenler için düşünülebilir. Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar olan) Allah Teâlâ hakkında ise mecazi anlamda kullanılmaktadır. (Ebüssuûd)

Ayette sarahaten  مِنْ قَبْلِكُمْ  [sizden önce] buyurulması, onların düşmanlık ve hakka muhalefet sebebini zımnen bildirmek ve ana sebebi takviye etmek içindir. Çünkü onların kitaplarının daha önce nazil olması, kendilerince ona bağlı kalmalarını gerektirmektedir. (Ebüssuûd)

اَشْرَكُٓوا - اُو۫تُوا  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. “Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

Müminleri hak ehlinin ve rasullere tabi olanların başına gelen musibetler konusunda uyarmak ve tenbih için gelmiş bir istinaf cümlesidir. (Âşûr)

Ayetteki  لَتُبْلَوُنَّ  kelimesi  لَتُحُتَبَرُنَّ  “imtihan olunacak, deneneceksiniz” manasındadır. Halbuki Allah hakkında, “deneme” fiilinin kullanılamayacağı herkesin malumudur. Çünkü deneme, iyinin kötüden ayırt edilip bilinmesi için bilgi edinme gayesiyle yapılır. Fakat bu kelimenin Hakk Teâlâ hakkında kullanılışı, “O, kuluna, denenen ve imtihan edilen kimseye yapılan muamele gibi bir muamele yapar.” manasındadır. (Fahreddin er-Râzî)


وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ

 

Cümle وَ ’la öncesine atfedilmiştir. İki cümle arasında inşâî isnad olmak bakımından mutabakat vardır.  وَ’ın  istînâfiyye olduğu da söylenmiştir.

Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.  تَصْبِرُوا  müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَ ’la makabline atfedilmiş  وَتَتَّقُوا  cümlesi de aynı üslupta gelmiş haberî isnaddır. İki cümle arasında tezayüf mevcuttur. 

Cümlede haberlerin muzari fiille gelmesi tecessüm ve teceddüt ifade eder. 

Rabıta harfi  فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesidir.

Faide-i haber inkarî kelam olan cümlede  اِنَّ ’nin isminin ism-i işaretle gelmesi, işaret edilenin tazimini ifade eder.

مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ  inne’nin mahzuf haberine mütallıktır. Haberin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

عَزْمِ الْاُمُورِ ifadesi; sıfatın mevsufuna izafeti şeklinde gelmiştir. Yani  الأُمُورِ العَزْمِ  demektir.  الأُمُورَ  kelimesi çoğuldur,  عَزْمِ  kelimesi ise tekildir. Çünkü  عَزْمِ  kelimesi aslında mastardır. Dolayısıyla tek bir hali olur. Burada mef’ûl manasında gelmiştir. Yani  مِنَ الأُمُورِ المَعْزُومِ عَلَيْها  (azim işlerdendir) manasındadır. Doğru belli olup da görüşü netleştirdikten sonra tereddüt etmemek demektir. (Âşûr)

ذٰلِكَ’de istiare vardır.  Bu cümlede işaret ismi ile sabreden ve takvalı olanların davranışlarına işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye  işaret ismiyle işaret edilirse, aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’, her ikisindeki vucudun tahakkukudur. 

تَصْبِرُوا - تَتَّقُوا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı,  اِنَّ - اِنْ  arasında ve  ذٰلِكَ’lerde ise cinas ve reddü’l-acüz ales’sadr sanatları vardır. 

تَصْبِرُوا - تَتَّقُوا  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. “Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)

Sabır, hoş olmayan şeylere tahammül etmekten; takva da gerekmeyen şeylerden sakınmaktan ibarettir. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk önce sabrı zikretti, sonra bunun peşi sıra takvayı getirdi. Çünkü insan, ancak gerekmeyen şeylerden geri durmak için sabra yönelir. Bunun şu şekilde bir diğer izahı daha vardır. Sabırdan murad şudur: Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, kötülüklerin artmasına sebebiyet verir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, dünya zararlarını azaltmak için sabrı, ahiret zararlarını azaltmak için de takvayı emretti. Ayet bu izaha göre dünya ve ahiret âdabını içinde toplamaktadır. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki,عَزْمِ الْاُمُورِ “İşte bu, azm edilmesi gereken işlerdendir.” buyruğu kendisinde doğruluğun zuhur ettiğinde şüphe olmayan en doğru tedbirlerdendir, demektir. Bu da her akıllının, kendisine azm etmesi ve kesin olarak yapması gereken şeydir. “Azm” sanki hazm (ihtiyatlı ve sebatlı olma) cümlesindendir. Bunun aslı, عَزَمْتُ عَلَيْكَ اَنْ تَفْعَلَ كَذَا  sözüne dayanır ki bu, “Onu, terk etmen caiz olmayacak bir şekilde hiç şüphesiz sana mecbur kıldım.” manasınadır. Neticesi güzel olan, doğruluğu bilinen her iş, azm edilmesi gereken işlerdendir. Çünkü bunlar, insanın terk etmesine ruhsat verilmemiş olan şeylerdendir. Bu ifade şöyle bir diğer manaya da gelebilir: Bu, size kendisini alıp yapmanız mecbur edilen şeylerdendir. Yani onu yapmaya mecbursunuz. (Fahreddin er-Râzî)


Günün Mesajı
Her nefis ölümü tadacaktır. Nefis; ruh ve bedenden oluşan veya sadece bir varlığa sahip bulunan canlının kendisidir. Burada nefisten kasıt insanlar ve cinlerdir. Ölümü tatmak ifadesinden anlaşılan ölüm anında ölmeyen bir unsurun bulunduğudur. Bu da bedenin öldüğünü, fakat ruhun öbür aleme canlı olarak intikal ettiğini gösterir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Rabbim bugünlerimizi aratmasın, yarınlarımızı boşa harcatmasın. Mahşerde yüzü gülenlerden, kitabını sağ eline alanlardan, cennet kapılarından meleklerin selamını alarak geçenlerden, Allah'ın sevdiklerine komşu olan kullarından olma duasıyla. Bereketle ve hayırlarla dolu bir hayat yaşamamızı nasip etsin Rabbim.

Aynadaki kendinle gözgöze geldiğinde gülümse ve de ki "Gözlerimdeki bu ışığı verene ve nefes aldırana hamd olsun. Demek ki hiçbir şey için geç değil! Bismillahirrahmanirrahim!"

***

Yeryüzü hayatta kalmak ve kaliteli bir ömür yaşamak için doğumdan ölüme kadar çeşitli eğitimlerle doludur. Beslenme, konuşma, tuvalet, yemek ve okumak gibi birçok eğitimle dolu dolu geçer. Bu eğitimlerden herhangi birini doğru tamamlamayanların yaşadıkları zorluklar artar ve hatta yaş ilerledikçe psikolojik sıkıntıları tetikleyici veya onlara katkı olarak ortaya çıkar. Sürece çocuğu doğru hazırlamak ve öğretmek tavsiye edilir.

Allah yolunda yürüyen ya da yürümeyen her beşer, bu eğitimlerden geçmek zorundadır. Zira, hepsinin somut yani elle tutulur ve gözle görülür değeri vardır. Normal şartlar altında yaşayan her çocuğun bu eğitimlerini öyle ya da böyle tamamladığı görülür. Fakat manevi boyutu ağır basan eğitimlerin, ibadetlerini doğru ve bilinçli niyetlerle yerine getirmeye çalışan kimi müslüman tarafından bile hafife alındığı görülür.

Bu tıpkı şu işe benzer: Üniversiteye başlayan, sınavların ve diğer sorumlulukların farkındadır. Küçüklüğünden bu tarafa, bu dönemin bilinciyle yetişmiştir. Herhangi bir sınav ya da teslim tarihi bildirildiğinde veya o günlere ulaşıldığında; öğrenci kendisini yerden yere atıp bu işler de hep benim başıma geliyor sözleriyle kendisini diğer insanlardan ayırarak, elindeki zamanı ve fırsatları geri tepmesi anlamsız karşılanır. 

Kısacası, uhrevi eğitimlerin etkisi çok daha fazladır. Her şeyden önce insanı gerçek manada dünya hayatına hazırlarlar. Can ve malın yani dünyalık hiçbir şeyin vazgeçilmez olmadığını öğretirler. Allah’ın yardımıyla beraber sıkıntıların üstesinden gelebileceği, yaşananların boşa gitmediği ve kendisini maddi manevi her anlamda geliştirmeye devam etmesi bilincini aşılarlar. En önemlisi; sıkıntılı ve huzurlu anlarında, başlangıçlarda ve sonlarda Allah’a sığınmasını hatırlatırlar.

Ey Allahım! Yarınımız ile bugünümüzü aratma. Bugünümüz ile ahiretimizi mahvetmemize izin verme. Nefsani  düşünce ve duygularımıza kapılarak bulunduğumuz anları kaybettirme ve Senin katındaki değerimizi düşürtme. Bizi cehennemden uzaklaştırarak cennetine aldığın kullarından eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji