بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِياًّۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يراًۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ne oldu? |
|
2 | لَكُمْ | size |
|
3 | لَا |
|
|
4 | تُقَاتِلُونَ | savaşmıyorsunuz |
|
5 | فِي |
|
|
6 | سَبِيلِ | yolunda |
|
7 | اللَّهِ | Allah |
|
8 | وَالْمُسْتَضْعَفِينَ | ve zayıf |
|
9 | مِنَ | (uğrunda) |
|
10 | الرِّجَالِ | erkekler |
|
11 | وَالنِّسَاءِ | ve kadınlar |
|
12 | وَالْوِلْدَانِ | ve çocuklar |
|
13 | الَّذِينَ | kimseler |
|
14 | يَقُولُونَ | diyorlar |
|
15 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
16 | أَخْرِجْنَا | bizi çıkar |
|
17 | مِنْ |
|
|
18 | هَٰذِهِ | şu |
|
19 | الْقَرْيَةِ | kentten |
|
20 | الظَّالِمِ | zalim |
|
21 | أَهْلُهَا | halkı |
|
22 | وَاجْعَلْ | ve ver |
|
23 | لَنَا | bize |
|
24 | مِنْ |
|
|
25 | لَدُنْكَ | katından |
|
26 | وَلِيًّا | bir koruyucu |
|
27 | وَاجْعَلْ | ve ver |
|
28 | لَنَا | bize |
|
29 | مِنْ |
|
|
30 | لَدُنْكَ | katından |
|
31 | نَصِيرًا | bir yardımcı |
|
Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra da Mekke müşrikleri onların peşini bırakmamış, bazan başka kabileler ve Medineli bir kısım yahudilerle iş birliği yaparak Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yapmış, yeni dinin sâliklerini hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak bu amaçlarına ulaşamadılar ve hicrî 6. yılda Hudeybiye Antlaşması’nı yapmaya mecbur kaldılar. Bu antlaşmanın bir maddesine göre bundan sonra müslüman olup Mekke’den kaçanlar iade edilecekti. Böylece hicret imkânı bulamayan müslümanlarla bu madde gereği iade edilen müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke’de kaldılar, müşriklerin çeşitli zulüm ve baskıları altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı dayanılamaz hale geldikçe Allah’a yalvarıyor ve bir kurtarıcı göndermesini istiyorlardı. Âyetler bunların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutları da vardır; çünkü savaş nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da öyle mümkün değildir. Yapılması gereken, savaşın hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. Bu âyetlerden burada gördüğümüz ikisi, savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah rızâsını elde etmek, b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak. “Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara dönmektedir. Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır. Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme razı olmadığından “Allah rızâsı için savaşmak” adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dine inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itaat ettikleri –maddî, mânevî– bir önderleri olacaktır. Bu önderler Kur’ân’a göre tâguttur, şeytanlardır. Bunlara tâbi olanların savaş amaçları ise hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 95-96
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ
وَ atıf harfidir. İstifham ismi مَا, mübteda olarak mahallen merfûdur. لَكُمْ car mecruru mahzuf habere müteallıktır.
لَا تُقَاتِلُونَ cümlesi لَكُمْ ’deki zamirin hali olarak mahallen mansubtur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُقَاتِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru تُقَاتِلُونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الْمُسْتَضْعَف۪ينَ kelimesi atıf harfi وَ ’la ف۪ي سَب۪يلِ ibaresine matuftur. Muzâf mahzuftur. Takdiri, تخليص المستضعفين (Zayıf bırakılanların kurtarılması) şeklindedir.
الْمُسْتَضْعَف۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. مِنَ الرِّجَالِ car mecruru الْمُسْتَضْعَف۪ينَ ‘nin mahzuf haline müteallıktır. النِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ kelimeleri الرِّجَالِ ’ye matuftur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, الْمُسْتَضْعَف۪ينَ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası يَقُولُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavl cümlesi nida ve cevabıdır. Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ, muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Nidanın cevabı اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ’dir. اَخْرِجْنَا sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِنْ هٰذِهِ car mecruru اَخْرِجْنَا fiiline müteallıktır. الْقَرْيَةِ işaret isminden bedel veya sıfatıdır.
الْمُسْتَضْعَف۪ينَ kelimesi sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’âl babının ism-i mef’ûlüdür.
الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ
الظَّالِمِ kelimesi الْقَرْيَةِ ’nin sebebi sıfatıdır. اَهْلُهَا kelimesi ism-i fail olan الظَّالِمِ ’nin failidir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْقَرْيَةِ ,الظَّالِمِ kelimesinin sıfatıdır fakat ehline isnat edilmiştir [faili müzekkerdir]. الْقَرْيَةِ kelimesinin harekesi, sıfatı olduğu için الظَّالِمِ kelimesine verilmiştir, faili de müzekker اَهْلُ kelimesi olduğundan ظَّالِمِ, müzekker kılınmıştır. (Keşşâf)
وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِياًّۚ
Cümle atıf harfi وَ’la nidanın cevabına atfedilmiştir. اجْعَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت’dir. لَنَا car mecruru اجْعَلْ fiiline müteallıktır. مِنْ لَدُنْكَ car mecruru اجْعَلْ fiiline veya وَلِيًّا ’in mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلِيًّا mef’ûlun bih olup lafzen mansubtur.
وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يراًۜ
Cümle atıf harfi وَ’la nidanın cevabına atfedilmiştir. اجْعَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت’dir. لَنَا car mecruru اجْعَلْ fiiline müteallıktır. مِنْ لَدُنْكَ car mecruru اجْعَلْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَص۪يرًا mef’ûlun bih olup lafzen mansubtur.
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِياًّۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يراًۜ
وَ atıftır. Önceki ayeteki istînâfa matuftur. Aralarında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. مَا istifham ismidir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, istifham üslubunda gelmiş olsa da cümlenin asıl geliş amacı kınama ve tevbih olduğu için terkip, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede car mecrurun müteallakının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ cümlesi لَكُمْ ’deki mecrurun zamirinden haldir. Hal cümleleri anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan سَب۪يلِ şeref kazanmıştır.
سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrihî istiare vardır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.
فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ ibaresinde فِی harfi de إلى harfi yerine istiare edilmiştir. Allah’ın dini, mazruf yerine konmuştur. Bilindiği gibi فِی harfinde zarfiyet manası vardır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
الْمُسْتَضْعَف۪ينَ için sıfat olan has ism-i mevsul الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan يَقُولُونَ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli ise nida üslubunda talebî inşaî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Nidanın cevabı olan اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Aynı üsluptaki وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ cümlesi makabline matuftur.
وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ cümlesiyle وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ cümlesi arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
نَص۪يرًا - وَلِيًّاۚ kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder.
الظَّالِمِ kelimesi kendisinden sonra gelen kelimenin sıfatıdır, buna sebebî sıfat denir. Sebebî sıfat, mevsufuna sadece îrab ve tarif (marifelik-nekrelik) açısından uyar.
Allahumme diye dua ettiğimiz zaman Allah’ın ulûhiyet sıfatının tecellisini istiyor, ön plana çıkarıyoruz. رَبَّنَٓا diye dua ettiğimiz zaman da rubûbiyet sıfatının tecellisini istiyoruz. (Terbiye edici vb.)
الرِّجَالِ - النِّسَٓاءِ - الْوِلْدَانِ ve نَص۪يرًاۜ - وَلِيًّاۚ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ ibaresindeki işaret ismi, şehri tahkir için gelmiştir.
İşaret ismi; arkasından gelen şeylerin kendisinden öncekiler sebebiyle gerçekleştiğini işaret eder. (Halidi - Vakafat, s. 119)
اَلْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَا [Halkı zalim olan memleket] Ümmü’l-Kura olan Mekke’ye işarettir ki müşrik olan Mekke halkı, zayıflara ve özellikle içlerinde bulunan müminlere son derece zulüm ve eziyet ediyorlardı. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Kadın, erkek ve çocuklar gibi, mustadaf olanlardan maksat, Mekke’de kalıp Medine’ye hicret edemeyen Müslümanlardır. (Fahreddin er-Râzî)
Burada çocukların zikredilmesinin hikmeti; Allah Teâlâ, çocukların babalarını ve annelerini sıkıştırıp zorlamak ve çocukların bulundukları durumdan ötürü müşriklere buğz ettirmek için mükellef olmayan çocukların bile müşriklerin zulmünden kurtulamadıklarını bildirip zulümlerini iyice ortaya koymak ve mustadafların, günahsız küçük çocukların duaları ile Allah’ın rahmetinin inmesini temin etmek gayesi ile dualarına çocuklarını da iştirak ettirdiklerini belirtmek için ayette “çocukları” da zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
ظَّالِمِ اَهْلُهَا terkibi اَلْقَرْيَةِ’nin sıfatıdır. Bundan dolayı ظَّالِمِ kelimesi mecrurdur. Binaenaleyh الظَّالِمَةِ اَهْلُهَا söylenmeli idi, denebilir. Buna şöyle cevap verilir: Nahivciler bu gibi sıfatları, ism-i faile benzeyen sıfatlar diye adlandırırlar. Bu konuda temel kaide şudur: Sen ikinci cüze elif-lâmı getirdiğinde, o faili müzekkerlik ve müenneslik bakımından birinci cüze göre getirirsin. Mesela, مَرَرْتُ بِالْمَرْأَةِ حَسَنَةِ الزَّوْجِ كَرِيمَةِ الْاَبِ (Ben, kocası iyi, babası da çok kerim olan bir kadına rastladım). (Fahreddin er-Râzî)
Önceki ayetteki الَّذِينَ يَشْرُونَ الحَياةَ الدُّنْيا بِالآخِرَةِ sözlerinden sonra bu ayette وما لَكم لا تُقاتِلُونَ buyurularak gaibden muhataba iltifat yapılmıştır. (Âşûr)
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفاً۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | kimseler |
|
2 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
3 | يُقَاتِلُونَ | savaşırlar |
|
4 | فِي |
|
|
5 | سَبِيلِ | yolunda |
|
6 | اللَّهِ | Allah |
|
7 | وَالَّذِينَ | ve kimseler |
|
8 | كَفَرُوا | inkar eden(ler) |
|
9 | يُقَاتِلُونَ | savaşırlar |
|
10 | فِي |
|
|
11 | سَبِيلِ | yolunda |
|
12 | الطَّاغُوتِ | tağut |
|
13 | فَقَاتِلُوا | o halde savaşın |
|
14 | أَوْلِيَاءَ | dostlarıyle |
|
15 | الشَّيْطَانِ | şeytanın |
|
16 | إِنَّ | şüphesiz |
|
17 | كَيْدَ | hilesi |
|
18 | الشَّيْطَانِ | şeytanın |
|
19 | كَانَ |
|
|
20 | ضَعِيفًا | zayıftır |
|
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُقَاتِلُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُقَاتِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru يُقَاتِلُونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Fiil ifâl babındadır. Sülâsîsi أمن ’dır. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُقَاتِلُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُقَاتِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru يُقَاتِلُونَ fiiline müteallıktır. الطَّاغُوتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri, إن كنتم مؤمنين فقاتلوا (Eğer müminseniz o halde savaşın.) şeklindedir.
قَاتِلُٓوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اَوْلِيَٓاءَ mef’ûlun bihtir. الشَّيْطَانِ muzâfun ileyhtir.
اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفاً۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
كَيْدَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. الشَّيْطَانِ muzâfun ileyhtir. كَانَ ’nin dâhil olduğu cümle اِنَّ ’nin haberi olup mahallen merfûdur. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هُو ’dir. ضَع۪يفًا۟ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubtur.اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet isim cümlesiyle başlamıştır. Mübteda olan اَلَّذ۪ينَ’nin sılası اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ cümlesi, haberidir.
İkinci ism-i mevsûl tezat sebebiyle وَ’la birincisine atfedilmiştir. Yine faide-i haber ibtidaî kelam olan كَفَرُوا cümlesi sılasıdır. Sonradan gelen فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ cümlesi ikinci ism-i mevsûlün haberidir.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan سَب۪يلِ şeref kazanmıştır.
سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrihî istiare vardır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.
فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ ibaresinde فِی harfi de إلى harfi yerine istiare edilmiştir. Allah’ın dini, mazruf yerine konmuştur. Bilindiği gibi فِی harfinde zarfiyet manası vardır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah isminin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ cümlesiyle يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اٰمَنُوا - كَفَرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır.
Burada taksim sanatı vardır. İnsanların iki kısım olduğu ve her birinin yaptıkları ifade edilmiştir. Bu cümlelerde altılı mukabele vardır.
İman eden ve küfredenlerin ism-i mevsûlun sılası şeklinde ifade edilmesi bunların herkes tarafından bilindiğine işaret eder.
فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ
فَ mukadder şartın cevabına gelen rabıtadır. Emir üslubunda talebî inşaî isnad olan cümle, takdiri إن كنتم مؤمنين فقاتلوا (Eğer müminseniz o halde savaşın.) olan mahzuf şartın cevabıdır.
Mahzuf şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قَاتِلُٓوا - يُقَاتِلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الشَّيْطَانِۚ - الطَّاغُوتِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ izafeti, muzâfın tahkiri içindir.
اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفاً۟
Ayetin son cümlesi ta’lîliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
كَيْدَ الشَّيْطَانِ izafeti اِنَّ ’nin ismi, كَانَ’nin dâhil olduğu isim cümlesi ise اِنَّ ’nin haberidir. İsim cümlesi sübut ifade eder. Cümle, faide-i haber inkarî kelamdır.
كَيْدَ الشَّيْطَانِ izafeti muzâf için tahkir ifade eder.
الَّذ۪ينَ - ف۪ي - سَب۪يلِ - يُقَاتِلُونَ - الشَّيْطَانِۚ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Yusuf Suresi 28. ayette إِنَّ كَیۡدَكُنَّ عَظِیمࣱ şeklinde kadınların hilesinin büyük, burada ise şeytanın hilesinin zayıf olduğu ifade edilmiştir.
Şeytanın hilesinin zayıf olması müminleri savaşa teşvik eder. Bu son cümlenin melzûmu Allah'ın yardımının kuvvetli olduğu manasıdır.
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلاً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
5 | قِيلَ | denilen(leri) |
|
6 | لَهُمْ | kendilerine |
|
7 | كُفُّوا | (savaştan) çekin |
|
8 | أَيْدِيَكُمْ | ellerinizi |
|
9 | وَأَقِيمُوا | ve kılın |
|
10 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
11 | وَاتُوا | ve verin |
|
12 | الزَّكَاةَ | zekatı |
|
13 | فَلَمَّا | zaman |
|
14 | كُتِبَ | yazılıdığı |
|
15 | عَلَيْهِمُ | kendilerine |
|
16 | الْقِتَالُ | savaş |
|
17 | إِذَا | hemen |
|
18 | فَرِيقٌ | bir grup |
|
19 | مِنْهُمْ | içlerinden |
|
20 | يَخْشَوْنَ | korkmaya başladılar |
|
21 | النَّاسَ | insanlardan |
|
22 | كَخَشْيَةِ | korkar gibi |
|
23 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
24 | أَوْ | hatta |
|
25 | أَشَدَّ | daha fazla |
|
26 | خَشْيَةً | korkuyla |
|
27 | وَقَالُوا | ve dediler ki |
|
28 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
29 | لِمَ | niçin |
|
30 | كَتَبْتَ | yazdın |
|
31 | عَلَيْنَا | bize |
|
32 | الْقِتَالَ | savaş |
|
33 | لَوْلَا | keşke |
|
34 | أَخَّرْتَنَا | bizi erteleseydin |
|
35 | إِلَىٰ | kadar |
|
36 | أَجَلٍ | bir süreye |
|
37 | قَرِيبٍ | yakın |
|
38 | قُلْ | de ki |
|
39 | مَتَاعُ | geçimi |
|
40 | الدُّنْيَا | dünya |
|
41 | قَلِيلٌ | azdır |
|
42 | وَالْاخِرَةُ | ve ahiret |
|
43 | خَيْرٌ | daha iyidir |
|
44 | لِمَنِ | kimse için |
|
45 | اتَّقَىٰ | korunan |
|
46 | وَلَا |
|
|
47 | تُظْلَمُونَ | size haksızlık edilmez |
|
48 | فَتِيلًا | kıl kadar |
|
Mekke’de müminler çeşitli baskı ve işkenceler görüyorlar, henüz savaş izni gelmediği için şiddete şiddetle mukabele edemiyorlar, bu durumu zaman zaman Rasûlullah’a arzederek savaşmak için izin istiyorlardı. Hicrete kadar bu izin gelmedi, müminlere namaz ve zekât emredildi. İmanların güçlenmesi, nefislerin terbiye edilmesi, Allah rızâsı için ölümü göze alacak bir ruh kemalinin oluşması beklendi. Hicretten sonra savaş (cihad) izni gelince de kısmen müminler ve daha ziyade münafıklar düşmanla savaştan korktular, “Keşke bu emir biraz daha sonra gelseydi” temennisinde bulundular. Tehlikeyi konuşmakla yaşamak bir değildir; asıl cesaret tehlikeyi yaşarken ortaya çıkar. Burada hem bu çelişkiye işaret edilmekte hem de bir başka üslûp içinde savaştan ve ölümden korkmanın, doğru düşünen ve iman şuuru içinde yaşayan bir müminin işi olmadığı hatırlatılmaktadır. Evet, bu korku düşünen bir müminin işi olmamalıdır; zira âhiret mükâfatı yanında gelip geçici olan dünya nimetleri –çok da olsa– azdır. Dünyada az yaşayan, fakat Allah rızâsını kazananlar âhirette ebedî saadete nâil olacaklar, dünyada çok yaşayan, dünya nimetlerinden çokça istifade eden, fakat Allah rızâsını kazanamayanlar ise âhirette daha önemli ve büyük nimetlerden mahrum kalacaklardır. Hâsılı kimseye haksızlık edilmeyecek, herkes ettiğinin karşılığını görecektir.
Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 97-98
Görmedin mi o kimseleri ki onlara şöyle denildi: Ellerinizi çekin ve namazı tam olarak yerine getirin ve zekatı tam olarak verin. Onların üzerine savaş farz kılındığı (yazıldığı) vakit, bir de bakarsın ki (ani bir olay vurgusu var. Müfacee harfi: iza) onlardan bir gurup, Allah’tan korkar gibi insanlardan korkar, belki de daha fazla. Dediler ki: Ey Rabbimiz, niçin bizim üzerimize savaş yazdın (farz kıldın)? Keşke bunu yakın bir zamana erteleseydin. De ki: Dünya metası (faydalanması, zevki) azdır. Ahiret takvalı olan için daha hayırlıdır (en hayırlıdır. Kalil’in mukabili olarak gelmiş). Bir zerre (kıl) kadar bile zulme uğramazsınız..
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ
Hemze istifham harfidir. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت’dir.
تَرَ fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَ , faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı müevvel, تَرَ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Kur’ân'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, vav harfiyle gelen ta‘bîrin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delîl çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.
أولم تر ta‘bîrinin, hayâtta misâli çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.
ألم تر ta‘bîrinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329)
اَلَمْ تَرَ ifadesi zahiren istifhâm ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ifade Kur’ânın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Ğâfir Sûresi Belâği Tefsîri, S. 343)
ٱلَّذِینَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, إِلَى harf-i ceriyle birlikte تَرَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası ق۪يلَ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
ق۪يلَ meçhul mazi fiildir. لَهُمْ car mecruru ق۪يلَ fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli, كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ’dir. كُفُّٓوا cümlesi naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
كُفُّٓوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اَيْدِيَكُمْ mef’ûlun bihtir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اَق۪يمُوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّلٰوةَ mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اٰتُوا الزَّكٰوةَ cümlesi atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir.
فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ
فَ istînâfiyyedir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
كُتِبَ şart fiili olup meçhul mazi fiildir. عَلَيْهِمُ car mecruru كُتِبَ fiiline müteallıktır. ٱلۡقِتَالُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
اِذَا mufacee harfidir. اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında mufacee harfi olur.
فَر۪يقٌ مِنْهُمْ cümlesi şartın cevabıdır. فَر۪يقٌ mübtedadır. مِنْهُمْ car mecruru فَر۪يقٌ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.
يَخْشَوْنَ fiili, فَر۪يقٌ kelimesinin haberi olarak mahallen merfûdur. يَخْشَوْنَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) manasındadır. Mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri, يخشون الناس خشيةً مثلَ خشية الله (Allah’tan korkar gibi insanlardan korkarlar.) şeklindedir.
خَشْيَةِ muzâfun ileyhtir. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَشَدَّ atıf harfi اَوْ ile خَشْيَةِ ’ye matuftur. اَشَدَّ kelimesi أفعل vezninde olduğu için gayri munsariftir. خَشْيَةً temyiz olup fetha ile mansubtur.
وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavl cümlesi رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ ’dir.
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ, muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. قَالُوا۟ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.
Nidanın cevabı لِمَ كَتَبْتَ’dir. مَا şeklindeki istifham isminin elifi, ism-i mevsûlden ayırt edilmesi için hazfedilmiştir, لِ harf-i ceriyle كَتَبْتَ fiiline müteallıktır.
كَتَبْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْنَا car mecruru كَتَبْتَ fiiline müteallıktır. الْقِتَالَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ
لَوْلَٓا cezm etmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani “değil mi” manasındadır.
اَخَّرْتَنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. Mütekellim zamiri نَٓا mef’ûlun bih olarak mahallen merfûdur.
اِلٰٓى اَجَلٍ car mecruru اَخَّرْتَنَٓا fiiline müteallıktır. قَر۪يبٍ kelimesi اَجَلٍ kelimesinin sıfatıdır.
قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌ ’dir. مَتَاعُ mübtedadır. الدُّنْيَا muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. قَل۪يلٌ haber olup lafzen merfûdur.
Bu cümle قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلاً
وَ atıf harfidir. الْاٰخِرَةُ mübteda olup lafzen merfûdur. خَيْرٌ haber olup lafzen merfûdur.
مَنِ müşterek ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte خَيْرٌ ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اتَّقٰى ’dır. Îrabdan mahalli yoktur.
اتَّقٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُظْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ
Müstenefe cümlesi olan ayet istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Muzari fiile dâhil olan لَمْ, muzari fiili olumsuz maziye çevirmiştir.
Ayetteki istifham gerçek manada soru değil, takrir, taaccüb ve tevbih amaçlı haber cümlesi olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. اَلَمْ تَرَ ifadesi dikkat çeker. Bu olayın gözle görülür gibi açık olduğunu ifade eder. Ayrıca ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için bu istifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bahse konu kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri, bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında tahkir ifadesi ve konuya dikkat çekmek içindir.
Takrirde muhatabın bildiği bir şey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda ikna edici, inandırıcı delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûlün sılası ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ şeklinde müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sıla cümlesinin mekulü’l-kavli, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Aynı üsluptaki وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ cümleleri وَ ’la sılaya atfedilmiştir. Mevsûlde tevcih sanatı vardır.
الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُ şeklinde meçhûl sıyganın kullanılması, Allahu Teâlâ’nın emriyle olduğunu zımnen bildirmek; bir de taaccübü gerektirecek şekilde, onların o sırada savaşmaya son derece istekli ve savaştan nehyedilmeye ihtiyaç duyulacak kadar heyecanlı ve hareketli olduklarını belirtmek içindir. (Ebüssuûd)
كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ ifadesi “savaşmayın” manasında kinayedir. اَيْدِيَكُمْ kelimesinde cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.
كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ ile كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ ifadeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.
الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَۚ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ [Şimdilik, el çekin] yani elinizi savaştan çekin. Müslümanlar Mekke’de bulundukları sürece kâfirlerle savaşmak konusunda izin verilmesini temenni ediyorlar idiyse de savaşmaktan men edilmişlerdi. Medine’de [üzerlerine savaş farz kılınınca] içlerinden bir grup, dinde bir kuşku duyduklarından ve dinden yüz çevirdiklerinden değil, canlarını riske atmaktan hoşlanmadıklarından ve ölümden korktuklarından dolayı korkaklık, çekingenlik gösterdi. كَخَشْيَةِ اللّٰهِ [Tıpkı Allah’tan korkar gibi.] Burada masdar mef‘ûlüne izâfe edilmiştir. (Keşşâf)
فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ
İstînâfiyyedir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ şeklindeki şart cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi olan …اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَشَدَّ’nin matuf olduğu كَخَشْيَةِ اللّٰهِ, mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Bu; îcâz-ı hazif sanatıdır.
Aniden ortaya çıkan durumları ifade eden mufacee harfi اِذَا ’nın dâhil olduğu isim cümlesinde mübtedanın tenkiri tahkir, müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder.
خَشْيَةِ اللّٰهِ izafeti muzâfın şanı içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikri tecrîd sanatıdır.
Cümledeki ikinci خَشْيَةًۚ temyizdir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ [Allah’tan korkar gibi insanlardan korkar.] mücmel-mürsel teşbihtir. (Sâbûnî)
وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ
وَ istînâfiyye veya atıftır. Müspet mazi fiil sıygasındaki cümlenin mekulü’l-kavli, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir. Nidanın cevabı لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ şeklinde istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda inşâî isnad olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ
Şibh-i kemal-i ittisâl nedeniyle fasılla gelen cümle beyanî istînaftır. لَوْلَٓا tahdid harfidir.
[Keşke bunu yakın bir zamana erteleseydin.] ibaresi; ertelemenin iyi olmadığına işaret eder. Ertelediğimiz şeyleri gözden geçirip sebepleri üzerinde düşünmeliyiz. Genelde ertelenen şeyler, yapılmaz. Onun için önceliklerimizi iyi belirleyelim.
لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ [N’olurdu sanki, bizi yakın bir geleceğe kadar erteleseydin!] Bu, ateşkes süresinin uzatılmasını ve başka bir vakte kadar kendilerine mühlet verilmesini istemektir. [Beni bir süre daha geciktirsen de (alacağım mükâfatı tasdik ederek) tasaddukta bulunsam. (Münafikun Suresi,10)] ayet-i kerimesinde olduğu gibi.
قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلاً
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlenin mekulü’l-kavli مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı formdaki وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ, makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَنِ ’in sılası اتَّقٰى cümlesidir.
خَيْرٌ ,وَلَا تُظْلَمُونَ ’a matuftur. Atıf sebebi tezayüftür.
فَت۪يلًا ’deki tenvin kıllet ifade eder. “Hiçbir” manasındadır. Olumsuz siyakta nekre umuma işaret eder.
مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ cümlesiyle وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةُ ve عَلَيْهِمُ - لَهُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab خَيْرٌ - تُظْلَمُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
كُتِبَ - كَتَبْتَ , ق۪يلَ - قَالُوا - قُلْ , خَشْيَةًۚ - يَخْشَوْنَ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَت۪يلًا: Hurma çekirdeğinin ortasındaki yarıkta buluna ince iplik gibi çizgi demek olup azlık ve önemsizlikte mesel olarak kullanılır ki Türkçemizde “kıl kadar” diye ifade edilir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Ayetin münafıklar hakkında olduğunu söylemek daha münasiptir. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetten sonra “Eğer onlara bir iyilik dokunursa: ‘Bu, Allah katındandır.’ derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa ‘Bu, senin yüzündendir.’ derler.” (Nisa Suresi, 78) buyurmuştur. Bunun, münafıkların sözlerinden olduğunda hiçbir şüphe yoktur. (Fahreddin er-Râzî)
Teşrî’de namaz, zekat ve cihad sıralamasının hikmeti: Ayet, namaz ve zekâtın, cihadın farz kılınışından daha önce farz kılındığına delalet etmektedir ki akla uygun gelen sıra da budur. Çünkü namaz, Allah’ın emrini tazim etmekten; zekat ise Allah’ın halkına, insanlara karşı duyulan şefkatten ibarettir. Şüphe yok ki namaz ile zekat, cihaddan önce gelmektedirler. (Fahreddin er-Râzî)
Bu kelam, önce savaşa ihtiras derecesinde istekli iken bir süre sonra savaştan kaçınanları yadırgama amacına yöneliktir. Nitekim ayetteki كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ ifadesi onların önceleri neredeyse bilfiil savaşa girmek üzere olduklarını bildirir. Zira “el çekmek” ifadesi, onların düşmana el uzatma durumunda olduklarını belirtir. (Ebüssuûd)
Savaş korkusu, Müslümanların yalnız bir kısmında olduğu halde yadırgamanın hepsine tevcihi, bu davranışın onlardan hiçbirine yakışmadığını vurgulamak içindir. (Ebüssuûd)
وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلًا cümlesi kelamın seyrinden anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Yani ahirette mükâfatlarınız verilecek ve amellerinizin ve ezcümle savaş mesailerinizin mükâfatlarından en ufak bir şey eksiltilmeyecektir. O halde savaştan kaçınmayın. (Ebüssuûd)
اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ فَمَالِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثاً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَيْنَمَا | nerede |
|
2 | تَكُونُوا | olsanız |
|
3 | يُدْرِكْكُمُ | yine sizi bulur |
|
4 | الْمَوْتُ | ölüm |
|
5 | وَلَوْ | ve eğer |
|
6 | كُنْتُمْ | bulunsanız |
|
7 | فِي | içinde |
|
8 | بُرُوجٍ | kaleler |
|
9 | مُشَيَّدَةٍ | sağlam |
|
10 | وَإِنْ | ve eğer |
|
11 | تُصِبْهُمْ | onlara erişirse |
|
12 | حَسَنَةٌ | bir iyilik |
|
13 | يَقُولُوا | derler |
|
14 | هَٰذِهِ | bu |
|
15 | مِنْ | -ındandır |
|
16 | عِنْدِ | taraf- |
|
17 | اللَّهِ | Allah |
|
18 | وَإِنْ | eğer |
|
19 | تُصِبْهُمْ | onlara erişirse |
|
20 | سَيِّئَةٌ | bir kötülük |
|
21 | يَقُولُوا | derler |
|
22 | هَٰذِهِ | bu |
|
23 | مِنْ | -dendir |
|
24 | عِنْدِكَ | senin yüzün- |
|
25 | قُلْ | de ki |
|
26 | كُلٌّ | hepsi |
|
27 | مِنْ | -ındandır |
|
28 | عِنْدِ | taraf- |
|
29 | اللَّهِ | Allah |
|
30 | فَمَالِ | ne oluyor ki |
|
31 | هَٰؤُلَاءِ | bu |
|
32 | الْقَوْمِ | topluma |
|
33 | لَا |
|
|
34 | يَكَادُونَ | yanaşmıyorlar |
|
35 | يَفْقَهُونَ | anlamaya |
|
36 | حَدِيثًا | söz |
|
Her nerede olursanız olunuz ölüm size yetişir. Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan dolayı ölüm korkusu ile vazifeden kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki mutlaka bir ölüm vardır. Ona her zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı, vazifeyi seve seve yapmalıdır. Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve özellikle münafıklar- kendilerine bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasib olursa "bu Allah tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar. Ve eğer başlarınıza bir bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin tarafındandır" diyorlar.
Bu hususta şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet etmesi üzerine yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine az yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki, "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131) âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.
Ey Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir? Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere saplanırlar.
(Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
Burada da bir çok yerde olduğu gibi namaz emredilmiştir. Namaz kılarsan işlerin yoluna girer diye insanları namaza ikna etmeye çalışmak çok yanlıştır, girmeyebilir. Çünkü bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Öyle olsaydı peygamberlerin başına hiç sıkıntı gelmezdi. İbadetler bir bakıma sadece bu hayata daha kolay tahammül edebilme reçetesiidir. Esas karşılık ise ahirettedir. Bu dünyada değildir. Bu dünyada karşılık bekleme düşüncesiyle hareket eden, sonunda şunu yaptım, bunu yaptım ama birşey olmadı diyor. Şart düşüncesiyle hareket etmemeliyiz. İbadetler bizim üzerimize borç olan şeylerdir.
Başımıza gelen kötü şeyler, bizim o anki bakışımıza göre kötüdür. Kazandırdıkları şeyler düşünülür ve geniş bir çerçeveyle bakılır, hayatın bitiminde bakılıp değerlendirilirse o kadar kötü olmadığı görülür.)
Riyazus Salihin, 75 Nolu Hadis
Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“(Geçmiş) ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç-beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım; (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.”
(İbni Abbas diyor ki) Söz buraya gelince Peygamber aleyhisselâm kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar: Kimileri, “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalıdır” derken, kimileri, “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanİmamış olanlardır” dediler. Daha başka birçok görüş ileri sürenler oldu.
Onlar bu meseleyi tartışırken Peygamber aleyhisselâm çıkageldi.
- “Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordu.
- Hesapsız-azabsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz, dediler.
Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine güvenenlerdir” buyurdu.
Ukkâşe İbni Mihsan yerinden fırladı ve:
- Beni de onlardan kılması için Allah’a dua et (Yâ Rasûlallah)! dedi.
Peygamber aleyhisselâm da:
- “Sen onlardansın!” buyurdu. Sonra bir başka kişi daha kalktı ve:
- Beni de onlardan kılması için dua buyur, dedi.
Peygamber aleyhisselâm bu defa:
- “Fırsatı değerlendirmekte Ukkâşe senden önce davrandı” buyurdu.
Buhârî, Tıb 1, Rikak 50, Libâs 18; Müslim, Îmân 374. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 16
Dereke درك : aşağıya inmek, دَرَجَ yükselmek anlamında kullanılır. Bundan dolayı 'cennet dereceleri ve cehennem derekeleri' denir. أدْرَكَ Bir şeyin son noktasına ulaştı demektir. تَدَارُكٌ kelimesi daha çok yardım etmek ve nimet konularında kullanılır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de 12 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri idrak, müdrik ve tedâriktir. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
Berece برج : Buruc بُرُوج saraylar demek olup tekili بُرْج şeklindedir. Bu isim gökteki burçlar için de kullanılır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de 7 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli burçtur.
(Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ
اَيْنَ مَا mekân zarfı şart manalıdır. يُدْرِكْكُمُ fiiline müteallıktır. Burada tam fiil olan تَكُونُوا şart fiilidir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Şartın cevabı يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ ’dur. يُدْرِكْكُمُ fiili meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. الْمَوْتُ fail olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. كُنْتُمْ şart fiilidir. Nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
تُمْ muttasıl zamiri كُنْتُمْ ’un ismi olarak mahallen merfûdur. ف۪ي بُرُوجٍ car mecruru كُنْتُمْ’un mahzuf haberine müteallıktır.
مُشَيَّدَةٍ kelimesi بُرُوجٍ kelimesinin sıfatıdır. مُشَيَّدَةٍ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, لو كنتم في بروج مشيدة لأدرككم الموت (Sapasağlam burçlarda bile olsanız ölüm sizi yakalar.) şeklindedir.
وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ
وَ istînâfiyyedir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. تُصِبْهُمْ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. حَسَنَةٌ fail olup lafzen merfûdur.
Şartın cevabı يَقُولُوا ’dur. يَقُولُوا fiili, نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. هٰذِه۪ mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ عِنْدِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
تُصِبْهُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi صوب ’dir. İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ
وَ atıf harfidir. اِنْ iki muzari fiili cezmeden şart harfidir. تُصِبْهُمْ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. حَسَنَةٌ fail olup lafzen merfûdur.
Şartın cevabı يَقُولُوا ’dur. يَقُولُوا fiili, نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. هٰذِه۪ mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ عِنْدِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ ’dir. كُلٌّ mübtedadır. مِنْ عِنْدِ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَمَالِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثاً
فَ istînâfiyyedir. İstifham ismi مَا , mübteda olarak mahallen merfûdur.
لِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ car mecruru mahzuf habere müteallıktır. الْقَوْمِ ism-i işaretten bedel veya sıfattır.
لَا يَكَادُونَ cümlesi الْقَوْمِ kelimesinin veya هٰٓؤُ۬لَٓاءِ ’nin hali olarak mahallen mansubtur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَكَادُونَ nakıs muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. Zamir olan çoğul و ’ı يَكَادُونَ ’nin ismi olup mahallen merfûdur.
يَفْقَهُونَ fiili, يَكَادُونَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. يَفْقَهُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. حَد۪يثًا
mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi şart üslubunda haber cümlesidir. Şart cümlesi تَكُونُوا, şart edatı zaman zarfı اَيْنَ مَا ’nın muzâfun ileyhidir.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ, cevap cümlesidir. اَيْنَ مَا ’nın da muteallakıdır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ [Ölüm sizi yakalar.] (gelir sizi bulur, yakalar) cümlesinde istiare vardır. Ölüm bir şahsa benzetilmiş, bu şahsın yakalama fiili ölüm için kullanılmıştır.
İdrak fiili “yetişmek, yakalamak” demektir. Dolayısıyla onların ölümden kaçtıklarına işaret eder.
وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ
وَ ’la makabline atfedilen cümle şart üslubunda haber cümlesidir. Şart cümlesi كان ’nin dâhil olduğu isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كان ,ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ ’nin haberine müteallıktır.
Öncesinin delaletiyle hazfedilen şartın cevabının takdiri و كنتم في بروج مشيدة لأدرككم الموت [Sapasağlam burçlarda bile olsanız ölüm sizi yakalar.] olabilir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
تَكُونُوا - كُنْتُمْ ve يَقُولُوا - قُلْ kelimeleri arasında kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ [Dayalı döşeli, sağlam, korunmuş burçlar] ifadesinde mübalağa sanatı vardır. Burç kelimesi uzaktan ferkedilen burç, kale, kule gibi yapılar için kullanılır. Ahzab Suresi 33 ve Nur Suresi 60 ayetlerinde kadınlar için kullanılmıştır. Kadının teberrüc etmesi, uzaktan fark edilecek şekilde açılıp saçılmasıdır.
Bu ibtidaî kelam, başkasının sözlerini nakletmek değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ katından gelmekte ve muhataplara tevcih edilmektedir. Bundan önce Resulullah (s.a.) vasıtasıyla dünyanın önemsizliği ve ahiret hayatının yüceligi belirtilmiştir. Şimdi bu ifade ile muhataplar ilzam edilmiştir. (Ebüssuûd)
وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ
وَ’la makabline atfedilen cümle şart üslubunda haber cümlesidir. Şart fiili تُصِبْهُمْ ve cevap fiili يَقُولُوا müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesinde mekulü’l-kavl, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Cümlenin müsnedinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ car mecruru bu mahzuf habere müteallıktır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen müteakip وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَ cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir.
حَسَنَةٌ - سَيِّئَةٌ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ [Eğer onlara bir güzellik gelirse derler ki: Bu Allah katındandır.] cümlesiyle وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ [Eğer onlara kötü bir şey gelirse derler ki: Bu sendendir (yani Peygamber Efendimizden (s.a.))] cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
عِنْدِ اللّٰهِۚ izafetinde عِنْدِ, lafza-i celâle muzâf olması nedeniyle şeref kazanmıştır.
Bela ve günaha, سَيِّئَةٌ”; nimet ve taata da “حَسَنَةٌ ” denebilir. Ayette “Eğer onlara bir hasene dokunursa…” tabiri her türlü haseneye şamil olan umumi bir ifade olduğu gibi “Eğer onlara bir seyyie dokunursa...” tabiri de her türlü seyyieyi içine alan umumi bir ifadedir. Cenab-ı Hakk’ın, bunun ardından “De ki: “Hepsi Allah tarafındandır.” buyurmuştur ki bütün iyilik ve kötülüklerin Allah’tan olduğu hususunda açık bir sözdür. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ibtidaî kelamın, Müslümanlardan hikaye edilenlerin akabinde zikredilmiş olması, aralarındaki münasebetten dolayıdır; zira her ikisinde de her iki grubun sevmedikleri şeylerin, o şeylerin gerçekleşmesinde dahli olmayan başka nesnelere isnadı ve ondan dolayı da o nesneleri sevmemeleri ifade edilmektedir. (Ebüssuûd)
قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli, sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlenin müsnedinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ, bu mahzuf habere müteallıktır.
[De ki hepsi de Allah katındandır.] cümlesi dolayısıyla cem’ ma’at-tefrik vardır.
فَمَالِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثاً
فَ istînâfiyyedir. Cümle istifham üslubunda gelmiş talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda geldiği halde gerçek manada soru olmayıp tevbih ve taaccüb amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Cümlenin müsnedinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. لِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ, bu mahzuf habere müteallıktır.
الْقَوْمِ veya هٰٓؤُ۬لَٓاءِ için hal olarak gelen لَا يَكَادُونَ cümlesi fasılla gelmiş, كَادُ ’nin dâhil olduğu isim cümlesidir. كَادُ ’nun haberi muzari fiil cümlesi formunda gelerek hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
حَد۪يثًا ’deki tenvin, tazim nev ve kıllet ifade eder. Hiçbir söz anlamıyorlar manasındadır.
مَالِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ tabiri 75. ayetteki ما لكم’e benzer. Reddü'l-acüz ale’s-sadr vardır. Onun gibi azarlama ve kınama ifade eder.
Ayetin, öncesi ile irtibatı, bu ölümden korkan ve cihada gitmekte ağır davranan kimselerin bir adetleri de cihad edip savaştıkları ve kendilerine bir ganimet ve rahatlık isabet ettiği zaman, “Bu, Allah katındandır.” demeleri; hoşlanmadıkları birşey isabet ettiği zaman ise “Bu, Muhammed ile arkadaşlık etmenin uğursuzluğundandır.” demeleridir. Bu, onların son derece ahmak, cahil ve inat olduklarına delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)
Bu kelam, başkasının sözlerinin hikâye edilmesi değildir. Onları cehaletle ayıplayan, hallerini kınayan ve onların aşırı hamakatini yadırgatan bizzat Allah Teâlâ’dır. (Ebüssuûd)
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاًۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا | şey |
|
2 | أَصَابَكَ | sana gelen |
|
3 | مِنْ | her |
|
4 | حَسَنَةٍ | iyilik |
|
5 | فَمِنَ |
|
|
6 | اللَّهِ | Allah’tandır |
|
7 | وَمَا | ve şey |
|
8 | أَصَابَكَ | sana gelen |
|
9 | مِنْ | her |
|
10 | سَيِّئَةٍ | kötülük |
|
11 | فَمِنْ | -ndendir |
|
12 | نَفْسِكَ | kendi(günahın yüzü) |
|
13 | وَأَرْسَلْنَاكَ | ve seni gönderdik |
|
14 | لِلنَّاسِ | insanlara |
|
15 | رَسُولًا | elçi |
|
16 | وَكَفَىٰ | ve yeter |
|
17 | بِاللَّهِ | Allah |
|
18 | شَهِيدًا | şahid olarak |
|
Bu konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif, maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır." âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali olmazdı. Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve yalnız mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona herhangi bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir. Allah Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü yürüterek maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve sorumluluk da yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder." (Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı olur.
Bu gibi kötülüklerin de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından bu da Allah katından gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden" demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. Bu âyetten, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde kulun kendi yaptıklarının yaratıcısı olduğunu, çıkarmaya kalkışmaları doğru değildir. Çünkü âyeti böyle bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, "Her şey Allah'tandır." Fakat bundan cebir (zorlama) anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun olarak ne zorlama, ne serbestlik "ikisi arasında bir durum," bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey Allah'tandır." iman esasının güzel bir açıklaması vardır. Ve bu açıklama kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden, kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan tembel insanlığın tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı da bir derstir. Mutlaka şunu iyi düşünmek gerekir ki, hem hem de olması, Allah ile insan arasında önemli bir ilginin varlığına delalet eder ki, bu da, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan vekillik; "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin yüce açıklamasında arzedilen emanet meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini ileri sürer, hareketlerini ve iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa, vekilliği ve emaneti kötüye kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur. Ve her ne vakit iradesini, emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin yürütülmesi açısından harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o zaman da Allah'ın iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu iki itibarın ortaya çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi, onun başında da genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için burada Hz. Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek, bütün iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini, besbelli gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya çıkmaktan berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın ve buna şahid olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden daha açık hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde senin değil Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın iyiliklerini ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi elçisi olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
(Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
Bu ayet hakkında şunları düşünebiliriz: Musibetler bizdendir diye düşünmek hareketlerimizi kontrol etmeye sebep olur. Yaptıklarımızın cezası olabilir, ama önemli olan bunlardan ders alıp, kendimize çeki düzen vermektir. İyiliklerin Allah'tan olduğunu düşünmek de bizi şükre davet eder. Kötülükler bizdendir, çünkü biz fıtrata aykırı olan kötüyü tercih ediyoruz. Kötülük yapanlar hiç mutlu değildir. Fıtratımıza aykırı davranarak o kötülüğe sebep oluyoruz. Fazla yemek yiyip hasta olmak gibi.
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ
مَٓا iki fiili cezmeden şart ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. اَصَابَكَ şart fiili olup mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَصَابَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مِنْ حَسَنَةٍ car mecruru اَصَابَكَ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. مِنَ اللّٰهِۘ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır. Takdiri هي şeklindedir.
وَ atıf harfidir. مَٓا iki fiili cezmeden şart ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. اَصَابَكَ şart fiili olup mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَصَابَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مِنْ سَيِّئَةٍ car mecruru اَصَابَكَ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. مِنْ نَفْسِكَ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاًۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَرْسَلْنَاكَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. لِلنَّاسِ car mecruru اَرْسَلْنَاكَ fiiline müteallıktır. رَسُولًا hal olup fetha ile mansubtur.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. كَفٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.
بِ zaiddir. اللّٰهِ lafzen mecrur olup كَفٰى fiilinin faili olarak mahallen merfûdur. شَه۪يدًا ise hal veya temyiz olup fetha ile mansubtur.
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ
Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle şart üslubunda haber cümlesidir. İsim cümlesi olan مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ, şarttır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ اللّٰهِۘ takdiri هي olan mahzuf mübtedanın, mahzuf haberine müteallıktır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üsluptaki وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir.
سَيِّئَةٍ hem bela hem de günah için حَسَنَةٍ de hem nimet hem de itaat için kullanılır. (Keşşâf)
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ [Sana güzel bir şey dokunursa Allah’tandır.] - وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ [Sana kötülükten dokunan şey kendindendir.] arasında mukabele vardır.
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ [Sana güzel bir şey dokunursa Allah’tandır.] cümlesinde tağlîb vardır. Çünkü bizim kötülük saydığımız şeyler de Allah’tandır. Ancak Allah Teâlâ kullarına hayır dilediği için böyle buyurmuştur.
حَسَنَةٍ ve سَيِّئَةٍ kelimelerinin nekreliği nev, tazim, teksir ve taklil ifade eder. Bu iki kelime arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Burada ıtnâb vardır, konuya devam edilmiştir.
لِلنَّاسِ kelimesinin başındaki tarif istiğrak içindir. (Ebüssuûd)
İnsana yakışan bunun kıymetini anlamaktır.
وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاًۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رَسُولً kelimesi fiildeki mansub zamirden haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
لِلنَّاسِ kelimesindeki elif lam, istiğrak içindir. (Ebüssuûd)
Hal olarak gelen رَسُولًا kelimesiyle tekid meydana gelmiştir. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)
اَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا [Seni insanlara (insanlar için) bir resul (elçi) olarak gönderdik.] sözü Resulullah (s.a.) için lâzımı faide-i haberdir.
اَرْسَلْنَاكَ - رَسُولًا sözünde mef’ûlu mutlak, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetin başında Allah ismi, sonra اَرْسَلْنَاكَ’da azamet zamiri, sonra yine Allah ismi geldiği için iltifat sanatı vardır.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً
وَ istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Zaid بِ harfi cümleyi tekid etmiştir.
Cümlede mütekellimin Allah Tealâ olması dolayısıyla للّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
[Şahit olarak Allah yeter.] cümlesinde zamir yerine özel ismin gelişi, muktezâ-i zahirin hilafına kelamdır. Zihne yerleştirmek ve tazim içindir.
شَه۪يدًا temyizdir. Temyiz anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
(Âşûr) Tezyîl cümlesi önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
مَٓا - اَصَابَكَ - مِنْ - اللّٰهِۘ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah’ın şahid olarak kâfi olduğu sözünde tağlîb vardır. Allah sadece şahid olarak değil, Basîr, Semi', Hafîz olarak da yeter.
Ayetin sonunda “Allah şahit olarak yeter.” buyurulmuştur. Yani peygambere itaatle ilgili olarak Allah hesap sorar. O halde Allah'ın emirlerini yerine getirin demektir. Cümlede lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır.
َشَه۪يد kelimesi شَاهِدُ’un mübalağasıdır. شَاهِدُ, bir hadise vukua gelirken orada olup hadisenin vukuunu gözüyle görendir. Hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile olayı öğrenseler bile onlara şahit denmez. “Şehid” insanların hazır bulunmadıkça bilemedikleri şeyleri bilen, gören ve haberi olandır.
وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا [Biz seni “bütün” insanlara elçi olarak gönderdik.] Sen sadece Arapların peygamberi değilsin, Arap, gayri Arap bütün insanların peygamberisin. Buna [Şahit olarak da Allah yeter.] Dolayısıyla Sana itaat etmemek, Sana tâbi olmamak hiç kimsenin kârı değildir. (Keşşâf)
Ayet, bundan önce emredilen mücmel cevabı açıklar niteliktedir. Mücmel cevabın, Peygamberin (s.a.) lisanıyla icra edilmesinden sonra muhatap değiştirilmiş ve insanların her birine, her bir ferde hitap edilmiştir. Hitabın ve beyanın bizzat her gaybı bilen Allah Teâlâ tarafından yapılması da konuya ne kadar önem verildiğine ve bunda ne ince bir hikmet olduğunu gösterir. (Ebüssuûd)
Sessizliği dinlerken, zulüm altında çırpınan müslümanları düşünüyorum. ‘Evlerine dönsünler artık’ diyenlere, ‘yazık Ensar olamayışımıza’ diye düşünerek bakıyorum. Savaşı hafife alan halimize acıyorum.
Hangi anne, çocuğunu bomba seslerinde uyutmak ister, hangi baba, her uçak sesi duyduğunda "yoksa" diye düşünmek ister? Kim ister her patlamanın ardından tanıdığım mı öldü diye düşünmeyi? Kim ister savaşın içinde büyümeyi, çocukluğunu silah seslerine sarmayı? Kim ister çocuğum bensiz kalırsa ne yapar diye sormayı? Kim ister bebeğinin, annesinin cansız bedenine sarılıp uyumasını? Kim ister ölümle burun buruna yaşamayı ve zulmün soğuk eli ensesindeyken hayata devam etmeyi?
Bir gün her şey bitecek. Savaşlar susacak. Zulüm susacak. Ölüm ölecek. Sessizlik sessizliği yutacak. Ve Allah'ın emriyle, insanlar kabirlerinden, O'nun huzuruna çağrılacak. Zalim yüzüstü cehenneme atıldığında, göremediği şehitlerin yüzündeki tebessüm olmayı bile dileyecek belki. Peki ya sen? Zalimin zulmüne sessizliğiyle katkısı olanlardan mı ya da şehitlerin aydınlanan simalarıyla bakıp ‘şikayetçi değilim’ dediklerinden mi olmaya çalışmaktasın?
Rabbim koru kalbimi, merhametsizlikten. Koru bedenimi, dilimi, zihnimi ve kalbimi, zalimin zulmüne bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmaktan. Merhametsizliğimizin bedelinden ve her türlü zulümden koru bizi.
Allahım! Bulunduğumuz merhamet ve şükür imtihanlarını hayırla geçenlerden. Elindekilerin kıymetini bilenlerden. Darlıkta da bollukta da paylaşanlardan. Gözü ve gönlü tok olanlardan, Muhacirlerine Ensar gibi sahip çıkanlardan ve Senin razı olduğun kullarından olmamızda yar ve yardımcımız ol.
Rabbim, şehitlerin şikayetçi olmasın benden. Cennette tutsunlar ellerimden. Selamun Aleykum ey komşu desinler. O güzel cennet kokulu selamı almayı nasip et bana. Aleykum Selam demeyi nasip et, Rabbim!
Amin.
***
Dünyaya dikkatli bir şekilde baktığın zaman, her gün defalarca Allah’ın ayetlerinin ispat edilişine şahit olursun. Farkında olmadıklarının çokluğuna iman edersin. Tarihin akışında, kendi iç dünyanda ya da canlı cansız varlıkların ilişkisinde ve gelişiminde; Allah’ın kelamında verilen misallerin yansımalarını görürsün. Hayatı, benliğini ve diğer insanları, daha iyi tanıman için onları kendine birer yol gösterici olarak bellersin.
Nefsinin dünyaya meyil etmesine rağmen; Allah’ın ayetlerine teslimiyetle itaat ettiğinde hayatının ne kadar kolaylaştığına şaşırırsın. Mesela; kendini geliştirir ve başkalarına dair olan dünyalık beklentilerini düşürürsün. Yani hayatının merkezine Allah’ın rızasını yerleştirir ve O’nun için yaşamaya çalışırsın. Böylece genel manada insana, özelde kendine daha gerçekçi yaklaşırsın. Dünyadan kaybettiğinde harap olmazsın çünkü sahipsiz olmadığını bilirsin. Dünyada kazandığında fazla uçmazsın çünkü asıl sahibiniz olan Allah’ı anarsın.
Batı’da ve Doğu’da yaşanan en ufak zulüm karşısında verilen yaygın tepkiler arasındaki ciddi farklara şahit olunca: İnananların Allah yolunda; inkarcıların ise batıl yolunda savaştığını bildiren ayeti hatırlarsın. İdeal şartlar altında, onlarla bir araya geldiğin zaman; neden onlardan dost olmazmış dersin. Adetlerini sahiplenir, insanlığını bahane ederek bayramlarını kutlarsın. Ancak, şartlar değiştiğinde ise kısaca dininden ve renginden dolayı ilk dışlanan ve zulmü hakkeden sen olursun. Sen ise döner sadece zalimleri ve zulme ortak olanları suçlarsın. Allah’ın kelamı ve Rasulullah (sav)’in sünneti ile gözlerini açıp, aynı delikten ısırılmamak için çabalamak yerine uykuya çekilirsin.
Rabbim! Bize, hakikat ile batılı ayırt etmeyi ve daima hakkı seçmeyi nasip eyle. Sevincimizde ve sıkıntımızda; geçici dünyalık heveslere kaçmak yerine Sana sığınanlardan eyle. Kolaylıkta ya da zorlukta; şımarmak ya da şikayetlenmek yerine Senin rızanı arayanlardan ve iyilikte yarışanlardan eyle.
Rabbim! İndirdiğin kelamın Kur’an-ı Kerim ile beraber; ömürlerimizi bereketlendir, kalplerimizi genişlet, zihinlerimizi dinçleştir, bedenlerimizi nurlandır, gözlerimizi uyandır, kulaklarımızı keskinleştir ve ruhlarımızı dinlendir. Yürüdüğümüz her yolda, seçtiğimiz her arkadaşta, aldığımız her kararda ve ölümden dirilişe, dirilişten ebedi hayata geçiş evrelerinde; kelamını bize yoldaş eyle.
Amin.