بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ
“Dostlar” diye çevirdiğimiz 62. âyetteki evliyâ, “birine yakın olan, birini himayesinde bulunduran, koruyucu, dost, yardımcı” gibi mânalara gelen velî kelimesinin çoğuludur. Kur’ân-ı Kerîm’de velî kelimesi, tekil veya çoğul olarak kırk sekiz âyette Allah’ın, kendisine inanıp buyruğunca yaşayan kullarına sevgisini, himaye ve yardımını, bu anlamda Allah ile insan arasındaki sevgi bağını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Allah ile kendileri arasında böyle bir sevgi bağı gerçekleşmiş, bu mazhariyete ulaşmış olanlar kültürümüzde “Allah dostları” diye anıldığından 62. âyetteki evliyâullah deyimini bu şekilde çevirdik.
Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bu âyette geçen evliyâullah kavramının kapsamı her ne kadar zamanla bilhassa tasavvuf geleneğinde oldukça daraltılmış, hatta giderek İslâm toplumlarında bu kavramla keramet arasında bir ilişki dahi kurulmuşsa da 63. âyette Allah dostlarının özelliği kısaca iman ve takvâ kelimeleriyle özetlenmektedir. Şu halde Allah’a iman eden ve takvâ (günah işlemekten sakınma, Allah’a saygı) bilinciyle yaşayan her müslüman Allah dostudur. Müfessirlerin kaydettiği bir hadiste evliyâullah, “görünüşleriyle Allah’ı hatırlatanlar” (tutum ve davranışlarıyla Allah’ın iradesine uygun bir yaşayışı yansıtanlar) şeklinde tanıtılmıştır (Taberî, XI, 131-163). Zemahşerî de, “Evliyâullah, Allah’a yakınlıklarını itaatleriyle gösterir, Allah da onlara yakınlığını lutuflarıyla gösterir” ifadesini kullanır (II, 195). Bu müfessire göre “Onlar ki, iman edip günah işlemekten sakınmışlardır” ifadesi, evliyâullahın Allah’a yaklaşmasını, “Onlara hem bu dünyada hem de âhirette müjdeler vardır” ifadesi de Allah’ın evliyâullaha yaklaşmasını dile getirmektedir. 64. âyetteki “Allah’ın sözlerinde değişme olmaz” ifadesi, bu âyetlerde Allah dostlarına verilen müjdelerle bağlantılı olarak açıklanmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hakk’ın, bu kullarına verdiği müjdeler O’nun birer vaadidir ve O mutlaka vaadini yerine getirecektir.
64. âyetteki dünya hayatıyla ilgili müjdeyi “hayırlı (sâlih) rüya”, âhiret hayatıyla ilgili müjdeyi ise “cennet” olarak açıklayanlar olmuştur (Taberî, XI, 133-138). Ancak Râzî’nin de belirttiği gibi (XVII, 128), müjde kelimesi “insanın yüzünü güldürecek şekilde sevindiren haber” anlamına geldiğine göre insanı bu şekilde mutlu edecek olan her şey bu âyetin kapsamına girer. Allah dostlarının gerek dünya hayatında gerekse âhirette kendileri için müjde değeri taşıyan bütün iyi ve güzel şeyleri elde etmesi âyette “en büyük kazanç” şeklinde nitelenmiştir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 117-118
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehîd de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehîdler imrenerek bakacaklardır.”
Ashâb-ı kirâm:
“Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de, biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim yâ Rasûlallâh!” dediler.
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“Bunlar öyle bir kavimdir ki, aralarında ne akrabâlık ne de ticâret ve iş münâsebeti olmaksızın, sırf Allah rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi yüzleri bir nûrdur ve kendileri de nûrdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar (kıyâmet günü) korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve peşinden şu âyeti okudu:
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile (kalben Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlıkları sâyesinde) korunur dururlar. Onlara dünya hayâtında da, âhiret hayâtında da müjdeler vardır. Allâh’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur.” (Yûnus, 62-64) (Ebû Dâvud, Büyû, 76/3527; Hâkim, IV, 170
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ
اَلَٓا tenbih harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اَوْلِيَٓاءَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfudur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
خَوْفٌ mübteda olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
عَلَى harf-i ceri mecruruna istila, rağmen, karşı, hal gibi manalar kazandırabilir. Buradaki عَلَى harf-i ceri mecazî istila manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ cümlesi, atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir.
وَ atıf harfidir. لَا zaiddir. Nefy harfinin tekrarı, olumsuzluğu tekid içindir.
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يَحْزَنُونَۚ fiili, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَحْزَنُونَۚ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
Bundan önce kıyamet günü, Allah'a iftira edenlerin durumlarının perişanlığına ve karşılaşacakları hallerin korkunçluğuna, tehdit ve ceza vaîdi yoluyla icmalen işaret edilmişti. İşte bu ayet de müminler için amellerinin sonucu müjde ve mükâfat vaadi kabilinden bir beyandır. (Ebüssuûd)
Kelamın tenbih edatıyla başlaması durumun önemine ima eder. اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ Bakara Suresi 12. ayette geçtiği gibidir. Cümle tenbih edatından sonra اِنَّ ile tekid edilmiştir. (Âşûr)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اَلَٓا ve إنَّ ile tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan لَا خَوْفٌ ’un haberi mahzuftur. عَلَيْهِمْ bu mahzuf habere müteallıktır. Müsnedün ileyh olan خَوْفٌ ’daki tenvin, nev ve kıllet içindir. Yani “hiçbir korku” demektir. Bilindiği gibi nefy siyakta nekre umum ifade eder.
اَلَٓا : Tenbih için kullanılır. Kendinden sonraki ifadenin tahkikini gösterir. Zemahşerî: Bu yüzden kendisinden sonraki kasem manasında olabilecek kelimelerle başlayan cümleler gelir, isim cümlesine olduğu kadar fiil cümlesine de dahil olur, der. (Suyuti, İtkan, c. 1, s. 414)
اَلَٓا : kelamın başında gelen, lam ve hemze harfinden mürekkep bir tenbih harfidir.
اَلَٓا, ayette isim cümlesinin başına gelerek devamında gelecek sözü muhatabın can kulağıyla dinlemesini sağlamıştır. (Meydânî Habenneke Hasan Abdurrahman, Belagatu’l Arabiyye , s. 191)
İştikak ilminde, vâv, lâm ve yâ harflerinin terkiblerinin yakınlık manasına delalet ettiği ortadadır. Dolayısıyla her şeyin velisi ona yakın olan demektir. Allah’a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde O’na yaklaşmak, ancak insanın kalbi Hak Teâlâ’yı bilmenin nuruna gark olduğunda olur. (Fahreddin er- Râzî)
اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ izafetinde lafza-ı celale muzâf olması evliyanın şanı içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ sözündeki عَلَي harf-i ceri mecazî istila içindir. (Âşûr, A’raf/35)
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ
وَ ’la اِنَّ ’nin haberine atfedilen وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Haber, muzari fiil gelerek teceddüt ve istimrar ifadesiyle birlikte hükmü takviye etmiş, müsnedün ileyhin nefy harfinden sonra gelmesi de tahsis ifade etmiştir. Böylece Allah Teâlâ, onların mahzun olmayacaklarını çok kesin bir şekilde bildirmiştir. (Âşûr)
هم يَحْزَنُونَ ifadesinde müsnedün ileyh’in takdimi, fiil şeklindeki haber ile hasıl olan hükmü takviye eder. Mana ise “O kimseler için kendisinden kurtulamayacakları, sürekli onlarla kalacak olan sabit ve yerleşik bir korku söz konusu değildir.” şeklinde olacaktır. (Âşûr)
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ibaresinden korku ve hüznün devamlı olmayacağı değil fakat hiçbir zaman olmayacağı anlamı çıkarılmıştır. Çünkü burada nefy harfi لَا her ne kadar geniş zaman fiiline dahil olmuşsa da makamın gereği olarak devamlılık ifade eder. (Ebüssuûd, Maide Suresi 69)
يَحْزَنُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” ve يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Burada ولاهم يحزنون cümlesinde, هم munfasıl zamirinin kullanılışı dolayısıyla kasr vardır. “Sadece Allah’ın hidayetine tabi olanlar mahzun olmayacaklar, başkaları değil.” manasını taşımaktadır. Muzari fiilin başına nefy harfinin dahil olması ile de devam ve istimrar manası kazanmıştır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, s. 489)
Burada isim cümlesi olarak gelmiş iki cümle; kendilerine müjde verilen muhsinlerin hallerini toplu olarak ifade eden bir kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
خوف ve حزن arasındaki fark; خوف, insanın gelecekte olacak (henüz meydana gelmemiş) bir işten dolayı kederlenmesi, حزن ise geçmişte bir şeyi kaçırmasından dolayı kederlenmesidir. Burada ayrıca خوف kelimesinin önce حزن kelimesinin sonra zikredilmesinde bir incelik vardır. Şöyle ki gelecekte meydana gelecek bir şeylerden korkmak, geçmişte olmuş olanlarınkinden daha şiddetlidir. Bu nedenle خوف önce zikredilmiştir. Yine burada خوف ve حزن kelimelerinde kinaye vardır. خوف günahlardan dolayı cezalandırılmayacaklar, حزن de sevaplarından da mahrum bırakılmayacaklar manasında kinaye yapılmıştır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, s. 490)
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ibaresinde kasr vardır. Sadece onlar üzülmeyeceklerdir. Yani onlar üzülmezler ama başka üzülecek kimseler vardır. Kasr manası kastedilmeseydi cümle وَهُمْ لَا يَحْزَنُونَ şeklinde gelirdi. O zaman başka kimselerin de üzülmeyeceği manası anlaşılırdı.
Üzülmek يَحْزَنُونَ şeklinde fiil olarak, korku ise خَوْفٌ şeklinde masdar yani isim olarak gelmiştir. Korku halinin devamlılık arz ettiğine, üzülmenin ile teceddüt arzettiğine işaret vardır.
لَا هُمْ يَحْزَنُونَ cümlesi لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ cümlesine atfedilmiştir. Burada müfred kelime kullanılarak ولا حُزْنٌ buyurulmamıştır. Aksine bir zamirden haber verilerek müsned fiil olarak gelmiştir. Böylece onlarda olmayan hüznün başkalarında olacağı ifade edilmiştir. Bu başkaları da kâfirlerdir. Çünkü müsnedün ileyh, fiil olarak gelen habere takdim edilmiştir. Bu üslup da müsnedün ileyhin bu habere tahsis edildiğini ifade eder. (Âşûr, Araf Suresi 35)
لَا ve هُمْ kelimelerinin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr sanatı vardır.
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, önceki ayetteki اَوْلِيَٓاءَ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَانُوا fiili atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur.
كَانُوا; isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
يَتَّقُونَۜ cümlesi كَانُوا ’nun haberi olup mahallen mansubdur.
يَتَّقُونَۜ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَّقُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftial babındadır. Sülâsîsi وقي ’dır.
Bu bab, fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ
Bu kelam, mukadder bir sualin cevabı gibidir. Sanki:
- Onlar kimlerdir ve bu saadete ermelerinin sebebi nedir? diye sorulmuş ve şöyle cevap verilmiştir:
- Bunlar, iman ile takvayı bir araya getirenlerdir.
Bu iki yüce haslet her hayra erdirir ve her şerden uzak tutar.
Burada takvadan murad, onun üçüncü mertebesidir. (Ebüssuûd)
Önceki ayetteki اَوْلِيَٓاءَ ‘nin sıfatı konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası اٰمَنُوا, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Sıfatın ism-i mevsûlle gelmesi sonradan gelecek habere dikkat çekmek ve bahsi geçen kişilere tazim kastına matuftur.
كَان ’nin haberinin muzari fiil olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103)
كَانُوا يَتَّقُونَ cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur. كَان ’nin dahil olduğu bu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَان ’nin haberinin müspet muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَهُمُ | onlar için vardır |
|
2 | الْبُشْرَىٰ | müjdeler |
|
3 | فِي |
|
|
4 | الْحَيَاةِ | hayatında |
|
5 | الدُّنْيَا | dünya |
|
6 | وَفِي | ve |
|
7 | الْاخِرَةِ | ahirette |
|
8 | لَا | olmaz |
|
9 | تَبْدِيلَ | değişme |
|
10 | لِكَلِمَاتِ | sözlerinde |
|
11 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
12 | ذَٰلِكَ | işte |
|
13 | هُوَ | bu |
|
14 | الْفَوْزُ | kurtuluştur |
|
15 | الْعَظِيمُ | büyük |
|
لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ
İsim cümlesidir. لَهُمُ car mecruru mukaddem mahzuf habere müteallıktır.
الْبُشْرٰى muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. فِي الْحَيٰوةِ car mecruru الْبُشْرٰى ’ya müteallıktır. الدُّنْيَا kelimesi الْحَيٰوةِ ’nin sıfatı olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
فِي الْاٰخِرَةِ car mecruru الْبُشْرٰى ’ya müteallıktır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı âkil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ
لَا harfi, cinsini nefyeden olumsuzluktur. İsmini nasb haberini ref eder.
تَبْد۪يلَ kelimesi لَا ’nın ismi olarak mahallen mansubdur. لِكَلِمَاتِ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. كَلِمَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ۟ cümlesi ذٰلِكَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
Munfasıl zamir هُوَ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْفَوْزُ haber olup lafzen merfûdur. الْعَظ۪يمُ ise الْفَوْزُ kelimesinin sıfatıdır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar
Not: Gayr-ı âkil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada sıfat müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ
İstînâfi beyâniyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْبُشْرٰى ise muahhar mübtedadır.
الْبُشْرٰى kelimesindeki elif-lam cins içindir. (Âşûr)
الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ
Fasılla gelen cümle istînâfiyedir. Önceki manayı tekid mahiyetindedir. (Âşûr)
Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
Cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَا ,لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ’nın mahzuf haberine müteallıktır. لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan كَلِمَاتِ, şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Allah'ın kelimeleri, Resulullah’a (s.a.) vahyettiği sözleridir.
ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
Fasıl zamiri ve haberin tarifi ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
الْفَوْزُ mübtedanın haberidir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife olması sebebiyle üç katlı tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Cümlede ذٰلِكَ ile müminlerin mükâfatına işaret edilmiştir.
ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan, istiare oluşur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân İlmi)
ذٰلِكَ sözünde cem’ ve iktidâb vardır. Olayı özetleyen bir kelimedir.
Zamir makamında gelen işaret ismi ذٰلِكَ bunun son derece belli, müşahede edilebilir cinsten sayıldığını bildirir. Bunun uzaklık manasını içermesi de işaret edilen davranışın derecesinin yüksek ve mertebesinin uzak olduğunu bildirir.
(Ebüssuûd, Maide Suresi 32)
ذٰلِكَ [İşte bu] onların iki dünyada da müjdelenmiş olmaları “Büyük kurtuluştur.” Bu cümle ve ondan öncesi müjdenin gerçekleşmesi ve şanını büyütmek için ara kelamdır. İlle de arkasından ilgili bir sözün gelmesi şart değildir. (Beyzâvî)وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Mekke putperestleri bir yandan Allah’ın birliği ve aşkınlığıyla bağdaşmayan sözler sarfederken bir yandan da Hz. Muhammed’i yalancılıkla suçluyor, Kur’an’ın onun uydurması olduğunu söylüyor, kendilerini çok güçlü görerek ona tehditler savuruyor, buna benzer üzücü sözlerle onu incitiyorlardı. Âyette bu tutumlar karşısında Hz. Peygamber teselli edilmekte, asıl gücün tamamıyla Allah’a ait olduğu hatırlatılarak bir bakıma Hz. Peygamber’e ve onun şahsında müminler arasında inkârcıların haksız saldırılarına uğrayanlara şöyle denilmektedir: “Sen üzülme! Allah onların konuştuklarını duymakta bilmektedir ve ortaksız gücüyle onların hakkından gelecek, sana yardım edecektir. Son tahlilde başarı, Allah’ın yolundan giden, imanda ve güzel işlerde sebat göstererek Allah’ın yardımını hak edenlerindir (benzer açıklamalar için bk. Zemahşerî, II, 196; Râzî, XVII, 129-130).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 120
وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.
يَحْزُنْكَ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
قَوْلُهُمْۢ fail olup lafzen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الْعِزَّةَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. لِلّٰهِ lafza-i celâli , mahzuf habere müteallıktır.
جَم۪يعاً kelimesi الْعِزَّةَ ’nin hali olup lafzen mansubdur.
جَم۪يعاً kelimesi zamirsiz gelirse tekid bildiren haldir. Ancak bazı gramercilere göre tekid kabul edilmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
السَّم۪يعُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. الْعَل۪يمُ ise ikinci haberdir.
السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Sıfat-ı müşebbehe; benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ
Müstenefe olan ayetin ilk cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
وَ ’ın atıf olması da caizdir. Cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
حزن fiilinin قَوْل ’e isnadı, aklî mecazdır. “Onların sözleri sebebiyle üzülme” manasındadır.
Resulullah’ı (s.a.) üzülmekten nehyetmede mübalağa göstermek için ayetteki nehy, müşriklerin sözlerine yöneltilmiştir. (Ruhu’l Beyan)
اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ
Bu kelam, geçen nehyin illetidir. Çünkü Allah'ın mülkünde ve hükümranlığında şan, şeref, üstünlük, galibiyet ve tasarruf tamamen O'na aittir. Ne onlardan ne de başkalarından hiç kimse bundan en küçük bir şeye asla malik değildir. Binaenaleyh Allah, onları kahredecek; seni onlardan koruyacak; seni onlara karşı muzaffer kılacaktır. (Ebüssuûd)
Cümle ta’liliyye veya istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatıdır.
اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. اِنَّ , لِلّٰهِ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
الْعِزَّةَ kelimesindeki marifelik siyakın delaletiyle istiğrak ifade eden cins içindir. (Âşûr)
جَم۪يعًا manevi tekid olarak gelmiştir, haldir. Hal, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Vahidî şöyle der: “Arapçada ‘izzet’, şiddet ve güç demektir. Münafıklar, Yahudilerle birleşmek suretiyle güç ve kuvvet arıyorlardı. Kâmil ve mükemmel kudret, Allah’a aittir. O’nun dışında kalan herkes ise O’nun kudret vermesiyle kadir, O’nun aziz kılmasıyla aziz, izzet sahibi olurlar. Binaenaleyh gerek peygamber gerekse müminler için söz konusu olan izzet, ancak Allah’ın vermesiyle olmuştur. Bu sebeple durum iyice incelendiğinde, bütün izzetin, kudretin Allah’a ait olduğu ortaya çıkmış olur.” (Fahreddin er-Râzî)
Bu cümle, inkârî istifhamın ifade ettiği görüşün bâtıl ve o görüşte olanların sonlarının hüsran olduğunun sebebini vuzuha kavuşturur. Çünkü bütün kuvvet, kudret ve galibiyet Allah Teâlâ’ya münhasırdır. (Ebüssuûd, Nisa Suresi 139)
هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Talil cümleleri ıtnâb babındandır.
Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır. السَّم۪يعُ birinci haber, الْعَل۪يمُ ikinci haberdir.
Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında (Fatma Serap Karamollaoğlu, Meânî İlmi, s. 218), isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin الْ takısıyla marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmadan gelmesi, bu vasıfların ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir.
السَّم۪يعُ - الْعَل۪يمُ sıfatlarının ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Sıfat-ı müşebbehe sübut (devamlılık ve süreklilik) ifade eder. (Fahreddin er-Râzî)
السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ Bu iki kelime mübalağa sıygalarındandır. Manası; Allah'ın işitmesi ve bilgisi her şeyi kuşatmıştır, demektir. (Safvetu't Tefasir)
Ayet, Allah Teâlâ'nın iki sıfatının zikriyle السَّمِيعُ الْعَلِيمُ şeklinde bitmiştir. Bunun sebebi, ayet-i kerimede işitilecek ve bilinecek şeylerin zikredilmiş olmasıdır. İnatlaşma ve muhalefet içinde olanlar söz ya da eylemle müdahalede bulunuyorlardı. Dolayısıyla ayet bu iki yüce sıfatla sona ermiştir.
Bu iki sıfatın bir arada zikredilmesi, hem vaat hem vaîd içermektedir. (Âşûr)
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
“O, hakkıyla işitendir.” sözü “Dediklerini işitir.”; “Kemaliyle bilendir.” sözü de “Kararlarını bilir.” demektir. Bundan maksat da “...karşılığını onlara verir.” manasıdır. (Beyzâvî) O halde lâzım söylenmiş, melzûm kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel vardır.
السَّم۪يعُ - قَوْلُهُمْۢ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِۜ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَا | iyi bilin ki |
|
2 | إِنَّ | şüphesiz |
|
3 | لِلَّهِ | Allah’ındır |
|
4 | مَنْ | kim varsa |
|
5 | فِي |
|
|
6 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
7 | وَمَنْ | ve kim varsa |
|
8 | فِي |
|
|
9 | الْأَرْضِ | yerde |
|
10 | وَمَا | ve |
|
11 | يَتَّبِعُ | uymuyorlar |
|
12 | الَّذِينَ | kimseler |
|
13 | يَدْعُونَ | tapınan(lar) |
|
14 | مِنْ |
|
|
15 | دُونِ | başkalarına |
|
16 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
17 | شُرَكَاءَ | ortak koştuklarına |
|
18 | إِنْ | ancak |
|
19 | يَتَّبِعُونَ | onlar uyuyorlar |
|
20 | إِلَّا | sadece |
|
21 | الظَّنَّ | zanna |
|
22 | وَإِنْ | ve |
|
23 | هُمْ | onlar |
|
24 | إِلَّا | sadece |
|
25 | يَخْرُصُونَ | saçmalıyorlar |
|
Evrende var olan her şey Allah tarafından yaratıldığına, Allah her şeyin mâliki, sahibi ve hâkimi olduğuna göre, O’ndan başka bir varlığı O’na ortak tanıyıp tanrı olarak nitelemek ve böyle bir iddiayı bir din haline getirip o yolda yürümek, akıl ve ilimden uzaklaşarak bir kuruntunun, yalanın peşinden gitmek demektir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 120
اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِۜ
اَلَٓا tenbih harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
لِلّٰهِ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
مَنْ müşterek ismi mevsûl, اِنَّ ’nin muahhar ismi olarak mahallen mansubdur.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
مَنْ فِي الْاَرْضِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلّٰهِ ifadesinde yer alan ل harfi, hem mülkiyeti, sahipliği hem de mutlak egemenliği ifade eder. Mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ancak hakimiyetleri noksan olan idareciler zulmeder. Ama Yüce Allah mutlak egemenliğe sahip olduğundan kullarına zulmetmez. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, Âl-i İmran Suresi 109)
وَمَا يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَتَّبِعُ merfû muzari fiildir. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, يَتَّبِعُ fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.
İsm-i mevsûlun sılası يَدْعُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَدْعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ دُونِ car mecruru شُرَكَٓاءَ ’nin mahzuf haline müteallıktır. Veya يَدْعُونَ ’nin mahzuf mef’ûle müteallıktır. Takdiri, أصناما أو آلهة şeklindedir.
اللّٰهِ lafza-i celali, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
شُرَكَٓاءَ kelimesi يَدْعُونَ fiilinin mef’ûlu olup fetha ile mansubdur.
يَتَّبِعُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftial babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
Not:
a. İftial babının fael fiili ص ض ط ظ olursa iftial babının ت si ط harfine çevrilir.
b. İftial babının fael fiili د ذ ز olursa iftial babının ت si د harfine çevrilir.
c. İftial babının fael fiili و ي ث olursa fael fiili ت harfine çevrilir.
İftial babı fiile şu manaları kazandırabilir: 1) Mutavaat, 2) İstek, 3) Gayret ve devamlılık, 4) Tadiye, 5) Edinmek ve tedarik etmek, 6) Müşareket, 7) Seçmek.
Burda gayret ve devamlılık manası kazandırmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
شُرَكَٓاءَ kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe, benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَتَّبِعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. الظَّنَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. يَخْرُصُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَخْرُصُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَّبِعُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dır.
Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اَلَٓا ve إنَّ tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
اَلَٓا, ayette isim cümlesinin başına gelerek devamında gelecek sözü muhatabın can kulağıyla dinlemesini sağlamıştır. (Meydânî Habenneke Hasan Abdurrahman, Belagatu’l Arabiyye , s. 191)
Burada sarahaten akıl sahiplerinin zikredilmesi, diğerlerini zikre ihtiyaç olmadığını zımnen bildirmek içindir. Çünkü akıl sahipleri, yaratılmışların en şereflisi ve mertebece en yükseğidir. Onlar, Allah'ın kahrına ve hükümranlığına mahkum olduklarına göre diğer varlıklar haydi haydi böyle olmalıdır.
Bu kelam, üstünlüğün yalnız Allah'a mahsus olduğunu belirtmesi itibarıyla Resulullah'ın (s.a.) gönül huzuru içinde olmasını ve müşriklerin sözlerine aldırmamasını telkin eder. Bu anlamda makabli için bir tekiddir, bundan sonraki kelam için de bir hazırlıktır ve aynı zamanda onların kanaatlerini ve amellerinin batıl olduğuna da delildir. (Ebüssuûd)
اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
اِنَّ لِلّٰهِ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ ,اِنَّ ’nin muahhar ismidir.
Mevsûlün müphem yapısı nedeniyle kendisini zorunlu olarak takip eden sılası mahzuftur. Aynı üslupta gelen ikinci mevsûl, birinciye matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَنْ ismi mevsûlü ile akıllılar vurgulanmıştır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
وَمَا يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَۜ
İstînâfa matuf olan cümle, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçen kişileri tahkir içindir. Mevsûlün sılası müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiiller muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir.
Zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak içindir.
دُونِ اللّٰهِ izafeti, gayrının tahkiri içindir.
الَّذ۪ينَ - مَنْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, وَمَا يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَ [Allah'tan başkasına tapanlar dahi (gerçekte) Allah'a eş koştukları ortaklara tabi olmuyorlar.] buyurmuştur. Buradaki مَا edatı hususunda iki görüş bulunmaktadır:
a. Bu, nefy ve inkâr manasını ifade eder. Buna göre mana, “Onlar, Allah'a ortak koştukları şeylere tabi olmadılar. Aksine onlar, Allah'ın şeriki zannettikleri şeye tabi oldular.” şeklindedir. Bunun bir benzeri de şudur: Birimiz, Zeyd evde bulunmadığı halde Zeyd'in evde olduğunu zanneder ve Zeyd zannettiği kişiye bu isimle seslenirse, bu durumda, “O, Zeyd'e hitap etti.” denilmeyip aksine, “Zeyd sandığı kimseye hitap etti.” denir.
b. Bu مَا istifham, soru manasındadır. Buna göre sanki “Allah'ı bırakıp da bazı ortaklara tapanlar, neye tabi oluyorlar?” denilmiştir ki bundan maksat da onların bu hareketlerini kınamaktır. Yani onların bu hususta herhangi bir delilleri bulunmadığını belirtmektir. (Fahreddin er- Râzî)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنْ nefy harfidir. Menfi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelam olan cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir. اِنْ ve اِلَّا ’nın oluşturduğu kasr, fiille mef’ûlü arasındadır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ [Ancak zanna tabi oluyorlar.] ifadesine te’kîdü’z-zem bimâ yüşbihü’l-medh sanatı vardır.
[Onlar sadece zanna tabi oluyorlar.] cümlesinde istiare vardır. Bu tabirde zannın tasviri abartılarak kendilerini her taraftan kuşatmış, bütünüyle akıllarına galebe çalmış olması sebebiyle emri dinlenen davetçi, izinden gidilen komutan konumuna konmuştur.
اِنْ يَتَّبِعُونَ cümlesi وَمَا يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ cümlesinin lafzî tekididir. (Âşûr)
الظَّنَّ, zannetmek ve kesin bilmek olmak üzere zıt iki mana taşıyan fiildir. Burada “zannetmek” manasındadır.
وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ
وَ ’la gelen cümle, makabline matuftur. Menfi isim cümlesi formundaki terkip kasrla tekid edilmiştir. Mübteda ve haber arasındaki kasr, kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنْ - اِنَّ ve مِنْ - مَنْ ve اِلَّا - اَلَٓا kelimeleri arasında cinas vardır.
يَتَّبِعُونَ - يَتَّبِعُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنْ - مَنْ - فِي - اللّٰهِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَـكُمُ الَّيْلَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِراًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هُوَ | O’dur |
|
2 | الَّذِي | o ki |
|
3 | جَعَلَ | yaratan |
|
4 | لَكُمُ | sizin için |
|
5 | اللَّيْلَ | geceyi |
|
6 | لِتَسْكُنُوا | dinlenmeniz için |
|
7 | فِيهِ | onda |
|
8 | وَالنَّهَارَ | ve gündüzü |
|
9 | مُبْصِرًا | aydınlatıcı olarak |
|
10 | إِنَّ | şüphesiz |
|
11 | فِي |
|
|
12 | ذَٰلِكَ | bunda |
|
13 | لَايَاتٍ | ayetler vardır |
|
14 | لِقَوْمٍ | bir topluluk için |
|
15 | يَسْمَعُونَ | duyan |
|
Hayat gece ile gündüzün içinde geçmekte; insanlar yaşamak için hem dinlenmekte hem de çalışmaktadırlar. Genellikle gecenin karanlığı dinlenmek için, gündüzün aydınlığı da çalışmak için daha elverişlidir. İşte insanların hakiki tanrısı, hayatlarını içinde geçirdikleri bu süreci gerçekleştiren; istirahat vakti olan karanlık geceleriyle, çalışma vakti olan aydınlık gündüzleriyle bütün zamanı yaratan ve yararlı kılan Allah’tır. Allah’ın aydınlatıcı kelâmında ortaya koyduğu delilleri dinleyip üzerinde düşünmesini bilenler bu sistemin anlamını ve onu kuran kudretin eşsiz ve ortaksız olduğunu da anlarlar.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 121
هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَـكُمُ الَّيْلَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِراًۜ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
لَكُمُ car mecruru جَعَلَ fiiline müteallıktır. الَّيْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi üç şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِ harfi, تَسْكُنُوا fiilini gizli اَنْ ile nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte جَعَلَ fiiline müteallıktır.
تَسْكُنُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪يهِ car mecruru تَسْكُنُوا fiiline müteallıktır.
و atıf harfidir. النَّهَارَ öncesinin delaletiyle mahzuf fiilin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur. Takdiri, جعل النهار şeklindedir.
مُبْصِراً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur.
مُبْصِراً kelimesi, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
فِی ذَ ٰلِكَ car mecruru إِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
ذا işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, ismi mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzhalakadır. اٰيَاتٍ kelimesi إِنَّ ’nin muahhar ismidir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
لِقَوْمٍ car mecruru اٰيَاتٍ kelimesinin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
يَسْمَعُونَ fiili لِقَوْمٍ ’in sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
يَسْمَعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَـكُمُ الَّيْلَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِراًۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, tazim kastının yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.
Cümle kasrla tekid edilmiştir. İki taraf da yani mübteda da haber de marife olduğu için kasr ifade eder. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. (Âşûr, Enam Suresi 2)
Haber konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası جَعَلَ لَـكُمُ الَّيْلَ, mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
لِتَسْكُنُوا cümlesi, fiile dahil olan lam-ı ta’lîl sebebiyle masdar tevilindedir. Masdar-ı müevvel cer mahallinde جَعَلَ fiiline müteallıktır.
Şerîf Radî, وَالنَّهَارَ مُبْصِراً ibaresi için şöyle der: “Bu güzel bir istiaredir. İnsanlar, gündüzün gördükleri için ‘gündüz’e ‘gören’ ismi verildi. Sanki bu, mübalağa yoluyla, bir şeyin sebep olduğu şeyle nitelenmesi gibidir.” (Müellif, sebebiyyet ilgisiyle bu ifadenin mürsel mecaz olduğunu işaret etmektedir. Gündüzün مُبْصِراًۜ (gören) kılınmasının, görme eyleminin zamana (gündüze) isnadıyla aklî/ isnadî mecaz sayılması da uygundur. Çünkü gerçekte gören gündüz değildir; gündüz vaktinde insanlar görürler.)
Nitekim Araplar şöyle der: ليلى أعمى و ليلة عمية (Kör bir gece) Aşırı karanlığından dolayı o gecede insanlar birşey göremedikleri zaman böyle der. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları, Âşûr) (geceye körlük isnadı da aklî mecazdır)
Bu ayette ihtibâk sanatı vardır.
İhtibâk bir belâgat terimi olarak “ikinci cümlede benzeri zikredilen kelime veya ifadenin birinci cümleden, birinci cümlede benzeri zikredilen ifadenin de ikinci cümleden hazf edilmesi” şeklinde tanımlanır. Buna göre ihtibâk, sözden düşürülmüş olan kelime veya ifadelerin, zikredilen kelime veya ifadeden hareketle tespit edilerek yerine konulmasıdır. (Beyzâvî , Âşûr)
لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِراً Allah, içinde sükûnet bulmanız için geceyi, çalışıp geçiminizi elde etmeniz için aydınlatıcı olarak da gündüzü yaratandır. Ayette, aydınlık kelimesi zikredildiği için مظلما /karanlık kelimesi hazf edilmiştir. Ayrıca “sükûnet bulmanız için” cümlesi zikredildiği için “لتتحركوا / hareket edip çalışmanız için” cümlesi zikredilmemiştir. (Ruhu’l Beyan)
ف۪يهِ [gecenin içinde] ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla gece, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü gece, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
Gündüzün ve gecenin özellikleri ayrı ayrı belirtilmiş. Bu üslup bedî’ sanatlardan biri olan cem' ma’at-taksimdir.
الَّيْلَ - النَّهَارَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Cümle ta’lîliye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Sübut ifade eden bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. اِنَّ ,ف۪ي ذٰلِكَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. اِنَّ ’nin muahhar ismi olan لَاٰيَاتٍ ’e dahil olan لَ, tekid ifade eden lam-ı muzahlakadır.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
İşaret ismine dahil olan ف۪ي harfinde de istiare vardır.
Ayetin sonundaki muzari fiil sıygasındaki يَسْمَعُونَ cümlesi, لِقَوْمٍ için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb babındandır.
قَوْمٍ ve لَاٰيَاتٍ kelimelerindeki tenvin tazim ifade eder.
اٰيَاتٍ [ayetler] umum için oldukları halde dinleyen topluma tahsis edilmiştir; çünkü o ayetlerden istifade edenler, ancak dinleyenlerin meydana getirdiği bir toplumdur. (Ebüssuûd)
قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداً سُبْحَانَهُۜ هُوَ الْغَنِيُّۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ اِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهٰذَاۜ اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالُوا | dediler |
|
2 | اتَّخَذَ | edindi |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | وَلَدًا | çocuk |
|
5 | سُبْحَانَهُ | O bundan münezzehtir |
|
6 | هُوَ | O |
|
7 | الْغَنِيُّ | hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır |
|
8 | لَهُ | O’nundur |
|
9 | مَا | ne varsa |
|
10 | فِي |
|
|
11 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
12 | وَمَا | ve ne varsa |
|
13 | فِي |
|
|
14 | الْأَرْضِ | yerde |
|
15 | إِنْ | yoktur |
|
16 | عِنْدَكُمْ | sizin |
|
17 | مِنْ | hiçbir |
|
18 | سُلْطَانٍ | deliliniz |
|
19 | بِهَٰذَا | bu konuda |
|
20 | أَتَقُولُونَ | söylüyor musunuz? |
|
21 | عَلَى | hakkında |
|
22 | اللَّهِ | Allah |
|
23 | مَا | şeyi |
|
24 | لَا |
|
|
25 | تَعْلَمُونَ | bilmediğiniz |
|
“Tanrı’nın oğlu, kızı” gibi sözlerle Allah’a çocuk isnat etmek şirk içeren dinlerde yaygın bir anlayıştır. Putperest Araplar’da da meleklerin Allah’ın kızları olduğu inancı vardı (en-Nahl 16/57). Onların bazıları melekleri, dişi cinlerin seçkinleri olarak kabul eder, bazıları da cinlere taparlardı (İbn Âşûr, XI, 229). Cenâb-ı Hak, “sübhânehû” ifadesiyle zât-ı ulûhiyyetini bu tür isnatlardan tenzih etmekte; kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını, dolayısıyla evlât sahibi olmak gibi bir şeyin de kendisi hakkında söz konusu olamayacağını bildirmektedir. Çünkü çocuk sahibi olma süreci bir dizi beşerî zaaf ve ihtiyaçların sonucu olarak gerçekleşir ve yaratıcının değil, yaratılmışların özelliğidir; oysa evrende bulunan her şey Allah’ındır; dolayısıyla O’nun hakkında ne bir ihtiyaçtan ne de eksiklikten söz edilebilir. Şu halde bütün şirk inançları kanıtsızdır ve Allah hakkında bilgisizce iddialardan ibarettir. Bu sebeple 69. âyette Allah’a çocuk isnat etme yani şirk iddiası, “Allah hakkında asılsız şeyler yakıştırma” anlamında iftira ve kezib kavramlarıyla nitelenmiş, eleştirilmiş, bunu yapanların kurtulamayacakları uyarısında bulunulmuştur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 121
قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداً سُبْحَانَهُۜ هُوَ الْغَنِيُّۜ
Fiil cümlesidir. قَالُو damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدً ’dir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اتَّخَذَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ, lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.
وَلَداً mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibarıyla onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette اتَّخَذَ fiili değiştirme manasına gelen fiillerdendir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سُبْحَانَهُ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, نسبح (tesbih ederiz) şeklindedir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olup mahallen merfûdur. الْغَنِيُّ haber olup lafzen merfûdur.
اتَّخَذَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır.
İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
İsim cümlesidir. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
مَا فِي الْاَرْضِ ifadesi atıf harfiyle makabline matuftur.
اِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهٰذَاۜ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. عِنْدَكُمْ mekân zarfı, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harf-i ceri zaiddir. سُلْطَانٍ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
بِهٰذَا car mecruru سُلْطَانٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Hemze istifham harfidir. تَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru تَقُولُونَ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا تَعْلَمُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
تَعۡلَمُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداً سُبْحَانَهُۜ
Fasılla gelen ayet istînâfiyyedir.
İlk cümle müspet fiil sıygasında faide-i haber ibtidai kelamdır. قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
سُبْحَانَكَ ifadesi, takdiri نسبّح olan fiilin mef’ûlü mutlakıdır. سُبْحَانَهُ itiraz cümlesidir. Zalimlerin iddialarının batıl olduğunu açıklar. Konu ile direkt olarak alakası olmadan araya giren itiraz cümleleri, ıtnâb sanatıdır.
Ebüssuûd şöyle der: Sübhan kelimesinin سبح’dan türemiş, tef’il kalıbına nakledilmiş ve masdara dönüşmüş olmasında kimseye gizli kalmayan belli bir tenzih ifadesi vardır. Manası şöyle olur: “Allah'ı O’na yakışır bir şekilde tenzih ederim.” (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Allah’ı, kendisine nispet edilen şeylerden tenzih ve takdis manası taşıdığı gibi akılsızca sözlerine hayret ettirmek manası da taşır. (Ebüssuûd)
وَلَداً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
هُوَ الْغَنِيُّۜ
Ta’liliyye olan cümle fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
الْغَنِيُّ haberdir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
İsim cümleleri sübut ifade eder.İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Fasılla gelmiş beyanî istînaf veya ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا, muahhar mübteda konumundadır. فِي السَّمٰوَاتِ, ism-i mevsulün mahzuf sılasına müteallıktır. Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
مَا - فِي kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهٰذَاۜ
Fasılla gelen menfi isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. عِنْدَكُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Cümledeki اِنْ olumsuzluk manası taşır. Ama arkadan إلّا gelmemiştir, bu çok rastlanan bir kullanım değildir.
Tekid ifade eden zaid مِنْ harfinin dahil olduğu سُلْطَانٍ, muahhar mübtedadır. Kelimedeki tenvin kıllet içindir. “Hiçbir sultan” manasındadır. Menfi siyakta nekre, umum ifade eder.
Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
سُلْطَانٍ ’in mahzuf sıfatına müteallık olan, بِهٰذَا ’daki بِ, mülâbese içindir. (Âşûr)
İşaret isminde istiare vardır. بِهٰذَاۜ ile müşriklerin söylediği sözlere işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
تَقُولُونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası لَا تَعْلَمُونَ, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَتَقُولُونَ sorusundaki hemze tasdik içindir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
قَالُوا - تَقُولُونَ kelimeleri arasında cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr, مَا ve فِي harflerinin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr sanatı vardır.
Burada مَنْ yerine akılsızlar için olan مَا ism-i mevsûlu gelmiştir. Tağlîb sanatı ile akılsızların içine akıllılar da girer. Allah akıllıları vurgulamak için مَنْ getirir, hepsini kastedince مَا getirir, مَا ’nın içinde ötekiler de vardır.
قُلْ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَۜ
قُلْ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri
أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli اِنَّ الَّذ۪ينَ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
eder.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. Mevsûlün sılası يَفْتَرُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَفْتَرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru يَفْتَرُونَ fiiline müteallıktır. الْكَذِبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
لَا يُفْلِحُونَ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُفْلِحُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
قُلْ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَۜ
Onlara kötü sonlarını ve vahim akıbetlerini bildirmesi için burada hitap Resulullah'a (s.a.) tevcih edilmiştir. (Ebüssuûd)
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mekulü’l-kavl cümlesi olan… اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ ise اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedin ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir. Has ism-i mevsûlün sılası müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اِنَّ ’nin haberi لَا يُفْلِحُونَۜ, menfi muzari fiil cümlesi formunda gelerek hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
يَفْتَرُونَ - الْكَذِبَ kelimeleri arasında müraatün nazir vardır.
“De ki: Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar, evlat edinmek ve ona ortak nispet etmekle iflâh olmazlar, ateşten kurtulamazlar ve cenneti kazanamazlar.” (Beyzâvî)
فْلِحُ, maksat ve gayeye vasıl olmak demektir. Buna göre لَا يُفْلِحُونَۜ tabirinin manası, “O kimse, sa’y ü gayretinde başarıya ulaşamaz; gayesinde başarıya ulaşamaz. Aksine onun eli boşa çıkar ve hüsrana uğrar.” şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذ۪يقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّد۪يدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَتَاعٌ | bir geçim sürerler |
|
2 | فِي |
|
|
3 | الدُّنْيَا | dünyada |
|
4 | ثُمَّ | sonra |
|
5 | إِلَيْنَا | bizedir |
|
6 | مَرْجِعُهُمْ | dönüşleri |
|
7 | ثُمَّ | sonra |
|
8 | نُذِيقُهُمُ | tattırırız |
|
9 | الْعَذَابَ | azabı |
|
10 | الشَّدِيدَ | şiddetli |
|
11 | بِمَا | dolayı |
|
12 | كَانُوا | olmalarından |
|
13 | يَكْفُرُونَ | inkâr ediyor(lar) |
|
Putperest Araplar, genellikle kendi zenginlik ve soyluluklarını müslümanlara karşı bir meziyet, yollarının doğruluğuna bir kanıt olarak ileri sürerler; şirk anlamına gelen iddialarda bulunarak bâtıl dinlerini korumaya çalışırken dolaylı olarak bu statülerini yaşatmayı da amaçlarlardı. Âyette onların bu dünyada meziyet diye böbürlendikleri zenginlik ve soyluluk gibi imkân ve şartların geçici menfaatlerden ibaret olduğu hatırlatıldıktan sonra, insanların bunlara aldanıp da böyle yalan yanlış inançlara kapılmamaları istenmektedir. Nihayet herkes gibi onlar da sonunda Allah’ın huzuruna dönecek, bu inkârcı ve zalimce tutumları sebebiyle şiddetle cezalandırılacaklardır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 121
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذ۪يقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّد۪يدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟
İsim cümlesidir. مَتَاعٌ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri, افتراؤهم ’dur.
فِي الدُّنْيَا car mecruru مَتَاعٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. (Âşûr) Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
اِلَيْنَا car mecruru mahzuf mukaddem mahzuf habere müteallıktır.
مَرْجِعُهُمْ muahhar mübteda olarak lafzen merfûdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.
نُذ۪يقُهُمُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
الْعَذَابَ kelimesi نُذ۪يقُ fiilinin ikinci mef’ûlu olup fetha ile mansubdur. الشَّد۪يدَ kelimesi الْعَذَابَ ‘nin sıfatı olup lafzen mansubdur.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte نُذ۪يقُ fiiline müteallıktır. كَانُوا; isim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
يَكْفُرُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَكْفُرُونَ۟ fiili ن ’un sübutuyla merfu muzari fiildir. Muttasıl zamir cemi و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. İsim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümledeki مَتَاعٌ kelimesi, takdiri افتراؤهم (Onların iftirası) olan mahzuf mübtedanın haberidir. Ayet beyanî istînâftır. (Âşûr)
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ifadesi mahzûf mübtedanın haberidir. Ya da mübtedadır, haberi mahzuftur. Yani لهم تمتؤون في الدنيا demektir. (Beyzâvî)
Ayetin ikinci cümlesi ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ, rütbeten terahi ifade eden atıf harfi ثُمَّ ile makabline atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. اِلَيْنَا, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Haberin takdimi ihtimam içindir. (Âşûr)
Önceki ayetteki gaib zamirden bu ayette azamet zamirine geçilerek iltifat sanatı yapılmıştır.
ثُمَّ نُذ۪يقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّد۪يدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟
Yine ثُمَّ ile istînâfa atfedilen cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
نُذ۪يقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّد۪يدَ ifadesi, tehekkümî istiaredir. Azap, acı bir yiyeceğe benzetilip bu yiyecek hazf edilmiş, levazımı olan tatmak zikredilmiştir. Gerçek anlamda tatmak duyu organı ile algılamak demektir. Burada tatma fiili kişinin azabı ne kadar kuvvetle hissettiğini ifade eder. Câmi’ hissetmektir.
الشَّد۪يدَ kelimesi, الْعَذَابَ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Mecrur mahaldeki مَا müşterek ism-i mevsûlu عَذَابٌ ’a müteallıktır. Sılası olan كَانُوا يَكْفُرُونَ۟ cümlesi, كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi olup faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103, Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı: 41)
Ayette fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Sevinç Resul, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, s. 190-191)
ثُمَّ ’nin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr sanatı vardır.Bazen şeytani kuruntular ya da dünyalık korkular, nefsani isteklerle bir olup, kalbin kapısına dayanır. Tevekküle bürünmeye çalışan kulu rahatsız eder ve ısrarlarıyla huzurunu bozar. Az insan, o halini korumaya devam eder. Çoğu insanın ise dikkati dağılır; bir kısmı tamamen kopup giderken, bir kısmı da en kısa sürede tevekkül haline geri dönme çabasındadır.
Vesveselerle beraber gönlü daralır. Puslu ve nemli bir hava hakim olur. Mücadele etmek zorlaşır. Sabrı tavsiye eden kalbinin sesi zayıflar, teslim olmasını isteyen nefsinin sesi ise güçlenir. Nefsi der ki; ‘dünya ellerinin altında, ahiret mükafatı ise uzaklardadır.’ Kaçmak, gittikçe zor gelir. Elinin tersiyle ittikçe, geri dönerler. Çıkış kapısını bulsa, kendi kalbinden çıkıp gidecektir.
Çaresizlik içindedir. Gözlerini kapatır. Her şey kendi kendine geçsin ve geçtiğinde de kendisini uyandırsınlar ister. Dünya hayatının, imtihan yeri olduğunu bilen kalbi, acıyla güler. Elleriyle kalbinin duvarlarını silerken, bir yazıyla karşılaşır. Allah’ın zikriyle ve kelamıyla meşgul olan halinin işlediği notlardı bunlar: İman etmişlere ve takva sahiplerine, dünyada ve ahirette, müjdeler olsun. Allah dostlarına ne korku, ne de üzüntü vardır.
***
Aynadaki yansımasıyla gözgöze gelince dedi ki:
Korkularından emin olmak ve üzüntülerinden tamamen kurtulmak istersin. Yine de çareyi yanlış yerlerde arar ve bozulmaya meyilli dostluklar kurarsın. Tükenip bitmeye mahkum nimetlerle mutluluğu yakalamaya çalışırsın. Bu yüzden de doğru okuyup, doğru yorumlayamadığın yeryüzüne sığamazsın.
Bütün bunlardan dolayı, kimi zaman yaptıkların ve yapmadıkların arasında sıkışırsın. Sonrasında da kendini ve hayatındaki seçimlerini sorgulamaya başlarsın. Kalbinin hakikati hatırlatan sesini dinlemezsen eğer, sadece dünyalık değişimler yapmaya çalıştığın için faydasız ve yıpratıcı bir dönemden geçersin.
Kur’an-ı Kerim’in ve sünnet yolunun yolcusu olduğun zaman asıl yapman gerekeni öğrenirsin: Kalbinin sesini güçlendirecek amellerle meşgul olmalısın. Hakikat alametlerini anlamak için doğru bilgi ve niyetlerle ahlakını güzelleştirmelisin. Sevmeyi seçtiklerini gözden geçirerek değişiklikler yapmalısın.
Ey Allahım! Korkularımızla üzüntülerimizi bilen ve halimizi bizden daha iyi anlayansın. Gönüllerimizi rahmet rüzgarlarınla ve dostluk bağlarınla (Seninle ve Senin sevdiklerinle) ferahlatarak sevindir. Bizi Sana şeksiz şüphesiz iman ve itaat eden, günah işlemekten kaçınan ve emirlerine uygun bir hayat yaşayan; böylece sevgine, merhametine, himayene, yardımına mazhar olan ve iki cihanda da nice müjdelerle sevinen kullarından eyle.
Görünüşleriyle (tutum ve davranışlarıyla Allah’ın rızasına uygun bir yaşayışla) Allah’ı hatırlatan kullardan olmak ve öyle kullarla karşılaşıp dostluk kurmak duasıyla.
Amin.