بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَقَدْ | ve elbette |
|
2 | نَعْلَمُ | biliyoruz |
|
3 | أَنَّهُمْ | onların |
|
4 | يَقُولُونَ | dediklerini |
|
5 | إِنَّمَا | muhakkak |
|
6 | يُعَلِّمُهُ | ona öğretiyor |
|
7 | بَشَرٌ | bir insan |
|
8 | لِسَانُ | dili |
|
9 | الَّذِي | şahsın |
|
10 | يُلْحِدُونَ | nisbet ettikleri |
|
11 | إِلَيْهِ | ona |
|
12 | أَعْجَمِيٌّ | a’cemi (yabancıdır) |
|
13 | وَهَٰذَا | bu ise |
|
14 | لِسَانٌ | bir dildir |
|
15 | عَرَبِيٌّ | Arapça |
|
16 | مُبِينٌ | apaçık |
|
Lehade: لحد
لَحْدٌ kelimesi kabrin ortasından kenara doğru meyilli çukur demektir. Yine dilinin ucuyla bir tarafa meyletmesi de bu kök ile ifade edilir. İf'al babındaki إلْحادٌ formu haktan başka tarafa meyletmek/sapmak manasında kullanılır. İlhâd iki çeşittir: 1- Allah'a şirke meyletme ya da sapma. 2- Sebeplerle şirke meyletme veya sapma. Birincisi imanın zıddıdır ve onu hükümsüz bırakır. İkincisi ise imanı geçersiz kılmaz ama ona olan bağı zayıflatır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 6 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri lâhit ve mülhittir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Aceme: عجم
عُجْمَة konuşma veya telaffuz güçlüğü çekme, dili tutuk olma anlamındadır ve إبانَة sözcüğünün zıddıdır. İf'al formundaki (إعْجام) kullanımı mübhem, belirsiz ve karışık hale getirmektir. أعْجَم ise Arabların dışında kalan/Acemlere mensub olan hakkında kullanılır, (Arabların Acemlerin söylediklerini çok az anladıkları göz önünde bulundurularak) konuşma/telaffuz güçlüğü çeken, konuşma özürlü ya da dili tutuk olan kişi demektir. Buradan hareketle dört ayaklı hayvana veya aklı, temyiz gücü olmayan her tür hayvana da عَجْماء denmiştir, çünkü hayvan konuşan (insan) gibi sözle kendini açık bir şekilde ifade etmekten acizdir. حُرُوف المُعْجَم ifadesi alfabe harflerini ifade eder. Zira tek tek harfler bir arada olan harflerin delalet ettiği şeye delalet etmezler. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de sadece bir isim formunda toplam 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri acem ve acemidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
نَعْلَمُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, نَعْلَمُ fiilinin iki mef’ûlun bihi yerinde olup mahallen mansubdur. اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
هُمْ muttasıl zamir اَنَّ ’in haberi olarak mahallen mansubdur.
يَقُولُونَ fiili , اَنَّ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
يَقُولُونَ fiili ن ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ ’dur. يَقُولُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّمَا , kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
يُعَلِّمُهُ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
بَشَرٌ fail olup lafzen merfûdur.
يُعَلِّمُ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi علم ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ
İsim cümlesidir. لِسَانُ mübteda olup lafzen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي muzâfun ileyh olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يُلْحِدُونَ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يُلْحِدُونَ fiili, نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَيْهِ car mecruru يُلْحِدُونَ fiiline müteallıktır.
اَعْجَمِيٌّ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. يُلْحِدُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi لحد ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. İsm-i işaret هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur.
لِسَانٌ haber olup lafzen merfûdur. عَرَبِيٌّ kelimesi لِسَانٌ ’un sıfatı olup lafzen merfûdur. مُب۪ينٌ kelimesi ise ikinci sıfatıdır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُب۪ينٌ kelimesi, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ
وَ istînâfiyye, لَ ise mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve mezkur cevabından müteşekkil terkip, gayri talebî inşâî isnaddır. قَدْ harfine dahil edilmiş olan لَ harfi, cümlenin mahzuf bir kasemin cevabı olduğunun delilidir.
قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiş نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu …هُمْ يَقُولُونَ cümlesi, masdar tevili ile نَعْلَمُ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelam olan cümlenin müsnedinin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Kasr üslubu ile tekid edilmiş اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ cümlesi, يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavlidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Kasr, fiille fail arasındadır. يُعَلِّمُهُ maksûr/sıfat, بَشَرٌ maksûrun aleyh/mevsuf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Bu ayette, yalan söylemenin büyük günahlardan ve en çirkin kötülüklerden olduğuna dair kuvvetli bir delalet bulunmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ifadenin başındaki اِنَّمَا hasr ifade edip buna göre mana, “Yalana ve iftiraya ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyen ve ancak kâfir olan kimseler yönelir.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)
Bu kelamın çeşitli tekidlerle süslenmesi, içerdiği tehditleri tahkik içindir. (Ebüssuûd)
بَشَرٌ ’daki tenvin muayyen bir cins içindir.
Ayette bir isim açıkça zikredilmemiş, kayıtsız olarak “bir insan” denilmiş ve bununla şüphenin genel olarak kökünden halledilmesine işaret edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas kötü niyetlerini, herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri sürmektir. Yanılmalarının da dayanağı budur. (Elmalılı)
نَعْلَمُ - يُعَلِّمُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin izafet formunda gelmesi veciz ifade içindir.
Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ , muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bahsi geçenin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonrasındaki habere dikkat çekmek amacına matuftur. Ayrıca tahkir ifade eder.
لِسَانُ , müsnedün ileyh, اَعْجَمِيٌّ müsneddir.
وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ cümlesi, …لِسَانُ الَّذ۪ي cümlesine tezat nedeniyle atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mübteda konumundaki işaret ismi هٰذَا ile lisana işaret edilerek önemi vurgulanmıştır.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
عَرَبِيٌّ ve مُب۪ينٌ kelimeleri, لِسَانٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لِسَانٌ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ cümlesi ile وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اَعْجَمِيٌّ (Arapça olmayan) ile عَرَبِيٌّ (Arapça) kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. (Safvetü't Tefasir)
لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ [Kendisine nispet ettikleri kimsenin dili Arapça değildir.] ayetinde latif bir istiare vardır. Yüce Allah لِسَانُ (dil) kelimesini, lügat ve söz için müsteâr olarak kullanmıştır. (Kurtubî, İbrahim Suresi/ 4)
Araplar, لِسَانُ kelimesini lügat manasında kullanır. Nitekim ayet-i kerimede
وما أرسلنا مِن رسولٍ إلا بلسان قومه [Biz gönderdiğimiz her peygamberi, kendi kavminin lisanıyla gönderdik] buyrulmuştur. (Safvetü't Tefasir)
يُلْحِدُونَ fiili, لحد القبر deyiminden gelir ki kabir kazarken kıbleye doğru girinti kazmaktır.
Yabancı dil, açık olmayan demektir. Bu Kur'an ise apaçık Arapça bir dildir yani duru ve fasihtir. Bu iki cümle onların dil uzatmalarını iptal için yeni söz başlarıdır. (Beyzâvî)
إلْحاد kelimesinin Arapçadaki manası “meyletmek”tir. Nitekim bir kimse, kasten doğru istikametten sapıp meylettiğinde لحد ve ألحد denir.
عجم kelimesi, Arapçada mübhem ve gizli bırakmak, beyân etmemek manasına delalet etmek üzere vaz olunmuştur. Nitekim Arapların, fasih konuşamadıklarında, رجلٌ عجمٌ (Fasih konuşamayan adam) ve إمْرأةٌ عجماء (Fasih konuşamayan kadın) demeleri bu manadadır. (Fahreddin er-Râzî)
لِسَانُ ile Kur'an kastedilmiştir. Çünkü Araplar, kasideye ve beyite de لِسَانُ (lisan) derler. (Kurtubî)
لِسَانُ , aslında işitilen kelamın aletidir. Aliyyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Kur'an’da oniki yerde lisan -dil uzvu- kelimesiyle lügat kastedilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Ayetteki birinci lisan konuşulan dil, ikincisi ise Kur'an anlamındadır. Aralarında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
Müsnedün ileyhin işaret ismi olarak gelmesi lisanın önemini vurgulamak, ona dikkat çekmek ve değerini yüceltmek içindir.
Resulullah’a (sav) Kur'an-ı Kerim’i bir insanın öğrettiği iddiası tamamen batıl bir iddia ve iftiradır. Zira Kur'an’ı Resulullah’a öğrettiği iddia edilen kişiler Arap bile değildirler. Kur'an ise fasih bir Arapça ile indirilmiş bir kitaptır. O dönemde edebiyat alanında çok ileri gitmiş olan tüm Arap şair ve ediplerini susturmuş bu kimseler Kur'an-ı Kerim'in belâgat ve fesahati karşısında aciz kalmışlardır. Bütün bu gerçeklere rağmen Kur'an’ı, Arap olmayan birisi ona öğretiyor iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Diğer yandan eğer Kur'an-ı Kerim'i Hz. Muhammed’e (sav) öğreten birisi şayet bulunmuş olsaydı, o kimse kendi peygamberliğini iddia eder veya kendisi önder olup bir şeyler kazanmaya çalışırdı. Böyle bir şey olmamıştır. Bunlar tamamen hayal mahsulü olup kâfirlerin yakıştırmasıdır.
Aslında Kur'an-ı Kerim’in belâgatı ve fesahati karşısında aciz kalan kâfirler, ona, yeri gelmiş “sihir” demişler, bazen “şiir” demişler. Bazan da burada da zikredildiği gibi o Kur'an, başkaları tarafından ona öğretiliyor demişlerdir. Bu, onların, Kur'an-ı Kerim karşısında bocaladıklarının ifadesidir. (Taberî)
لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ayetin bu bölümü اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ bölümü için istinafî beyaniye cümlesi şeklinde gelmiştir. Çünkü Allah tarafından indirilmediğini iddia eden kimsenin bu sözüne karşılık ne cevap verdi diye zihnine beliren sorunun cevabı niteliğindedir. (Âşûr)
Bunların maksatları “Arap olmayan biri Kur'an'ın manasını telkin ediyor, o da onu o parlak Arapça ile anlatıyor.” demek olamaz mı? Fakat böyle demek, Kur'an'ın nazmının indirilmiş olduğunu ve Arapça nazmındaki fesahat ve belâgat itibarı ile kesin ilzam (karşısındakini susturma) ifade eden bir mucize olduğunu itiraf etmektir. Özetle inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili ve fikirlerinde şaşkındırlar. (Elmalılı)
“Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Bu Kur'an ise apaçık bir Arapçadır.”
Yani Kur'an'ı kendisinden öğrendiğini söyledikleri şahsın dili yabancıdır, Arapçası düzgün değildir; bu Kur'an'da ise pek üstün bir Arapça beyan ve fesahat vardır.
Bu iki cümle, o müşriklerin eleştirisini çürütmek için Kur'an’ın mana olarak mucize olduğu gibi nazmı itibarıyla da mucize olduğunu açıklamak içindir. Yani ey müşrikler! Eğer siz, Kur'an'ı Resulullah'a bir insanın öğrettiğini iddia ediyorsanız, peki söyler misiniz, bütün dünyanın, karşısında aciz kaldığı bu harika nazmı, o doğru dürüst Arapça bilmeyen yabancı şahıs nasıl öğretebilir?
O müşriklerin eleştiri esnasında bu gibi asılsız hurafelere teşebbüs etmeleri, onların son derece aciz kaldıklarına delildir. (Ebüssuûd)
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’in ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاٰيَاتِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ cümlesi اِنَّ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَهْد۪ي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هِمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi آمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
عَذَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. اَل۪يمٌ kelimesi عَذَابٌ ’un sıfatı olup merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilen ayet, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi formunda geldiği için sübut, zem makamında olması sebebiyle de istimrar (devamlılık) ifade eder.
اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tahir amacına matuftur. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan لَا يُؤْمِنُونَ, menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ cümlesi اِنَّ ’nin haberidir. Müsnedin, muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Önceki ayetteki azamet zamirinden bu ayette lafza-i celâle iltifat vardır.
يَهْد۪يهِمُ - اللّٰهُ - يُؤْمِنُونَ - بِاٰيَاتِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetlerin اللّٰهُ lafzına izafesi, ayetlerin tazim ve tekrimine işarettir.
اللّٰهُ lafzının cümlede iki kez geçmesi, onun kudret ve celâlini hissettirmek içindir. Lafzın tekrarında ayrıca ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
آمن fiili emniyette olmak, emin kılmak manasındadır. بِ harf-i ceriyle inanmak manasına gelir. Fiilin harf-i cerle farklı mana kazanması olan tazmin sanatıdır.
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اَل۪يمٌ ile sıfatlanan عَذَاب , muahhar mübtedadır. Kelimedeki tenvin bu azabın tahayyül edilemeyecek evsafta olduğunun işaretidir. Kesret, nev ve tazim ifade eder.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bundan önce o müşriklerin şüpheleri temizlendikten ve eleştirileri reddedildikten sonra bu kelam da Allah'ın ayetlerini inkâr edip Resulullah'a iftira atanlara ve bunu insanlardan öğrendiğini iddia edenlere, büyük bir tehdit ve azap vaadidir. (Ebüssuûd)
اَل۪يمٌ sıfattır. Mevsufuna ait bir özelliği bildirme yoluyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
Allah’ın ayetlerine inanmayanlara ait; “hidayete eremeyecek olmaları” ve “elim bir azaba duçar olmaları” şeklinde iki farklı özellik açıklanmıştır. Bu taksim sanatıdır.
Ayet itiraziyye cümlesi veya kâfirlerin bütün konuştuklarını hikaye etmek ve hallerini özetlemek amacıyla ta'liliyye cümlesi olarak gelmiştir. Bu yüzden öncesine atfedilmemiştir. (Âşûr)
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ
اِنَّمَا , kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
يَفْتَرِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. الْكَذِبَ mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ muahhar fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili, نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاٰيَاتِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَفْتَرِي fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi فري ’dır.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. İşaret ism-i اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ fasıl zamiridir.
الْكَاذِبُونَ kelimesi mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. الْكَاذِبُونَ kelimesi,sülâsî mücerredi كذب olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiş, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Muzari fiil cümleye teceddüt, istimrar ve tecessüm anlamları katmıştır.
Fiilin faili konumundaki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ , menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْكَذِبَ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle ifade edilmesi bahsi geçenlere tahkir içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Allah lafzının ayetlere izafesi ayetlerin tazim ve tekrimi içindir.
Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyen uydurur, çünkü onlar kendilerini bundan çevirecek bir azaptan korkmazlar, böyle bir korkuları yoktur.
Bu ayette, yalan söylemenin büyük günahlardan ve en çirkin kötülüklerden olduğuna dair kuvvetli bir delalet bulunmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ifadenin başındaki اِنَّمَا hasr ifade edip buna göre mana, “Yalana ve iftiraya ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyen ve ancak kâfir olan kimseler yönelir.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)
İftira zaten yalandır. Sonrasındaki كَذِبَ ifadesi iftiranın ne denli kötü bir şey olduğunu vurgulamak amaçlı ıtnâbdır.
كَذِبَ - كَاذِبُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr, يَفْتَرِي - كَذِبَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Cümle وَ ’la istinâfa atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Fasıl zamiri kasr ifade eder.
Haberin الْ takısıyla marife olması muhataplar tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtir. Onlar sadece yalancıdır, yalancı olmaktan başka bir özellikleri yok demektir. İzafî bir kasrdır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyh işaret ismiyle marife olmuştur. İşaret ismi, işaret edilen kelimeyi kâmil bir şekilde tarif edip ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinden bahsedilen şey çok net olarak ortaya çıkar. Ayrıca bahsedilen şeyin açıklanmasının çok önemli olduğuna delalet eder. Bütün bunlara ilaveten burada o kişileri tahkir ifade eder.
هم zamiri, mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir, tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.
Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan هم ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâğati'l Kur'ani'l Kerim)
Son cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, fasıl zamiriyle tekrar edilmesi, müsnedin ism-i fail ve marife gelişi onların yalancılıklarının gözle görülür gibi inkârı mümkün olmayacak derecede olduğunun delilleridir.
اُو۬لٰٓئِكَ [İşte onlar] sözü kâfirlere yahut Kureyş'e işarettir. Yalancıların ta kendileridir yani gerçek yalancılardır ya da yalanda zirveye çıkanlardır. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanlamak ve onlara bu hurafelerle dil uzatmak yalanın en büyüğüdür. (Beyzâvî)
الْكَاذِبُونَ kelimesinin başındaki harf-i tarif cins içindir. Ayrıca müsnedin marife olarak gelmesi kasr ifade eder. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olur. Dolayısıyla bu ayette iki kasr üslubu olmuştur. Birincisi kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf. İkincisi kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. (Âşûr)
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْراً فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَنْ |
|
|
2 | كَفَرَ | inkar eden |
|
3 | بِاللَّهِ | Allah’ı |
|
4 | مِنْ |
|
|
5 | بَعْدِ | sonra |
|
6 | إِيمَانِهِ | inandıktan |
|
7 | إِلَّا | hariç |
|
8 | مَنْ | kimseler |
|
9 | أُكْرِهَ | (inkara) zorlanan |
|
10 | وَقَلْبُهُ | ve kalbi |
|
11 | مُطْمَئِنٌّ | mutmain olduğu halde |
|
12 | بِالْإِيمَانِ | imanla |
|
13 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
14 | مَنْ | kimselere |
|
15 | شَرَحَ | açan |
|
16 | بِالْكُفْرِ | küfre |
|
17 | صَدْرًا | göğsünü |
|
18 | فَعَلَيْهِمْ | üzerlerine iner |
|
19 | غَضَبٌ | bir gazab |
|
20 | مِنَ | -tan |
|
21 | اللَّهِ | Allah- |
|
22 | وَلَهُمْ | ve onlar için vardır |
|
23 | عَذَابٌ | bir azab |
|
24 | عَظِيمٌ | büyük |
|
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ
مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur.
كَفَرَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
بِاللّٰهِ car mecruru كَفَرَ fiiline müteallıktır. مِنْ بَعْدِ car mecruru كَفَرَ fiiline müteallıktır.
Aynı zamanda muzâftır. ا۪يمَانِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri, فهو مؤاخذ... أو فلهم عذاب شديد (Ve o cezalandırılmıştır veya onlara şiddetli bir azap vardır.) şeklindedir.
اِلَّا istisna edatıdır. İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır.
İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ istisnâ-i munkatı’ olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اُكْرِهَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اُكْرِهَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
وَ haliyyedir. قَلْبُهُ mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen merfûdur.
مُطْمَئِنٌّ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. بِالْا۪يمَانِ car mecruru مُطْمَئِنٌّ kelimesine müteallıktır.
Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُطْمَئِنٌّ kelimesi, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan إفعلَلَّ babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْراً فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لٰكِنْ istidrak harfidir.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası شَرَحَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. شَرَحَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بِالْكُفْرِ car mecruru شَرَحَ fiiline müteallıktır. صَدْراً temyiz olup fetha ile mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur.
Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülmeyen mümeyyez.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَ zaid veya şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. عَلَيْهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
غَضَبٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
Mübteda nekre olup haber car mecrur ve zarftan oluşursa mübteda haberden sonra gelir; bu tür cümlelerde anlam verilirken “vardır”, “mevcuttur” anlamları eklenir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنَ اللّٰهِ car mecruru غَضَبٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. عَذَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
عَظ۪يمٌ kelimesi عَذَابٌ ’un sıfatı olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَظ۪يمٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, şart üslubundadır.
مَنْ , umum ifade eden şart ismi, mübtedadır.
Sübut ifade eden isim cümlesi مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ , şart cümlesidir. Mübtedanın haberinin mazi fiil olması hükmü takviye, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 106)
Şart isimleri, ism-i mevsûller gibi umum ifade eder. (Halidi, Vakafat, s. 112)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اِلَّا istisna edatı, müşterek ism-i mevsûl مَنْ müstesnadır. Ayetteki istisna munkatı’ dır. (Mahmud Sâfî)
Mevsûlün sılası olan اُكْرِهَ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ sözü kâfirlerin tamamından istisnadır. (Âşûr)
وَ ’la gelen وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ cümlesi, اُكْرِهَ fiilinin failinden haldir. Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden ıtnâb sanatıdır.
Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Takdiri, فهو مؤاخذ [Ve o cezalandırılır.] olan cevap cümlesi mahzuftur.
Bu takdire göre, mezkur şart ve mukadder cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْا۪يمَانِ - كَفَرَ ve اُكْرِهَ - مُطْمَئِنٌّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
مُطْمَئِنٌّ - الْا۪يمَانِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الْا۪يمَانِ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اُكْرِهَ cümlesiyle, وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Kim imandan sonra Allah'ı tanımaz ayeti, (bir önceki ayette sözü edilen) Allah'a yalan uydurup düzenlerden bedeldir. Yani ancak iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eden kimseler, yalan uydurup düzerler. Zeccâc istisnanın sonuna kadar ifadenin tamam olmadığı kanaatine vardığından, bunu makabli ile alakalı kabul etmiştir. Ahfeş ise مَنْ [kim] ifadesinin mübteda olduğunu, haberinin ise mahzuf olduğunu söylemiştir. Bu haberin zikredilmeyerek ikinci; مَنْ [kim]...in haberi ile yetinilmiştir. Bu da bir kimsenin: “Kim bize gelir ve ihsan ederse biz de ona ikram ederiz.” ifadesine benzemektedir. (Beyzâvî)
Yüce Allah, zorlama (ikrah) halinde küfrü müsamaha ile karşılayıp bundan dolayı sorgulamadığından, ilim adamları da şeriatın bütün fer'i hükümlerini bu asla göre yorumlamışlardır. Bu fer'i hükümler için zorlama söz konusu olduğu takdirde bundan dolayı kişi sorumlu tutulmaz ve buna herhangi bir hüküm terettüp etmez. (Kurtubî)
Ayetteki istisna (kalbi iman ile mutmain olan hariç) ilâhi gazap veya zemmedilmek hükmünden müstesnadır. Anılan hükme mahkum olmak için küfür kelimesini söylemek yeterlidir, çünkü küfür sözle de gerçekleşir. Zorla iman etmekte ise kalbin iman ile mutmain olması, bir fayda vermez. Kalbin iman ile mutmain olmasının fayda vermesi, icbar ile olan küfür içindir. Yani küfre icbar edilen kimse eğer kalbi iman ile mutmain olup inancı değişmezse bu hükümden müstesnadır. Ayette bu noktanın, sarih olarak belirtilmemesi, bunun hakikatte küfür olmadığına işarettir. Bu ayet delalet ediyor ki iman kalbî tasdiktir. (Ebüssuûd)
Şart edatı مَنْ bir önceki ayette geçen Allah’ın ayetlerine inanmayanlardan bedeldir. Önceki ayetteki اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ cümlesi bedel ve mubdelun minhin arasına girmiş itiraz cümlesidir. (İrab, Muhyiddin Derviş)
وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْراً فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ
İstînâfa matuf olan cümlede mübteda konumundaki ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْر şeklinde mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mübtedanın haberi olan فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ cümlesine dahil olan فَ zaid veya şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. عَلَيْهِم , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Tazim ifadesi için nekre gelen غَضَبٌ , muahhar mübtedadır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Ayetteki ilk مَنْ şart edatı, ikincisi müstesna olarak nasb mahallinde ism-i mevsûl, üçüncüsü ise mübteda olarak merfû mahaldeki ism-i mevsûldür. Bu kelimeler arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ cümlesinde car mecrur olan haberin mübtedaya takdimi ihtimam içindir. (Âşûr)
Mübtedanın nekre olarak gelmesi tazim kastıyladır. Büyük bir gadap demektir. (Âşûr)
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
وَ atıf harfidir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يم , faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâzı hazif sanatı vardır. لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. عَذَابٌ , muahhar mübtedadır.
Bu takdim kasr ihtimam içindir.
Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade etmiştir. Azabın hakikatinin ancak Allah tarafından bilineceğine işaret eder.
عَظ۪يمٌ۟ sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
لَهُمْ sözünün عَذَابٌ عَظ۪يم izafetine takdimi ihtimam içindir. (Âşûr)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cenab-ı Hakk'ın “Kalbi iman üzere mutmain ve müsterih olarak” ifadesi, imanın yerinin kalp olduğuna delalet eder. Yeri kalp olan şey ise ya inançtır yahut kelam-ı nefsîdir (düşüncedir). Dolayısıyla imanın, ya bilmekten yahut da kelam-ı nefsî ile tasdik etmekten ibaret olması gerekir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenab-ı Allah, “fakat kim küfre sîne açarsa” yani “göğsünü (kalbini), küfrü kabul etmek için açar, yayarsa” buyurmuştur. “Sadr” kelimesi, شَرَحَ fiilinin mef'ûlü olarak mansubdur. Buna göre kelamın takdiri, “kim göğsünü küfre açarsa” şeklindedir. Burada صَدْرَهُ kelimesindeki zamir hazf edilmistir. Çünkü insan, başkasının göğsünü açmaya, şekillendirmeye muktedir olamaz. Binaenaleyh ayetteki “sadr” kelimesi, kendisiyle marifelik (belirlilik) murad edilen nekre bir kelimedir.
Allah Teâlâ sonra “Allah'ın gazabı onların başındadır.” buyurmuştur. Bu, “Allah Teâlâ, onlara azap etmeye hükmetmiştir.” demektir. Cenab-ı Allah, daha sonra bu azabı niteleyerek “Onlar için en büyük bir azap vardır.” buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
عَلَيْهِمْ - لَهُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı, قَلْبُهُ - صَدْراً ve عَذَابٌ - غَضَبٌ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَفَرَ - كُفْرِ kelimeleri arasında iştikak cinası, ayrıca bu iki kelimede ve مَنْ - ا۪يمَانِ kelimelerin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ذَٰلِكَ | bu böyledir |
|
2 | بِأَنَّهُمُ | şüphesiz onların |
|
3 | اسْتَحَبُّوا | tercih etmelerindendir |
|
4 | الْحَيَاةَ | hayatını |
|
5 | الدُّنْيَا | dünya |
|
6 | عَلَى |
|
|
7 | الْاخِرَةِ | ahirete |
|
8 | وَأَنَّ | ve şüphesiz |
|
9 | اللَّهَ | Allah’ın |
|
10 | لَا |
|
|
11 | يَهْدِي | doğru yola iletmeyeceğindendir |
|
12 | الْقَوْمَ | kavmi |
|
13 | الْكَافِرِينَ | inkar eden |
|
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olup mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel بِ harf-i ceriyle birlikte ذٰلِكَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. هُمُ muttasıl zamir اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık-bedel, istiane, zaman-mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَحَبُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْحَيٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الدُّنْيَا kelimesi الْحَيٰوةَ ’in sıfatı olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.
الدُّنْيَا kelimesi maksur isimdir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada الدُّنْيَا kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلَى الْاٰخِرَةِ car mecruru اسْتَحَبُّوا fiiline müteallıktır.
اسْتَحَبُّوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi حبّ ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
İsim cümlesidir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel atıf harfi وَ ’la önceki masdar-ı müevvele matuftur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur, cümleye masdar anlamı verir.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ cümlesi اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَهْد۪ي fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الْقَوْمَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi الْقَوْمَ ’in sıfatı olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْكَافِر۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerredi olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.
Cümle, sübut ifade eden isim cümlesi formunda olup faide-i haber ibtida-i kelamdır.
ذٰلِكَ mübtedadır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilenin önemini vurgular. Onların azaba uğramalarının sebebine dikkat çekmek ve tehdit maksadıyla gelmiştir.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu اَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde اَنَّ ’nin haberinin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, sebat, temekkün ve istikrar ifade eder.
بِاَنَّهُمُ ’a dahil olan بِ harfi sebebiyyedir. (Aşûr)
أَنَّ ve masdar-ı müevvel, sebep bildiren بِ harfi nedeniyle mecrur mahalde olup ذَ ٰلِكَ ‘nin mahzuf haberine müteallıktır. Haberin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır.
İşaret isminde istiare vardır. ذٰلِكَ ile duruma işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذَ ٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşarun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi 57, s. 190)
Dünya hayatı dedikten sonra sadece ahiret lafzıyla yetinilmiş, hayat hazf edilmiştir. Bu ihtibâk sanatıdır. İhtibâk, sözden düşürülmüş olan kelime veya ifadelerin, zikredilen kelime veya ifadeden hareketle tespit edilerek yerine konulmasıdır. (Suyûtî, İtkân, II, 831)
الْاٰخِرَةِ ve الدُّنْيَا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اسْتَحَبُّوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
وَ atıf harfidir. Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olan وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ , masdar tevilinde, ayetteki ilk masdar-ı müevvele atfedilmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, teberrük ve telezzüz amacına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Menfi fiil cümlesi formunda gelen müsned, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de muzari fiil olması hükmü takviye, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder.
Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْكَافِر۪ينَ kelimesi, الْقَوْمَ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. (Âşûr) Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir. الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ [Kâfir kavim] hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Kâfir olan kavim değil insanlardır.
يَهْدِي - الْكَافِر۪ينَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Allah Teâlâ, sonra kendisinin onları iman etmekten alıkoyduğunu iyice beyan ederek “Onlar öyle kimselerdir ki Allah, kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür basmıştır.” buyurmuştur. Kâdî şöyle der: “Mühürleme iman etmeye mani değildir. Şunlar, bunun delilleridir:
1. Allah Teâlâ bu sözü, onları kınamak ve zemmetmek sadedinde zikretmiştir. Binaenaleyh eğer onlar, bu mühürleme sebebi ile iman edememiş olsalardı, bu zemme müstehak olmazlardı.
2. Allah Teâlâ, bu mühürleme hususunda, kulağı, gözü ve kalbi birlikte zikretmiştir. Halbuki kulak ve göz olmadığı zaman, bu ikisiyle ilgili mühürleme bir tarafa, bu kimsenin kalben mümin olmasının mümkün olacağı malumdur.
3. Allah onları, “gafil” olarak nitelemiştir. Bir şeyden yasaklanan, ondan gafil olarak nitelenemez. Böylece ayetteki tab' (mühürleme) ile muradın, kalpte yarattığı alametler ve işaretler olduğu sabit olur.
Biz Bakara Suresi 7. ayette “tab ve hatm (mühürlemek, damgalamak)” kelimelerinin tefsirini yapmıştık. Ben derim ki: Bu kelimeler, pek çok açıklamalar ve güçlü cevaplarla birlikte, hem Bakara Suresindeki o ayette hem de ilgili diğer ayetlerde ele alınmıştır. Dolayısıyla burada tekrar etmenin faydası yoktur.” (Fahreddin er-Râzî)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أُولَٰئِكَ | onlar |
|
2 | الَّذِينَ | kimselerdir |
|
3 | طَبَعَ | mühürlediği |
|
4 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
5 | عَلَىٰ | üzerini |
|
6 | قُلُوبِهِمْ | kalbleri |
|
7 | وَسَمْعِهِمْ | ve kulaklarını |
|
8 | وَأَبْصَارِهِمْ | ve gözlerini |
|
9 | وَأُولَٰئِكَ | ve işte |
|
10 | هُمُ | onlardır |
|
11 | الْغَافِلُونَ | gafiller |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ cümlesi, الْقَوْمَ ’in hali olarak mahallen mansubdur.
İsim cümlesidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olup mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası طَبَعَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
طَبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.
عَلٰى قُلُوبِهِمْ car mecruru طَبَعَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
سَمْعِهِمْ ve اَبْصَارِهِمْ kelimeleri, atıf harfi وَ ’la قُلُوبِهِمْ ’e matuftur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْغَافِلُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti و ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
غَافِلُونَ kelimesi sülâsî mücerredi olan غفل fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ
Ayet öncesindeki الْقَوْمَ kelimesinin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçen kişileri tahkir ve sonraki habere dikkat çekmek içindir.
Haber konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlenin ism-i işaret ile başlıyor oluşu, arkadan gelen sıla cümlesindeki manayı mükemmel bir şekilde temyiz etmek içindir. Bu ise, kavlen ve itikaden iman etmelerinden sonra tekrardan küfre dönmüş olmakla vasıflandırılmalarından dolayıdır. (Âşûr)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
قُلُوبِهِمْ - سَمْعِهِمْ - اَبْصَارِهِمْۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Cümle وَ ’la öncesine atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Fasıl zamiri kasr ifade eder.
Haberin الْ takısıyla marife olması muhataplar tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğuna işaret ederek kasr ifade eder. Gafil olmak onlara hasredilmiştir. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Onlar sadece gafildir. الْغَافِلُونَ , harf-i tarifle marife gelerek, onların gaflette kemâl derece oldukları ifade edilmiştir. İddiaî, hakiki kasrdır. Mübalağa için gelmiştir. (Âşûr)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, müsnedin marife olması, fasıl zamiri ve isim cümlesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyh, işaret ismiyle marife olmuştur. İşaret ismi, işaret edilen kelimeyi kâmil bir şekilde tarif edip ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinden bahsedilen şey çok net olarak ortaya çıkar. Ayrıca bahsedilen şeyin açıklanmasının çok önemli olduğuna delalet eder. Bütün bunlara ilaveten burada o kişileri tahkir ifade eder.
هم zamiri, mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir, tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.
Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan هم ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Gaflet onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâğati'l Kur'ani'l Kerim)
اُو۬لٰٓئِكَ onların azaba uğramalarının sebebine dikkat çekmek ve tehdit maksadıyla gelmiştir. Ayetteki tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
لَا cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir. جَرَمَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, mahzuf فِي harf-i ceriyle birlikte لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur, cümleye masdar anlamı verir.
هُمْ muttasıl zamir اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
فِي الْاٰخِرَةِ car mecruru خَاسِرُونَ ’ye müteallıktır.
Munfasıl zamir هُمُ mübteda olarak mahallen merfûdur.
الْخَاسِرُونَ kelimesi mübtedanın haberi olup ref alameti و ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
الْخَاسِرُونَ kelimesi sülâsî mücerredi olan خسر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.
Cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu ve sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَا ’nın haberi mahzuftur.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ cümlesi, takdir edilen في harf-i ceriyle birlikte لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.
الْخَاسِرُونَ kelimesi اَنَّ ’nin haberidir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Cümlenin haberinin ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir. İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هُمُ ; kasr ifade eden fasıl zamiridir. Kasr-ı iddiaîdir. Onlar hüsranda son noktaya ulaşmışlardır. Sanki onlardan başka hüsranda olan yoktur.
Onların menfaat umdukları bir zamanda başlarına bir zarar gelmiştir. Bu halleri, kâr etmek istediği halde zarara uğrayan tacirlere benzer. (Âşûr)
Birden fazla unsurla tekid edilen isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife olması sebebiyle üç katlı tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هُمْ zamirinin tekrarı hüsrana uğrayanların onlar olduğunu vurgulamak içindir. Ayrıca bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَا جَرَمَ , ‘hiç kuşkusuz, şüphesiz, kesinlikle’ manalarındadır.
Zeccâc şöyle der: لَا edatı, onların fayda vereceğini sandıkları şeyin, nefyini (olumsuzluğunu) ifade eder. جَرَمَ kelimesi ise “fiili kazanmak” manasındadır. Buna göre bunun manası, “Bu onlara fayda vermez. Bu fiili kesbetmek, kazanmak da onlara fayda vermez. Hem dünyada hem de ahirette zarar onların başınadır.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî, Hud Suresi 22)
Cenab-ı Allah işte bu sebepten ötürü, “Hiç şüphesiz onlar, ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir” yani “başkaları değil, onlar” buyurmuştur. Bundan maksat, onların hüsranlarının, zarar ve ziyanlarının pek büyük olacağına dikkat çekmektir. (Fahreddin er-Râzî)
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | إِنَّ | şüphesiz |
|
3 | رَبَّكَ | Rabbin |
|
4 | لِلَّذِينَ | (yanındadır) |
|
5 | هَاجَرُوا | hicret edenlerin |
|
6 | مِنْ |
|
|
7 | بَعْدِ | sonra |
|
8 | مَا |
|
|
9 | فُتِنُوا | işkenceye uğratıldıktan |
|
10 | ثُمَّ | sonra |
|
11 | جَاهَدُوا | cihad edenlerin |
|
12 | وَصَبَرُوا | ve sabredenlerin |
|
13 | إِنَّ | elbette |
|
14 | رَبَّكَ | Rabbin |
|
15 | مِنْ |
|
|
16 | بَعْدِهَا | bun(lar)dan sonra |
|
17 | لَغَفُورٌ | elbette bağışlayandır |
|
18 | رَحِيمٌ | esirgeyendir |
|
Müfessirlerin çoğunluğu buradaki göçten Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin kastedildiğini ileri sürmüşlerse de bu sûre Mekke’de indiğine göre, 41. âyette olduğu gibi burada da Habeşistan’a göç edenlerden bahsedildiğini kabul etmek gerekir. “Eziyetlerle sınanmak” şeklinde tercüme ettiğimiz metindeki fütinû fiili, inkârcıların müslümanları inançlarından döndürebilmek için uyguladıkları fiziksel ve mânevî baskıları ifade eder. Bu baskılar, başka açıdan müslümanın dinine sadakatinin ve Allah’a imanının sınandığı bir tür imtihan olduğu için olay, aslında “imtihan” anlamı taşıyan bu fiille ifade edilmiştir. Yukarıdaki âyetler, dünya tutkuları ve zaafları sebebiyle inkârda ısrar eden veya müslüman iken bu tür baskılara dayanacak kadar inancı ve bağlılığı güçlü olmadığı için sınavı kaybedip dinden çıkanlardan söz etmişti. Burada ise baskılara ve eziyetlere rağmen dinlerinde sebat eden, en azından zâhiren baskıcıların istedikleri gibi hareket etseler de kalplerinde imanlarını koruyan müslümanlar övülmekte; Allah’ın onların yardımcısı, velîsi olacağına ve sonunda onların galip geleceğine işaret edilmekte (âyet metnindeki “li” edatının bu anlama işaret ettiğine dair bk. Zemahşerî, II, 345; Şevkânî, III, 223); herkesin kendisini savunacağı, kendi başının derdine düşeceği kıyamet gününde de Allah’a candan inanıp bağlanan, inancı uğruna baskılara katlanan, acı çeken, sabreden ve nihayet yurtlarını terkeden bu müminlere Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretiyle muamele edeceği müjdelenmektedir.
Kuran Yolu Tefsiri
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ
İsim cümlesidir. ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
ثُمَّ ; Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir surenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
رَبَّكَ kelimesi اِنَّ ’in ismi olup lafzen mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, لِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf اِنَّ ’in mahzuf haberine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası هَاجَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
هَاجَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ بَعْدِ car mecruru هَاجَرُوا fiiline müteallıktır. بَعْدِ zaman zarfıdır.
مَا ve masdar-ı müevvel, مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası فُتِنُوا ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
فُتِنُوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
Atıf harfi ثُمَّ önceki ثُمَّ ’ye matuftur. جَاهَدُوا ve صَبَرُٓواۙ fiilleri هَاجَرُوا fiiline matuftur.
هَاجَرُوا - جَاهَدُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi هجر , جهد ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
Müşareket (İşteşlik-ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
رَبَّكَ kelimesi اِنَّ ’in ismi olup lafzen mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ بَعْدِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
غَفُورٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. رَح۪يمٌ۟ ikinci haberdir.
رَح۪يمٌ۟ - غَفُورٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ
Cümle ثُمَّ ile …لَا جَرَمَ cümlesine atfedilmiştir. إِنَّ ile tekid edilmiş, isme isnad olan bu haber cümlesi sübut ve istimrar ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl لِلَّذ۪ينَ , mahzuf habere müteallıktır. Sılası olan هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا , mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Vakafat, s. 107) Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar harfi مَا ve akabindeki فُتِنُوا cümlesi masdar teviliyle بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi konumundadır. Müspet mazi sıygada gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade eden فُتِنُوا fiili, meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
ثُمَّ ile atfedilen جَاهَدُوا ve وَ ile atfedilen صَبَرُٓواۙ cümleleri aynı üslupta gelerek …هَاجَرُوا cümlesine atfedilmişlerdir. Cümlelerin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve tahsis nedeniyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Veciz anlatım kastıyla gelen, رَبَّكَ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri dolayısıyla Hz. Peygamber şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Eğer bu ayet irtidad eden kimse hakkında ise o zaman bundan maksat, “Tövbe edip dönmesi ve üzerine vâcip olan şeyleri yerine getirmesi o kişiden bu ikabı giderir ve onun için Allah'ın mağfireti, rahmeti meydana gelir.” manası olur. Ayetteki بَعْدِهَا kelimesindeki هَا zamiri, daha önce bahsedilen amellere aittir. O ameller de hicret, cihat ve sabırdır. (Fahreddin er-Râzî)
Ayet-i celilede hicret, cihat ve metanetin, günahları silen birer vasıta olduklarına dikkat çekilmektedir. (Taberî)
اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Birinci cümleyi tekid etmek için istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin رَبَّكَ şeklinde izafetle gelmesi, faydayı çoğaltmak ve tazim içindir.
Müsnedün ileyhin رَبَّكَ şeklinde izafetle marife olması, Allah’ın rububiyeti altında olması dolayısıyla muzâfun ileyhin şerefini ifade içindir. Burada Rabb vasfının zikredilmesi rahmet vasfı için bir hazırlıktır. (Âşûr, Araf /153 )
اِنَّ ,غَفُورٌ ’nin birinci, رَح۪يمٌ ikinci haberidir.
Veciz anlatım kastıyla gelen, رَبَّكَ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri dolayısıyla Hz. Peygamber şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّ ve tekid lamı, cümlede beraberce bulunursa bu cümle, üç kez tekrar edilen cümle gibi olur. Çünkü اِنَّ , cümlede iki kez tekrar gücünü taşır, buna tekid lamı da ilave edilince üçüncü tekrar sağlanmış olur. Tekid edilen, اِنَّ ’nin ismi ve haberinden ziyade, cümlenin taşıdığı hükümdür. (Suyûtî, İtkan, c. 2, s. 176)
Allah’ın غَفُورٌ ve رَح۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder.
Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Bunlar mübâlağa ifade eden kiplerdendir. (Safvetü't Tefasir)
Bu fasıla gibi tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, s. 314)
Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Fussilet Suresi 44, s. 189) Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
ثُمَّ - اِنَّ - رَبَّكَ - مِنْ - بَعْدِ ifadelerinin tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
هَاجَرُوا - جَاهَدُوا - صَبَرُٓواۙ ve غَفُورٌ - رَح۪يمٌ۟ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.Hz. Muhammedin sav getirdiği dini kabul etmemek için sürekli mazeretler üreten Kureyş müşrikleri, Kuran'ı bazen bizzat onun “uydurduğu”nu iddia ediyor; bazen de ona Kur'ân'ı öğreten başkalarının bulunduğu yalanını ortaya atıyorlardı.
Fakat yalan ve iftiraları o kadar temelsizdi ki, meselâ Kuranı ona başkalarının öğrettiği yalanının Kur'ân'ı bizzat onun “uydurduğu” iddiasıyla çeliştiğinin farkına varmadıkları gibi, Kur'ân'ın Arapça, onu Efendimize öğrettiği iddiasında bulundukları şahış veya şahısların dillerinin ise yabancı bir dil olduğunu bile düşünemiyorlardı.
Bu, tarih boyu hep böyle olmuştur. İlâhi Mesaj'ı reddedenler, hep yalan ve çelişkili mazeretler ileri sürmüşler, fakat sürekli kendilerini küçük düşürmüşlerdir.