بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ
Tavera طور : طَوْرٌ/طَوارٌ evle birlikte uzanan yapı/avludur. Had manasında kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de de geçen Tûr طُورٌ sözcüğü belirli bir dağın adıdır. Kimisine göre ise her dağın ismidir. Diğer bazıları da onun dünyayı kuşatan bir dağ olduğunu ileri sürmüşlerdir.
فَعَلَ كَذا طَوْرًا بَعْدَ طَوْرٍ ifadesi tekrar tekrar yapmak anlamında kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de iki farklı isim formunda toplam 11 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri tavır, Tûr Dağı, etvar ve devrandır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. نَادَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مِنْ جَانِبِ car mecruru وَنَادَيْنَا fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. الطُّورِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الْاَيْمَنِ kelimesi جَانِبِ ’in sıfatı olup lafzen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَرَّبْنَاهُ atıf harfi و ’la نَادَيْنَاهُ ’ya matuftur.
قَرَّبْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
نَجِياًّ kelimesi قَرَّبْنَاهُ ’daki gaib zamirden hal olup fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). Burada müfred haldir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَادَيْنَاهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi ندي ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
قَرَّبْنَاهُ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi قرب ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
جَانِبِ kelimesi sülasisi mücerredi جنب olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ
Ayetin ilk cümlesi önceki ayetteki اِنَّهُ كَانَ مُخْلَصاً cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mazi sıygada gelen fiiller, azamet zamirine isnad edilerek tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
نَجِياًّ konuşarak demektir. Bu kelime نَادَيْنَاهُ veya قَرَّبْنَاهُ kelimelerindeki iki zamirden birinin halidir. Yakınlaşma manasını tekid eder. Konuşma ile ‘sırrını açma fısıldaşma’ manası kastedilmiştir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 216)
نَجِيٌّ kelimesi; المُناجاةِ kelimesinden فَعِيلٌ kalıbında gelmiş bir mef’ûl’dür. المُناجاةِ ise gizlice konuşma, fısıldaşmak demektir. Burada bu konuşma, hiç kimsenin daha evvel konuşmadığı ve kimseye açmadığı bir sırra benzetilmiştir. (Âşûr).
اَيْمَنِ sağ taraf demektir ki يمين ’den gelir, o da Musa'nın sağ tarafına tekabül eden cihettir, yani Allah'ın kelamı ona o taraftan gelmiş gibi oldu demektir.
Onu yaklaştırdık şereflendirmek için ifadesinde onu, kralın özel konuşmak için yanına aldığı kimseye benzetmiştir. مُناجِياً (Yalvarıcı olarak) demektir ki iki zamirin birinden hal olur. Yükselmiş olarak denilmiştir ki نَجْوَ ’den gelir, o da yüksekliktir. Çünkü rivayete göre o yedi kat göklerin üzerine çıkarılmış, öyle ki kalemin cızırtısını duymuştur. (Fahreddin er-Râzî)
Hz. Musa'nın hali, hükümdarın konuşmak için kendisine yakıştırdığı ve sohbeti için seçtiği kimsenin haline benzetilmiştir. (Ebüssuûd)
الْاَيْمَنِ - جَانِبِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
نَجِياًّ - نَادَيْنَ kelimeleri arasında îham-ı tıbâk sanatı vardır.وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِياًّ
وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِياًّ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. وَهَبْنَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لَهُ car mecruru وَهَبْنَا fiiline müteallıktır. مِنْ رَحْمَتِ car mecruru وَهَبْنَا fiiline müteallıktır. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَخَاهُ mef’ûlun bih olup harfle îrab olan beş isimden biri olup nasb alameti eliftir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هٰرُونَ kelimesi اَخَاهُ ’den bedel veya atf-ı beyan olup fetha ile mansubdur.
هٰرُونَ kelimesi gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَبِياًّ kelimesi اَخَاهُ ’nun hali olup fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). Burada müfred haldir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِياًّ
Atıf harfi وَ ’la önceki ayetteki …وَقَرَّبْنَاهُ cümlesine atfedilen ayet, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi sıygada gelen fiil, azamet zamirine isnad edilerek tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
وَهَبْنَا - رَحْمَتِنَٓا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Veciz anlatım kastıyla gelen رَحْمَتِنَا izafetinde رَحْمَتِ kelimesinin azamet zamirine izafesi, onun şeref ve itibarının yüksekliğini gösterir.
Ayetin وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا kısmı 50. ayetin başlangıcı ile zamir farkı dışında aynıdır. Bu ayetler arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
وَوَهَبْنَا لَهُمْ مِنْ رَحْمَتِنَا ibaresinde hibenin mef’ûlü zikredilmemiş, hibe edilen şeyin umumi ve azim olduğuna delalet için rahmet şeklindeki masdar zikredilmiştir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 211)
مِنْ رَحْمَتِنَٓا ibaresindeki مِنْ sebebiyye veya ba'diyedir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 217) “Ona rahmetimizden bağışladık.” ifadesi, rahmetimizden dolayı yahut rahmetimizden birazını verdik demektir.
هٰرُونَ , ismi اَخَاهُ kelimesinden atf-ı beyan veya bedeldir. Acem-i alem olması sebebiyle tenvin almamıştır.
نَبِياًّ kelimesi, اَخَاهُ nun hali olarak mansubdur. Itnâb babındandır.وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِسْمٰع۪يلَۘ اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّۚ
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِسْمٰع۪يلَۘ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اذْكُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
فِي الْكِتَابِ car mecruru اِبْرٰه۪يمَ ’nin haline müteallıktır.
اِسْمٰع۪يلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَان ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir. صَادِق kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. الْوَعْدِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
كَانَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
كَان ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir. رَسُولاً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
نَبِياًّ kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
صَادِق kelimesi sülasisi mücerredi صدق olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِسْمٰع۪يلَۘ
وَ istînâfiyyedir. Peygamber Efendimize emirle başlayan ayet, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayetin, ilk cümlesi 41 ve 51. ayetlerin ilk cümlesiyle aynıdır. Bu tekrarda tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Ayette geçen الْكِتَابِ kelimesinden murad, Kur’an-ı Kerim veya Meryem Suresi’dir.
Allah’ın İsmail’i (as) vasıflandırmalarının hepsinde yer alan كَانَ , istimrara ve devama delalet eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 220)
Hz. İsmail'in, babasından ve kardeşinden ayrı ve müstakil olarak zikredilmesi, onun zikrine son derece önem verildiğini göstermek içindir. (Ebüssuûd)
اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّۚ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve devam ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiş haberî isnaddır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, isim cümlesi olmasının yanında اِنَّ ile de tekid edildiğinden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَانَ ’nin haberi olan صَادِقَ ism-i fail vezninde gelerek istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiilierin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd.Doç.Dr. M.Akif Özdoğan, KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007) s. 55-90 Arapçada İsm-İ Fâil Ve İşlevleri)
Hz. İsmail'in, sözüne sadık olarak zikredilmesi, bu vasfıyla çok şöhret bulduğu içindir. Hz. İsmail'in, “İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” sözleriyle babasına verdiği söze bağlı kalması, buna kanıt olarak yeterlidir. (Ebüssuûd)
Müsnedin izafet formunda gelmesi veciz ifade kastına matuftur. Bu izafet, sıfatın mevsûfuna muzâf olması şeklinde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّ cümlesi, aynı üslupta gelerek اِنَّ ’nin haberine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. نَبِياّ ikinci haberdir.
كَانَ ’nin haberinin isim olarak gelmesi sübut ifade eder. Haberin, ismin bir cüzü haline geldiğini, ayrılmaz bir parçası olduğunu belirtir.
el-İsfehânî كَانَ ’nin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur’an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
رَسُولاً - نَبِياّ - الْكِتَابِ - اِسْمٰع۪يلَۘ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَانَ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
رَسُولاً نَبِياّ ibaresi, umumdan sonra hususa terakki içindir. Her resul nebidir, her nebi resul değildir. Ayrıca bu takdimde fasılaya riayet vardır. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 215)
رَسُولاً - نَبِياًّۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
51. ayetteki وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّۚ ibaresi, bu ayette de tekrarlanmıştır. Bu tekrarda tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28)
Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
وَكَانَ يَأْمُرُ اَهْلَهُ بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِۖ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّه۪ مَرْضِياًّ
وَكَانَ يَأْمُرُ اَهْلَهُ بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِۖ
وَ atıf harfidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَان ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir. يَأْمُرُ fiili, كَانَ ’nin haberi olarak mahallen mansubdur. يَأْمُرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
اَهْلَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِالصَّلٰوةِ car mecruru يَأْمُرُ fiiline müteallıktır. الزَّكٰوةِ atıf harfi وَ ’la الصَّلٰوةِ ’ye matuftur.
وَكَانَ عِنْدَ رَبِّه۪ مَرْضِياًّ
وَ atıf harfidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَان ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
عِنْدَ mekân zarfı, مَرْضِياًّ ’a müteallık olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. رَبِّه۪ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَرْضِياًّ kelimesi كَانَ ’nin haberi olarak mahallen mansubdur. مَرْضِياًّ kelimesi sülasi mücerredi olan رضو fiilinin ism-i mefûludur.وَكَانَ يَأْمُرُ اَهْلَهُ بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِۖ
Ayet önceki ayetteki كَانَ صَادِقَ cümlesine hükümde ortaklık sebebiyle atfedilmiştir. كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانَ ’nin haberinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Medh makamı olduğu için ayrıca istimrar anlamı da taşır.
“O ehline namazı ve zekâtı, emrederdi.” ifadesindeki اَهْلَ sözü ile kastedilen, en doğru görüşe göre onun şeriatını iletmesi gerektiği kimselerdir. (Fahreddin er-Râzî)
Hz. İsmail'in bu emri en mühim olan şeyle meşgul olmak kabilindendir ki kişinin, önce kendi nefsini ve en yakını olan insanları kemâle erdirmeye yönelmesidir. Hz. İsmail, kendi ailesini kemâle erdirmeye çalışmakla, diğer bütün insanları da kemâle erdirmeye çalışmıştır. Çünkü kendi ailesi örnek alınmaktadır.
Diğer bir rivayete göre ise onun ailesi, ümmetidir. Zira peygamberler, ümmetlerinin babaları sayılır. (Ebüssuûd)
وَكَانَ عِنْدَ رَبِّه۪ مَرْضِياًّ
Ayetin ikinci cümlesi …كَانَ صَادِقَ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Veciz anlatım kastıyla gelen, عِنْدَ رَبِّه۪ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan هُ zamiri dolayısıyla Hz. İsmail şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca bu izafet Allah’ın rububiyet vasfıyla ona destek olduğunun işaretidir. Yine Rabb ismine muzâf olması عِنْدَ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Mekân zarfı عِنْدَ, ihtimam ve fasılaya riayet için amili, كَانَ ’nin haberi olan مَرْضِياًّ ’e takdim edilmiştir.
Allah Teâlâ’nın bu cümlede kullandığı üslup, söylediğinin gerçekliğinin delilidir. Çünkü كَانَ ’nin haberinin isim olarak gelmesi sübut ifade eder. Haberin, ismin bir cüzü haline geldiğini, ayrılmaz bir parçası olduğunu belirtir. Ayrıca كَانَ ’nin muzari sıygada gelmesi, durumun teceddütüne işarettir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
“O, Rabbi katında rızaya ermişti.” cümlesi, son derece övgü ifade eder. Çünkü Allah katında rızaya ermiş olan, her türlü itaat bakımından en yüce dereceyi elde etmiş kimsedir. (Fahreddin er-Râzî)
الصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِدْر۪يسَۘ اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقاً نَبِياًّۗ
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِدْر۪يسَۘ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اذْكُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
فِي الْكِتَابِ car mecruru اِبْرٰه۪يمَ ’in haline müteallıktır.
اِدْر۪يسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقاً نَبِياًّۗ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَان ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
صِدّ۪يقاً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. نَبِياًّ kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
نَبِياًّ - صِدّ۪يقاً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِدْر۪يسَۘ
وَ istînâfiyyedir. Peygamber Efendimize emirle başlayan ayet, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstînâfiye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
الْكِتَابِ ’den kasıt Kuran-ı Kerim’dir.
اِدْر۪يسَۘ kelimesi hariç 41. ayetin ilk cümlesiyle aynı olan bu cümle arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقاً نَبِياًّۗ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkarî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiş haberî isnaddır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, isim cümlesi olmasının yanında اِنَّ ile de tekid edildiğinden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَانَ ’nin haberi olan صِدّ۪يقاً sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Sıfat-ı müşebbehe, “benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiilierin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd.Doç.Dr. M.Akif Özdoğan, KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007) s. 55-90 Arapçada İsm-İ Fâil Ve İşlevleri)
نَبِياًّ , ikinci haberdir.
كَانَ ’nin haberinin isim olarak gelmesi sübut ifade eder. Haberin, ismin bir cüzü haline geldiğini, ayrılmaz bir parçası olduğunu belirtir.
El-İsfehânî كَانَ ’nin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda, söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur’an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
صِدّ۪يقاً (Çok doğru) ifadesinde mübalağa sanatı vardır. (Safvetü’t Tefasir)
Bu cümle 41. ayetteki cümlenin tekrarıdır. Bu tekrarda tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28)
Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murat sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِياًّ
وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِياًّ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. رَفَعْنَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مَكَاناً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
عَلِياًّ kelimesi مَكَاناً ’nin sıfatı olarak mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِياًّ
Önceki ayette ki …إنّه كان cümlesine matuf olan bu ayet, İdris’in (as) sıfatlarının devamıdır. Fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. Aralarında haberî olmak bakımından mutabakat bulunan cümlelerin anlam bakımından da mutabık oldukları barizdir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi sıygada gelen fiil, azamet zamirine isnad edilerek tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
Bu, menzil ve rütbe bakımından yükseklik anlamındadır veya bundan murad, mekân bakımından onu, yüce bir mevkiye yükseltmektir. Bu görüş, daha uygundur. Çünkü مَكَاناً kelimesiyle birlikte zikredilen “yükseltme” işi, derece bakımından değil de mekân bakımından yükseltme olur. (Fahreddin er-Râzî)
وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِياًّ (Onu yüce bir makama yükselttik) ibaresinde peygamberlik makamı istiare yoluyla yüksek yere benzetilmiştir. (Safvetü’t Tefasir)
Bu yüksek makam, peygamberlik şerefi ve Allah katındaki yakınlığıdır. Diğer bu yüksek makam, güzel anılmakla olan yüksek rütbedir. Nitekim [“Senin zikrini (ününü) yüceltmedik mi?”] (İnşirah Suresi, 4) ayeti de bu kabildendir. Bir diğer görüşe göre ise bu yüksek makam cennettir. (Ebüssuûd)
عَلِياًّ ’le sıfatlanan مَكَاناً ’daki tenvin tazim ifade eder.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓائ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ ۩
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أُولَٰئِكَ | işte bunlar |
|
2 | الَّذِينَ | kimselerdir |
|
3 | أَنْعَمَ | ni’met verdiği |
|
4 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
5 | عَلَيْهِمْ | kendilerine |
|
6 | مِنَ | -den |
|
7 | النَّبِيِّينَ | peygamberler- |
|
8 | مِنْ | -nden |
|
9 | ذُرِّيَّةِ | nesli- |
|
10 | ادَمَ | Adem |
|
11 | وَمِمَّنْ | ve kimselerdendir |
|
12 | حَمَلْنَا | taşıdıklarımız |
|
13 | مَعَ | ile beraber |
|
14 | نُوحٍ | Nuh |
|
15 | وَمِنْ | ve |
|
16 | ذُرِّيَّةِ | neslindendir |
|
17 | إِبْرَاهِيمَ | İbrahim |
|
18 | وَإِسْرَائِيلَ | ve İsrail (Ya’kub) |
|
19 | وَمِمَّنْ | ve kimselerdendir |
|
20 | هَدَيْنَا | yol gösterdiğimiz |
|
21 | وَاجْتَبَيْنَا | ve seçtiğimiz |
|
22 | إِذَا | zaman |
|
23 | تُتْلَىٰ | okunduğu |
|
24 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
25 | ايَاتُ | ayetleri |
|
26 | الرَّحْمَٰنِ | Rahman’ın |
|
27 | خَرُّوا | kapanırlardı |
|
28 | سُجَّدًا | secdeye |
|
29 | وَبُكِيًّا | ağlayarak |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ
İsim cümlesidir. İsm-i işaret اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَنْعَمَ اللّٰهُ ’dır. Îrabdan mahalli yoktur.
اَنْعَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَلَيْهِمْ car mecruru اَنْعَمَ fiiline müteallıktır. مِنَ النَّبِيّ۪نَ car mecruru عَلَيْهِمْ ’deki zamirin mahzuf haline müeallıktır.
مِنْ ذُرِّيَّةِ car mecruru مِنَ النَّبِيّ۪نَ ’den bedel olup mahallen mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır.
اٰدَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için esre almamıştır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْعَمَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نعم ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓائ۪لَ
وَ atıf harfidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle mahzuf hale müteallıktır. حَمَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. مَعَ mekân zarfı, حَمَلْنَا fiiline mütealliktır. Aynı zamanda muzâftır.
وَ atıf harfidir. مِنْ ذُرِّيَّةِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. اِبْرٰه۪يمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için esre almamıştır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
اِسْرَٓائ۪لَ atıf harfi وَ ’la اِبْرٰه۪يمَ ’e matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ
وَ atıf harfidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle mahzuf hale müteallıktır. هَدَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. اجْتَبَيْنَا atıf harfi وَ ’la هَدَيْنَا ’ya matuftur.
اجْتَبَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا)’dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a. (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b. (إِذَا)’nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c. Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُتْلٰى ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تُتْلٰى mukadder damme ile merfû, meçhul muzari fiildir. عَلَيْهِمْ car mecruru تُتْلٰى fiiline müeallıktır.
اٰيَاتُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الرَّحْمٰنِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ karinesi olmadan gelen خَرُّوا cümlesi şartın cevabıdır. خَرُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
سُجَّداً hal olup fetha ile mansubdur. بُكِياًّ atıf harfi وَ ’la سُجَّداً ’e matuftur.
اجْتَبَيْنَا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi جبي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓائ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İşaret ismi mübteda, ism-i mevsûl haberdir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Çünkü burada cümlenin iki rüknü de marife olarak gelmiş ve kasr üslubu oluşmuştur.
Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenleri tazim ifade eder.
İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterip uzağı işaret eden özelliğiyle onların mertebelerinin yüksekliğini belirtir.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ ibaresinde izafi kasr vardır. İzafî kasr mübalağa ifade eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 225)
Çünkü burada cümlenin iki rüknü de marife olarak gelmiş ve kasr üslubu oluşmuştur.
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, tazim kastının yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir. Ayrıca onların muhatap tarafından bilinen kişiler olduklarını bize gösterir.
Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan …اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Sıla cümlesinde müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
مِنَ النَّبِيّ۪نَ car mecruru, عَلَيْهِمْ ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır. مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ ise مِنَ النَّبِيّ۪نَ ’den bedeldir. مِنَ النَّبِيّ۪نَ sözündeki مِنَ , beyâniyyedir. الَّذ۪ينَ ’nin beyanı olarak gelmiştir.
Hz. Âdem’in zürriyetinin bir kısmı olan nebileri belirten ikinci مِنَ , teb’iz içindir. İki مِنَ arasında tam cinas sanatı vardır.
Mecrur mahaldeki مَّنْ müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ ’ye matuftur. Sılası olan حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Fiilin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.
Car mecrur مِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ yine مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ ibaresine matuftur. وَاِسْرَٓائ۪لَ , muzâfun ileyh olan اِبْرٰه۪يمَ ’ye matuftur.
مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ ’ya matuf olan mecrur mahaldeki ikinci müşterek ism-i mevsûl مَّنْ ’in sılası olan هَدَيْنَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Fiilin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.
Aynı üslupta gelmiş olan وَاجْتَبَيْنَاۜ cümlesi sılaya matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ [Onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerdir.] ayetinde, mertebelerinin yüceliğinden dolayı, uzak için kullanılan işaret ismi getirilmiştir. اُو۬لٰٓئِكَ ‘de bulunan uzaklık manası, onların mertebelerinin yüceliğini ve fazilet derecelerinin üstünlüğünü gösterir. (Safvetü’t Tefasir)
اُو۬لٰٓئِكَ şeklindeki ism-i işaret sözü geçen on nebiye işaret eder.
Bu cümleye lafza-i celâlin dahil edilmesi yücelik ve azamet etkisi içindir. Böylece enbiya-i kiramı, Allah Teâlâ’nın nimetlendirmesi onların makamını yüceltti. Burada bütün celâl ve kemâl sıfatlarını barındıran lafza-i celâlin zikri, isabetli olmuştur.
اللّٰهُ - حَمَلْنَا kelimeleri arasında gaibden mütekellime geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)
İlâhi inayetin kemâlini ortaya koymak için gaibden mütekellime iltifat edilmiştir.
اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ
Ayetin son cümlesi şart üslubunda haberî isnaddır.
Muzâfun ileyh olan تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ , şart cümlesidir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder.
Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
…اِذَا تُتْلٰى cümlesi, ayetin başındaki اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi konumundadır. الَّذ۪ينَ ’nin haber olmasına da cevaz verilmiştir. …اِذَا تُتْلٰى cümlesinin istînâfiyye olması da caizdir.
تُتْلٰى fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûreti İbrahim, s. 127)
Muzari fiilin onlara indirilen ayetleri dinlemelerinin teceddüdünü (tekrarlanması) ifade etmesi gibi, bu şart edatı da onların tilaveti ve Rahmân’ın ayetlerini işitmelerinin tahakkukuna delalet eder.
Şartın cevabı فَ karinesi olmadan gelen خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
سُجَّداً cevap fiili خَرُّوا ’nun failinden haldir. وَبُكِياًّ , ikinci hal olarak سُجَّداً ’e matuftur. Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden ıtnâb sanatıdır.
Şart ve cevaptan müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
سجد yakın anlamı ‘secde etmek, tapmak’ demektir. Fakat burada meleklerin rabbimizin emrine itaat edip boyun eğdikleri kastedilmektedir ki bu da kelimenin ikinci ve uzak anlamıdır. Dolayısıyla tevriye vardır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları)
Müfessirlerin bir kısmı secdeden murad, itaat ve boyun eğmektir demişlerdir. Bu yorumda temsîli istiare söz konusu olur. Onların boyun eğmeleri ve itaatkâr durumları, Allah'ın ayetlerini işittiklerinde etkilenerek secde edenin haline benzetilmiştir. Diğer bir görüşe göre hakiki manadadır. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 226)
Bu kelam, onlar nesep şerefinde, nefsin kemâlinde ve Allah katındaki yakınlıkta yüksek mertebelere ve yüce derecelere sahip oldukları halde
Allah'tan nasıl korktuklarını ve O'na huşu duyduklarını beyan etmektedir. (Ebüssuûd)
Zeccâc ayetteki بُكِياًّ tabiri için: ‘’ شَاهِد kelimesinin شُهُود ve قَاعِد kelimesinin de قُعُود (oturanlar) şeklinde çoğul olması gibi باكٍ kelimesinin çoğuludur.” demiş, sonra da şunu ilave etmiştir: “İnsan, yere kapanmakla secde etmiş olmaz. Binaenaleyh, ayetteki خَرُّوا kelimesinden maksat, ‘secdeye niyet ederek yere kapanma’ manasıdır.” (Fahreddin er-Râzî)
خَرُّوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Buradaki, اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ ’den murad, Cenab-ı Hakk'ın onlara vermiş olduğu, semavî kitaplardaki ayetlerdir. (Fahreddin er-Râzî)فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَخَلَفَ | yerlerine geldi |
|
2 | مِنْ |
|
|
3 | بَعْدِهِمْ | onlardan sonra |
|
4 | خَلْفٌ | öyle bir nesil |
|
5 | أَضَاعُوا | onlar zayi ettiler |
|
6 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
7 | وَاتَّبَعُوا | ve uydular |
|
8 | الشَّهَوَاتِ | şehvetlerine |
|
9 | فَسَوْفَ | yakında |
|
10 | يَلْقَوْنَ | onlar bulacaklardır |
|
11 | غَيًّا | kötülük |
|
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ
فَ istînâfiyyedir. خَلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مِنْ بَعْدِهِمْ car mecruru خَلَفَ fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır.
بَعْدَ ve قَبْلَ ’nin geliş şekilleri şöyledir:
1. Başlarına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduklarında mansubdurlar.
2. Muzâf olup başlarına harf-i cer geldiğinde mecrur olurlar.
3. Cümleye muzâf olduklarında cümlenin başında اَنْ bulunur.
4. Muzâfun ileyhleri hazf edilince damme üzere mebni olurlar.
Ayette بَعْدَ muzâf olup başına harf-i cer geldiği için mecrurdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. خَلْفٌ fail olup lafzen merfûdur. اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ cümlesi خَلْفٌ ’nün sıfatı olup mahallen merfûdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَضَاعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اتَّبَعُوا atıf harfi وَ ’la اَضَاعُوا ’ya matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّبَعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الشَّهَوَاتِ mef’ûlun bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن يعرضوا على الحساب فسوف يلقون (Hesaba çekilirse …. atılır) şeklindedir.
سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif-erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.
يَلْقَوْنَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
غَياًّۙ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ
فَ istînâfiyyedir. Ya da tertip ve takip içindir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 233)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ بَعْدِهِمْ konudaki önemine binaen faile takdim edilmiştir.
Fail olan خَلْفٌ ’deki tenvin tahkir içindir.
اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ cümlesi, خَلْفٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sıygasında gelmesi, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
الإضاعَةُ (zayi etmek) ; gevşek davranmak-ağırdan almak; pek kıymetli bir teklifi ihmal etmeye benzetilerek mecazi anlamda kullanılmıştır. (Âşûr)
Aynı üslupta gelen وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ cümlesi, sıfat cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
[“Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki”] buyurulmuştur. İfadenin zahirine göre bundan murad, o peygamberlerden sonra gelen ve onların evlatlarından olan nesil ve zürriyetlerdir. Arapçada, birisi birisinin peşinden geldiği zaman خَلَفَهُ denir. Sonra hayırlı nesle lâmın fethasıyla خَلَفْ kötü nesle de lâmın sükunuyla خَلْف denilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ [Onların ardından kötü bir kavim geldi] cümlesinde nakıs cinas vardır. Çünkü kelimelerde hareke değişikliği vardır. (Safvetü’t Tefasir)
Ayrıca خَلَفَ ve خَلْفٌ arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
اتَّبَعُوا fiili اِفْتِعال babındadır. اِفْتِعال sıygası onların yasak fiillerde çok gayret ettiklerine, çaba sarf ettiklerine delalet eder.
Allah Teâlâ onları daha sonra namazı kılmamak ve şehvetlerine tabi olmakla nitelemiştir. Buradaki namazı kılmamak ifadesi, secdeye kapanma, şehvetlerine tabi olma ifadesi de ağlayarak ifadesinin mukabilinde zikredilmiştir. Çünkü onların ağlamaları, korkularına; bunların şehvetlerine tabi olmaları da korkmadıklarına delalet eder. Namazı zayi ettiler ifadesinin zahiri, namazı terk ettiler anlamındadır. Fakat onların namazı terk etmeleri, bazen hiç kılınmaması bazen de her ne kadar birinci mana daha açık ise de vaktinde kılınmaması manasınadır. Şehvetlerine uymalarına gelince İbni Abbas (ra), bunların farz namazları terk eden, içki içen ve baba bir kız kardeşle evlenmeyi mübah sayan Yahudiler olduğunu söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
اَضَاعُوا - اتَّبَعُوا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ
فَ mukadder şartın cevabına gelen harftir. فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ cümlesi, mahzuf bir şartın cevabıdır. Cümleye dahil olan rabıta فَ ’si, bu hazfin işaretidir. Bu فَ harfini, fasiha olarak yorumlayan alimler de vardır.
Cümlenin başındaki سَوْفَ harfi, gelecekte cehennemdeki gayya vadisi ile defalarca karşılaşacakları tehdidine işaret ederek bu halleri üzere ısrarcı olmalarından kendilerini sakındırmak için gelen mübalağalı bir anlatımdır. (Âşûr)
Cevap cümlesi, müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiil muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, ve tecessüm ifade etmiştir.
Takdiri …إن يعرضوا على الحساب [Hesaba çekilirse …. atılır] olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf şart ve mezkûr cevaptan müteşekkil terkip, şart üslubunda, faide-i haber talebî kelamdır.
غَياًّۙ , Araplara göre şerlerin tümüdür. غَياًّۙ ’nın cehennemde bir vadi olduğu da söylenmiştir. Mef’ûl olan غَياًّۙ ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
سَوْفَ harfi onların gelecekteki nesillerinin غَياًّۙ ’ya kavuşacaklarını ve bu kavuşmanın tekrarlanacağını tekid eder. Bu konuda onların ısrarları olması sebebiyle سَوْفَ onlara olan tahkir ve tehditte mübalağadır. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Meryem Suresi, s. 235)
Ayetteki غَياًّۙ, şer ve fenalık demektir. Zira Araplar, her şerri غَياًّۙ olarak ve her hayrı da reşat (doğru yol) olarak ifade ederler. Dahhâk'e göre, onların غَياًّۙ’a uğramaları, غَياًّۙ’ın cezasını bulmaları demektir. Nitekim يَلْقَ أثامًا [“Onlar, günaha uğrarlar.”] (Furkân/68) ayeti bu kabildendir. (Yani günahlarının cezasını bulurlar.) Yahut bu yüzden onlar, cennet yolundan sapmış olurlar. (Ebüssuûd)
الغَيُّ : Dalalettir. Şer için kullanılır. (Âşûr)
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِلَّا | ancak |
|
2 | مَنْ | kimseler |
|
3 | تَابَ | tevbe eden |
|
4 | وَامَنَ | ve inananlar |
|
5 | وَعَمِلَ | ve yapanlar |
|
6 | صَالِحًا | iyi işler |
|
7 | فَأُولَٰئِكَ | işte onlar |
|
8 | يَدْخُلُونَ | girecekler |
|
9 | الْجَنَّةَ | cennete |
|
10 | وَلَا | ve |
|
11 | يُظْلَمُونَ | haksızlığa uğratılmayacaklardır |
|
12 | شَيْئًا | hiç |
|
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ
اِلَّا istisna edatıdır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ müstesna olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası تَابَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
تَابَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
اٰمَنَ ve عَمِلَ atıf harfi وَ ’la تَابَ ’ye matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَالِحاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ istînâfiyyedir. İsm-i işaret اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَدْخُلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
الْجَنَّةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُظْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû, meçhul muzari fiildir. Zamir olan و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
شَيْـٔاًۙ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً
Fasılla gelen bu ayet, önceki ayetten istisna edilenleri bildirmektedir. İstisnanın munkatı’ olduğu da muttasıl olduğu da söylenmiştir. Müstesna olan müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’nin sıla cümlesi olan تَابَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen وَاٰمَنَ ve وَعَمِلَ صَالِحاً cümleleri, sıla cümlesi olan تَابَ ’ye matuftur. Her iki cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ
فَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ism-i işaretle marife olması, işaret edilenleri tazim amacına matuftur. اُو۬لٰٓئِك işaret ismi bu kişileri işaret ederek sanki gözümüzün önündeymiş gibi düşünmemizi sağlar.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve medh makamı olduğu için istimrar ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ cümlesi يَدْخُلُونَ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
يُظْلَمُونَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Mef’ûl olan شَيْـٔاًۙ ’deki tenvin, kıllet, nev ve umum ifade eder. Bilindiği gibi nefy siyakında nekre umuma işarettir.
Hiçbir şekilde haksızlığa da uğratılmazlar, yani amellerinin karşılığı eksiltilmez. شَيْـٔاًۙ ’in masdar olarak mansub olması da caizdir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki geçmiş inkârları onlara zarar vermez ve mükâfatları azaltılmaz. (Beyzâvî)
شَيْـٔاًۙ sözcüğünün nekre gelmesi ihmal ve zulümde umumun nefyini ifade eder. Bu Allah Teâlâ'nın sadıklara ve tövbe edenlere merhametidir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 239 ve Âşûr)
يَدْخُلُونَ - وَلَا يُظْلَمُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
جَنَّاتِ عَدْنٍۨ الَّت۪ي وَعَدَ الرَّحْمٰنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِۜ اِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِياًّ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | جَنَّاتِ | cennetleri(ne gireceklerdir) |
|
2 | عَدْنٍ | Adn |
|
3 | الَّتِي |
|
|
4 | وَعَدَ | va’dettiği |
|
5 | الرَّحْمَٰنُ | Rahman’ın |
|
6 | عِبَادَهُ | kullarına |
|
7 | بِالْغَيْبِ | gıyaben |
|
8 | إِنَّهُ | şüphesiz O’nun |
|
9 | كَانَ |
|
|
10 | وَعْدُهُ | va’di |
|
11 | مَأْتِيًّا | yerine gelecektir |
|
جَنَّاتِ عَدْنٍۨ الَّت۪ي وَعَدَ الرَّحْمٰنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِۜ
جَنَّاتِ kelimesi الْجَنَّةَ ‘den bedel olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır. Aynı zamanda muzâftır.
عَدْنٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الَّت۪ي müfred müennes ism-i mevsûl جَنَّاتِ ‘nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası وَعَدَ الرَّحْمٰنُ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. Burada sıfat müfred olan sıfat şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَعَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الرَّحْمٰنُ fail olup lafzen merfûdur.
عِبَادَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِالْغَيْبِ car mecruru عِبَادَ’ın mahzuf haline müteallıktır.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur.
Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِياًّ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. Şan zamiri de olabilir. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَان ’nin ismi, وَعْدُهُ olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَأْتِياًّ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup fetha ile mansubdur. مَأْتِياًّ kelimesi sülasi mücerredi أتى olan fiilin ism-i mefûlüdür.جَنَّاتِ عَدْنٍۨ الَّت۪ي وَعَدَ الرَّحْمٰنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِۜ
Ayet fasılla gelmiştir. جَنَّاتِ عَدْنٍ önceki ayetteki الْجَنَّةَ kelimesinden bedeldir.
عَدْنٍ, sonsuz ve kalıcı demektir.
Adn kelimesi, ikamet manasının ismidir yahut özellikle Cennet topraklarının isimidir. (Ebüssuûd ve Âşûr)
Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayette الْجَنَّةَ kelimesinden bedel olarak جَنَّاتِ kelimesi gelmiştir. Müfretten bedel olan kelime cemidir. Çünkü cins isim olan cennet çok cennetlere şumûllüdür. Kül, cüze bedel olmuştur. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 239)
جَنّاتِ kelimesi الجَنَّة kelimesinden bedeldir. Mübdelün minhin müfred olmasına rağmen ifadenin cemi sıygada gelmesinin nedeni ise, bilindiği üzere cennet içerisinde birçok cennetin var olmasıdır. İşte bu sebeple bu ifade bedel-i iştimâl olmayıp bedel-i mutabıktır. (Âşûr)
جَنَّاتِ için sıfat olan has ism-i mevsûl الَّت۪ي ’nin sılası olan وَعَدَ الرَّحْمٰنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِۜ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Veciz anlatım kastıyla gelen عِبَادَهُ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan عِبَادَ şan ve şeref kazanmıştır.
Müstakbelden bahsederken وَعَدَ fiilinin mazi gelişi olayın mutlaka gerçekleşeceğini tekid eder. Mazi ile haber verilmesi vaadin vuku bulması gibidir. Bu da Allah Teâlâ’nın vaadini yerine getirmesinin zor olmadığına delildir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 240)
بالغيب ifadesindeki بِ harf-i ceri, zarfiye içindir. (Âşûr)
الغَيْبُ kelimesi غابَ fiilinin masdarıdır. Dolayısıyla görünmeyen her şey gayb olarak değerlendirilir. (Âşûr)
Şayet bu dünyada onlardan perdelenmiş olsa da en nihayetinde onlar için hazırlanmıştır anlamında burada bir uyarı vardır. (Âşûr)
اِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِياًّ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olup faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Veciz anlatım kastıyla gelen وَعْدُهُ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan وَعْدُ tazim edilmiştir.
Son cümle اِنَّ ile tekid edildiği gibi اِنَّ ’nin haberi de كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şeklinde gelmiş, Allah’ın vaadinin kesinlikle gerçekleşeceği kuvvetle vurgulanarak belirtilmiştir. Gerçekleşme olgusunun vaadin adeta bir cüzü haline geldiği anlaşılmaktadır. Çünkü كَانَ ’nin haberi, isminin bir cüzü olur.
İsm-i mef'ûl olan مَأْتِياًّ kelimesi, وَعَدَ fiiline isnad edilmesi gerekirken, vaatteki zamire isnad edilmiştir. Yani مَأْتِياًّ ism-i mef'ûlünün naib-i faili, vaatleşen şahıs iken burada vaat olmuştur. Bunu şöyle de tarif edebiliriz: Ayette آتي şeklinde ism-i fail olarak gelmesi gereken kelime مَأْتِياًّ şeklinde ism-i mef'ûl olarak gelmiştir. Nitekim; [Size edilen vaat ve vaîd (tehdit)]muhakkak başınıza gelecektir, siz (Allah'ı aciz bırakıp) onun önüne geçemezsiniz.] (Enam Suresi, 134)] ayetinde olması gerektiği gibi آتي şeklinde gelmiştir. Yani ism-i faile isnad şeklinde mecazî isnad vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الوَعْدُ : Buradaki vaat kelimesi, mef’ûl manasında kullanılmış olup masdardır. Allah azze ve celle, salih mümin kullarına Adn cennetlerini vadetmiştir. Yani o cennetler, kendileri için bizzat alemlerin Rabbinden bir vaattir. (Âşûr)
Ayetteki مَأْتِياًّ kelimesinin, ism-i fail manasında, ism-i mef'ûl olduğu söylenmiştir. Buna göre mana, “Cennetlikler vadedilen o cennete gireceklerdir.” şeklinde olur. Zeccâc şöyle der: “Sana ulaşana sen de ulaşmış; sana gelene sen de gelmiş otursun. Binaenaleyh ayetteki bu ifadeden maksat, hem ne kadar gaybî bir şey olsa da Allah'ın vaadinin olmuş, bitmiş, görülmüş bir şey gibi olduğunu beyan etmektir. Bundan gaye, bu hususu kalplere iyice yerleştirmektir.” (Fahreddin er-Râzî)
وَعَدَ ve وَعْدُهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْواً اِلَّا سَلَاماًۜ وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ ف۪يهَا بُكْرَةً وَعَشِياًّ
لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْواً اِلَّا سَلَاماًۜ وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ ف۪يهَا بُكْرَةً وَعَشِياًّ
لَا يَسْمَعُونَ cümlesi جَنَّاتِ عَدْنٍۨ ’nin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). Burada cümle olan haldir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَسْمَعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
ف۪يهَا car mecruru يَسْمَعُونَ fiiline müteallıktır. لَغْواً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. اِلَّا istisna edatıdır. سَلَاماً istisna-i munkatı’ olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
رِزْقُهُمْ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪يهَا car mecruru mahzuf habere müteallıktır. بُكْرَةً zaman zarfı, mukaddem habere müteallıktır.
عَشِياًّ atıf harfi وَ ’la بُكْرَةً ’e matuftur.
لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْواً اِلَّا سَلَاماًۜ
Önceki ayetteki جَنَّاتِ عَدْنٍۨ ’den, müekked hal olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle, hal-i müekkide olarak ıtnâbtır. وَ ’la gelmeyen bu hal cümlesi cennetin bu durumunun, sürekli bir özellik olduğuna işaret eder.
Cümle şeklindeki hal, sahibü'l-halin anlamını tekit ediyorsa hal ve sahibi arasında kemâl-i ittisâl olduğundan fasıl yapılır. Tekid edici halin başına وَ gelmez. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
Mef’ûl olan لَغْواً ve müstesna olan سَلَاماًۜ ’deki tenvin kıllet, nev ve umum ifade eder. Bilindiği gibi nefy siyakında nekre umuma işarettir. سَلَاماًۜ ’in tenvinle gelişi yüce makamdaki selamın en azının bile kesret anlamında olduğunu ifade eder. Ayrıca سَلَاماً ’deki tenvin tazim ifade eder.
سَلَاماً ve لَغْواً kelimeleri arasında îhâm-ı tıbâk sanatı vardır.
Burada geçen سَلَاماًۜ ya bilinen manadadır yani meleklerin kendilerine verdiği selamı işitiyorlardır, ya da تحيتهم فيها سلام (Yunus Suresi, 10) ayetinde olduğu gibi birbirlerine verdikleri selamı ifade eder. Ya da bu kelimeden maksat azarlama, ayıplama, zem ve noksanlıktan uzak bir kelamdır. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 242)
[Orada (cennette) boş söz değil sadece selam işitirler] ayetinin tefsirinde Beyzâvî, birkaç vecih zikrettikten sonra bir beyitle istişhad ederek burada (te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihü’z-zem/yerme yoluyla övme) sanatının bulunmuş olabileceğini de şu şekilde açıklar: “…veya selam eğer boş söz ise onlar orada ondan (selamdan) başka bir şey duymazlar. Bu tıpkı şairin şu sözü gibidir:
‘Onlarda hiçbir ayıp yoktur, ne var ki kılıçları savaşmaktan dolayı kırılmıştır (körelmiştir)’”
Müfessirimizin yaptığı bu açıklamaya göre buradaki istisna, istisna-i muttasıldır. İstisna edatından sonra medih (övgü) ifade eden bir sıfat gelirse tekid ifade eder. Bu durumda burada te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihü’z-zem sanatı vardır. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)
إلّا سَلامًا sözü istisna-i munkatı olup, bir şeyin kendisinin, zıddına benzeyen başka bir şeyle te’kid edilmesinden mecazdır. (Âşûr)
Bu ifade, faydasız boş sözlerin bu dünyada da mümkün mertebe kaçınılması gereken şeylerden olduğuna dikkat çekmektedir. (Ebüssuûd)
وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ ف۪يهَا بُكْرَةً وَعَشِياًّ
وَ ’la makabline atfedilen cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İsim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Cümleler arasında haberî olmak bakımından ittifak vardır. Aralarındaki anlam bütünlüğü açıktır.
Sübut ve istimrar ifade eden bu isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur لَهُمْ , ihtimam için takdim edilmiş habere müteallıktır. Muahhar mübteda olan رِزْقُهُمْ ’a ilave edilmiş هُمْ zamiri, cennet ehline tahsis olduğu manasını artırmıştır. (Aşur)
بُكْرَةً (Sabahleyin) - عَشِياًّ (Akşamleyin) kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır. (Safvetü’t Tefasir)
رِزْقُهُمْ kelimesindeki tekillik tazim ifade eder. Yani o cennetteki bu rızık azimdir. Tafsilatı sayılamayacak kadar çok sayıdadır. Adeta o tek bir rızıktır ama azameti ve kesreti dolayısıyla bütün cennet halkına yiyecek ve içecek olarak yeter. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 242)
Son cümlede sabah ve akşamın zikredilmesinden maksat rızkın devamlılığı ve istimrarıdır. Gündüzün yarısı demek olan بُكْرَةً kelimesi ile son yarısı manasında olan عَشِياًّ kelimelerinin bir arada gelmesi bütün zamanlardan kinayedir. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 243)
البُكرة (sabah): günün ilk yarısı ve العَشي (akşam): son yarısıdır. Bu ikisinin birlikte kullanımı, bütün zamanlardan kinayedir. Yani onların nail olacakları rızıkları mahdut veya muvakkat değil, bilakis ne zaman dilerlerse o zaman ve diledikleri miktarda kavuşacakları şekildedir. İşte bu sebeple ifadede, gece (اللّيل) kelimesi zikredilmemiştir. (Âşûr)
Yani onların cennet nimetlerinden faydalanmaları, tıpkı bu dünyada nimetlerden faydalananlar gibi sabah, akşam tekrarlanmaktadır.
Diğer bir görüşe göre ise bundan maksat, rızıklarının devamlı ve çok olmasıdır. Yoksa cennet hayatında sabah ve akşam vakitleri zaten yoktur. (Ebüssuûd)
Cennet Tavsiflerinin İzafî Yönü:
Birinci Soru: Bu ayetlerin maksadı, cenneti üstün vasıflarla nitelemektir. Halbuki cennetliklere rızıklarının sabah akşam gelip ulaşması üstün vasıflardan değildir?
Buna şu iki şekilde cevap verilir:
Hasan el-Basri şöyle demiştir: “Allah Teâlâ her kavmi, dünyada iken sevip hoşlandıkları şeylere göre vadederek arzulandırmak istemiştir. İşte bundan ötürü alemlerin adeti olan, altın gümüş takılardan ve ipek elbiselerden Yemenli Arap eşrafının adeti olan cibinlikli tahtlardan, koltuklardan bahsetmiştir. Araplar için de sabah akşam yemeğinden daha sevimli bir şey yoktur. Dolayısıyla Allah onlar için de bunu vadetmiştir.”
2) Bundan maksat, cennet rızıklarının devamlı oluşunu anlatmaktır. Bu tıpkı senin, o iki vakti değil de “devamlılığı” kastederek “Ben sabah akşam, erken geç falancanın yanındayım.” demen gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِياًّ
تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِياًّ
İsim cümlesidir. İşaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
الْجَنَّةُ kelimesi تِلْكَ ’den bedeldir. Müfred müennes ism-i mevsûl الَّت۪ي ism-i işaretin haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası نُورِثُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
نُورِثُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
مِنْ عِبَادِنَا car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf haline mütealıktır. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mefûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir. تَقِياًّ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِياًّ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Geliş amacı cennetin şanını tazim ve ehlini tayindir.
Müsnedün ileyh olan işaret ismi تِلْكَ , cennetin şanının ulaşılmaz yüceliğine, şerefine ve keremine işarettir. İşaret isminde tecessüm vardır.
الْجَنَّةُ, bedeldir. Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
تِلْكَ ile cennetin mahiyetine işaret edilerek konunun önemi vurgulanmış ve istiare oluşmuştur.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi) Yani akli olan cennet gözle görülür elle tutulur makamına konmuştur.
Has ism-i mevsûl الَّت۪ي , haberdir. Müsnedin mevsûlle marife olması, sonradan gelecek habere dikkat çekmek içindir.
Mevsûlün sılası olan نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِياًّ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiilin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.
Veciz anlatım kastıyla gelen عِبَادِنَا izafetinde azamet zamire muzâf olan عِبَادِ şan ve şeref kazanmıştır.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası, nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
نُورِثُ fiili اِفعال babındadır. Fiilin başındaki hemze hafiflik için hazfedilmiştir. اِفعال babı fiile kesret, haynunet, sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul manaları katar.
مَنْ ve مِنْ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا sözündeki varis olmaktan murad onlara verilen ve geri alınmayan ihsanlardır. Varis için de miras böyledir. Miras, mirası veren kişiye geri dönmez. Bu lafızda tasrîhî ve tebeî istiare vardır. Çünkü varis olmak, bâki kalmak anlamında kullanılmıştır. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i Meryem, s. 243)
“İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara miras vereceğimiz cennet budur.” onlara takvalarının semeresi olarak saklayacağız tıpkı miras bırakanın malının mirasçılara saklanması gibi. Veraset mülk edinmede ve hak sahibi olmada kullanılan en güçlü lafızdır; çünkü fesh edilmez, geri dönülmez, reddetmekle iptal edilmez ve düşürülmez. (Beyzâvî ve Âşûr)
Temellük (bir şeyi kendine mal etme) ve istihkak (hak kazanma) anlamında kullanılan kelimelerin en kuvvetlisi veraset maddesi olduğundan bu hususta onun fiili kullanılmıştır. Zira bu istihkakta fesih, geri caymak ve iptal söz konusu değildir. (Ebüssuûd)
Ayetteki, تَقِياًّ (muttaki olan) ifadesi, “Cenab-ı Hakk'a isyan etmekten geri durur, bunu kendisine adet edinir ve farzları terk etmekten sakınırsa” demektir. (Fahreddin er-Râzî)وَمَا نَتَنَزَّلُ اِلَّا بِاَمْرِ رَبِّكَۚ لَهُ مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذٰلِكَۚ وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِياًّۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ve |
|
2 | نَتَنَزَّلُ | biz inmeyiz |
|
3 | إِلَّا | dışında |
|
4 | بِأَمْرِ | emri |
|
5 | رَبِّكَ | Rabbinin |
|
6 | لَهُ | O’na aittir |
|
7 | مَا | olan herşey |
|
8 | بَيْنَ |
|
|
9 | أَيْدِينَا | önümüzde |
|
10 | وَمَا | ve olan |
|
11 | خَلْفَنَا | arkamızda |
|
12 | وَمَا | ve olan |
|
13 | بَيْنَ | arasında |
|
14 | ذَٰلِكَ | bunlar |
|
15 | وَمَا | asla değildir |
|
16 | كَانَ |
|
|
17 | رَبُّكَ | Rabbin |
|
18 | نَسِيًّا | unutkan |
|
وَمَا نَتَنَزَّلُ اِلَّا بِاَمْرِ رَبِّكَۚ لَهُ مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. نَتَنَزَّلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
اِلَّا hasr edatıdır. بِاَمْرِ car mecruru نَتَنَزَّلُ fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır.
رَبِّكَ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
بَيْنَ zaman zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır. اَيْد۪ينَا muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَتَنَزَّلُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi نَزَلَ ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذٰلِكَۚ
وَ atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَا birinci ism-i mevsûle matuf olup mahallen merfûdur.
خَلْفَ mekân zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا atıf harfi وَ ’la ikinci ism-i mevsûle matuftur. بَيْنَ mekân zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır.
İsm-i işaret ذٰلِكَ , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِياًّۚ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
رَبُّكَ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَسِياًّ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. نَسِياّ kelimesi sıfat-ı müşebbehe veya فَعيل vezninde mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا نَتَنَزَّلُ اِلَّا بِاَمْرِ رَبِّكَۚ
وَ istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
مَا nefy harfi, اِلَّا istisna edatıdır. İki harfin birlikte kullanılması kasr oluşturmuştur.
Ayetin ilk cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr üslubuyla tekid edilen cümlede نَتَنَزَّلُ maksûr/sıfat, بِاَمْرِ رَبِّكَۚ maksûrun aleyh/mevsûftur. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Onların inişleri, Allah'ın emrine tahsis edilmiştir.
“Biz (elçiler) ancak Rabbinin emri ile ineriz.” Cebrail’in (as) sözünün hikâyesidir, Resulullah’a (sav) gelmesi gecikince söylemiştir. Efendimize Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve Rûh sorulunca ne cevap vereceğini bilemedi ve kendisine vahiy gelmesini bekledi. O da on beş gün gecikti, kırk gün olduğu da söylenmiştir. Öyle ki müşrikler: Rabbi onu terk etti ve ona kızdı, dediler. Sonra Cebrail indi, açıklamayı getirdi. تَنَزَّلُ yavaş yavaş inmektir, çünkü نَزَّل ’nin mutâvaat şeklidir. Bazen mutlak inme yerine kullanılır, nitekim نَزَّل de أنٌزلَ manasına kullanılır. Mana şöyledir: Biz zaman zaman inerken ancak Allah'ın emri ve hikmetin gereği ile ineriz. يَ ile يَتَنَزَّلُ ’de okunmuştur ki zamir vahye ait olur. (Beyzâvî)
Keşşâf Sahibi şöyle der: Tenezzül iki manaya gelir:
a. Yavaş yavaş inmek.
b. Mutlak manada inmek. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Bu kelime, نَزَلَ ’nin mutavaatıdır. Bu kelime de bazen أنٌزلَ /indirdi ve tedricilik manası ifade eder. Buraya uygun olan durum, yavaş yavaş inmektir ki bununla “Bizim, zaman zaman inişimiz, ancak Allah'ın emri ve müsadesiyle olmaktadır.” manası kastedilmiş manasıdır. (Fahreddin er-Râzî)
لَهُ مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذٰلِكَۚ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
İsim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا , muahhar mübteda konumundadır. بَيْنَ اَيْد۪ينَا , ism-i mevsûl مَا ’nın mahzuf sılasına müteallıktır. Aynı üslupta gelen ikinci ve üçüncü ism-i mevsûller birinciye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.
Car mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Yani önümüzdeki, arkamızdaki ve bunların arasındaki her şey, sadece O’nundur, başkasının değildir.
لَهُ maksûrun aleyh/mevsûf, مَا maksûr/sıfat olmak üzere, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذٰلِكَۚ ifadesindeki yönlerden kasıt, bütün yönlerdeki herşeydir. Yusuf suresi 82. ayetteki واسْألِ القَرْيَةَ [Karyeye sor] ibaresinde olduğu gibi mahalliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
Allah’a ait üç yönün sayılması taksim sanatıdır.
İlk iki sıla cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
لَهُ مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا وَمَا خَلْفَنَا [Önümüzdekiler de arkamızdakiler de Allah'ındır] ayetinde اَيْد۪ينَا - خَلْفَنَا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır. (Safvetü’t Tefasir)
Burada mukabele ve mutâbaka sanatlarıyla bir arada mûcizevî bir bedî’ sanat vardır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)
وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِياًّۚ
Ayetin son cümlesi وَ ’la, … وَمَا نَتَنَزَّلُ cümlesine atfedilmiştir. Menfi nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانَ ’nin ismi olan رَبُّكَ , izafet formunda gelerek, az sözle çok anlam ifade etmiştir. Bu izafette Rabb ismine muzâfun ileyh olması sebebiyle كَ zamirinin ait olduğu Hz. Peygamber, şan ve şeref kazandırmıştır.
كَانَ ’nin haberi olan نَسِياًّۚ sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
El-İsfehânî كَانُ ’nin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda, söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur’an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Öncesi için tezyîl olan son cümle, Allah Teâlâ’nın Resulullah'a (sav) söylediği sözlerden veya cennet ehlinin sözlerindendir. (Âşûr)
Bu ayette yaşanmışlığa dair ne varsa Allah’ın onu bileceği hiçbir ihtimal bırakılmaksızın dörde taḳsim edilmiştir. Allah dünü, bugünü ve yarını bilir. Bir tek unutması ihtimali kalır ki unutmayacağı da ayette ifade edilmiştir. Bu yönüyle insanoğlunun hiçbir davranışının ahirette gizli kalmayacağı vurgulanmış olur. (Zerkeşî)
رَبِّكَۚ ,بَيْنَ ,مَا kelimelerinin tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.