كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِك۪ينَ عَهْدٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ رَسُولِه۪ٓ اِلَّا الَّذ۪ينَ عَاهَدْتُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۚ فَمَا اسْتَقَامُوا لَكُمْ فَاسْتَق۪يمُوا لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | كَيْفَ | nasıl |
|
2 | يَكُونُ | olabilir |
|
3 | لِلْمُشْرِكِينَ | ortak koşanların |
|
4 | عَهْدٌ | andlaşması |
|
5 | عِنْدَ | yanında |
|
6 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
7 | وَعِنْدَ | ve yanında |
|
8 | رَسُولِهِ | Elçisinin |
|
9 | إِلَّا | ancak hariçtir |
|
10 | الَّذِينَ | kimseler |
|
11 | عَاهَدْتُمْ | andlaştıklarınız |
|
12 | عِنْدَ | yanında |
|
13 | الْمَسْجِدِ | Mescid-i |
|
14 | الْحَرَامِ | Haram |
|
15 | فَمَا |
|
|
16 | اسْتَقَامُوا | onlar dürüst davrandıkça |
|
17 | لَكُمْ | size |
|
18 | فَاسْتَقِيمُوا | siz de dürüst davranın |
|
19 | لَهُمْ | onlara |
|
20 | إِنَّ | çünkü |
|
21 | اللَّهَ | Allah |
|
22 | يُحِبُّ | sever |
|
23 | الْمُتَّقِينَ | korunanları |
|
Bu âyet grubunda ağırlıklı olarak, İslâm’a ve müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularını tatmin uğruna hiçbir değer tanımayan müşriklerin tavır ve tutumları tasvir edilmekte ve müminler kendileriyle savaş halinde bulunan bu hasımlara karşı savaşmaya özendirilmektedir. Ancak bu âyetlerde müşrikler hakkında ağır ifadelerin ve sert bir üslûbun yer almış olmasını, sebepsiz yere savaş açmanın ve sırf inançlarından ötürü başkalarına saldırmanın meşrû kılındığı biçiminde yorumlamak mümkün değildir. Bu âyetlerde üzerinde durulan hususlar, putperestlerin inançları ve dinî hayatları değil, insanlık dışı davranışları, müslümanların haklı bir konumda bulundukları ve iman mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında kararlı bir tavır ortaya koymanın zorunlu olduğudur. Birinci âyete açıklık getiren bir üslûpla başlayan 7. âyette, putperestlerle yapılacak bir antlaşmada Allah ve resulünün taraf sayılamayacağı, bu tür bir antlaşmaya ancak –kuralları çerçevesinde– müminlerin taraf olabileceği belirtilmektedir. Sonra, ahidlerini bozmayan ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermeyenler hakkında antlaşma süresine riayet edilmesi gerektiğini bir ilke ve genel anlayış tarzı olarak bildiren 4. âyete nüzûl sebebi bakımından açıklık getirilmekte, kendileriyle Mescid-i Harâm yanında antlaşma yapılan müşrikler hakkında da bu ilkenin uygulanacağı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, IV, 2462). Mescid-i Harâm yanında kendileriyle antlaşma yapılanların kimler olduğu konusunda değişik görüşler bulunmakla beraber (Taberî, X, 81-82), İbn İshak tarafından yapılan şu rivayet tarihî bilgiler ışığında daha güçlü ve isabetli bulunmuştur: Hudeybiye Antlaşması’na dolaylı taraf olanlardan Kinâne’ye mensup Benî Bekir kabilesinin bazı kolları diğerlerinin aksine bu antlaşmaya bağlı kalmışlardı. İşte âyette “Mescid-i Harâm yanında” buyurularak Mekke civarında yapılan Hudeybiye Antlaşması’na ve dolaylı da olsa bu antlaşmaya taraf olup onun hükümlerini bozmayan bu topluluklara işaret edilmektedir (Taberî, X, 82-83). Burada dikkat çeken bir nokta, siyasî ve ahlâkî dayanağı ortadan kalkan ve asıl tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak taraf olanların antlaşma hükümlerine aykırı davranmadıkları takdirde onlara verilen sözün tutulması gerektiğidir. Âyette bu kapsamda bulunanların sözlerine sadık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sadık kalınacağı belirtilmiştir. Kur’an’ın bu yaklaşımı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve müslüman hukukçular da bu anlayış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler çerçevesinde şöyle bir kural geliştirmişlerdir: “Şüphe-i emân emandır” (Elmalılı, IV, 2463-2464). Bu kural, güvence verildiği ihtimali varsa, güvence verilmiş gibi davranılması gerektiğini ifade etmektedir. Âyette bu antlaşmaya dolaylı biçimde taraf olanların kastedildiği yorumu benimsendiği takdirde, hicrî 6. yılda imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nın on yıllık bir süre için yapıldığı dikkate alınarak kendilerine daha yedi yıl süre verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu durumda 4. âyetin tefsirinde İbn Abbas’tan nakledilen görüşün izahında zorluk doğmaktadır. Zira orada, âyetteki bildirimden itibaren kalan en uzun antlaşma süresi dokuz ay olarak gösterilmiştir. 8-10. âyetlerde müminler, karşılarındaki müşriklerin nitelikleri konusunda uyarılmakta, basit çıkarlar uğruna Allah’ın âyetlerini bile sattıkları ve emanete hıyanet ettikleri hatırlatılarak, onların daraldıkları zaman söyledikleri sözlere ve mecbur kaldıkları veya kendi çıkarlarına gördükleri zaman yaptıkları antlaşmalara fazla güvenmemeleri istenmektedir. Müminlerin, diğer âyetlerdeki ifadelerin ve üslûbun etkisiyle artık müşriklere bütün kapıların kapatılmış olduğu ve onların ebedî düşmanlar olarak görülmesi gerektiği kanaatine kapılmamaları için 11. âyette özel bir hatırlatma yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira bütün bu olumsuz özelliklerine rağmen müşriklerin insafa gelip yaptıklarından pişmanlık duymaları ve İslâmiyet’in temel gereklerini yerine getirmeye başlamaları halinde müslümanların din kardeşleri sayılacakları bildirilmektedir. “Küfrün elebaşıları” diye tercüme edilen 12. âyetteki ifade ile, inkârcılıkta en önde olmaları sebebiyle genel olarak müşrikler kastedilmiş olabileceği gibi, müslümanlara düşmanlık ve eziyet etmede önderlik eden müşrikler de kastedilmiş olabilir; Kur’an’ın genel üslûbu her ikisinin birlikte anlaşılmasına da elverişlidir (Derveze, XII, 86-87). Müminleri yeminlerini bozanlara karşı savaşmaya teşvik eden 13. âyetin kimlerle ilgili olduğuna dair rivayetleri başlıca iki grupta toplamak mümkündür. Bazı rivayetlere göre burada Hudeybiye Antlaşması’nı bozan Kureyşliler kastedilmektedir. Başka rivayetlere göre ise burada kastedilenler, antlaşmalarını çiğnemelerinden ötürü sûrenin başında kendilerine fesih bildirimi yapılarak dört ay süre verilenlerdir. Bu kümedeki âyetlerin, Mekke fethinden sonra indiği bilinen önceki âyetlerin devamı izlenimi verdiği ve Kureyş’in tamamı veya büyük çoğunluğunun Mekke fethinden sonra müslüman olduğu dikkate alındığında, bu âyette Kureyşliler’den söz edildiği rivayetini izah etmek zorlaşmaktadır. Burada Kureyşliler’den başka toplulukların kastedildiğinin düşünülmesi halinde de başka bir soru gündeme gelmektedir: Âyette bu kimselerin Resûlullah’ı yurdundan çıkardıklarına değinildiğine göre bunlar Kureyşliler’den başkaları olabilir mi? Bu durumda şöyle bir yorum yapmak uygun olabilir: Kureyş’in müttefiki ve dolaylı olarak Hudeybiye Antlaşması’nın tarafı olan Benî Bekir kabilesinin bazı kolları –yukarıda belirtildiği üzere– antlaşma hükümlerine bağlı kalmışlar, bazı kolları ise Kureyş’in tahriki ile antlaşmayı çiğnemişlerdi. İşte burada Mekke’nin fethinden sonra da ihanet ve ahde muhalefetleri devam eden ve sûrenin başındaki bildirime muhatap olan toplulukların kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunlar Hz. Peygamber’i yurdundan çıkaran Kureyşliler’le aynı safta yer aldıkları ve antlaşmayı önce kendileri bozdukları için âyette böyle tasvir edilmiş olmalıdırlar. Bu yorumun bir devamı olarak, 14. âyette müminlerin zaferiyle sevineceği bildirilenlerin Huzâa kabilesi mensupları olduğu söylenebilir. Zira Hudeybiye Antlaşması’na Resûlullah’ın müttefiki sıfatıyla dolaylı olarak onlar da taraf olmuşlardı ve Kureyş Huzâa’ya hasım olan Benî Bekir’e destek veriyordu (Derveze, XII, 88-89). Bu âyetlerin başında savaşa girme sebebi hakkında yapılan açıklamalarla birlikte 12, 14 ve 15. âyetlerdeki ifadeler göz önüne alınmalı ve savaşla neyin amaçlandığına da dikkat edilmelidir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12. âyetin sonunda hep bir ümidi koruyarak savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifade edilmiştir. Buna göre amaç, sözüne riayet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu yaptırım karşısında düşmanın mütecaviz davranışlardan vazgeçeceği ümidi korunarak yol alınacaktır. Bu mâna ile bağlantılı olarak 14. âyette cezayı ve rezil rüsvâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırıldığına, müminlerin bunu kendileri için bir enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini ilâhî buyruğu yerine getiren bir vasıta olarak görmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arzu ve çıkarlarının akışına bırakmamaya ve daima davranışlarının meşruiyet temelleri üzerinde düşünmeye davet edilmektedir. Yine 14 ve 15. âyetlerde zafer bahşedenin, gönüllere ferahlık verenin, kalplerdeki kin ve öfkeyi giderenin ve dilediklerinin tövbesini kabul edenin hep Allah olduğu hatırlatılmakta, dolayısıyla müminlerin hareket tarzlarını bu inancı koruyarak düzenlemeleri istenmektedir. İlâhî bir sınava tâbi tutulmak üzere yaratılan insan için, Allah tarafından yapılan çağrıya uyarak haksızlıklara karşı savaşmak ve bunu da yine dinin çizdiği sınırlar içinde yapabilmek bu sınavın önemli bir parçasıdır. İşte 16. âyette, müminlerin insanî ölçüler içinde büyük bir özveri olarak nitelenebilecek böyle bir çabayı, bu imtihan sürecinin tabii bir uzantısı ve bir görev olarak telakki etmeleri, her an böyle bir çağrıya karşılık verebilmek için kendilerini ruhen hazırlamaları gerektiği bildirilmektedir.
(Diyanet Tefsiri)
كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِك۪ينَ عَهْدٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ رَسُولِه۪ٓ اِلَّا الَّذ۪ينَ عَاهَدْتُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۚ
كَيْفَ istifham ismi, يَكُونُ ’nun mukaddem haberi olarak mahallen mansubtur. يَكُونُ nakıs, merfû muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
لِلْمُشْرِك۪ينَ car mecruru عَهْدٌ’ın mahzuf haline müteallıktır. الْمُشْرِك۪ينَ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُشْرِك۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَهْدٌ kelimesi يَكُونُ’nun ismi olup lafzen merfûdur.
عِنْدَ mekân zarfı, عَهْدٌ’e müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
عِنْدَ رَسُولِه۪ٓ kelimesi lafza-i celâle matuftur.
اِلَّا istisnâ harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl olan الَّذ۪ينَ, müstesna olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası عَاهَدْتُمْ cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
عَاهَدْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
عِنْدَ mekân zarfı, عَاهَدْتُمْ fiiline müteallıktır. الْمَسْجِدِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْحَرَامِ kelimesi الْمَسْجِدِ’nin sıfatıdır.
عَاهَدْتُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi عهد’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
فَمَا اسْتَقَامُوا لَكُمْ فَاسْتَق۪يمُوا لَهُمْۜ
فَ istînâfiyyedir. مَا şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. Masdariye, aynı zamanda şart manası taşıyan zarfiye olduğu da söylenmiştir. (Mahmut Sâfî)
اسْتَقَامُوا şart fiili olup damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَكُمْ car mecruru اسْتَقَامُوا fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اسْتَق۪يمُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَهُمْ car mecruru اسْتَق۪يمُوا fiiline müteallıktır.
اسْتَقَامُوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi قوم ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. يُحِبُّ fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. يُحِبُّ, merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
الْمُتَّق۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الْمُتَّق۪ينَ sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حبب’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِك۪ينَ عَهْدٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ رَسُولِه۪ٓ اِلَّا الَّذ۪ينَ عَاهَدْتُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۚ
İstînâfi beyâniyye olarak fasılla gelen cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bu ayetin başındaki كَيْفَ [nasıl?] kelimesi, istifhâm-ı inkârî'dir. Bu, senin tıpkı, “Beni geçemez, onun beni geçmesi uygun düşmez!” manasında, “Senin gibi birisi nasıl olur da beni geçebilir!” demen gibidir. Ayette bir hazf olup bunun takdiri, “Yapılmış olan ahdi bozmayı kalplerinde gizledikleri halde buna rağmen müşriklerle daha nasıl bir ahid yapılabilir? Ahdi bozmayıp ona vefasızlık göstermedikleri için Mescid-i Haram'da kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler müstesna demektir. Bunların, Kinâne ve Damraoğulları olduğu söylenmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Bu kelam, daha önce geçen beraet (ihtar) ile ona terettüb eden hükümlerin hakikatini ve hikmetini açıklar. Bu ayetteki müşriklerden maksat, antlaşmalarını bozan müşriklerdir. Çünkü anılan beraet (ihtar) onlar hakkındadır. (Ebüssuûd)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. İstifham ismi كان ,كَيْفَ’nin mukaddem haberidir. كان ,عَهْدٌ’nin ismidir. Veya كان tam fiildir (Qâsım, Humeydan, Duâs, İ’rabu’l Kur’ân, tafsirapp.), عَهْدٌ ,كَيْفَ’den haldir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَسُولِه۪ٓ izafetinde Allah Teâlâya ait zamire muzâf olan رَسُولِ, şan ve şeref kazanmıştır.
عِنْدَ اللّٰهِ izafeti muzâfın şanı içindir. Burada عِنْدَ mecazî istikrar manasındadır. Devam manasındadır. Yani belirli bir vakit için geçici bir ahittir. Nitekim Kureyş, Hudeybiye Antlaşmasını bozmuştu. Benî Bekr’e, Huzaa’ya karşı silah ve adamla yardım etmişlerdi. Halbuki Huzaa, Hz. Muhammed (s.a.) ile anlaşmıştı. Bu davranışları da Mekke’nin fethedildiği gazveye sebep olmuştu. (Âşûr)
Müstesna konumunda has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ’nin sılası عَاهَدْتُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۚ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
İsmi mevsûlle marife oluşu ahd içindir. Bunlar; önceki اِلَّا الَّذ۪ينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ثُمَّ لَمْ يَنْقُصُوكُمْ شَيْـٔاً (Tevbe Suresi, 4) ayetinde geçenlerden daha hususidir. Onların tahsis edilmesinden maksat; ahitlerini yerine getirme hasletlerine atıfta bulunmaktır. İşte o kimseler Peygamber (s.a.) ile Mescid-i Haram’da kaza umresinde iken ahitleşmişlerdir. (Âşûr)
Cümlede istidrak sanatı vardır.
عِنْدَ اللّٰهِ sözünden sonra عِنْدَ رَسُولِه۪ٓ’deki عِنْدَ’nin tekrarında tekrir ve ıtnâb sanatları vardır.
فَمَا اسْتَقَامُوا لَكُمْ فَاسْتَق۪يمُوا لَهُمْۜ
فَ, istînâfiyyedir. مَا masdariye, aynı zamanda şart manası taşıyan zarfiyedir. (Mahmut Sâfî) Cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart cümlesi اسْتَقَامُوا, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hakikatte istikamet olması, eğriliğin bulunmamasıdır. سْ ve تَ harfleri اسْتَجابَ ,اسْتَحَبَّ fiillerinde olduğu gibi mübalağa içindir. Bir şey ayağa kalktığında duruşu düzelir ve onda eğrilik olmaz. Burada ise savaşı terk etme ve güzel muamele için müstear olmuştur. Çünkü kötü muamele, yanlışlık ve eğrilik için kullanılır. Böylelikle eğrilik istikametin zıddı olur. (Âşûr)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاسْتَق۪يمُوا لَهُمْۜ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88.)
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümleleri arasında müzâvece sanatı vardır.
فَمَا اسْتَقَامُوا لَكُمْ - فَاسْتَق۪يمُوا لَهُمْۜ cümleleri arasında ikili mukabele vardır.
عَهْدٌ - عَاهَدْتُمْ ve اسْتَقَامُوا - فَاسْتَق۪يمُوا kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan عِنْدَ ve اسْتَق۪يمُوا kelimelerinde reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen son cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr, 1)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması teberrük, telezzüz ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla, sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
4. Ayetin fasılasıyla aynı olan bu cümle arasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi, 29)
Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 7, Ahkaf Suresi, 29)
Ayetin fasılası, mesel tarikinde tezyîl olarak ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetin son cümlesiyle dürüst davrananların, müttakiler olduğu anlaşılmaktadır.
كَيْفَ وَاِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لَا يَرْقُبُوا ف۪يكُمْ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبٰى قُلُوبُهُمْۚ وَاَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | كَيْفَ | nasıl? |
|
2 | وَإِنْ | eğer |
|
3 | يَظْهَرُوا | onlar galib gelselerdi |
|
4 | عَلَيْكُمْ | size |
|
5 | لَا | ne |
|
6 | يَرْقُبُوا | gözetirlerdi |
|
7 | فِيكُمْ | sizin hakkınızda |
|
8 | إِلًّا | bir yakınlık |
|
9 | وَلَا | ne de |
|
10 | ذِمَّةً | bir andlaşma |
|
11 | يُرْضُونَكُمْ | sizi razı ederler |
|
12 | بِأَفْوَاهِهِمْ | ağızlarıyla |
|
13 | وَتَأْبَىٰ | fakat (sizi) istemez |
|
14 | قُلُوبُهُمْ | kalbleri |
|
15 | وَأَكْثَرُهُمْ | ve çokları da |
|
16 | فَاسِقُونَ | yoldan çıkmışlardır |
|
أبي Ebeye : إبَاءٌ aşırı derecede sakınma, uzak durma ya da kendini tutmadır. Her ibâ ( إبَاءٌ ) bir imtinâdır ( إمْتِنَاعٌ ), fakat her imtinâ bir ibâ değildir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de 13 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri aba ve abâyedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فوه Fevehe : أفْوَاهٌ sözcüğü ağız anlamına gelen فَم in çoğuludur. فَم in aslı da فَوَهَ dir. Kuran-ı Kerim’de bu kelimenin geçtiği her yerde yalana bir işaret vardır ve inancın da söylenen söze uymadığına dikkat çeker. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de 13 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim’de 10’dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
كَيْفَ وَاِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لَا يَرْقُبُوا ف۪يكُمْ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ
كَيْفَ istifham ismi, mahzuf fiilin hali olarak mahallen mansubtur. Takdiri, كيف تعاهدونهم (Onlarla nasıl anlaşma yapıyorsunuz?) şeklindedir.
وَ atıf harfidir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. يَظْهَرُوا şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَيْكُمْ car mecruru يَظْهَرُوا fiiline müteallıktır.
Şartın cevabı لَا يَرْقُبُوا ف۪يكُمْ ‘dur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَرْقُبُوا şartın cevabı olduğu için ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪يكُمْ car mecruru يَرْقُبُوا fiiline müteallıktır. اِلاًّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.
ذِمَّةً kelimesi atıf harfi وَ ‘la اِلاًّ’ya matuftur.
يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبٰى قُلُوبُهُمْۚ
Cümle şartın cevabıdır. يُرْضُونَكُمْ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بِاَفْوَاهِهِمْ car mecruru يُرْضُونَكُمْ fiiline müteallıktır.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. تَأْبٰى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
قُلُوبُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُرْضُونَكُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi رضو ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَۚ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اَكْثَرُهُمْ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَاسِقُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
فَاسِقُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan فسق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَيْفَ وَاِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لَا يَرْقُبُوا ف۪يكُمْ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham ismi كَيْفَ, mahzuf bir cümlede hal konumundadır. Önceki ayetin delaletiyle yapılan takdir şöyledir: كيف يكون لهم عهد (Sizin için nasıl bir ahd vardır ki?)
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Ahitleşmenin imkânsızlığını kesinleştirmek üzere tekrar yapılmıştır. Malum olduğu için de fiili hazfedilmiştir. Cümlede, icaz-ı hazif sanatı vardır. Yani “Onların halleri, yeminlerini ve ahitlerini kuvvetlendiren birtakım şeylerin geçmesinden sonra size galip gelmeleri halinde herhangi bir ahde ve antlaşmaya vefa göstermeyip sizin hakkınızda bunları devam ettirmeyecekleri bir vaziyet olduğu halde onlarla nasıl başka bir ahit yapılır?” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
وَ, istînâfiyye veya haliyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ şeklindeki şart cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنْ يَظْهَرُوا ifadesi; başkasını yenen kimsede bir kemâl sıfatı meydana gelir. Böyle olan herkes, kendisini galip ve üstün görür. Mağlup olan ise noksanmış gibi olur. Noksan olan da kendisini gösteremez, noksanlığını gizler. Böylece ظْهَرُ fiili, kinaye yoluyla “galip gelmek” manasına gelir. Zira galip gelme manası da onun levazımındandır, zaruri sonuçlarındandır. Binaenaleyh, وَاِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ tabiri “Onlar size güç yetirirlerse size galip gelirlerse…” manasını taşımaktadır. (Fahreddin er-Râzî)
ف۪ karinesi olmadan gelen لَا يَرْقُبُوا ف۪يكُمْ اِلاًّ cümlesi şartın cevabıdır. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Cümle nefy harfinin tekrarıyla tekid edilmiştir.
اِلاًّ ,لَا ذِمَّةً’ya, temâsül nedeniyle atfedilmiştir.
اِلاًّ kelimesi, Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. O takdirde anlam şöyle olur: “Onlar nasıl Allah Teâlâ'nın hakkına riayet ederler?” Bir diğer görüşe göre ise اِلاًّ kelimesi, “civar” demektir. Bu takdirde anlam, sonucu itibariyle antlaşma demek olur. Çünkü insanlar tokalaşıp anlaştıkları zaman bunu civara duyurmak için seslerini yükseltirlerdi. (Ebüssuûd)
Cenab-ı Hakk'ın [ne de bir vecîbe (gözetirler)] ifadesindeki ذِمَّةًۜ [ahd] manasında olup cemisi ذِمًّم ve ذِمَّام şeklinde gelir. Zimmet, insanın üzerine gerekli (vacip) olan her şey manasınadır ve bu zayi etme (gereğini yapmama) halinde, ilgilinin kınanmasına sebep olacak şeydir. Ebu Abdullah şöyle demiştir: Zimmet, kendisinden dolayı utanılan yani ondan dolayı zemmedilmekten kaçınılan şey demektir. Nitekim “O, kendi kendini kınadı, tenkit etti.” manasında denilir. (Fahreddin er-Râzî)
يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبٰى قُلُوبُهُمْۚ
İstînâfi ibtidaiyye olan cümle fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üsluptaki وَتَأْبٰى قُلُوبُهُمْۚ cümlesi tezat nedeniyle makabline atfedilmiştir.
Cümlelerde fiillerin muzari sıygada gelmesi hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ [Onlar ağızlarıyla sizi hoşnut ediyorlar.] buyurulması, onların sözlerinin mücerret ağızlarından çıkan lafızlardan ibaret olup kalplerinde bunu doğrulayan bir niyet olmadığını belirtir. (Ebüssuûd)
يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ ve تَأْبٰى قُلُوبُهُمْۚ cümleleri arasında ikili mukabele vardır.
اَفْوَاهِهِمْ - قُلُوبُهُمْۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يُرْضُونَكُمْ - تَأْبٰى kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَاَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَۚ
يُرْضُونَكُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ cümlesine وَ ’la atfedilen cümle isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber ism-i fail kalıbıyla gelerek onların bu özelliklerinin onlarda sabit olduğuna, onlardan hiçbir şekilde ayrılmadığına işaret etmiştir.
اِشْتَرَوْا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ثَمَناً قَل۪يلاً فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اشْتَرَوْا | sattılar |
|
2 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
3 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
4 | ثَمَنًا | bir paraya |
|
5 | قَلِيلًا | azıcık |
|
6 | فَصَدُّوا | engel oldular |
|
7 | عَنْ | -ndan |
|
8 | سَبِيلِهِ | O’nun yolu- |
|
9 | إِنَّهُمْ | gerçekten |
|
10 | سَاءَ | ne kötüdür |
|
11 | مَا | şeyler |
|
12 | كَانُوا | oldukları |
|
13 | يَعْمَلُونَ | yapıyor(lar) |
|
اِشْتَرَوْا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ثَمَناً قَل۪يلاً فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ
Fiil cümlesidir. اِشْتَرَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاٰيَاتِ car mecruru اِشْتَرَوْا fiiline müteallıktır. اٰيَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. ثَمَناً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. قَل۪يلًا ise ثَمَنًا’in sıfatıdır.
فَ atıf harfidir. صَدُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنْ سَب۪يلِه۪ car mecruru صَدُّوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِشْتَرَوْا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi شري ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
هُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
سَٓاءَ مَا كَانُوا cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
سَٓاءَ zem anlamı taşıyan camid fildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مَا harfi, سَٓاءَ kelimesinin failini tefsir eden (açıklayan) nekre-i mevsûfedir. سَٓاءَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri, عملهم هذا (Bu ameli.) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası كَانُوا’nun dahil olduğu isim cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
كَانُوا isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. كَانُوا ’nun ismi olan و cemi müzekker muttasıl zamiri mahallen merfûdur.
يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَعْمَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
سَٓاءَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail, marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut مَا ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır:
1. Failinin ال ’lı gelmesi,
2. Failinin ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi,
3. Bu fiillerin مَا harfine bitişik olarak gelmesi,
4. Failinin ism-i mevsûl olarak gelmesi. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِشْتَرَوْا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ثَمَناً قَل۪يلاً فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِشْتَرَوْا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ibaresinde istiare-i tasrihiyye vardır. Çünkü Allah’ın ayetleri satın alınacak birşey değidir. Satın almak fiili değiştirmek manasında müstear olmuştur.
Karşılık yerine aslında adeten bu şekilde kullanılmayan ثَمَناً kelimesinin gelmesi, hevalarından elde ettikleri menfaati, elde edilen bir gelire benzetmek şeklinde bir istiaredir. Bu itibarla hem اِشْتَرَوْا fiilinde hem de ثَمَناً lafzında olmak üzere iki istiare söz konusudur. (Âşûr)
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ izafetinde, Allah ismine muzâf olan بِاٰيَاتِ şan ve şeref kazanmıştır.
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ “Allah'ın ayetleri”nden murad, antlaşmalara bağlı kalmayı ve her hususta dürüst olmayı emreden ayetlerdir. Yahut bütün ayetlerdir ve zikredilen ayetler de öncelikle buna dahildir. (Ebüssuûd)
بِاٰيَاتِ اللّٰه ifadesindeki بِ , bâu’l avddır. Bu harf; başkasının sahip olduğu şeyi almak için sahibinin yaptığı şeye bedel olarak dahil olmaktır. Böylece Allah’ın ayetleri onlara aitmiş gibi olmuştur. Çünkü onlara göre ayetlerin delaleti sabittir ama sonra yüz çevirmişler, ayetlere değil onun yerine hevalarına tabi olmuşlardır. (Âşûr)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Aynı üsluptaki فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِه۪ cümlesi, makabline matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Umum kastedildiği için صَدُّوا’nun mef’ûlü hazfedilmiştir. Yani niyet eden herkesi geri çevirdiler demektir. (Âşûr)
سَب۪يلِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan سَب۪يلِ, şan ve şeref kazanmıştır.
سَب۪يلِه۪ۚ [O’nun yolu] ibaresinde tasrihî istiare vardır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.
ثَمَناً قَل۪يلاً ibaresinde sıfat ve mevsufun nekre oluşu değerin azlığını mübalağa ile ifade etmek içindir.
اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Cümle istînâfiyyedir. اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haberi inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi سَٓاءَ, mazi sıygada, nakıs zem fiilidir. Mahsusunun hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, عملهم هذا (Bu ameli.) şeklindedir.
سَٓاءَ zem fiili, yergi maksatlı cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Bu kelamda şiddetli bir tehdit vardır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr, 1)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesi ibtidaiyyedir. Haberin öncekinden bağımsız olduğunu göstermek için fasıl yapılmıştır. Bunun için atfa gerek yoktur. Çünkü atfedilen cümle öncekini tamamlayan menzilindedir. Tekid harfi ile başlaması da onları zemmetmenin önemi dolayısıyladır. (Âşûr)
سَٓاءَ fiilinin faili konumundaki nekre-i mevsûfe, müşterek ism-i mevsûl مَٓا’nın sılası كَانُوا يَعْمَلُونَۚ, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi ise durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 103)
كان ‘nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
لَا يَرْقُبُونَ ف۪ي مُؤْمِنٍ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ
لَا يَرْقُبُونَ ف۪ي مُؤْمِنٍ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَرْقُبُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي مُؤْمِنٍ car mecruru يَرْقُبُونَ fiiline müteallıktır. اِلاًّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.
ذِمَّةً kelimesi atıf harfi وَ ‘la اِلاًّ’ya matuftur.
مُؤْمِنٍ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti, mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْمُعْتَدُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْمُعْتَدُونَ ise haberidir. هُمُ الْمُعْتَدُونَ isim cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur.لَا يَرْقُبُونَ ف۪ي مُؤْمِنٍ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةًۜ
Fasılla gelen ayet, zem için ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Cümle nefy harfinin tekrarıyla tekid edilmiştir.
لَا يَرْقُبُونَ ف۪ي مُؤْمِنٍ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةً cümlesinin اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (Tevbe Suresi, 9) cümlesinden bedel-i iştimâl olması caizdir. Çünkü müminlerle yakınlık ve antlaşma gözetilmemesi, onların kötü amelleri kapsamındadır. (Âşûr)
اِلاًّ ,لَا ذِمَّةً edatına, temâsül nedeniyle atfedilmiştir.
Cenab-ı Hakk'ın “ne de bir vecîbe (gözetirler)” ifadesindeki ذِمَّةً [ahd] manasında olup cemisi ذِمًّم ve ذِمَّام şeklinde gelir. Zimmet, “insanın üzerine gerekli (vacip) olan her şey” manasınadır ve bu zayi etme (gereğini yapmama) halinde ilgilinin kınanmasına sebep olacak şeydir. Ebu Abdullah şöyle demiştir: Zimmet, kendisinden dolayı utanılan, yani ondan dolayı zemmedilmekten kaçınılan şey demektir. Nitekim “O, kendi kendini kınadı, tenkid etti.” manasında denilir. (Fahreddin er-Râzî)
ف۪ي مُؤْمِنٍ’deki tenvin, kıllet ve nev ifade eder. Nefy siyakında nekre umum ifade eder.
لَا يَرْقُبُونَ ف۪ي مُؤْمِنٍ اِلاًّ وَلَا ذِمَّةً’ye benzer bir ifade 8. ayette de geçmişti. Reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ
وَ ’la …لَا يَرْقُبُونَ cümlesine atfedilmiş isim cümlesidir. Fasıl zamiriyle tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, fasıl zamiri ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir. Ayrıca bu cümle hasr ifade eder. الْمُعْتَدُونَ sadece onlardır. Onlardan başka الْمُعْتَدُونَ yoktur, demektir.
Müsnedün ileyhin işaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ ile gelmesi muhatabı tahkir içindir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Bu ayette isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Sevinç Resul, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, s. 190-191)
Buradaki kasr ya taşkınlıklarında mübalağa içindir. Çünkü onlarla ittifak ve antlaşma yapan bir kavme karşı büyük batınî bir taşkınlıktır ve buna güçleri yettiği halde onlara hiçbir zarar vermediler. Ya da kasr-ı kalptir. Yani “haddi aşan siz değil onlardır” manasındadır. Çünkü ilk olarak onlar Fetih Gazvesi’ne sebep olan Huzaa ve Benî Bekr b. Vâil meselesinde ahdi bozmuşlardır. (Âşûr)فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ وَنُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَإِنْ | eğer |
|
2 | تَابُوا | tevbe ederlerse |
|
3 | وَأَقَامُوا | ve kılarlarsa |
|
4 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
5 | وَاتَوُا | ve verirlerse |
|
6 | الزَّكَاةَ | zekatı |
|
7 | فَإِخْوَانُكُمْ | sizin kardeşlerinizdirler |
|
8 | فِي |
|
|
9 | الدِّينِ | dinde |
|
10 | وَنُفَصِّلُ | ve uzun uzun açıklıyoruz |
|
11 | الْايَاتِ | ayetleri |
|
12 | لِقَوْمٍ | bir kavme |
|
13 | يَعْلَمُونَ | bilen |
|
فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ
فَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تَابُوا şart fiili olup damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. اَقَامُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. اٰتَوُا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الزَّكٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِخْوَانُكُمْ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri, هم şeklindedir.
Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فِي الدّ۪ينِ car mecruru اِخْوَانُكُمْ ‘e müteallıktır veya haldir.
وَنُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. نُفَصِّلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
الْاٰيَاتِ mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
لِقَوْمٍ car mecruru نُفَصِّلُ fiiline müteallıktır.
نُفَصِّلُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi فصل ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
يَعْلَمُونَ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. يَعْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ve mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat,
2. Sebebi sıfat.
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar,
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: Cinsiyet, adet, marifelik-nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı âkil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır:
1. İsim cümlesi olan sıfatlar,
2. Fiil cümlesi olan sıfatlar,
3. Şibh-i cümle olan sıfatlar. Burada sıfat, fiil cümlesi şeklinde gelmiştir.
Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ
Ayet فَ ile وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ cümlesine atfedilmiştir. Şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan تَابُوا cümlesi, şarttır.
Aynı üsluptaki وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ ve وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ cümleleri, şart cümlesine tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88.)
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Burada şart cümlesi olan ... فَاِنْ تَابُوا [Eğer tevbe ederlerse…] cümlesi, daha önce 5. ayette geçen şart cümlesiyle aynıdır. Fakat her ikisinin cevapları farklıdır. Birincisinde şart cümlesi, “öldürün, yakalayın, hapsedin vs…” emrinden sonra sevk edildiği için cevabı da bunun aksine bir emir olmuştur. Buradaki şart cümlesi ise onlara düşmanlık etmek ve benzeri hükümlerden sonra sevk edildiği için cevabı da elbette bunun aksine bir hüküm olarak tezahür etmiştir. (Ebüssuûd)
Rabıta harfi فَ ile gelen cevap cümlesi فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesidir.
لصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Tövbe, namaz ve zekat onların artık din kardeşi olduklarının en önemli göstergeleridir.
Sadece namaz ve zekatın zikredilmesi onların şanının yüceliğini gösterir ve bunlara dikkat etmeye teşvik eder.
فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ ibaresi 5. ayette de aynen gelmişti. Bu ibareler arasında reddü'l-acüz ale's-sadr, cevaplarıyla birlikte düşünüldüğünde aralarında mukabele vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi, 29)
فِي الدّ۪ينِ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak din kardeşliğinin önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
Ayet-i kerimede فَاِنْ تَابُوا [tövbe eder] cümlesi bütün hata ve yanlışlarından vaz geçer, Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, ahiret gününe vb. imanın tüm şartlarını yerine getirir manalarını ifade ettiğinden, َوَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ [namaz kılar ve zekat verirler] cümlesi de farz olan bütün amelleri emredildiği şekli ile yerine getirirlerse manalarını ifade ettiğinden bu iki cümle ile îcâz-ı kısar yapılmıştır. (Muhammed Fatih Ergen, Yüksek Lisans Tezi, Tevbe Sûresinin Meânî İlmi Açısından Tahlili)
وَنُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
وَ , istînâfiyyedir. Cümle müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İtiraz ve tezyîl cümlesidir. وَ itiraziyyedir. اِشْتَرَوْا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ثَمَناً قَل۪يلاً (Tevbe Suresi, 9) ayetini takiben gelmesi; Allah’ın ayetleriyle hidayete ermedikleri ve doğru olduğunu bildikleri halde yalanladıklarını ifade etmesi münasebetiyledir. (Âşûr)
Ayetin sonundaki muzari fiil sıygasındaki يَعْلَمُونَ cümlesi, لِقَوْمٍ için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb babındandır.
قَوْمٍ ’deki tenvin tazim ifade eder.
Ayetlerin tafsilatlı olarak açıklaması bütün insanlara müteveccih iken bunun bilen bir topluma tahsis edilmesi onların bu ayetlerden daha fazla yarar sağlayıp uygulamaya teşviktir. (Ebüssuûd)
يَعْلَمُونَ fiilinin mef’ûlunun hazfi, fiilin lâzım menzilesine konulmasındandır. Çünkü ilim ve akıl sahibi bir kavim kastedilmiştir. (Âşûr)
وَاِنْ نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ اِنَّهُمْ لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِنْ | ve eğer |
|
2 | نَكَثُوا | bozarlarsa |
|
3 | أَيْمَانَهُمْ | andlarını |
|
4 | مِنْ |
|
|
5 | بَعْدِ | sonra |
|
6 | عَهْدِهِمْ | andlaşma yaptıktan |
|
7 | وَطَعَنُوا | ve dil uzatırlarsa |
|
8 | فِي |
|
|
9 | دِينِكُمْ | dininize |
|
10 | فَقَاتِلُوا | savaşın |
|
11 | أَئِمَّةَ | önderleriyle |
|
12 | الْكُفْرِ | küfrün |
|
13 | إِنَّهُمْ | çünkü |
|
14 | لَا | yoktur |
|
15 | أَيْمَانَ | andları |
|
16 | لَهُمْ | onların |
|
17 | لَعَلَّهُمْ | belki |
|
18 | يَنْتَهُونَ | vazgeçerler |
|
وَاِنْ نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ
وَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. نَكَثُٓوا şart fiili olup damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَيْمَانَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa “اِنْ ” kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ بَعْدِ car mecruru نَكَثُٓوا fiiline müteallıktır. عَهْدِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. طَعَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي د۪ينِكُمْ car mecruru طَعَنُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَاتِلُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَئِمَّةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الْكُفْرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir. Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف’si) gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt ف’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف’si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَاتِلُٓوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل’dur.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
اِنَّهُمْ لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
Muttasıl zamir هُمْ [onlar] اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. لَا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. اَيْمَانَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur.
لَهُمْ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.
لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.
هُمْ muttasıl zamiri لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. يَنْتَهُونَ fiili لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَنْتَهُونَ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَنْتَهُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi نهي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَاِنْ نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ
Ayet, فَاِنْ تَابُوا cümlesine matuftur. İki cümle arasındakiler itiraziyye hükmündedir.
Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ, şart cümlesidir.
Burada نكثوا kelimesinde bulunan cemi وَ ’ına atfen فقاتلوهم denilebilecekken فقاتلوا fiilinden sonra cemiden kastedilen اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ kelimesi getirilerek başta gizli olan zamire işaret edilmiştir. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları, Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâğatı, İltifat Sanatı, Âşûr)
Ayetteki اَيْمَانَهُمْ ve عَهْدِهِمْ sözcüklerindeki [onlar] zamirinden açık isim olan اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ [küfür önderleri] ifadesine iltifat edilmiştir. (Allân, el-Bedî‘ fi’l-Kur’an, s. 24)
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, s. 558-559)
Burada iki istiare vardır. Çünkü نكث ’in asıl anlamı: “sağlam bükülmüş ipi koparmak”tır. Koparılmış ipe نكيثة, çoğuluna da نكاىث denir. Yüce Allah’ın وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْاَيْمَانَۚ [Pekiştirdiğiniz yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar.] sözündeki gibi yeminler pekiştirilmiş akitler, sağlam bükülmüş ipler konumunda olduğundan yemini bozmanın ve ondan dönmenin “koparma (نكث)” ve “kırma (نقض)” olarak isimlendirilmesi güzel olmuştur.
اَيْمَانَ kelimesi, yemin ve kasem etmek manasında olan, يَمِين kelimesinin çoğuludur. Sağ elin ismi olan yemîn kelimesinin, aynı zamanda yemin hakkında kullanılmasının sebebinin ise anlaşma yapan kişilerin, bu anlaşmayı yaparken sağ ellerini birbirine uzatmış olmaları olduğu ileri sürüldüğü gibi, yeminini yerine getiren kimsenin yeminindeki bereket ve uğurdan dolayı da kaseme yemin adının verildiği de söylenmiştir. Buna göre ayetteki ifadesi, “onlar ahitlerini bozarlarsa…” manasındadır. (Fahreddin er-Râzî)
Aynı üsluptaki وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ cümlesi şart cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
طَعَنُ hakikatte mızrak gibi keskin bir cisim ile delmektir. Mecazen iftira manasında kullanılır. (Âşûr)
Yüce Allah’ın وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ [Dininize saldırdılar.] sözü de diğer bir istiaredir. طَعَنُ ’ın asıl anlamı, “Bir şeyin yapısını yıkmak ve bütünlüğünü bozmak için mızrak ve benzeri sivri aletle ona dürtmek”tir. Buna göre -Allahu a’lem- onların dine ta’n etmeleri anlamı iki kısma ayrılır: İlk olarak bununla onların, dinlerini yıkmak, şeriatlarını ortadan kaldırmak için müminlerle savaşmaları kastedilmiş olur. İkinci tevil ise bu ifadeyle onların dini yermek için ona dil uzatmaları, bozukluk (el-vusub) ve kusur isnat etmeleridir. Buna anlam genişlemesi ve gerçek anlam dışılık (el-mecaz) yoluyla طَعَنُ ismi veriliyor. (Kur’an Mecazları Şerîf er-Radî)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ, emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.
ف۪ي د۪ينِكُمْ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak dinin önemini belirtmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ ; ifadesinde zamir yerine önceden bahsedilen kişilerin yeni bir sıfatı zikredilmiştir. Tecrîd sanatına bir örnektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Bedî’ İlmi)
اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ [küfrün imamları, önderleri] ifadesinin kullanılması, onların bu halleri ile, küfre önderlik ettiklerini ve kendilerine karşı savaş emri verilip öldürülmeye layık olduklarını bildirmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise küfrün imamlarından murad, onların reisleri ve ulularıdır. Özellikle bunun zikredilmesi, ya onların öldürülmesinin önemini ya hayatlarının bağışlanmamasını ya da kâfirlerin tamamiyle yok edilmesini ifade içindir. (Ebüssuûd)
عَهْدِهِمْ - نَكَثُٓوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اَيْمَانَهُمْ - عَهْدِهِمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اِنَّهُمْ لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle öldürme emri için ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ ile tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır.
Bu kelamda nefy (olumsuzluk), yeminle kuvvetlendirilen anlaşmaya değil yemine bağlanmıştır. Çünkü anlaşmalarda esas olan yemindir. (Ebüssuûd)
Cinsini nefyeden لَٓا ’nın dahil olduğu isim cümlesi اِنَّ ’nin haberidir. لَٓا ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. لَٓا ,لَهُمْ ’nın mahzuf haberine mütellıktır.
اَيْمَانَهُمْ - لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ arasında tıbâk-ı selb vardır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder.İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Gayr-ı talebî inşâ cümlesidir.
لَعَلَّ, vukuu mümkün durumlarda kullanılan terecci harfidir.
لَعَلَّ edatı, terecci içindir yani ‘ümitvar olma’ manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine olan bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Kutrub ise: لَعَلَّ kelimesinin “için” manasında olduğunu söylemiştir.
لَعَلَّ ’nin haberinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıkıp haberî anlama geldiği için, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ta’lîl cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْماً نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَؤُ۫كُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۜ اَتَخْشَوْنَهُمْۚ فَاللّٰهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشَوْهُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَا |
|
|
2 | تُقَاتِلُونَ | savaşmayacak mısınız? |
|
3 | قَوْمًا | bir kavimle |
|
4 | نَكَثُوا | bozan |
|
5 | أَيْمَانَهُمْ | andlarını |
|
6 | وَهَمُّوا | ve yeltenen |
|
7 | بِإِخْرَاجِ | çıkarmağa |
|
8 | الرَّسُولِ | Elçiyi |
|
9 | وَهُمْ | ve kendileri |
|
10 | بَدَءُوكُمْ | siz(inle savaş)a başlamış olan |
|
11 | أَوَّلَ | ilk |
|
12 | مَرَّةٍ | kez |
|
13 | أَتَخْشَوْنَهُمْ | yoksa onlardan korkuyor musunuz? |
|
14 | فَاللَّهُ | Allah’tır |
|
15 | أَحَقُّ | en layık olan |
|
16 | أَنْ |
|
|
17 | تَخْشَوْهُ | kendisinden korkmanıza |
|
18 | إِنْ | eğer |
|
19 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
20 | مُؤْمِنِينَ | gerçekten inananlar |
|
اَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْماً نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَؤُ۫كُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۜ اَتَخْشَوْنَهُمْۚ
Tahdîd ve arz ifade eden اَلَا, hemze ve nâfiye (olumsuzluk) lâ (لا )’sının birleşmesiyle ortaya çıkan mürekkeb bir edattır.
Rummânî edatın arz, tahdîd ve tenbih gibi üç farklı anlamına değinmiştir. Bunun yanı sıra edatın temennî ifade ettiği de aktarılır. (Murâdî, 1992, ss. 381-383). İbni Hişâm bu edatın beş farklı manaya geldiğini söylemiştir. Bunlar tenbih, tevbih-inkâr, temenni, nefyi istifham ve arz-tahdîddir. Edatın içerdiği bu manalardan arz ve tahdîd ifade etmesi için fiilin başına gelmesi şart koşulmuştur. (İbni Hişâm)
Genel olarak diyebiliriz ki: اَلَا isim cümlesinin başına geldiği zaman اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ [Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de (Yunus Suresi, 62)] ayetinde olduğu gibi tenbih ifade eder. Fiil cümlesinin başına geldiği zaman ise arz ve tahdîd ifade eder. Edatın taşıdığı diğer anlamların da arz ve tahdîdle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu edat Kuran-ı Kerim’de en çok kullanılan tahdîd edatlarındandır. (Hüseyin Ersönmez, Arap Dilinde Tahdîd Üslûbu ve Türkçeye Çeviri Problemi)
تُقَاتِلُونَ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَوْماً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. نَكَثُٓوا fiili قَوْماً ‘in sıfatı olarak mahallen mansubtur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَكَثُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَيْمَانَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile masubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. هَمُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِاِخْرَاجِ car mecruru هَمُّوا fiiline müteallıktır. الرَّسُولِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
بَدَؤُ۫كُمْ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. بَدَؤُ۫كُمْ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اَوَّلَ mef’ûlu mutlaktan naibtir. Takdiri, بدءا أوّلا (İlk başlangıç) şeklindedir.
مَرَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini bildiren mef’ûlü mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mef’ûlu mutlakın fiili şu durumlarda hazfedilebilir: 1) Emir ve nehy fiillerinin yerini alırsa, 2) Dua ifade eden fiilin yerini alırsa, 3) Sonucu (akıbeti) açıklamak için getirildiği zaman. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Hemze istifham harfidir. تَخْشَوْنَهُمْ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
تُقَاتِلُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dur.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
فَاللّٰهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشَوْهُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن خشيتم أحدا فالله أحقّ (Herhangi birinden haşyet duyuyorsanız Allah … daha hak sahibidir.) şeklindedir.
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
Cevap cümlesi, başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف’si) gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt ف’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف’si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. اَحَقُّ haber olup lafzen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, lafza-i celâlden bedel-i iştimal olarak mahallen merfûdur.
تَخْشَوْهُ fiili ن ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. كُنْتُمْ ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان ’nin haberi olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, إن كنتم مؤمنين فاخشوا الله (Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun.) şeklindedir.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْماً نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَؤُ۫كُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۜ اَتَخْشَوْنَهُمْۚ
İstînâfiyye olan ayet, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
قَوْماً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
قَوْماً için sıfat cümlesi olan نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ, müspet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ cümlesi sıfat cümlesine matuftur.
Yine sıfat cümlesine matuf olan وَهُمْ بَدَؤُ۫كُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۜ cümlesi, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi formunda gelerek sübut ve devam ifade etmiştir.
Anlamı zenginleştiren sıfat cümleleri dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
بَدَؤُ۫كُمْ - اَوَّلَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu ayetteki iki cümle her ne kadar istifhamla gelmişse de “Onlardan haşyet duymayın!” manasında nehiy anlamındadır. Bu sebeple mecaz-ı mürsel mürekkebtir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân İlmi) Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَتَخْشَوْنَهُمْۚ lafzının başındaki istifhâm edatı hemze, asli anlamının dışında kullanılarak لا تخشوهم (onlardan korkmayın) şeklinde nehiy manası ifade etmektedir. Ayrıca ayetin baş tarafında yer alan اَلَا تُقَاتِلُونَ [Savaşmaz mısınız?] soru cümlesi teşvik (tahrîz/teşvik) anlamındadır. Zira istifham edatı hemzenin, inkâr için nefyin başına gelmesi fiilde mübalağa ifade etmektedir. Savaşı terk ettikleri için onları kınamakta ve küfrün önderleriyle savaşa teşvik etmektedir. (Beyzâvî, III, 134; Kâzerûnî, III, 134)
فَاللّٰهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشَوْهُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
فَ, rabıtadır. Cümle mahzuf şartın cevabıdır. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki muzari fiil cümlesi تَخْشَوْهُ, masdar teviliyle, lafza-i celâlden bedel-i iştimaldir. Bedel, ıtnâb babındandır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
تَخْشَوْنَهُمْۚ - تَخْشَوْهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İstînâfiyye olarak fasılla gelen son cümle, şart üslubunda talebî inşaî isnaddır. Şart cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesidir.
Takdiri, إن كنتم مؤمنين فاتّقوا الله وأصلحوا (Eğer iman ettiyseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin.) olan terkipte, öncesinin delaletiyle cevap cümlesi hazfedilmiştir. Dolayısıyla cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur, öncesinin delaletinden mana anlaşılır.
Ayette cevap farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Ağzımızdan çıkan her kelimeden sorumlu olduğumuzu unuturcasına, maneviyatımızı zedeleyecek söylemlerden çekinmiyoruz. Bir de üstüne, insan içinde hakkı söylemekten korkar olmuşuz.
Diyor ki, bende müslümanım ama saygı duyuyorum. Saygı duymak nedir? “Değeri, üstünlüğü, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet.” Demek ki, saygı duymak için sevgiye, hayranlığa ya da en azından hangi duygudan doğarsa doğsun hürmete ihtiyaç var. Eğer böyleyse, müslüman Allah’ın haram kıldığı, Peygamberimizin uyguladığı emirleri nasıl karşısına alıp onlara aykırı olan fiillere ya da o fiilleri alenen yapana saygı duyuyorum der?
Bu acele neden? Yakandan tutup seni tehdit eden bile yokken. Konuşmak zorunda bile değilken. Susmayı seçme hakkın varken. Bu taviz neden? Bu vazgeçmişlik neden?
Düşündüm. Sorguladım. Ve dedim ki gönlümün duvarlarında yankılanan bir sesle. Peki senin Allah’a olan saygın nerede? O’nun emirlerine, haramına ve helaline ve onlara uyan, yaşayan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e olan saygın nerede? Hakikaten senin Rabbine olan saygın nerede?
Zorla soran olursa da, dilini ısır. Nefsinin ve şeytanın vesveselerinden Allah’a sığın. Eğer illa bir şey söyleyeceksen: “ben Allah’a saygı duyuyorum” de ve sus. Eğer kendinde o kuvveti bulamıyorsan, arkana bakmadan kaç git. Biz ne onun, ne de bunun merhametine muhtacız ama biz Rabbimiz Allah’ın merhametine daima muhtacız.
Rabbim! Sen bizi koru. Sonumuzu hayret. Zayıflığımızı affet. Her an, her yerde Senden sakınanlardan, hakkı konuşanlardan ve rızana uygun davrananlardan olmamızı nasip et. Benim sözlerim ve hareketlerim, beni Senin yolundan uzaklaştıranlardan değil, Sana yaklaşmama vesile olanlardan olsun.
Amin.
***
Bir kalbe, nefsi sarsan şöyle bir ilham geldi: övülmek için övme, büyüklenmek için küçümseme, susturmak için konuşma, anılmak için çalışma. Kısacası nefsini doyurmak niyetiyle yola çıkma. Zira nefsin amacı doymak değil ki doyurasın. Onun peşinden sürüklenirsen eğer, eninde sonunda kaybeder ve tamamen unutulursun.
Sıklıkla yeryüzünün basit ve ciddi meselelerinde, dilin söyledikleriyle kalpten geçenler arasındaki zıtlığa şahit olunur. Bir kısmına alışılmıştır, dedikodu ortamlarında açıkça konuşulur. Bir kısmı sadece aşırıya kaçan belli kesimlerin yanında itiraf edilir. Bir kısmı ise hem kendini, hem de yanındakileri kandıranların sırrıdır.
Söylenenlerle hissedilenler arasındaki ufak tefek uyumsuzluklar mümkündür ve genellikle zararsız kalabilir. Ancak o uyumsuzlukları besleyecek şekilde yani yalan söylemek, kin duymak, haset etmek, gösteriş yapmak ve gıybet etmek gibi alışkanlıklarla hareket ettikçe zıtlıklar derinleşir ve çeşitli zararlarla sonuçlanır.
Ahlakı yozlaştıran hallerin hepsinde olduğu gibi bu tür uyumsuzlukların temelinde de nefsani hevesler yatar. Tedavisinin yolu kalbi güçlendirmekten ve ahlakı güzelleştirmekten geçer. Allah’ı daha çok anmakla ve dualarla O’nun yardımını istemekle kolaylaşır. Böylece kişi her türlü aşırılıktan kaçınır ve asıl hedefini hatırlar.
Ey Allahım! İç ve dış dünyamız arasındaki uyumsuzlukların sebep olduğu gafletten, kötü ahlaktan ve çirkin alışkanlıklardan; rahmetine sığınır ve yardımını isteriz. Eksikliklerimizi tamamlamak, yanlışlarımızı düzeltmek, aşırılıklardan uzaklaşmak, niyetlerimizi samimileştirmek, kalplerimizi temizlemek ve ahlaklarımızı güzelleştirmek için Senin rızanı gözeterek doğru şekilde çaba gösterenlerden ve çabası hayırla başarıyla sonuçlananlardan eyle. Bizi salih kulların zümresine yaz ve iki cihanda da bizi sevdiklerine komşu eyle.
Amin.