بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ حَٓافّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَق۪يلَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَتَرَى | ve görürsün |
|
2 | الْمَلَائِكَةَ | meleklerin |
|
3 | حَافِّينَ | dönerek |
|
4 | مِنْ |
|
|
5 | حَوْلِ | çevresinde |
|
6 | الْعَرْشِ | Arşın |
|
7 | يُسَبِّحُونَ | tesbih ettiklerini |
|
8 | بِحَمْدِ | hamd ile |
|
9 | رَبِّهِمْ | Rablerini |
|
10 | وَقُضِيَ | ve hükmedilir |
|
11 | بَيْنَهُمْ | aralarında |
|
12 | بِالْحَقِّ | hak ile |
|
13 | وَقِيلَ | ve denilir |
|
14 | الْحَمْدُ | Hamd |
|
15 | لِلَّهِ | Allah’a’dır |
|
16 | رَبِّ | Rabbi |
|
17 | الْعَالَمِينَ | alemlerin |
|
وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ حَٓافّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. تَرَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. الْمَلٰٓئِكَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
حَٓافّ۪ينَ kelimesi hal olup ref alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ حَوْلِ car mecruru حَٓافّ۪ينَ 'ye mütealliktir. الْعَرْشِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ cümlesi حَٓافّ۪ينَ ‘nin zamirinden haldir.
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُسَبِّحُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و 'ı fail olarak mahallen merfûdur. بِحَمْدِ car mecruru يُسَبِّحُونَ failinin haline mütealliktir.
رَبِّهِمْۚ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَٓافّ۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خوف fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُسَبِّحُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi سبح ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَق۪يلَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُضِيَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Naib-i faili mahzuftur. Takdiri, القضاء şeklindedir. بَيْنَهُمْ mekân zarfı قُضِيَ fiiline mütealliktir.
بِالْحَقِّ car mecruru naib-i failin mahzuf haline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. ق۪يلَ fetha üzere mebni meçhul, mazi fiildir. ق۪يلَ fiilin naibi faili olan الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ين cümlesi mahallen merfûdur.
الْحَمْدُ mübteda olup lafzen merfûdur. لِلّٰهِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. رَبِّ kelimesi لِلّٰهِ lafzının sıfatı olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. الْعَالَم۪ينَ۟ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker kelimeler harfle îrablanırlar.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ حَٓافّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
حَٓافّ۪ينَ kelimesi الْمَلٰٓئِكَةَ ‘den haldir. مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ car mecruru, ism-i fail vezninde gelen حَٓافّ۪ينَ ‘ye mütealliktir.
يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ cümlesi, ikinci haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُسَبِّحُونَ - حَمْدِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
رَبِّهِمْۚ izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde رَبَّ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
بِحَمْدِ رَبِّهِمْ 'deki بِ harf-i ceri mülâbese içindir. (Âşûr)
Melekler lezzet almak ve zevk duymak için, Allah'ın Celâl ve ikram vasıflarıyla O'nu zikrederler. Bu ayet bize bildiriyor ki, Illiyyîn (yüceler yücesinde bulunanlar) meleklerin en yüksek dereceleri ve en üstün lezzetleri Allah'ın yüce şanlarına gark olmaktır. (Ebüssuûd)
وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ
Bu cümle atıf harfi وَ ‘la öncesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
بِالْحَقِّ , naib-i failin mahzuf haline mütealliktir.
قُضِيَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
قُضِيَ fiili meçhul getirilerek muhatabın faili değil de fiili düşünmesi istenmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَق۪يلَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Cümle atıf harfi وَ ’la وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ cümlesine atfedilmiştir. Cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ق۪يلَ fiili, meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
ق۪يلَ fiilinin naib-i faili olan mekulü’l-kavli الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ şeklinde sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede haberin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Car mecrur لِلّٰهِ , mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لِلّٰهِ için sıfat olan رَبِّ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
لِلّٰهِ lafzındaki الْ , tahsis ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsîr)
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ izafeti الْعَالَم۪ينَ için tazim ve teşrif ifade eder. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde ve رَب isminde tecrîd sanatı vardır.
Ayette, ulûhiyet ve rububiyet ifade eden isimler, bir arada zikredilmiştir. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rabb olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 234)
Allah Teâlâ’dan رَبِّ الْعَالَم۪ينَ şeklinde bahsedilmesi; her tür mahlukatın Malik’i olması dolayısıyla azametine işaret eder. (Âşûr, Mutaffifin/5)
حَمْدِ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki, "ve "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" ifadesinde şöyle bir incelik daha vardır: Allahü teâlâ, bu hamdi kimin yaptığını belirtmemiştir. Allah'ın bunu müphem bırakmasının maksadı, insanların, Celâl ve Kibriya'nın huzurunda, hamdü senada bulunurken, söyleyebilecekleri en ileri sözün, "Elhamdülillahi Rabbi'l-Âlemîn" olduğuna dikkat çekmektir. Bu husus, cennetliklerin vasfı anlatılırken, "Onların sözlerinin (dualarının) sonu, "Ehamdülillâhi Rabbi'l-Âlemîn" demeleridir" (Yûnus, 10) buyurulmasıyla da destek bulur. (Fahreddin er-Râzî)
İnsanlar arasında hak ve adaletle hükmedilerek bir kısmı Cehenneme, bir kısmı da Cennete konulmuştur. Yahut melekler arasında hak ve adaletle hükmedilerek fazilet derecelerine göre makamlarına yerleştirilmişlerdir. Ve: "Aramızda hak ve adaletle hükmeden ve her birimizi hakkı olan makama yerleştiren Allah'a hamdolsun!" diyeceklerdir. Bunu söyleyenler, aralarında hükmedilmiş olan müminler, yahut meleklerdir. (Ebüssuûd
"Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" buyurmuştur. Bu, "Onlar, tesbihatta bulunurlar" demek olup, bununla, Allahü teâlâ'nın, ulûhiyyete yakışmayan herşeyden tenzih edilmesi kastedilmiştir. Ya da O'nun ulûhiyyet sıfatları ile mevsûf olduğu anlatılmak istenmiştir. O halde tesbih, Hak teâlâ'nın, kendisine yakışmayan şeylerden tenzih edilmesi gerektiğini söylemek demek olup, bu şeyler celâl sıfatlarıdır. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" ifadesi de, O'nun ulûhiyet (kemâl) sıfatlarıyla mevsûf olduğunu ortaya koymak demek olup, bunlar da ikram sıfatlarıdır. (Fahreddin er-Râzî)
Surenin genelinde ayetlerin fasılalarındaki و ve ن veya ى ve ن ile oluşan ses uyumu lafzî güzelliklerden seci sanatının güzel bir örneğidir. Ayrıca bu fasılalarda lüzum mala yelzem sanatı vardır.
Surenin son ayetinde, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlaması şeklinde tarif edilen, hüsn-i intihâ sanatı vardır.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حٰمٓۜ
حٰمٓۜ
حٰمٓ hurûf-u mukattaâ harfidir.
حٰمٓۜ
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
Hâ’nın elif’i imâleyle de, tefhīmle de; Mîm sakin olarak da (Hâ-mîm), fetha ile de (Hâ-mîme) okunmuştur. Fetha yapılarak okunmasının izahı şudur: Ya iki sakin harf bir araya geldiği için harekelenmiş ve en hafif hareke tercih edilmiştir -ki bunun örneği أين ve كيف gibi kelimelerdir- ya da إقرأ (oku) fiilinin gizlenmesi sebebiyle nasb halinde okunmaktadır. Bu kelime, ya müenneslik ve marifelik sebebiyle yahut marifelik ve yabancı dillerden Arapçaya geçmiş Kâbil ve Hâbil gibi bir kelimenin vezninde oluşu sebebiyle gayr-i munsariftir.(Keşşâf)
Meryem ve Kalem sûreleri hariç mukatta‘â harfleriyle başlayan sûrelerin hepsinde bu harflerden sonra الْكِتَابِ zikredilir. Meryem Suresi’nde bu harflerden sonra Rabbinin kulu Zekeriyyâ’ya olan rahmetinden bahsedilir.
Dolayısıyla bu harflerde bu surenin benzerinin getirilmesi konusundaki acziyete işaret olduğu görüşü ağırlık kazanır. Çünkü kitabın (Kur’an) zikri, hüccetin zikri demektir. Bu harflerle kitabın zikrinin yanyana oluşu, hüccete kuvvetli bir giriş yapar. Kitapla sabit olan hüccet, kıyametin kopacağı hususundadır. Zamanın uzunluğuna rağmen kitap konusundaki acziyet, nüzulü zamanındaki acziyet gibidir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 1, s. 59)
Bakıllânî ve onu takip eden Zemahşerî, surelerin başında yer alan bu harflerin alfabenin yarısını teşkil ettiği gibi, mehmûs, mechûr, şiddet vs. sıfatlardaki harflerin de yarısını teşkil ederek bir îcâz yönü daha ifade ettiğine dikkat çekmişlerdir.
Hâ-Mîm’in, surenin ismi olduğunu ya da bunun mübteda, ikinci ayetin de haber olduğunu söyleyenler olmuştur. Burada masdar, mef‘ûl manasındadır. Çünkü kitap, indirilen nesnedir. Hâ-Mîm ismindeki surenin haberinin masdar ile gelişi, ilanın (bildirim) devamı ve aleni bir tehaddî manası taşır. Tartışmaya mahal bırakmayan bu girişte bütün ümmet ve nesiller içinde kimsenin bu sûrenin benzerini getirmeyeceği manası gizlidir. İşte bu en kesin ve geçerli hüccettir. Bu yüzden de Peygamber Efendimiz (sav) kıyamet gününde tâbisi en çok olan peygamber olacaktır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 60)
Hâ-Mîm Sureleri, rahmânî ve rahimî rahmetten birer örnektirler. Bununla birlikte حٰمٓۜ harfleri Hamd'in başı, Muhammed isminin de ortasıdır. "Ey Resulüm Muhammed" demek de olabilir. Fakat çokları Kur'an'ın veya surenin ismi olduğunu söylemekle yetinmişlerdir. Bundan dolayı alemiyet (özel isimlik) ve te'nis (dişilik) veya yabancı dilden gelme kelimeye benzemesi sebepleriyle gayri munsarif (okunurken cer ve tenvin kabul etmeyen kelimelerden) olduğunu da söylemişlerdir. (Elmalılı)تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ
İsim cümlesidir. تَنْز۪يلُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مِنَ اللّٰهِ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine mütealliktir. الْعَز۪يزِ lafza-i celâlin sıfatı olup kesra ile mecrurdur. الْعَل۪يمِ ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْعَز۪يزِ - الْعَل۪يمِ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ
Sûrenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ , veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelmiştir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ اللّٰهِ car mecruru, mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
الْعَز۪يزِ - الْعَل۪يمِ , lafza-i celâlin iki sıfatıdır. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatı vardır. Aralarında و olmaması, mevsufta, bu iki vasfın birden mevcudiyetine işarettir.
Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
تَنْز۪يلُ kelimesi, نزل fiilinin تفعيل babında masdarıdır.
Surenin bu ilk ayeti, kelama en güzel giriş şekillerinden biri olan konusuyla alakalı bir şeyle başlayarak berâat-i istihlâl sanatının ve güzel lafızlar kullanılıp ağır lafızlardan, tenafürden ve ta’kîdden uzak, sahih bir mana ifade ederek muktezâ-i halin gözetilmesiyle hüsn-i ibtida sanatının güzel bir örneğini teşkil etmiştir.
تَنْز۪يلُ kelimesi, kesret ve mübalağa üzerine bina edilmiştir. Yani ‘Kur’an bir kerede inmedi, yirmi üç yıl boyunca peyderpey indirildi’ demektir.
الْكِتَابِ ’den maksat Kur’an-ı Kerim’dir.
Allah Teâlâ’ya ait sıfatların ال takısıyla gelmesi bu sıfatların kemâl derecede olduğuna işaret eder.
Belki de özellikle bu iki vasıfla nitelenmesi Kur'an’daki mucizelikten ve hikmettendir, çünkü bu ikisi eksiksiz kudreti ve üstün hikmeti göstermektedir. (Beyzâvî)
Muhatap kâfirler olduğu halde ayet muktezâ-i zâhirin hilafına tekidsiz gelmiştir. Mütekellim, münkire hitap ederken bahsettiği konunun, aklı başında olan herkes tarafından anlaşılır ve kabul edilir apaçık bir şey olduğunu hissettirmek için kelamını tekidsiz ifade edebilir.
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ sözündeki الْكِتَابِ kelimesinin başında bulunan ال , mutlak kemâl ifade eder. Mutlak kemâli hakkında şüphelerle kuşatılmış bütün kitap benzerlerine işaret eder. Kıssa, kanun vs. hangi konuda olursa olsun yazılı şeyler ele alınıp, bunlar mutlak kemâl haline getirilmeye çalışılsa buna güç yetmez. Geçmiş nesillerden de Allah’ın ayetleriyle mücadele edenlerin buna gücü yetmedi. O halde yakıtı insan ve taş olan nârdan/ateşten sakınmak gerekir. Kitabın masdara izafesi, mef‘ûlün masdara izafesi babındandır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 60)
مِنَ اللّٰهِ sözü, tehaddî manasındaki tekidi arttırır. Bu surenin Hâ-Mîm şeklinde isimlendirilmesi de, Allah katından olduğu ve başkasının bunu indirmeye gücünün yetmediği manasını taşır. Kim bunu reddederse, kendini denesin. Benzeri tek bir satır bile getirse, iddiasını ispat etmiş olur. Yapamazsa da insanların kelamını araştırsın. Eğer benzeri bir tek satır bulursa, yine bu tehaddîye karşı koymuş olur. Bunu da yapamazsa, tanıdığı insan ve cin ne varsa yardımını istesin. Eğer yine benzerini ortaya koyamazsa, bu sözün Allah katından olduğunu kabul etmekten başka çaresi yoktur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 60)
الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ isimleri, arkadan gelen günahı örten sözüyle başlayan ayetin sonuna kadar haber makamındadır. Yani, bütün söylenenler lafza-ı celâlle ilişkilidir. Bu ismin seçilmesinde, surede vahyedilen konuları tazim manası vardır. Haberin sonuna kadar zikredilen isim ve sıfatları, aslında “Allah” ismi cem’ ettiği halde surenin makamına ve maksadına uygun olduğu ve önem taşıdığı için ayrıca zikredilmiştir ki umumdan sonra hususun zikri kabilindendir. Bu has isimlerin önemi sebebiyle zikredilmişlerdir. Surede anlatılan her şey bu ayetle birlikte düşünülürse mana genişler.
Sanki bu ayet, surede anlatılan konuların başı mesabesindedir. Azîz, ‘kimsenin yenemediği galip’ demektir. Aynı zamanda O’ndan başka himaye edicinin, O’ndan başka kahredicinin olmadığını ifade ettiği gibi, benzerinin değil, benzerinin benzerinin bile olmadığını ifade eder. O halde azîz, “galip, kâdir, kâhir, yegâne” olduğu manalarını taşır. Üstelik bu manalar tüm sûreye yayılmıştır. Bu gayet açık görülür. Yani surenin bütününde Allah’ın azîz isminin manalarının gereği olan ayetler zikredilmiştir.
Surenin başında الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ isimlerinin yan yana gelişinde saklı manalar vardır. Bu manalar ayetlerin fasılalarında daha açıktır. Genelde الْعَز۪يزِ ismi, beraberindeki الْعَل۪يمِۙ , الحكيم , المقتدر , ذى الانتقام gibi isimlerden önce gelmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 61)
Ayette, "Günahları örten ve tövbeleri kabul eden" şeklinde, Allah'ın bu iki sıfatı arasında وَ harfinin zikredilmesi, günahları yok etmek ile tövbeyi kabul etmeyi cem’ etme manasını ifade etmek içindir. Yahut iki vasfın ayrı ayrı olduklarını bildirmek içindir; çünkü bu iki vasfın bir oldukları vehmedilebilir. Yahut bu iki fiilin yerleri farklı olduğu içindir. Zira günahın örtülmesinde asıl olan (günah) yok olmamıştır. Bu ise, tövbe etmeyenler içindir. Zira hadiste vârid olduğu üzere, günahtan tövbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibi olur. (Ebüssuûd)
Ayette, Allah'ın rahmet sıfatları arasında azap sıfatının bir kez zikredilmesi, ilâhi rahmetin önde ve galip olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَد۪يدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | غَافِرِ | bağışlayandır |
|
2 | الذَّنْبِ | günahı |
|
3 | وَقَابِلِ | ve kabul edendir |
|
4 | التَّوْبِ | tevbeyi |
|
5 | شَدِيدِ | çetin olandır |
|
6 | الْعِقَابِ | azabı |
|
7 | ذِي | sahibidir |
|
8 | الطَّوْلِ | lutuf |
|
9 | لَا | yoktur |
|
10 | إِلَٰهَ | tanrı |
|
11 | إِلَّا | başka |
|
12 | هُوَ | O’ndan |
|
13 | إِلَيْهِ | O’nadır |
|
14 | الْمَصِيرُ | dönüş |
|
غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَد۪يدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِۜ
غَافِرِ önceki ayette geçen lafza-i celâlin ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur. الذَّنْبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
قَابِلِ التَّوْبِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. شَد۪يدِ lafza-i celâlden bedeldir. الْعِقَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذِي lafza-i celâlin sıfatı olup beş isimden olduğu için ى ile mecrurdur. الطَّوْلِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
قَابِلِ kelimesi sülâsî mücerred olan قبل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ kelimesi لَٓا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir.
اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri; موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir.
Atf-ı beyan konusuna giren kelime grupları ve cümleler şunlardır:
1. İsm-i işaretten sonra gelen camid ismin (muşârun ileyhin) atf-ı beyan olarak gelmesi
2. اَيُّهَا ve اَيَّتُهَا ’dan sonra gelen camid ismin atfı beyan olarak gelmesi
3. Sıfattan sonra gelen mevsufun atf-ı beyan olarak gelmesi
4. Tefsir harfi اَنْ ’den sonra gelen kelime veya cümleler
Burada sıfattan sonra gelen mevsufun atf-ı beyanı olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
وَ atıf harfidir. اِلَيْهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَد۪يدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِۜ
Önceki ayetin devamı olarak fasılla gelmiştir. غَافِرِ الذَّنْبِ , lafza-i celâlin üçüncü sıfatı olarak mecrurdur. الذَّنْبِ muzâfun ileyhtir.
قَابِلِ التَّوْبِ ile شَد۪يدِ الْعِقَابِ ve ذِي الطَّوْلِۜ şeklinde arka arkaya gelen sıfatlar غَافِرِ الذَّنْبِ ’ye matuftur.
ذِي beş isimdendir. Cer alameti ى ’dir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
شَد۪يدِ الْعِقَابِ sıfatı dışındaki sıfatlar hep rahmet ifade eden sıfatlardır. Bu da bize Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiğini gösterir.
Ayet-i kerîme’de geçen التَّوْبِ lafzı masdardır. Allahu Teâlâ, ayet-i kerîme’de zikredilen sıfatların her biriyle sürekli muttasıftır. Dolayısıyla bu sıfatlardan müştak lafızların izafeti, marifelik kazandırmak içindir. Tıpkı sonuncu sıfatta olduğu gibi. (Yani söz konusu izafet, lafzıyye olmayıp, maneviyyedir. Bundan dolayı da bu lafızların marifeye sıfat olmalarında bir mahzur yoktur.) (Celâleyn Tefsiri)
الذَّنْبِ - التَّوْبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır.
الطَّوْلِ (pek bol nimet) lafzı uzunluktan alınmadır. Sanki o ihsan ettiği nimetleriyle başkasına uzun gelmiş gibidir. Nimet ihsan ettiği süre uzadığından dolayı böyle denilmiştir diye de açıklanmıştır. (Kurtubî)
Günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, azabı çetin ve lütuf sahibi olması da diğer sıfatlardır, çünkü bunda özendirme ve korkutma vardır, maksada teşvik vardır. Bunlardaki izafet hakikidir (fonksiyoneldir), çünkü bunlardan belli bir zaman kastedilmemiştir (devam istenmiştir). Azabı çetin lafzından da azabı şiddetlendiren yahut الشديد عقابه manası murad edilmiştir. Lâm da diğerlerine uyması ve karışıklık korkusu olmadığı için atılmıştır ya da bunlar bedellerdir. Yalnız شَد۪يدِ الْعِقَابِ 'ı bedel saymak nazmı bozar. İlk ikisinin arasına vav’ın girmesi, günahların silinmesi ile tövbenin kabulünü birleştirmek içindir ya da sıfatlar birbirinden farklı olduğu içindir. Çünkü akla bir oldukları gelebilir. Ya da fiillerin yerleri farklı olduğu içindir, çünkü غَافِرِ maddesi örtmektir, o zaman günah yerinde kalmış olur. Bu da tövbe etmeyen içindir. Çünkü tövbe eden günah işlememiş gibidir. التَّوْبِ de masdardır, tövbe gibi, bunun ( التَّوْبِ ) çoğul olduğu da söylenmiştir. الطَّوْلِۜ da hak edilen azabı terk etmekle gösterilen lütuftur. Azap sıfatının (şedit) rahmet sıfatlarının arasında tek kalması rahmet sıfatının gazap sıfatına üstünlüğündendir. (Beyzâvî)
Mağfiret kelimesinin ilginç olan delâletlerinden biri de, hem bir şeyi hem de onun zıttını örtmek için kullanılıyor olmasıdır. Bunun için Allah hakkında kullanıldığı zaman günahları örtmek manasındayken, kul için kullanıldığında ayetleri örtmek, karşı çıkmak ve inkâr manasında olur. Çünkü lügatta küfr, ğafr’ın benzeri bir manadadır. Ekinin yetişip araziyi örtmesi için كَفَر fiili kullanıldığı gibi, her şeyi örten geceye de kâfir denir. O halde kul küffâr, Allah gaffâr’dır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 64)
وَقَابِلِ التَّوْبِ sözünün başındaki وَ harfi; bunun غَافِرِ الذَّنْبِ sözüyle ifade edilenden farklı bir sıfat olduğunu belirtir. Yani günahları affetmek bir sıfattır, tevbeleri kabûl etmek başka bir sıfattır. Allah Teâlâ tövbe etmeden de büyük günahı affeder ve buna ilaveten tövbeyi de kabul eder.
شَد۪يدِ الْعِقَابِ sıfat-ı müşebbehe olup aslı شديد عقابه şeklindedir. Bu nedenle nekredir ve başında atıf için olan vav harfi yoktur. Çünkü bununla öncesindeki sıfat arasında غَافِرِ الذَّنْبِ ve قَابِلِ التَّوْبِ arasındaki gibi bir ilişki yoktur. Onların ikisi de rağbet ettirici sıfattır. Bu ise terhîb sıfatıdır. Bu terhîb sıfatına üçüncü bir rağbet sıfatı olan ذِي الطَّوْلِۜ dahil olmuştur. Dolayısıyla ne öncesine atfı uygun olur, ne de kendinden sonra gelen rağbet sıfatının buna atfı uygun olur.
Alimler غَافِرِ الذَّنْبِ ve قَابِلِ التَّوْبِ sıfatlarının zamandan mücerred olduğunu söylemiştir. Teceddüt ve hudûs ifade eden fiil manası taşımazlar. Çünkü kadim sıfatlardır. Bunun için de izafetle marife olurlar. Bilinenlerin en bilineni olan lafza-ı celâle sıfat olarak gelmişlerdir. ذِي الطَّوْلِۜ de bunlar gibidir. الطَّوْلِۜ , büyük fazilettir. Birinin üstün tutulması manasında تَطَّوَّلِۜ fiili kullanılır. الطَّوْلِۜ , büyük bir zenginlik demektir. Peki bu marifeler arasındaki nekre bir sıfat olduğu kesin olan شَد۪يدِ الْعِقَابِ sözünün ne işi vardır? Kural olarak marifenin sıfatı nekre olarak gelmez. Üstelik burada nekre, marifelerin marifesine sıfat olmuştur. Bazıları bunun bedel olduğu görüşündedir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 66)
غَافِرِ الذَّنْبِ tabiri, büyük bir övgü olarak getirilmiştir. Dolayısıyla bunu, en büyük medih çeşidini ifade edecek bir manaya hamletmek gerekir. Bu mana da, Cenab-ı Hakk'ın, kul tövbe etmese de, onun büyük günahlarını bağışlayıcı olmasıdır. Biz ehli sünnetin de, ulaşmak istediği netice budur. Mağfiret (bağışlama), örtme manasınadır. Örtme ise, mevcut olup, üzeri örtülebilecek şeyler hakkında söz konusu olur. Halbuki küçük günahlar, onu işleyenin çokça yaptığı taatler sayesinde silinir gider. Dolayısıyla küçük günahlar için örtme düşünülemez. Bu sebeple de ayetteki bu sıfatın, kulun tövbe etmesi halinde büyük günahlarının bağışlanması manasına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah'ın قَابِلِ التَّوْبِ (tövbeleri kabul edici) sıfatının manası zaten budur. Dolayısıyla eğer, غَافِرِ الذَّنْبِ ifadesiyle de bu mana kastedilmiş olacak olsa, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur ki bu Kur'an için düşünülemez. Böylece, Allah Tealâ'nın gâfir olmasının, kulun tövbesinden önce büyük günahları bağışlayıcı olduğunu anlattığı sabit olur. (Fahreddin er-Râzî)
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cinsini nefyeden لَٓا ’nın dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Tahsisle tekid edilen cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
Munfasıl zamir هُوَ , cinsini nefyeden لَاۤ ’nın ismi olan اِلٰهَ ’nin mahallinden veya لَٓا ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir. لَاۤ ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasr, إِلَـٰهَ ile هُوَ arasındadır. هُوَۚ mevsûf/maksûrun aleyh, اِلٰهَ sıfat/maksûr olduğu için kasr-ı sıfat ale’l mevsuf hakiki kasrdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden birden fazla tekid unsuru taşıyan ve tahsis ifade eden bu gibi cümleler, çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Nefy ve nehiy ifade eden edatlardan sonra gelen nekre isimler, umum ifade eden kelimelerdendir. (Suyûtî, İtkan, c. 2, s. 42)
اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. اِلَيْهِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ , muahhar mübtedadır. Bu takdim kasr ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 70)
Âşûr bu takdimin ihtimam ve fasılaya riayet için olduğu görüşündedir. (Âşûr)
Yani bütün insanların hepsinin varış yeri sadece ve sadece Allah’adır.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ sözü de benzer şekilde kendinden sonra gelen اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ sözüne hazırlık yapar. Daha önce söylediğim gibi لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ sözünde durulsa bile bu mana akla gelir. Zira ehad-vâhid olandan başka birine dönülmez. اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ sözüyle haber sona erer. Hatırlanırsa bu haber تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ ile başlamıştır. Bu fasıla Hâ-Mîm şeklinde isimlendirilen surenin başı olan mucizevî satırdaki tüm manaları kapsar. Bu fasıla geriye doğru hareket ettirip Zümer Suresi’nin son ayetleriyle birlikte okunursa ne kadar uyumlu olduğu görülür. Bu cümlenin topluca manası düşünülürse bu uyum daha iyi ortaya çıkar. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 69)
الْمَص۪يرُ sözündeki ال hakikat ve cins ifade eder. Kayıtsız olarak gelişi de umum ifade eder. Yani insan, hayvan, kuş, sema, arz her şeyin O’na döneceği manasını ve bunların yaşamının, ölümünün, varlığının, yokluğunun, rızkının, cehdinin, hidayetinin, dalaletinin vs. her şeyin O’na bağlı olduğunu ifade eder. Dönüşü yaratıcısına olmayan hiçbir mevcûd yoktur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 70)
Hak Teâlâ kendisini, vaat ve vaîdi, tergîb (teşvik) ve terhibi (tehdidi) birlikte yapan birisi olarak niteleyerek, "Günahları af, tövbeleri kabul eden, azabı çetin, fazl-ı ikram sahibi olan Allah katındandır" buyurmuştur. Bu, Allah'ın altı çeşit sıfatını ifade eder. Bunlar da:
غَافِرِ الذَّنْبِ günahları affeden, قَابِلِ التَّوْبِ tövbeyi kabul eden, شَد۪يدِ الْعِقَابِ azabı çetin olan
ذِي الطَّوْلِۜ fazl ve ikram sahibi, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ mutlak tevhid olup, bu da Cenab-ı Hakk'ın, ["Ondan başka hiçbir tanrı yoktur"] ayetinin ifade ettiği husustur.
Altıncı sıfat da اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ Cenab-ı Hakk'ın, "Dönüş ancak O'nadır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu sıfat da, Cenab-ı Hakk'a kulluğu kabul etmeyi teşvik eden, buna kuvvet katan hususlardandır. (Fahreddin er-Râzî)
مَا يُجَادِلُ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا |
|
|
2 | يُجَادِلُ | mücadele etmez |
|
3 | فِي | hakkında |
|
4 | ايَاتِ | ayetleri |
|
5 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
6 | إِلَّا | başkası |
|
7 | الَّذِينَ | kimselerden |
|
8 | كَفَرُوا | inkar eden(lerden) |
|
9 | فَلَا | o halde |
|
10 | يَغْرُرْكَ | seni aldatmasın |
|
11 | تَقَلُّبُهُمْ | onların dolaşmaları |
|
12 | فِي |
|
|
13 | الْبِلَادِ | şehirlede |
|
“Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmek”ten maksat, yüce Allah’ın kelâmından olabildiğince doğru ve sağlıklı bir şekilde yararlanmak için bunların anlamını kavrama çabası içinde olmak, bu amaçla âyetlerin anlamları üzerine bilimsel tartışmalar yapmak değildir; zira bu, müslümanların başlıca görevlerinden olup İslâm tarihi boyunca da başta tefsir olmak üzere fıkıh, kelâm gibi ilimlerde bu tür tartışmalar geniş bir biçimde yapılmıştır. Âyetin eleştirdiği tutum, Mekke putperestlerinin, akıllarınca 2. âyette vurgulanan hakikati yani Kur’an’ın Allah katından indirildiği gerçeğini inkâr maksadıyla tartışmaya girişerek bu gerçekle mücadele etmeye, onu çürütmeye çalışmalarıydı. Bunlar çoğunlukla o günkü toplumun ekonomik ve sosyal statü bakımından ileri gelen kesimini oluşturdukları için Kur’an’ın hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerleri önde tutan öğretisi karşısında bu konumlarının sarsılacağından kaygı duyuyor, bu sebeple Allah’ın âyetlerini etkisiz kılma savaşı veriyorlardı. Onlar, bütün inkârcı ve zorba tutumlarına rağmen, belirtilen ekonomik ve sosyal konumları sayesinde çeşitli şehirlere daha çok ticaret amaçlı geziler yapabiliyor, geniş imkânlar elde edebiliyorlardı. Muhtemelen bu durumun müslümanlar üzerinde bir moral bozukluğuna ve ümitsizliğe yol açmasını önlemek üzere âyette, “Onların şehirden şehire rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın” buyurulmuş; böylece yüce Allah’ın onlara bu imkânları vermesinin, kendileri için bir fırsat ve imtihan olduğu, sonunda hak edenlerin gerektiği şekilde cezalandırılacağı ima edilmiştir (İbn Âşûr, XXIV, 83). Nitekim 5-7. âyetlerde Hz. Nûh’un inkârcı kavmiyle bunların ardından gelen çeşitli toplumların benzer tutumlarına ve bunların âkıbetlerine yapılan kısa değinmeler de bunu göstermektedir. Kur’an-ı Kerîm, inkâr ve haksızlıkta ısrar eden hiçbir toplumun bu tutumunu devam ettirdiği sürece ayakta kalamayacağını, mutlaka günün birinde kahredici bir ceza ile yok olup gideceğini, âhirette de cehenneme atılacaklarını, bunun ilâhî bir yasa (sünnetullah) olduğunu sık sık vurgular.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 640-641
مَا يُجَادِلُ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُجَادِلُ damme ile merfû muzari fiildir. ف۪ٓي اٰيَاتِ car mecruru يُجَادِلُ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَ sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. يَغْرُرْكَ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. تَقَلُّبُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. فِي الْبِلَادِ car mecruru تَقَلُّبُهُمْ ‘a mütealliktir.
يُجَادِلُ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جدل ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
مَا يُجَادِلُ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Cümleler arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُجَادِلُ fiilinin مفاعلة babında gelmesi, fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katmıştır.
Nefy harfi مَا ve istisna edatı اِلَّا ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. İki tekid hükmündeki kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Fail konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan كَفَرُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olmasının yanında o kişilere tahkir ifade eder.
Veciz anlatım kastıyla gelen اٰيَاتِ اللّٰهِ izafetinde, Allah Teâlâya ait zamire muzâf olan اٰيَاتِ şan ve şeref kazanmıştır. Ayetlerin Allah'a izafe edilmesi bu ayetlerin bütün kemâl vasıflara sahip olduğu ve her türlü noksanlıktan uzak olduğu manasını kazandırır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
جدل fiili فى harf-i ceri ile kullanılması halinde batıl bir mücadeleyi, عن ile kullanılması halinde de meşru olan bir mücadeleyi ifade eder. (Fahreddin er- Râzî, Âşûr)
Bu ayette iki cümleden oluşan ve manası çok geniş olan gerçekten veciz bir ifade vardır. İlk cümle, öncesindeki iki cümle gibi kasr üslubunda gelmiştir. Aralarındaki kuvvetli bağdan dolayı atıf harfi terk edilerek fasıl yapılmıştır. O’ndan başka ilâhın olmaması, eninde-sonunda dönüşün O’na olması ve O’nun ayetlerine karşı, kâfir ve batılda olanlardan başkasının mücadele etmeyeceği arasındaki mana bütünlüğü açıktır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 1, s. 71)
Kasr üslubunda gelen bu cümlede bulunan اٰيَاتِ اللّٰهِ şeklindeki izafet, Allah’ın ayetlerine karşı, dalalette olandan başkasının mücadele etmeyeceği manasını vurgular. Bunları inkâr edenlerden ism-i mevsûlle bahsedilmesi bu kişilerin bu özellikleriyle meşhur olduklarını ifade eder. Burada sıla cümlesi كَفَرُوا şeklindedir. Küfr, ‘örtmek’ demektir. Bundan murad hakkı örtmek, silmek ve nûrunu söndürmektir. Sanki bu kişiler bu alçak ahlâkla tanınmışlardır ki hakka karşı mücadele etmekten ve onu gizlemekten daha kötüsü yoktur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 72)
Kâfirlerden başkası, Allah'ın ayetlerini eleştirmez ve hakkı ortadan kaldırmak için batıl mukaddimeler kullanmaz. Nitekim diğer bir ayette de şöyle denilmektedir: ["Hakkı ortadan kaldırmak için batıl ile mücadele verdiler."] (Kehf: 56) Müminler ise, Allah'ın ayetlerini eleştirmek şöyle dursun, ayetler hakkında şüpheden bir şaibe bile akıllarına gelmez.
Ayetlerin müşküllerini çözmek, zor anlaşılanları açmak, genel hakikatlerini meydana çıkarmak, idraklerin daraldığı ve ayakların kaydığı hakikat yollarını aydınlatmak, batıl ve dalâlet ehlinin şüphelerini iptal etmek için ayet ler üzerinde yapılan tartışmalar ise, en büyük ibadetlerdendir.
İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz: "Kur’an hakkında yapılan bazı tartışmalar küfürdür" buyurmak suretiyle tartışmadan tartışmaya fark olduğunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)
فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ
فَ , sebebi müsebbebe bağlayan rabıta harfidir. Cümle, takdiri تنبّه (Dikkat et) olan mukadder istinâfa matuftur.
Nehiy üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Car mecrur فِي الْبِلَادِ ’nin müteallakı olan تَقَلُّبُهُمْ kelimesi, يَغْرُرْكَ fiilinin failidir.
تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ (beldede dolaşmak) ifadesi, rahat ve mutlu bir şekilde yaşamaktan kinayedir.
فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ cümlesi, فَ harfiyle surenin başına atfedilmiştir. Zîra vaîd ve tehdit manasındadır. Allah’ın onları yakalayıp azap etmesi konusuna girilmiştir. Allah Teâlâ kitabın indirilmesiyle söze başlamış ve rahmet, tövbe, mağfiret kapılarının kullarına açık olduğunu ifade etmiş –ki o galip ve muktedirdir– sonra aniden bütün bunlara kafa tutanlardan bahsetmeye başlamıştır. Bunun sebebi açıktır. Kim bu apaçık ayetlerle savaşırsa ona hiçbir delilin faydası olmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 1, s. 72)
Onların küfrü tescil edildiğine göre ve Allah'ın en çok sevmediği şey ve dünyevî ve uhrevî hüsranı en çok celbeden şey küfür olduğuna göre, artık onların böyle refah içinde şehir, şehir dolaşmaları seni yanıltmasın. Zira anılan hususları kesin olarak anlamış olan kimse, o kâfirlerin, sahip oldukları dünyevî imkanlara ve süslere aldanmaz. Zira bu kâfirler de, kendilerinden önceki ümmetler gibi ilâhi azaba yakalanacaklardır. (Ebüssuûd)
Cidal, iki çeşittir: a) Hakkı anlatma hususunda yapılan mücadele; Bu cidal ve mücadele peygamberlerin izlediği yoldur.
b) Batılı anlatmak için yapılan cidal; Bu mücadele ise, kınanmış olup bu ayetle kastedilendir. (Fahreddin er-Râzî)
Allah'ın ayetleri hakkında mücadele etmek onun hakkında, "o, sihirdir; o, şiirdir; o, kâhinlerin sözüdür; o , evvelkilerin masallarıdır; onu bir beşer talim etmiş ve uydurmuştur!" demek ve onların buna benzer batıl şüpheler ileri sürmeleri suretiyle olur. Böylece Allah Teâlâ, bunu ancak kâfir olup haktan yüz çevirenlerin yapabileceğini belirtmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَالْاَحْزَابُ مِنْ بَعْدِهِمْۖ وَهَمَّتْ كُلُّ اُمَّةٍ بِرَسُولِهِمْ لِيَأْخُذُوهُ وَجَادَلُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ فَاَخَذْتُهُمْ۠ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | كَذَّبَتْ | yalanladı |
|
2 | قَبْلَهُمْ | onlardan önce |
|
3 | قَوْمُ | kavmi |
|
4 | نُوحٍ | Nuh |
|
5 | وَالْأَحْزَابُ | ve kollar |
|
6 | مِنْ |
|
|
7 | بَعْدِهِمْ | onlardan sonraki |
|
8 | وَهَمَّتْ | ve yeltendi |
|
9 | كُلُّ | her |
|
10 | أُمَّةٍ | millet |
|
11 | بِرَسُولِهِمْ | elçisini |
|
12 | لِيَأْخُذُوهُ | yakalamağa |
|
13 | وَجَادَلُوا | ve tartıştılar |
|
14 | بِالْبَاطِلِ | boş şeyler ileri sürerek |
|
15 | لِيُدْحِضُوا | gidermek için |
|
16 | بِهِ | onunla |
|
17 | الْحَقَّ | hakkı |
|
18 | فَأَخَذْتُهُمْ | bu yüzden onları yakaladım |
|
19 | فَكَيْفَ | nasıl |
|
20 | كَانَ | oldu |
|
21 | عِقَابِ | azabım |
|
Be'ade بعد : بُعْدٌ yakınlığı ifade etmek için kullanılan قُرْبٌ sözcüğünün zıddıdır. Uzak olmak, uzaklık ve uzaklaşmak anlamlarına gelir. Bir yerin başka bir yere göre olan durumu göz önüne alınır. Bu her iki sözcük daha çok duyu organları ile algılanabilen konulardaki uzaklık ve yakınlık için geçerlidir. Ancak aklın alanına giren konularda da kullanılır.
بَعُدَ fiili uzak idi, uzak hale geldi veya uzaklaştı anlamında kullanılır.
Aynı kökten بَعِدَ fiili ve بَعَدٌ mastarı daha çok helak olmak/yok olmak manasına gelir. بُعْدٌ ve بَعْدٌ kavramları ise hem bu anlamda hem de yakın olmak sözcüğünün قُرْبٌ zıddı olarak kullanılır.
Son olarak بَعْدُ kelimesi (sonra), önce anlamındaki قَبْلُ sözcüğünün karşıtıdır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı türevleriyle 235 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri ebat, buut, (mâ) bâd, (amma) ba'ddır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Ehaze أخذ : أخْذٌ bir şeyi tutmak, almak ve elde etmek anlamındadır. Bazen uzanıp alma manasında, bazense cebir ve kuvvetle yenip hükmetme anlamına gelir.
İftial babı formundaki إتَّخَذَ fiili edinmek/yapmak/etmek gibi manalara gelir. Mufâale babı formnudaki مُآخَذَةٌ şekli ise cezalandırma ve karşılık verme gibi bir anlam ifade eder. Esir ve tutsakta أخِيذٌ ve مَاْخُوذٌ kelimeleri ile ifade edilir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 273 kez geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri ahize, muâheze ve ittihazdır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَالْاَحْزَابُ مِنْ بَعْدِهِمْۖ
Fiil cümlesidir. كَذَّبَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. قَبْلَهُمْ zaman zarfı olup كَذَّبَتْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَوْمُ fail olup lafzen merfûdur. نُوحٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الْاَحْزَابُ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
مِنْ بَعْدِهِمْ car mecruru الْاَحْزَابُ ‘nun mahzuf haline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَذَّبَتْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَهَمَّتْ كُلُّ اُمَّةٍ بِرَسُولِهِمْ لِيَأْخُذُوهُ وَجَادَلُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ فَاَخَذْتُهُمْ۠ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هَمَّتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. كُلُّ fail olup lafzen merfûdur. اُمَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بِرَسُولِهِمْ car mecruru هَمَّتْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِ harfi, يَأْخُذُو fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَن ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte هَمَّتْ fiiline mütealliktir.
يَأْخُذُو fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
جَادَلُوا atıf harfi و ‘la makabline matuftur. جَادَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِالْبَاطِلِ car mecruru جَادَلُوا fiiline mütealliktir.
لِ harfi, يُدْحِضُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte جَادَلُوا fiiline mütealliktir.
يُدْحِضُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِهِ car mecruru جَادَلُوا fiiline mütealliktir. الْحَقَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ atıf harfidir. كَيْفَ istifham ismi كَانَ ‘nin muahhar haberi olup mahallen mansubdur.
كَانَ nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. عِقَابِ kelimesi كَانَ ‘nin ismi olup mukadder damme ile merfûdur. Hazf edilen ي ise muzâfun ileyhtir.
Burada bir ي harfinin mahzuf olduğuna işaret etmek için kelimenin sonunda bulunan harfin harekesi esre gelmiştir.
جَادَلُوا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جدل ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
لِيُدْحِضُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi دحض ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَالْاَحْزَابُ مِنْ بَعْدِهِمْۖ
Ayetin ilk cümlesi, ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı قَبْلَهُمْ , konudaki önemine binaen, fail olan قَوْمُ نُوحٍ ’e takdim edilmiştir.
الْاَحْزَابُ , fail olan قَوْمُ نُوحٍ ‘ye tezâyüf nedeniyle atfedilmiştir. مِنْ بَعْدِهِمْۖ car mecruru, الْاَحْزَابُ ‘nun, mahzuf haline mütealliktir.
Fiilin müennes gelmesi قَوْمُ kelimesinin çoğul anlamı sebebiyledir.
قَبْلَهُمْ - بَعْدِهِمْۖ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Önceki ayet Peygamberimize (sav) yönelik olup onun kavmindeki kâfirleri ifade ediyorken burada onun kavmi ile Nuh’un (as) kavmi karşılaştırılıyor. Çünkü onunki ilk, Peygamber Efendimizin kavmi sondur.
كَذَّبَتْ fiilinde cem’, قَوْمُ نُوحٍ ile الْاَحْزَابُ (diğer gruplar) arasında taksim sanatı, yani cem' ma’at-taksim sanatı vardır.
Âd, Semud ve Lut kavminin inkârı gibi, Nuh kavminin inkârı da Kur’an’da çok tekrarlanır. Ancak en çok tekrarlanan كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ cümlesidir. Çünkü Nuh kavmi bütün kavimlerin köküdür. Onlardan sonra inkâr edenler Nuh (as) ile gemide taşınmış olan müminlerdir. Ancak küfür, ne kadar da süratle iman ehline ve İbrahim (as) soyuna yayılmıştır! Bu sözler Allah yoluna engel olan kavminin haline üzülen Peygamber Efendimizi (sav) teselli için gelmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 73)
وَهَمَّتْ كُلُّ اُمَّةٍ بِرَسُولِهِمْ لِيَأْخُذُوهُ
Bu cümle atıf harfi وَ ‘la öncesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَأْخُذُوهُ cümlesi, mecrur mahalde masdar teviliyle, هَمَّتْ fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اُمَّةٍ ‘deki tenvin teksir ve nev ifade eder.
قَوْمُ - الْاَحْزَابُ - اُمَّةٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Katade ve es-Süddî de bu ayeti onu öldürmek istedi diye açıkladılar. "Alıp yakalamak" helâk etmek, öldürmek anlamında da kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu ayetinde olduğu gibi: [Sonra onları yakaladım. Benim cezalandırmam nasılmış?] (el-Hac, 22/44) (Kurtubî)
هَمَّتْ fiilinde; kasıt, niyete düğümlenmek, entrika, ğayz, hıkd (kin), suç, katl ve kan dökme konusunda ısrar gibi manaların tümü mevcuttur. لِيَأْخُذُوهُ fiilinde de benzer manalar vardır. Bakıllani “Bu kelime yerine öldürdüler, kovdular, azap ettiler gibi fiiller gelseydi asla bu manayı ifade edemezdi” demiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 74)
Azmetmek, kastetmek manasına Arapçada قصد şeklinde bir fiil daha vardır. Bu kasıt, dua esnasında yönelme anlamındadır. Ayette geçen هَمَّ kelimesi ise kalbin iyi veya kötü herhangi bir fiili daha yapmadan önce işlemeye karar vermesidir. (Rûhu’l Beyân)
وَجَادَلُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ
Bu cümle atıf harfi وَ ‘la كَذَّبَتْ fiiline atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ cümlesi, mecrur mahalde masdar teviliyle, جَادَلُوا fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِالْبَاطِلِ - الْحَقَّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
جَادَلُوا fiilinin مفاعلة babında gelmesi, fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katmıştır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِهِ , ihtimam için mef’ûl olan الْحَقَّ
‘ya takdim edilmiştir.
فَاَخَذْتُهُمْ۠
Bu cümle atıf harfi فَ ile, ayetin başındaki … كَذَّبَتْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَاَخَذْتُهُمْ۠ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ sözündeki فَ harfi, iki vaka arasında mühlet olmadığını ifade eden tertip içindir. اَخَذْتُهُمْ۠ kelimesi cezanın amel cinsinden olduğunu, Allah Teâlâ’nın resullerini muhafaza ettiğini, düşmanlarının ona yaklaşamayacağını ifade eder. Ayrıca bu koruma ifade eden cümle, onların peygamberlerine kasdetmelerini müteakip gelmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 1, s. 75)
فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ
فَ istînâfiyyedir. فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
Muzâfun ileyhi mahzuf izafet terkibindeki عِقَابِ , nakıs fiil كَانَ ’nin muahhar ismidir.
Sübut ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp korkutma ve tehaddî manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
عِقَابِ ifadesinde muzâfun ileyh fasılaya riayet için hazf edilmiştir.
Cenab-ı Hak, ["Her ümmet, kendi peygamberi aleyhinde harekete geçti"] buyurmuştur. Bu, "O gruplardan her biri, kendisini öldürmek, ona işkencede bulunarak hapsetmek için, peygamberlerini yakalamaya azmettiler, yani, "Peygamberlerine karşı batılı savundular" araya şüpheler attılar. Yani, "Araya attıkları o şüpheler sayesinde, hakkı ve doğruyu ortadan kaldırmak için (yaptılar bunu)." Yani, "Onların, o peygamberlerin başına getirmek istedikleri ve onları yakalamak için düzenledikleri o tuzak ile yok etme eylemini, ben onların başına geçirdim de, aksine Ben çarptım onları. فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ Bak da gör, benim cezalandırmam nasıl olurmuş!" demektir. (Fahreddin er-Râzîوَكَذٰلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّهُمْ اَصْحَابُ النَّارِۢ
وَكَذٰلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّهُمْ اَصْحَابُ النَّارِۢ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. كَ harf-i cerdir. مثل “gibi” demektir. Bu ibare, amili حَقَّتْ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
حَقَّتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. كَلِمَتُ fail olup lafzen merfûdur. Bu kelime resmi mushaf olması dolayısıyla ة yerine ت ile yazılmıştır. Enam Suresi 115, Araf Suresi 137, Yunus Suresi 33-96, Mümin Suresi 6 ayetlerinin hepsinde bu şekilde yazılmıştır. رَبِّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl عَلَى harf-i ceriyle birlikte حَقَّتْ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُٓوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
هُمْ muttasıl zamiri, اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَصْحَابُ kelimesi اَنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. النَّارِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
أَنَّ ve masdar-ı müevvel, كَلِمَتُ ‘den bedel olarak mahallen merfûdur.
وَكَذٰلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّهُمْ اَصْحَابُ النَّارِۢ
وَ , istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَذٰلِكَ , amili حَقَّتْ olan mahzuf bir mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
Bu takdire göre cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s. 101)
Buradaki كَ , teşbîh harfidir ve Rabbin bu dünyada onlara vereceği azaba ait olan ism-i işareti, ahirette vereceği azaba benzetmek için gelmiştir. وَ harfi istînaf içindir. Çeşitli manalardan birini, yani ahiretteki hallerini açıklamak, yönünü beyan ve gelecekteki hallerini dünyadaki hallerine ilhak etmek için gelmiştir. Dolayısıyla onlar hakkındaki kelam tamamlanmıştır. Sanki bu cümle bu sayfayı kapatmıştır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 77)
كَذٰلِكَ (İşte böyle), aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki istimali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
كَذٰلِكَ îrab açısından والامر şeklinde mahzuf bir mübtedanın haberidir. Bu kelime Kur'an'da çok gelmiş ve ulemamızın takdir ettiği herhangi bir şey zikredilmemiştir. Mühim olan burada kelama dikkat çekmektir. Bir kapalılık üzerine kurulmuş olan kelam üzerinde daha fazla durmayı gerektirir. Bu ifadedeki كَ harfi ‘misil’ manasındadır ancak neyin misli olduğu açık değildir. İşaret ismi ise bir merci gerektirir. İşaret ismi كَ ile birleşmiştir ve bunlarda bir kapalılık söz konusudur. Çünkü muşârun ileyh bilinmedikçe bir şey ifade etmeyen, ذٰلِكَ ile كَ ‘ten oluşmuştur. Bu bina önemli mafsallarda gelen kapalı bir terkiptir. Bize “arkadan gelecek olan şeyler şu anda bulunduğunuzdan daha yüce bir makamdır” der. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Duhan/28, c. 5, s. 176-177)
كَلِمَتُ رَبِّكَ izafetinde Rabb ismine muzâf olan كَلِمَتُ ve muzâfun ileyh olan كَ zamiri, şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mecrur mahaldeki الَّذ۪ينَ has ism-i mevsûlu, حَقَّتْ fiiline mütealliktir. Sılası olan كَفَرُٓوا , mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Masdar ve tekid herfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, masdar teviliyle كَلِمَتُ ’den bedeldir. Masdar-ı müevvel cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اَصْحَابُ النَّارِۢ ifadesinde istiare vardır. Ateş, dostları bir araya toplayacak, hoşlanılan bir şeye benzetilmiştir. Bu benzetme cehennem ateşinin korkunçluğunu artırmak içindir.
اَصْحَابُ النَّارِۚ (Ateş ashabı) ibaresindeki اَصْحَابُ kelimesinin kökü صحب ’dir. Sahip, yer veya zaman bakımından başkasından ayrılmayan demektir. Bu birliktelik bedenle veya destekle olabilir. Peygamberimizin sahabesi de aynı kökün türevidir. Bir şeye sahip olmayı da Türkçede kullanıyoruz. Sohbet de aynı kelimeden dilimize geçmiştir. اصحاب النار (cehennem ashabı) derken işte bu ayrılmama, bu kimselerin adeta ateşle hemhal oluşu vurgulanmaktadır.
اَصْحَابِ النَّارِ ifadesi aynı zamanda hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
حَقَّ fiilinin söz veya kelimeye isnad edilmesi azabın sabit ve vâcip olmasından başka bir mana ifade etmez. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 27)
Yüce Allah'ı yalanlayan, peygamberlerine karşı hakkı ortadan kaldırmak için bâtılla mücadele etmek suretiyle bir araya toplanan geçmiş ümmetlere azaba dair kazası ve hükmü nasıl sabit oldu ise bunlar hakkında da böylece gerçekleşmiştir. Buradaki inkâr edenlerden maksat Resulullah (sav)’in kavminden kâfir olanlar, bir başka ifadeyle diğer helak olmuş eski ümmetler değil, Kureyş kâfirleridir. (Rûhu’l beyân)
اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ رَبَّـنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْماً فَاغْفِرْ لِلَّذ۪ينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَب۪يلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | kimseler |
|
2 | يَحْمِلُونَ | taşıyan(lar) |
|
3 | الْعَرْشَ | Arş’ı |
|
4 | وَمَنْ | ve bulunanlar |
|
5 | حَوْلَهُ | onun çevresinde |
|
6 | يُسَبِّحُونَ | tesbih ederler |
|
7 | بِحَمْدِ | hamd ile (överek) |
|
8 | رَبِّهِمْ | Rablerini |
|
9 | وَيُؤْمِنُونَ | ve inanırlar |
|
10 | بِهِ | O’na |
|
11 | وَيَسْتَغْفِرُونَ | ve mağfiret dilerler |
|
12 | لِلَّذِينَ | kimseler için |
|
13 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
14 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
15 | وَسِعْتَ | sen kapladın |
|
16 | كُلَّ | her |
|
17 | شَيْءٍ | şeyi |
|
18 | رَحْمَةً | rahmet ile |
|
19 | وَعِلْمًا | ve bilgi ile |
|
20 | فَاغْفِرْ | bağışla |
|
21 | لِلَّذِينَ | kimseleri |
|
22 | تَابُوا | tevbe eden(leri) |
|
23 | وَاتَّبَعُوا | ve uyanları |
|
24 | سَبِيلَكَ | senin yoluna |
|
25 | وَقِهِمْ | ve onları koru |
|
26 | عَذَابَ | azabından |
|
27 | الْجَحِيمِ | cehennem |
|
“Arşı yüklenenler” de “onun çevresinde bulunanlar” da melekler topluluğudur. Hâkka sûresinin 17. âyetinde kıyamet sırasında arşı sekiz meleğin yükleneceği bildirilmektedir. Arşın anlamı, onu sekiz meleğin yüklenmesi ve onun çevresinde yine meleklerin bulunmasıyla ilgili olarak eski tefsirlerde –klasik astronomiden de etkilenen– bazı açıklamalar yapılmıştır; ancak bu açıklamaları, İslâm’ın tenzihe ağırlık veren ulûhiyyet telakkisiyle bağdaştırmanın güç olduğu görülmektedir. Bu sebeple âyette mecazi bir anlatım bulunduğunu düşünerek “arş”ı Allah’ın mutlak hükümranlık ve yönetimi; meleklerin arşı yüklenmesini, Allah’ın buyruğuna eksiksiz uyarak işlerini yürütmeleri; yine bazı meleklerin arşın çevresinde bulunmalarını da Allah’a yakın olmaları, O’nun iradesini gerçekleştirmesinde araç işlevi görmeleri şeklinde açıklayanlar olmuştur (bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “arş” md.; Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 408; ayrıca bk. A‘râf 7/54).
Yukarıda inkârcıların acı âkıbetleri özetlendikten sonra bu âyetlerde de meleklerin dua mahiyetindeki sözleri çerçevesinde müminleri bekleyen kurtuluşa ve mutlu geleceğe işaret edilmektedir. Râzî, meleklerin buradaki dualarıyla ilgili olarak özetle şu açıklamaları yapmaktadır (XXVII, 31-37):
a) Meleklerin Allah’ı hamd ve tesbih ile anmaları ve O’na iman etmeleri, Allah’ın emrine saygının (et-ta‘zîm li-emrillâh); müminler için dua edip onların bağışlanmasını dilemeleri de yaratılmışlara şefkatin (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ifadesidir.
b) Âlimlerin çoğu bu âyetlere dayanarak meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu savunmuşlardır. Çünkü melekler, günah işlemekten uzak oldukları için burada kendileri hakkında bağış dilemeyip müminler hakkında dilekte bulunmuşlar, onların kurtuluşu için dua etmişlerdir.
c) Bu âyetler dua âdâbına da işaret etmektedir. Buna göre melekler Allah’ı hamd ve tesbih ile anarlar, ardından “ey rabbimiz!” diyerek başlar, önce Allah’ın rahmetinin ve ilminin genişliğini dile getirirler; daha sonra da Allah’a inanıp O’na yönelen, yolundan giden insanlar için bağış, kurtuluş ve mutluluk dileklerinde bulunurlar.
d) Meleklerin yüce Allah’ı anarken 7. âyette sırasıyla rubûbiyyet, rahmet ve ilim sıfatlarını öne çıkardıkları görülmektedir. Rubûbiyyet, Allah’ın eşsiz-örneksiz yaratıcılığını (îcâd ve ibdâ‘) ifade eder; terbiye kelimesi de rubûbiyyetten gelmekte olup “bir şeyi en mükemmel durumlara ve en güzel niteliklere kavuşturma” anlamına gelir. Buna göre rab ismi, bütün mümkün varlıkların hem ortaya çıkmalarının hem de varlıklarını sürdürmelerinin yüce Allah’ın yaratma ve yaşatmasına bağlı bulunduğuna işaret eder. Âyetteki rahmet ile ilgili ifade Allah’ta iyilik, merhamet ve cömertlik yönünün, kötülüğe uğratma yönüne baskın bulunduğunu; ilim ile ilgili ifade de O’nun bilgisinin, küllîsiyle cüz’îsiyle her bir varlık ve olayı bütün ayrıntılarıyla kuşattığını göstermektedir. Bu duada ilim sıfatına bu şekilde yer verilmesinin sebebi, Allah’ın kendisine yöneltilen dilekleri de eksiksiz bildiğine vurgu yapmaktır; zira duymayan, bilmeyen birinden dilekte bulunmanın anlamı yoktur.
e) Melekler, kendileri hakkında dua ettikleri müminlerin atalarından, eşlerinden ve nesillerinden olup iyi yolda bulunanların kurtuluşları için de dilekte bulunmuşlardır; çünkü bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da (cennet) yakınlarıyla birlikte olmak kişinin mutluluğuna mutluluk katar.
اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ
İsim cümlesidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَحْمِلُونَ fiil cümlesidir. İrabdan mahalli yoktur.
يَحْمِلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. الْعَرْشَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , mübtedaya matuf olup mahallen merfûdur. حَوْلَهُ mekân zarfı mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هٌ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُسَبِّحُونَ fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُسَبِّحُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِحَمْدِ car mecruru يُسَبِّحُونَ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. رَبِّهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وً atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir.
وً atıf harfidir. يَسْتَغْفِرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَلَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl لِ harf-i ceriyle birlikte يَسْتَغْفِرُونَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُسَبِّحُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi سبح ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
يَسْتَغْفِرُوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi غفر ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi امن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
رَبَّـنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْماً فَاغْفِرْ لِلَّذ۪ينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَب۪يلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ
Nida ve cevap cümlesi mahzuf sözün mekulü’l kavli olarak mahallen mansubdur. Takdiri, يقولون ربّنا وسعت (Rabbimiz Sen …. kuşattın derler.) şeklindedir.
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ muzâftır. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubdur. Münada alem ise veya mütekellim ya’sına muzâfsa yahut nida edilen, nida edenin yakınında bulunursa nida harfi hazf edilebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı وَسِعْتَ ‘ dır.
وَسِعْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur.
كُلَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. رَحْمَةً temyiz olup fetha ile mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur. Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عِلْماً atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. اغْفِرْ cevap cümlesidir. Takdiri, إن وسعت رحمتك كلّ شيء فاغفر للذين تابوا (Eğer rahmetin her şeyi kuşatmışsa, tövbe edenleri bağışla.) şeklindedir.
اغْفِرْ sükun üzere mebni, dua manasına emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
اَلَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl لِ harf-i ceriyle birlikte اغْفِرْ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَابُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
تَابُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اتَّبَعُوا atıf harfi و ‘la makabline matuftur. اتَّبَعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. سَب۪يلَكَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. ق illet harfin hazfıyla mebni, dua manasında emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت 'dir.
Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. عَذَابَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْجَح۪يمِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اتَّبَعُو fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
جَح۪يمِ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda konumundaki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bilinen kişiler olduklarını belirtmesi yanında, bahsi geçenleri tazim amacına matuftur.
مَنْ müşterek ism-i mevsûlu اَلَّذ۪ينَ ‘ye matuf olup sılası mahzuftur. حَوْلَهُ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
اَلَّذ۪ينَ ‘nin haberi olan يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi, dolayısıyla müsnedün ileyhin fiile takdimi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
رَبِّهِمْ izâfetinde رَبِّ lafzının arşı taşıyanlara ait zamire muzâf olması onlar için tazim ve teşrif ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ ve وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ cümleleri, aynı üslupta gelerek … يُسَبِّحُونَ cümlesine atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan her iki cümlenin de atıf sebebi, hükümde ortaklıktır.
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ başındaki harf-i cerle birlikte يَسْتَغْفِرُونَ fiiline mütealliktir. Sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Tefsir alimlerinin açıklamalarına göre arş, serir (taht) ile aynı şeydir.(Kurtubî)
Sondaki يُؤْمِنُونَ بِه۪ fiili imanın şerefine işaret ve imana teşvik için zikredilmiştir. Çünkü Allah’ı tesbih eden melekler zaten mümindir. (Ali Bulut , Kur’ân-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)
يُسَبِّحُونَ - بِحَمْدِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Şayet “Arş’ı taşıyan ve onun etrafında hamdederek Allah’ı tesbih eden meleklerin mümin olduklarını herkes bilirken, “O’na iman ederler.” demenin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bunun anlamı, imanın şeref ve faziletini ortaya koymak ve imanı özendirmektir. Nitekim Allah Teâlâ, kitabının pek çok yerinde peygamberlerini bu sebeple salihlikle nitelemiştir. (Keşşâf)
Allah Teâlâ, kâfirlerin, müminlere karşı olan düşmanlıklarını ortaya koymada aşırı gittiklerini beyan buyurunca, yaratıklarının teşkil ettiği tabakaların en şereflisi olan Arş'ın taşıyıcısı ve onun etrafında dönüp dolaşan o meleklerin de, müminlere karşı sevgi, teyit ve muhabbetlerini izharda ileri gittiklerini beyan buyurmuş, bu sebeple Cenab-ı Hak adeta, "Eğer bu reziller, düşmanlıkta ileri gidiyorlarsa, onlara aldırma, yüzünü dönüp bakma ve onlara değer verme. Çünkü, Arş'ın taşıyıcısı olan melekler seninledir; Arş'ın etrafında dönüp dolaşan melekler, seninledir. Onlar, sana yardım ederler" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu melekler, bütün meleklerin en yüksek tabakasıdır ve hepsinden önce yaratılmışlardır. Bu meleklerin, Arş'ı yüklenmeleri ve çevresinde bulunmaları mecazî olup Arş'ın muhafazası ve tedbiriyle görevli olmaları anlamındadır ve onların, Arş'ın sahibi Allah'a yakın olmalarından ve O'nun yanında itibar sahibi olmalarından kinayedir.
Bu kelâm, Peygamberimizi teselli edip meleklerin eşrafının, Peygamberimizin yanında bulunan müminlerin yardımına ve onlara her iki cihan saadetini niyaz etmeye devam ettiklerini beyan etmektedir. Yani bu melekler, Allah'ı, kendisine yakışmayan vasıflardan tenzih etmekte ve sonsuz nimetlerine, de hamd etmektedirler. (Ebüssuûd)
Bu melekler, kendi hallerine yakışan iman ile iman ederler. Zahiren bunun doğrudan doğruya zikrine gerek olmadığı halde, sarahaten zikredilmesi, iman faziletini belirtmek, iman ehlinin şerefini göstermek ve onların, müminlere duâ etmelerinin sebebini zımnen bildirmek içindir. Nitekim "ve müminlere mağfiret niyaz ederler " cümlesi de, bunu ifâde etmektedir. Zira imadaki iştirak, en kuvvetli ve en mükemmel münasebettir ve nasihat ile şefkati gerektiren en büyük unsurdur.
Anılan meleklerin, müminlere mağfiret dilemelerinin de, imanları, tesbihleri ve hamdleri gibi vazifeleriyle beraber zikredilmesi, onların buna son derece itina gösterdiklerini ve bu dualarının Allah katında kabul makamına eriştiğini bildirmektedir. (Ebüssuûd)
رَبَّـنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْماً
Ayetin bu bölümü, يَسْتَغْفِرُونَ cümlesinin failinin hali konumundaki, mukadder يقولون fiilinin mekulü’l-kavlidir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Bu takdire göre cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mahzuf fiilin mekulü’l-kavli olan رَبَّنَا cümlesi, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif, muhatabın münadaya yakın olma arzusunun işaretidir.
Nidanın cevabı olan وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ cümle, müspet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
Cümle haber formunda gelmiş olmasına rağmen dua manasındadır. Muktezâ-i zâhirin hilafına terkip olduğundan, mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
رَحْمَةً ve عِلْماً kelimeleri temyizdir. Temyiz ifadeyi zenginleştiren ıtnâbdır. Bu şekilde kapalıyı açma özelliği yanında kaplama ve abartı özelliği de bulunduğundan anlam düz ifadeye oranla daha çarpıcı olarak yansıtılır.
"Allah" ismi, Rabb isminden daha önemli ve manalıdır. Dua ederken özellikle Rabb ismi kullanılmıştır. Kul, sanki bu isimle dua ederek, şöyle demek istemiştir: "Ben, sırf bir yokluk ve hiçlik içinde idim. Sen beni varlık alemine çıkarıp, terbiye ettin, büyüttün. Binaenaleyh beni, bir göz açıp kapama süresi kadar (bir an) bile, ihsan, lütuf ve terbiyenden boş bırakmaman için, beni terbiye edişini (Rabbim olup, beni yokluktan varlığa çıkarışını) sana aracı kılıyorum." (Fahreddin er-Râzî)
[Rabbimiz, sen her şeyi rahmet ve ilminle kapladın] yani rahmetin ve ilmin her şeyi kaplamıştır. وَسِعْتَ رَحْمَةً denilecek yerde bu ifadenin kullanılması rahmet ve ilim sıfatını öne çıkarmak ve genelliğini mübalağa etmek içindir. Rahmetin öne alınması da burada esas olanın o olmasındandır. (Beyzâvî,Ebüssuûd)
Melekler rahmet sıfatını, ilim sıfatından önce zikretmişlerdir. Çünkü onların maksatları ilâhi rahmetin herkese gitmesini istemek ve insanların günahlarını silmesini Allah'tan dilemektir. O halde zatı gereği matlub olan rahmettir, ikinci derecede matlub olan da, Cenab-ı Hakk'ın insanlarla ilgili olarak bildiklerini bağışlamasıdır. Esas matlub olan, ikinci derecede matlub olandan önce gelir. Baksana, sıhhatin devamını sağlamak, esas olarak matlub olup hastalığı gidermek ikinci dereceyi işgal ettiği için, ilim adamları tıbbı tarif ederken, sıhhatin korunmasının, hastalıkların tedavisinden önce geldiğini ifade ederek, "Tıbb, mevcut sıhhati korumak ve kaybolan sıhhati tekrar sağlamak için, insan bedeninin hallerine hangi şeylerin uygun, hangi şeylerin sıhhata zararlı olduğu, kendisi sayesinde bilinen bir ilimdir" demişlerdir. İşte meleklerin bu duasında da öncelikle matlub olan rahmettir. Allah Teâlâ'nın, işledikleri çeşitli günahlardan bildiklerini affetmesi ise, mükemmel manada rahmetin tahakkuku, ancak Allah'ın günahları bağışlamasıyla olacağı için, ikinci derecede matluptur. İşte bu sebepten ötürü, rahmet-i ilâhiyeye, ilminden önce yer verilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
فَاغْفِرْ لِلَّذ۪ينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَب۪يلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ
فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Takdiri إن وسعت رحمتك كلّ شيء (Eğer rahmetin her şeyi kuşatmışsa…) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Cevap cümlesi olan فَاغْفِرْ لِلَّذ۪ينَ تَابُوا , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle, emir üslubunda gelmesine rağmen dua manasında olduğu için, mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Emir fiil aslen; makam bakımından yukarıda olan bir kişinin, makam bakımından daha alt seviyede olan birinden henüz husûle gelmemiş bir fiilin yapılmasını istemek için vaz edilmiştir(ki buna isti'lâ yoluyla denir). Vücûb ifade eder. Eğer emir alt seviyede olan birinden daha üst seviyede olan birine yönelik olursa buna dua denir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Mukadder şart ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ , başındaki harf-i cerle birlikte اغْفِرْ fiiline mütealliktir. Sılası olan تَابُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen وَاتَّبَعُوا سَب۪يلَكَ cümlesi sılaya matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi sıygada gelen fiiller hudûs, sebat ve temekkün ifade etmiştir.
Ayetin son cümlesi olan وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ cümlesi, … فَاغْفِرْ cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Allah Teâla’ya ait zamire muzâf olması سَب۪يلَ için tazim ve teşrif ifade eder.
سَب۪يلَكَ ifadesinde istiare vardır. سَب۪يلَ yol demektir. Din manasında müstear olmuştur. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
فَاغْفِرْ - تَابُوا ile عَذَابَ - الْجَح۪يمِ ve اَلَّذ۪ينَ - مَنْ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı, عَذَابَ - رَحْمَةً kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Aralarında iştikak cinası olan يَسْتَغْفِرُونَ - فَاغْفِرْ ve اٰمَنُواۚ - يُؤْمِنُونَ kelimelerinde ve tekrarlanan اَلَّذ۪ينَ ‘lerde reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.