بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | لَا |
|
|
4 | يَرْجُونَ | ummayan(lar) |
|
5 | لِقَاءَنَا | bize kavuşmayı |
|
6 | وَرَضُوا | ve razı olan(lar) |
|
7 | بِالْحَيَاةِ | hayatına |
|
8 | الدُّنْيَا | dünya |
|
9 | وَاطْمَأَنُّوا | ve gönüllerini kaptıran(lar) |
|
10 | بِهَا | ona |
|
11 | وَالَّذِينَ | ve olanlar |
|
12 | هُمْ | onlar |
|
13 | عَنْ | -den |
|
14 | ايَاتِنَا | bizim ayetlerimiz- |
|
15 | غَافِلُونَ | gafil(ler) |
|
“Allah’a kavuşma ümidi taşımamak”tan maksat âhirete inanmamaktır. Âhirette bütün insanlar yaratanın huzuruna çıkacak ve O’na hesap vereceklerdir; bu mânada her insan Allah ile buluşacaktır. Bu benzersiz buluşma ve karşılaşma kimileri için ebedî saadetin ilk basamağı, kimileri için de pişmanlığın, perişanlığın, rezilliğin ve hak edilen cezanın ilk adımıdır. İnsan kendi bilgi vasıtalarıyla âhireti bilemez, âhiret inancı “gayba iman”la gerçekleşir. Öldükten sonra dirilmeye, ebedî âlemde mutlu veya mutsuz bir hayatın bulunduğuna inanmayanların; bu imana götüren sayısız delilleri, kanıtları, nişanları görmeyenlerin; imanın insana verdiği feraset, sezgi ve irfandan mahrum olanların önlerinde yalnızca bu dünya hayatı vardır; burada ebedî kalmak isterler. Bu mümkün olmayınca olabildiği kadar uzun yaşamaya ve dünyadan zevk almaya bakar, burada mutlu olmanın yollarını ararlar. İmandan yoksun oldukları için bunların ibadetleri de olmaz. Ayrıca çıkar gütmeyen bir iyilik ve ödev duygusunun ancak derin ve samimi bir dinî inançla oluşacağı dikkate alındığında bunların ahlâkı da eksik, kusurlu, samimiyetten uzak ve –değişik açılardan da olsa– çıkar hesabına göre olur. Böyle bir hayatın sonu âyette bildirildiği gibi olacaktır. Dünyada meşrû olan faydalara (zevk, mutluluk) kapılarını kapatmamakla beraber bunları asıl mutluluğun gölgesi ve küçük örnekleri olarak gören, gönlü bunlara değil, ebedîye yönelen, Allah’ın rızâsını, O’na keyfiyetsiz yakınlığı ebedî nimetlerin en büyüğü ve en değerlisi bilen müminler ise dünyada kontrollü ve dengeli bir ömür geçirecekler, bu hayatın sonunda âyetin müjdelediği mutluluğa ereceklerdir. Cennette olanların artık dua ederek Allah’tan bir şey istemeye ihtiyaçları kalmamıştır, orada insanı mutlu kılacak bütün nimetler herkes için yeterince vardır. Burada Allah’a yakınlık ve gerçekleşen, tadılan, içinde yaşanan nimetler kula iki şey telkin etmekte, onu her an iki davranışa sevketmektedir: Biraz daha yaklaştıkları ve kemalini daha ziyade idrak ettikleri Allah’ı tenzih (kemalini idrak edip anmak, tesbih) ve nimetlere şükretmek, bu nimetleri bahşeden rabbi övmek (hamd).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 86-87
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’nin ism-i olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يَرْجُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَرْجُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لِقَٓاءَنَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِقَٓاءَنَا izafetindeki نَا zamiri Allah’a ait azamet zamiridir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 421)
رَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَضُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِالْحَيٰوةِ car mecruru رَضُوا fiiline müteallıktır. الدُّنْيَا kelimesi الْحَيٰوةِ ’nin sıfatı olup mukadder kesra ile mecrurdur.
اطْمَاَنُّوا بِهَا cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur. اطْمَاَنُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِهَا car mecruru اطْمَاَنُّوا fiiline müteallıktır.
وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَۙ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, atıf harfi وَ ’la önceki ism-i mevsûle matuf olup olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
عَنْ اٰيَاتِنَا car mecruru غَافِلُونَ ’ye müteallıktır.
عَنْ harf-i ceri mecruruna mücaveze, sebep, kaynak-rivayet, bedel, hal, zaman – mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اٰيَاتِنَا izafetindeki نَا zamiri Allah’a ait azamet zamiridir.
غَافِلُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
غَافِلُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan غفل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَۙ
İstînâf cümlesidir, fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi bahsedilen kişilerin bilinen bir grup olduğunu belirtmesi yanında bu kişilere tahkir ifade eder.
İsm-i mevsûlün sılası olan لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لِقَٓاءَنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan لِقَٓاءَ, şan ve şeref kazanmıştır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا cümlesi sıla cümlesine matuftur. Dünya hayatından razı olmaları mazi fiille gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Yine mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade eden وَاطْمَاَنُّوا بِهَا cümlesi وَ ’la sılaya atfedilmiştir.
لقاء Kelimesinin İzahı:
لقاء, bir şeye ulaşmak demektir. Bu, Allah hakkında imkânsızdır. Zira Allah, sınırdan ve bir nihayeti olmaktan münezzehtir. Şu halde bu tabirin “görmek” manasından mecaz kılınması, bu manaya alınması gerekir ki bu, açık ve net bir mecazdır. Nitekim birisini gördüğünde, لَقِيتُ فُلَانًا “Falancayla karşılaştım.” dersin. Bunu, Allah'ın mükâfatıyla karşı karşıya kalma anlamına hamletmek, daha fazla takdir yapmayı gerektirir ki bu, delilin hilâfına bir hareket tarzı olur.
Bil ki: Kesin delillerle sabit olmuştur ki insanın, ölümden sonra mutluluğu kendinde marifetullahın tecelli edip bu nurun kendisini iyice aydınlatmasıdır. İşte bu tecellinin en ileri derecesi rüyetullah (cemâlullahı görme) olup en büyük saadettir.
Binaenaleyh kim bunu arzulamaktan gafil olur, ondan yüz çevirir ve ölümden sonra da yeme, içme ve cinsî münasebet gibi maddi zevkler bulma arzusuyla yetinirse işte o kimse sapkınlardan olur. (Fahreddin er-Râzî)
Lisandaki yaygın kullanılışa göre وَاطْمَاَنُّوا اِلَيْهَا denilmesi beklenirdi. Fakat harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanılması güzel ve uygundur. İşte bundan dolayı bu ayette وَاطْمَاَنُّوا بِهَا denilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
اطْمَاَنُّوا - يَرْجُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الدُّنْيَا - الْاٰخِرَة kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا cümlesinde üçüncü şahıstan birinci şahsa dönüş vardır. Aynı zamanda kavuşmanın büyüklüğünü ve şiddetini ifade etmek için لِقَٓاءَ kelimesi Allah’a ait zamire muzâf olarak getirilmiştir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
رجا fiili ümit edilen güzel şeyler için kullanılır.
Yine bahsi geçenleri tahkir kastıyla tekrarlanarak gelmiş olan, ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Sılası olan هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَ cümlesi mübteda ve haberden müteşekkil sübut ifade eden isim cümlesidir. Cümlede عَنْ اٰيَاتِنَا önemine binaen amili olan غَافِلُونَۙ ’ye takdim edilmiştir.
اٰيَاتِنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اٰيَاتِ şan ve şeref kazanmıştır.
الَّذ۪ينَ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.اُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمُ النَّارُ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
اُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمُ النَّارُ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
İsim cümlesidir. İsm-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
مَأْوٰيهُمُ النَّارُ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
مَأْوٰيهُمُ ikinci mübtedadır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
النَّارُ kelimesi bu ikinci mübtedanın haberidir.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri, ذلك بسبب كسبهم şeklindedir.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık-bedel, istiane, zaman-mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يَكْسِبُونَ۟ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَكْسِبُونَ۟ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمُ النَّارُ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Müstenefe olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi sübut ifade eden isim cümlesidir.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede müsnedün ileyhin işaret ismi olarak gelmesi, işaret edilenleri tahkir kastına matuftur. Ayrıca bu işaret isminde cem’ vardır.
Mübtedanın ismi işaret olarak gelişi, dinleyenlerin zihninde iyice yerleşmesi ve muşârun ileyhin bu vasıflara sahip olması dolayısıyla arkadan gelen habere layık olduğuna tenbih içindir. (Âşûr)
مَأْوٰيهُمْ kelimesi, haber olarak gelen cümlenin mübtedasıdır. النَّارُ haberdir. Mübteda ve haberden müteşekkil bu isim cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberidir.
مَأْوٰيهُمْ kelimesi sığınılan yer manasında ism-i mekândır. Yani dönüp dolaşıp yine de geldikleri yer demektir. (Âşûr)
Haberin harf-i tarifle marife olması, bu sıfatın mevsufta kemal derecede olduğuna işaret eder.
Mecrur mahaldeki masdar harfi مَا ve akabindeki كَانُوا يَكْسِبُونَ cümlesi, masdar tevilinde, sebebiyye ifade eden بِ harfi ile birlikte mahzuf bir fiile müteallıktır. Takdiri şöyledir: …عوقبوا بما كانوا (Yaptıkları nedeniyle cezalandırıldılar)
بِمَا lafzında بِ harf-i ceri mecruruna sebep manası katmıştır. (Âşûr)
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 103)
مَأْوٰيهُمُ النَّارُ ifadesinde geçen مَأْوٰي aslında barınılacak, korunulacak, ikramlanacak yerdir. Ayette ateşin onların me’vası olduğunu söylemekle; “cehennemle müjdele“ cümlesinde olduğu gibi tehekküm ve alay üslubu ile uyarma söz konusudur.
Onların, ayetlerden gafil olmaları ise dikkatleri çekildiği ve şiddetle uyarıldıkları halde, tamamen dünyaya daldıkları için ayetler üzerinde tefekkür etmemeleridir.
İşte işledikleri çeşitli günahlar ve kötülükler yüzünden onların son meskenleri ve hiç ayrılmayacakları karargâhları cehennem ateşidir. (Ebüssuûd)
“Onların sığınacak yerleri cehennemdir.” sözünde methe benzeyen zemmi tekit vardır. “Azapla müjdele!” ayetlerinde olduğu gibi istiare de düşünülebilir.
Hak Teâlâ'nın بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ [İşledikleri şirk ve masiyetler yüzünden…] buyruğundaki بِ edatı, o azabın meydana gelmesinde etkisi olan şeyin kendi amelleri olduğunu örtülü bir şekilde anlatmaktadır. Bunun bir benzeri de [Bunun sebebi, ellerinizin önceden yaptığı şeylerdir; bir de Allah'ın kullarına hakikaten zulümkâr olmamasıdır. (Enfal Suresi, 51)] ayetidir. (Fahreddin er-Râzî)اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
3 | امَنُوا | iman eden(leri) |
|
4 | وَعَمِلُوا | ve ameller işleyen(leri) |
|
5 | الصَّالِحَاتِ | salih |
|
6 | يَهْدِيهِمْ | doğru yola iletir |
|
7 | رَبُّهُمْ | Rableri |
|
8 | بِإِيمَانِهِمْ | imanları dolayısıyla |
|
9 | تَجْرِي | akar |
|
10 | مِنْ |
|
|
11 | تَحْتِهِمُ | onların altlarından |
|
12 | الْأَنْهَارُ | ırmaklar |
|
13 | فِي |
|
|
14 | جَنَّاتِ | cennetlerinde |
|
15 | النَّعِيمِ | naim |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası آمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. الصَّالِحَاتِ mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
يَهْد۪يهِمْ fiili, اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. يَهْد۪يهِمْ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
رَبُّهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِا۪يمَانِهِمْ car mecruru يَهْد۪يهِمْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık-bedel, istiane, zaman-mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الصَّالِحَاتِ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin ( imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
Cümle اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Veya يَهْد۪يهِمْ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَجْر۪ي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
مِنْ تَحْتِهِمُ car mecruru, تَجْرِي fiiline müteallıktır.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel-karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ibtidaiyye manasında gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْاَنْهَارُ kelimesi, تَجْرِي fiilinin failidir.
ف۪ي جَنَّاتِ car mecruru الْاَنْهَارُ ’nun mahzuf haline müteallıktır. النَّع۪يمِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فِي harf-i ceri mecruruna mekân zarfı, zaman zarfı, söz ve görüş konusu olarak, vardır – mevcuttur, hal, sebep, mukayese, karşılaştırma gibi manalar kazandırabilir. Burada mekân zarfı manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ
Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelen ayet, اِنَّ ile tekid edilmiş, isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin ismi olan has ismi mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا, mazi fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Akabindeki aynı formda gelen cümle sılaya matuftur.
يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ cümlesi اِنَّ ’nin haberidir. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Meânî ilminde malum olduğu üzere bu çeşit cümleler kasr (tahsis) veya hükmü kuvvetlendirme ifade ederler.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr, 1)
رَبُّهُمْ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan هُمْ zamiri şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
بِا۪يمَانِهِمْ - اٰمَنُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بِا۪يمَانِهِمْ lafzında بِ harf-i ceri mecruruna sebep manası katmıştır. (Âşûr)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْ [Şüphesiz iman edip iyi şeyler yapanları Rableri imanları ile hidayet eder.] cümlesi “İmanları sebebiyle cennete veya gerçekleri idrake ulaştıracak bir yola hidayet eder.” manasındadır. Nitekim Aleyhissalâtu ve’sselam “Kim bildiği ile amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir.” buyurmuştur.
Ya da “İstedikleri cennete ulaştırır.” demektir. Mefhumdan anlaşıldığına göre her ne kadar hidayetin sebebi iman ve amel-i salih ise de “imanları ile” kavlinden anlaşıldığına göre iman sebep olmaktadır, amel-i salih de arkadan gelen tamamlayıcı gibidir.
İslam açısından salih amel sayılan ve imana layık olan işleri yapanlar var ya; işte onları Rableri imanları sebebiyle son meskenleri ve amaçları olan cennete kavuşturacaktır.
Bu ilahi kelam, sırf iman ve salih amelin cennete girmek için yeterli olmadığını fakat bunlardan başka bir de ilahi hidayet gerektiğini bildirir.
Cehenneme girmek için ise küfür ile günahlar yeterlidir.
İlahi hidayete sebep kılınmış olan imandan murad, salih ameller ile beraber olan özel imanlarıdır. Yoksa amelsiz iman veya genel anlamdaki iman değildir. (Ebüsuûd)
Müminlerin halleri ve sıfatları ayette اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ [İman edip de salih amel işleyenlere gelince] buyruğu ile anlatılmaktadır. Bu ifadenin tefsiri hususunda şu izahlar yapılabilir:
İnsan ruhunun iki kuvveti vardır:
a. Nazarî kuvvet (tefekkür kuvveti): Bu kuvvetin en mükemmeli, eşyayı tanıma hususundadır. Bu şekilde elde edilen bilgilerin başı marifetullahtır (Allah'ı bilip tanımaktır).
b. Amelî kuvvet. Bunun da en mükemmeli, hayırları ve taatları yapmaktır. Salih amellerin en önemlisi ve başı da hizmetullahtır (Allah'a ibadet ve hizmet). O halde Hakk Teâlâ'nın, اٰمَنُوا ifadesi, marifetullah demek olan en mükemmel nazarî kuvvete; “salih amel işleyenler” ifadesi de hizmetullah demek olan en mükemmel amelî kuvvete işaret olmuş olur. Nazarî kuvvet, şeref ve mertebe bakımından amelî kuvvetten önce geldiğinden, ayette daha önce zikredilmesi gerekmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
Müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eden
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ cümlesi, يَهْد۪يهِمْ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.
Hal cümleleri ıtnâb sanatıdır.
Hal cümlesinin و ’sız gelmesi, altlarından ırmaklar akmasının hal-i müekkide olduğunu ifade eder. Yani bu onların sabit bir vasfıdır.
Sahibinden ayrılmayan sabit bir vasıf kastedildiği, mesela: هذا اخوك عطوف “Bu, çok şefkatli kardeşindir.” cümlesinde olduğu gibi uzunluk, kısalık, esmerlik, sarışınlık vs. sabit vasıfların ifade edildiği hal cümleleri böyledir. Bunlar her zaman “و”sız gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
“Onların altından ırmakların akması”, kendilerinin yüksek tahtlara ve sıra sıra koltuklara kurulmuş oldukları halde önlerinden ırmaklar akması demektir. Nitekim Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi?” ayetinde de aynı kelime (taht/alt), ön manasında kullanılmıştır. (Ebüssuûd)
جَنَّاتٍ ’deki tenvin nev, kesret ve tazim ifade eder.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ cümlesi; yeni söz başıdır veya ikinci haberdir ya da son manaya göre mansub zamirden haldir.
مِنْ تَحْتِهِمُ ibaresini Âşûr evlerinin altında şeklinde tefsir etmiştir.
ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ ibaresi de haberdir ya da ondan veya الْاَنْهَارُ ’dan başka bir haldir ya da تَجْر۪ي ’ye veya يَهْد۪يهِمْ ’ye mütealliktir. (Beyzâvî)
تَجْر۪ي - الْاَنْهَارُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | دَعْوَاهُمْ | onların duaları |
|
2 | فِيهَا | orada |
|
3 | سُبْحَانَكَ | senin şanın pek yücedir |
|
4 | اللَّهُمَّ | Ey Allah’ım |
|
5 | وَتَحِيَّتُهُمْ | ve dilekleri (de) |
|
6 | فِيهَا | aralarındaki |
|
7 | سَلَامٌ | Selâm’dır |
|
8 | وَاخِرُ | ve sonu (ise) |
|
9 | دَعْوَاهُمْ | dualarının |
|
10 | أَنِ |
|
|
11 | الْحَمْدُ | hamdolsun’dur |
|
12 | لِلَّهِ | Allah’a |
|
13 | رَبِّ | Rabbi |
|
14 | الْعَالَمِينَ | alemlerin |
|
دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ
İsim cümlesidir. دَعْوٰيهُمْ mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Maksûr isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiren îrab edilir. Burada دَعْوٰي kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri damme ile merfûdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ف۪يهَا car mecruru دَعْوٰيهُمْ ’e müteallıktır.
فِي harf-i ceri mecruruna mekân zarfı, zaman zarfı, söz ve görüş konusu olarak, vardır-mevcuttur, hal, sebep, mukayese, karşılaştırma gibi manalar kazandırabilir. Burada mekân zarfı manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سُبْحَانَكَ cümlesi, دَعْوٰيهُمْ ’un haberi olarak mahallen merfûdur.
سُبْحَانَكَ mahzuf bir fiilin mef'ûlu mutlakı olarak mansubdur. Takdiri, نسبّح şeklindedir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini bildiren mef’ûlü mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir.
Mef’ûlu mutlakın fiili şu durumlarda hazf edilebilir: 1) Emir ve nehy fiillerinin yerini alırsa, 2) Dua ifade eden fiilin yerini alırsa, 3) Sonucu (akıbeti) açıklamak için getirildiği zaman. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اللّٰهُمَّ münadadır. Nida harfi mahzuftur. اللّٰهُمَّ ifadesindeki مَّ, nida harfi olan يَا ’nın yerine gelmiştir; dolayısıyla bu iki harf birlikte kullanılmaz. Bu, Allah lafzının hususiyetlerinden biridir.
Allah lafzının başında harf-i tarif var kabul edilir. Ancak nidası يَا edatıyla yapılır. يَا اَلله gibi. Çoğu zaman bu يَا yerine Allah isminin sonuna şeddeli ve fethalı bir mim eklenerek yapılır. اَللّهُمَّ gibi. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَحِيَّتُهُمْ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪يهَا car mecruru تَحِيَّتُهُمْ ’e müteallıktır. سَلَامٌ haber olup lafzen merfûdur.
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اٰخِرُ mübteda olup lafzen merfûdur.
دَعْوٰيهُمْ muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Burada دَعْوٰي kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri kesra ile mecrurdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْ tekid ifade eden muhaffefe اَنَّ ’dir. İsmi olan şan zamiri mahzuftur. Takdiri, أنه şeklindedir.
اَنْ harfi; اَنَّ ’den tahfif edilmiştir. O şekilde ve الْحَمْدَ ’nin nasbı ile de okunmuştur. (Beyzâvî)
Hafifletilmiş olan اَنْ aynı اَنَّ gibi isim cümlesinin başına gelir. Fakat ismini hiçbir zaman açıkta göremeyiz. Çünkü ismini gizli bir zamir (zamir-i şan) olarak alır.
Hafifletilmiş olan اِنْ cümle başında gelebileceği gibi hafifletilmiş olan اَنْ cümle ortasında gelir.
Hafifletilmiş olan اَنْ ’in haberi devamlı cümle olur. Bu cümle isim veya fiil cümlesi olabilir. Edattan sonraki cümle isim veya çekimi yapılamayan (camid) bir fiilden oluşan fiil cümlesi ise edatla arasında yabancı bir kelime bulunmaz.
Haberinin geliş şekilleri şöyledir:
1. İsim cümlesi şeklinde gelirse:
a. Başına herhangi bir edat gelmeyen isim cümlesi.
b. Başına لَا harfi gelen isim cümlesi (Bu لَا, cinsi nefy içindir.)
2. Fiil cümlesi şeklinde gelirse:
a. عَسَى ve لَيْسَ gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelir.
b. Bu iki fiilin haricinde başka fiillerden gelirse bu fiil cümlesinin başına س – سَوْفَ – قَدْ – لَنْ – لَمْ – لَو gibi harflerden birinin gelmesi zorunludur. Burada اَنْ ’in haberi başına herhangi bir edat gelmeyen isim cümlesi şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْحَمْدُ mübteda olup lafzen merfûdur. لِلّٰهِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. رَبِّ kelimesi لِلّٰهِ lafzının sıfatı olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. الْعَالَم۪ينَ۟ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker kelimeler harfle îrablanırlar.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı âkil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır:
1. İsim cümlesi olan sıfatlar,
2. Fiil cümlesi olan sıfatlar,
3. Şibh-i cümle olan sıfatlar. Burada رَبِّ kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, اٰخِرُ ’nun haberi olarak mahallen merfûdur.دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ
Mübteda ve haberden müteşekkil cümle müstenefedir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyh olan دَعْوٰيهُمْ ’un izafet terkibiyle gelmesi, az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
Mübtedanın haberi olarak gelen سُبْحَانَكَ cümlesinde îcâz-ı hazif vardır. سُبْحَانَكَ ifadesi, takdiri نسبّح olan fiilin mef’ûlü mutlakıdır.
Dua manasında itiraziyye olan اللّٰهُمَّ cümlesi ıtnâb babındandır. Münada olan bu kelimedeki şeddeli مَّ, nida harfi يا ’dan ivazdır.
Aynı üslupta gelen وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ cümlesi, …دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
سَلَامٌ sözü bir görüşe göre istiaredir. Buna göre sanki mana “Cennete girdikleri sırada onlara verilecek müjde selam sözcüğü ile olacak.” tarzındadır. Buna göre سَلَامٌۚ, onların iyilik temennisi تَحِيَّتُ konumundadır. Çünkü her eve girenin verdiği ve işitilince kendisine ünsiyet edilen bir selamı bulunur. Buradaki سَلَامٌۚ ise selam vermekten (teslim) değil, esenliktendir (selamet). (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
Selam; her kötülükten selamette kalın demektir. (Ebüssuûd)
Herhalde cennet ehli bu sözleri, cennette Allah'ın yüce kudretinin eserlerini, rahmet ve şefkatinin sonuçlarını gördükleri zaman O'nu her türlü acz ve noksanlıktan tenzih ve takdis için bu sözleri söylerler. (Ebüssuûd)
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟
Mübteda ve haberden müteşekkil olan cümle, …دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا cümlesine matuftur. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Mübteda olan اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ, izafet formunda gelerek az sözle çok anlam ifade etmiştir. Muhaffefe اَنَّ ’nin dahil olduğu اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟ cümlesi, masdar teviliyle mübtedanın haberi konumundadır. Masdar-ı müevvel faide-i haber inkârî kelamdır. Şan zamirinin mahzuf olduğu cümlede الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟ cümlesi, اَنَّ ’nin haberidir. لِلّٰهِ, mahzuf habere müteallıktır. Cümlede haberin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Vahidî şöyle demiştir: Ayetteki اَنِ الْحَمْدُ kelimesindeki اَنِ, aslında أنَّ kelimesinden hafifletilmiştir. İşte bundan ötürü hafifletildiği için fiile benzemekten uzaklaştığından dolayı amel etmemiştir. Bu tıpkı şu şiirde olduğu gibidir:
اَنْ هَالِكٌ كُلُّ مَنْ يَحْضَى وَ يِتَتَعَّلُ
Durum şudur ki ister yalınayak olsun isterse ayakkabılı (nalinli) herkes yok olucudur. Bu, اَنَّهُ هَالِكٌ takdirindedir. Bazıları da bu lafzı şeddeli olarak ve “hamd” kelimesini mansûb olarak اَنَّ الْحَمْدَ şeklinde okumuşlardır. (Fahreddin er-Râzî)
اَنْ harfi آخِرِ دَعْواهم için tefsiriyyedir. (Âşûr)
اَلْحَمْدُ, kelimesinin başındaki اَل takısı istiğrak ifade ettiği için, övgüde mübalağa sanatı vardır. Hitap şeklini zenginleştirme babındandır. Çünkü hitap; lafzen haber manen emir cümlesidir. Yani “Elhamdulillah deyiniz.” demektir. Hamd’ın Allah’a mahsus olduğunu ifade eder.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
رَبّ kelimesi her ne kadar yaygın bir kullanım alanına sahip olsa da اَل takısıyla veya izafetsiz kullanıldığında bütün mevcudatın maslahatına kefil olduğundan sadece Allah için kullanılır. Ancak izafetli olduğu zaman hem Allah hem de başkaları için kullanılabilir.
الْعَالَم۪ينَ lafzının cemi gelme nedeni, kelimeye dahil olan ال takısının istiğrak ifade etmesindendir. Şayet müfred gelseydi o zaman ال ’in ahd veya cins için olduğu akla gelebilirdi. Dolayısıyla cemi gelmiş olması, ال ’in istiğrak için olduğunu belirtmektedir. (Âşûr, Enam Suresi, 45)
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ izafeti الْعَالَم۪ينَۙ için tazim ve teşrif ifade eder.
Cennet ehli, Allah'ı celâl sıfatlar ile methettikten sonra bir de ikram sıfatlarıyla methederler. Yani cennet ehlinin duaları, bu zikredilenlerden ibarettir. Zira onların gerçekleşmesini bekledikleri bir arzuları yoktur ki onu da dualarına dahil etsinler.
Ayetteki duanın, ibadet anlamında olduğunu söyleyen ve caiz görenler de vardır. Ancak cennette teklif yoktur. Yani cennet ehlinin ibadeti, tesbih (tenzih) ve hamdden ibarettir. Bunlar ise aslında ibadet için değil lezzet almak içindir. (Ebüssuûd)
Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı bulunan رَبُّ ve اللّٰهُ isimlerinin zikri tecrîd sanatıdır.
Allah lafzı ile birlikte Rabb isminin de geçmesi; Rabbin sadece Allah olduğunu ifade eder. Çünkü burada cümlenin iki rüknü de marife olarak gelmiş ve kasr üslubu oluşmuştur.
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ lafza-i celâl için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
دَعْوٰيهُمْ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
تَحِيَّتُهُمْ - سَلَامٌۚ ,سُبْحَانَكَ - الْحَمْدُ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ - سَلَامٌ - الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟ ifadeleri cennetliklerin sözleridir.
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّٰهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ اِلَيْهِمْ اَجَلُهُمْۜ فَنَذَرُ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْ | ve eğer |
|
2 | يُعَجِّلُ | acele verseydi |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | لِلنَّاسِ | insanlara |
|
5 | الشَّرَّ | kötülüğü |
|
6 | اسْتِعْجَالَهُمْ | acele istemeleri gibi |
|
7 | بِالْخَيْرِ | iyiliği |
|
8 | لَقُضِيَ | hemen bitmiş olurdu |
|
9 | إِلَيْهِمْ | onların |
|
10 | أَجَلُهُمْ | süreleri |
|
11 | فَنَذَرُ | böyle bırakırız |
|
12 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
13 | لَا |
|
|
14 | يَرْجُونَ | ummayanları |
|
15 | لِقَاءَنَا | bize kavuşmayı |
|
16 | فِي |
|
|
17 | طُغْيَانِهِمْ | taşkınlıkları içinde |
|
18 | يَعْمَهُونَ | bocalar bir halde |
|
Bu iki âyet bize insanı tanıtmakta; onun tabiatı, eğilim ve zaafları konusunda önemli bilgiler vermekte, fıtratında din duygusu da bulunduğu halde bunu körelten ve yaratıcıyı inkâr yoluna sapanlara Allah’ın nasıl muamele ettiğini açıklamaktadır. Bütün peygamberlere ve müminlere karşı inkârcıların tipik bir tepkisi, “Dedikleriniz doğruysa Allah bizi hemen cezalandırsın” cümlesiyle ifade edilebilir. Halbuki Allah’ın irade ve kararı, bu dünyada kendisine inansın inanmasın bütün insanlara maddî nimetlerini belirli bir davranışa bağlı olarak değil, kendi dilediği biçimde hemen vermek, inkâr ve isyan edenlerin cezasını ise âhirete ertelemektir. Böyle yapmasa da inkârcılara bu dünyada nimetlerini verdiği gibi hak ettikleri ve hemen uygulanmasını istedikleri cezalarını da ertelemeden hemen verseydi ilk günahlarından itibaren hem onların hem de imtihan dünyasının sonu gelirdi; çünkü sonuçları açıklandıktan sonra imtihanın anlamı kalmaz.
İnkârcıların bir başka davranışı da sıkıştıkları zaman Allah’ı hatırlamaları, O’na sığınmaları, üstesinden gelemedikleri ağır yük ve musibetleri kaldırması için şuurlarının derinliklerinden veya açıkça Allah’a yakarmaları, sıkıntı geçer geçmez tekrar inkârcılıklarına dönmeleridir. Ama marifet, makbul olan iman ve kulluk, iyi ve kötü, zararlı ve faydalı, geniş ve dar, acı ve tatlı her durumda Allah’ı hatırlamak, ibadet, dua, tövbe, hamd, şükür gibi davranışlarla O’na yönelmektir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 88
Riyazus Salihin, 1500 Nolu Hadis
Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kendinize beddua etmeyiniz; çocuklarınıza beddua etmeyiniz; mallarınıza da beddua etmeyiniz. Dileklerin kabul edildiği zamana denk gelir de Allah bedduanızı kabul ediverir.”
(Müslim, Zühd 74. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 27 )
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّٰهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ اِلَيْهِمْ اَجَلُهُمْۜ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.
يُعَجِّلُ şart fiili olup merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
لِلنَّاسِ car mecruru يُعَجِّلُ fiiline müteallıktır.
الشَّرَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اسْتِعْجَالَهُمْ mef’ûlu mutlaktan naibdir. Muzâf hazf edilmiştir. Takdiri, تعجيلا مثل استعجالهم بالخير şeklindedir.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بِالْخَيْرِ car mecruru اسْتِعْجَالَهُمْ ’e müteallıktır.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır. قُضِيَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir.
اِلَيْهِمْ car mecruru قُضِيَ fiiline müteallıktır.
اَجَلُهُمْ naib-i fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَنَذَرُ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
فَ : Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَذَرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muzari fiillerin (أَنَا – أَنْتَ – نَخْنُ...) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. (هُوَ - هِيَ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَرْجُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لِقَٓاءَنَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ي طُغْيَانِهِمْ car mecruru يَعْمَهُونَ۟ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَعْمَهُونَ۟ fiili نَذَرُ fiilinin mef’ûlünden hal olarak mahallen mansubtur. Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْمَهُونَ۟ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّٰهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ اِلَيْهِمْ اَجَلُهُمْۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesi يُعَجِّلُ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bu cümle, Yunus Suresi 7. ayetteki إنَّ الَّذِينَ لا يَرْجُونَ لِقاءَنا cümlesine matuftur. (Âşûr)
Atıf harfinin bu ayetin başında gelmesi, belâgat ilmine göre ifadenin önceki ayete olan atfındaki hususiyeti ve önceki ifadeyle olan irtibatındaki güçlülüğü ifade eder. İşte bu şekilde ayetin, ayet grubu içerisindeki konumunun uygunluğu belirtilmiş olur. (Âşûr)
Muzari fiiller hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder ve tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek onu etkiler.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikredilmesinde tecrîd sanatı vardır.
Rabıta harfi لَ ile gelen لَقُضِيَ اِلَيْهِمْ اَجَلُهُمْ cümlesi, şartın cevabıdır. Müspet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil hudûs, sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
Car-mecrur اِلَيْهِمْ, siyaktaki önemine binaen faile takdim edilmiştir.
الْخَيْرِ - الشَّرَّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يُعَجِّلُ - اسْتِعْجَالَهُمْ - اَجَلُهُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müfessir dil ve belâgat kurallarını işleterek ayetin ilk bölümünün aslında şu içerikte olduğunu belirtir: “Allah, iyiliği çabucak istediklerinde -istedikleri iyiliği hemen vermesi- gibi kötülüğü de insanlara süratle vermiş olsaydı.” Aslında ayetin beklenen yapısı şöyledir: لََوْ يُعَجِّلُ اللّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ تعجيله لهم الخي
Müfessir ayette her iki kullanımda da تعجيل fiilinin kullanımı beklenirken yaşanan bab değişikliğini göstermektedir. Bu farklılık ise hayır dileklerini kabulde Allah’ın kullarını bekletmediğini hissettirir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 320)
Ayetin lafzında şöyle bir ihtilaf bulunmaktadır: Cenab-ı Hakk, تَعْجِيل fiiline nasıl اِسْتَعْجَلَ fiiliyle mukabele etmiştir? O'nun, تَعْجِيل fiiline تَعْجِيل, bir diğer fiil olan اِسْتَعْجَلَ fiiline de اِسْتَعْجَلَ ile mukabele etmesi gerekmez miydi?
Keşşâf sahibi şöyle cevap vermektedir: “Bu ifadenin aslı, ‘Şayet Allah Teâlâ, hayrı insanlara hızlandırdığı gibi (ta'cîl), şerri de hızlandırsaydı (...)’ şeklindedir. Fakat Cenab-ı Hakk'ın onlara hemen icabet ettiğini, isteklerini hemen yerine getirdiğini üstü kapalı bir şekilde anlatmak için burada isti'câl, ta'cîl yerinde kullanılmıştır. Böylece onların hayrı istemeleri, (isti'câlleri) onlar için âdeta bir ta'cil (arzularının yerine getirilmesi) olarak ifade edilmiştir.” (Fahreddin er-Râzî
الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ cümlesinde mücmel ve müekked teşbih vardır. Şer ve hayr kelimeleri arasında da tıbâk sanatı vardır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Zuhaylî’nin belirttiğine göre ayetteki اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ (acele hayra kavuşmak istedikleri gibi) sözünde teşbih-i müekked mücmel vardır.
Acelecilik insanın mizacında vardır. İnsan daima hayırda acele eder, zira hayrı sevmektedir. Öfke anında, ahmaklık yaptığı ve canı sıkıldığı zaman da şerde acele eder. Allah insanların hayrı acele olarak istedikleri gibi şerri istemeleri durumunda da dualarını kabul etmekte hızlı ve acele davransaydı (istediklerini hemen verseydi) hepsi öldürülüp helak edilirlerdi. Fakat Allah lütfuyla mühlet vermektedir. (Zuhaylî, c. VI, s.125-126-127)
فَنَذَرُ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Cümle, takdiri …لو يعجّل اللَّه الشرّ للناس لأهلكهم، لكننا نمهلهم فنذر (Allah insanların şerri konusunda acele etseydi onları helak ederdi, ancak Biz onlara mühlet veriyoruz ve bırakıyoruz.) olan mukadder istinafa فَ ile atfedilmiştir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede mef’ûlün ism-i mevsûlle gelmesi bahsedilen kişilerin bilinen bir grup olduğunu belirtmesi yanında bu kişilere tahkir ifade eder.
İsm-i mevsûlün sılası olan …لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لِقَٓاءَنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan لِقَٓاءَ, şan ve şeref kazanmıştır.
لِقَٓاءَنَا izafetindeki نَا zamiri Allah’a ait azamet zamiridir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 421)
ف۪ي طُغْيَانِهِمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla طُغْيَانِ, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü طُغْيَانِ hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Bu kimselerin azgınlığın içine ne kadar çok daldıklarına işaret etmek için bu üslup kullanılmıştır.
يَعْمَهُونَ۟ cümlesi فَنَذَرُ fiilinin mef’ûlunden haldir. Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal, ıtnâb babındandır.
طُغْيَانِهِمْ izafeti, hem muzâfı hem de muzâfun ileyhi tahkir içindir.
Önceki cümledeki Allah lafzından, bu cümlede azamet zamirine iltifat edilmiştir.
طُغْيَانِهِمْ - يَعْمَهُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَعْمَهُونَ - لَا يَرْجُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِه۪ٓ اَوْ قَاعِداً اَوْ قَٓائِماًۚ فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَٓا اِلٰى ضُرٍّ مَسَّهُۜ كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِف۪ينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذَا | ve ne zaman ki |
|
2 | مَسَّ | dokunduğunda |
|
3 | الْإِنْسَانَ | insana |
|
4 | الضُّرُّ | bir darlık |
|
5 | دَعَانَا | bize dua eder |
|
6 | لِجَنْبِهِ | yan yatarken |
|
7 | أَوْ | veya |
|
8 | قَاعِدًا | otururken |
|
9 | أَوْ | yahut |
|
10 | قَائِمًا | ayakta |
|
11 | فَلَمَّا | ancak |
|
12 | كَشَفْنَا | giderdiğimizde |
|
13 | عَنْهُ | ondan |
|
14 | ضُرَّهُ | darlığını |
|
15 | مَرَّ | hareket eder |
|
16 | كَأَنْ | gibi |
|
17 | لَمْ |
|
|
18 | يَدْعُنَا | bize dua etmemiş |
|
19 | إِلَىٰ |
|
|
20 | ضُرٍّ | darlıktan dolayı |
|
21 | مَسَّهُ | kendisine dokunmuş olan |
|
22 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
23 | زُيِّنَ | süslü gösterilmiştir |
|
24 | لِلْمُسْرِفِينَ | aşırıya gidenlere |
|
25 | مَا | şeyler |
|
26 | كَانُوا | oldukları |
|
27 | يَعْمَلُونَ | yapıyor(lar) |
|
جنب Cenebe : جَنْبٌ kelimesinin aslı bir organdır (yan/böğür) ve çoğulu جُنُوبٌ şeklinde gelir. جَنْبٌ yön olarak yan taraf şeklinde istiare edilmiştir. Nisa 4/36 ayeti kerimesinde جَنْبٌ yan komşu anlamında gelmiştir. جَنَبَ ve أجْنَبَ fiilleri uzaklaştırdı ve kenara koydu demektir. İftial babındaki إجْتَنَبَ ise terk etmek demek olan تَرَكَ fiilinden daha beliğdir. Cünüplüğün bu kökle ifade edilmesinin nedeni bu durumun fıkhi olarak namazdan uzak durmaya sebep olmasıdır. Son olarak جَنْبٌ mastarından türetilen fiil iki şekilde kullanılır: Birisi bir şeyin yanından ayrılarak, uzaklaşarak gitmek; diğeri bir şeye doğru gitmektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 33 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri cünüp, cenub, cânip, cenâbet, ecnebî, içtinab ve Cenâb’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
كشف Keşefe : كَشَفَ fiili yüzden veya başka yerinden kendini örten örtüyü/elbiseyi kaldırmaktır. Aynı anlamda كَشَفَ غَمُّهُ tabiri Allah onun gamını, kederini giderdi şeklinde kullanılır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 20 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri keşif, kâşif, keşşaf, istikşaf ve inkişaftır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِه۪ٓ اَوْ قَاعِداً اَوْ قَٓائِماًۚ
وَ atıf harfidir.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. إِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا)’dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a. (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b. (إِذَا)’nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c. Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَسَّ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَسَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْاِنْسَانَ mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الضُّرُّ fail olup lafzen merfûdur.
Şartın cevabı دَعَانَا لِجَنْبِه۪ٓ ’dir. دَعَانَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
لِجَنْبِه۪ٓ car mecruru دَعَانَا ’daki failin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep, عَلَى harf-i cerinin yerine gibi manalar kazandırabilir. Burada عَلَى harf-i cerinin yerine kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَاعِداً اَوْ قَٓائِماً kelimeleri atıf harfi اَوْ ile mahzuf hale matuftur.
قَاعِداً kelimesi sülâsî mücerred olan قعد fiilinin ism-i failidir.
قَٓائِماً kelimesi sülâsî mücerred olan قوم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَٓا اِلٰى ضُرٍّ مَسَّهُۜ
فَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
كَشَفْنَا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَشَفْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
عَنْهُ car mecruru كَشَفْنَا fiiline müteallıktır.
ضُرَّهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şartın cevabı مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَٓا ’dır. مَرَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
كَاَنْ şeddeliden tahfif edilmiştir. İsmi mahzuftur. Takdiri, كأنّه şeklindedir. لَمْ يَدْعُنَٓا cümlesi كَاَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
Şan zamirleri: Müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs zamiri)nde kendisine dikkat çekilmek istenen bir iş için kullanılır. İkisine birden iş zamiri denir.
Müzekkerine > zamir-i şan (هُوَ – هُ)
Müennesine > zamir-i kıssa (هِيَ – هَا)
Not: Zamirler normalde kendinden önceki ismi açıklarken, zamir-i şan/kıssa ise kendinden sonraki kısma dikkat çeker.
Şan zamiri, “Benden sonra bir cümle gelecek; gelecek olan o cümle çok önemli” mesajı verir.
İş zamirleri üçe ayrılır:
- Munfasıl (ayrı iş zamirleri >هُوَ – هِيَ) mübteda olarak kullanılır.
- Muttasıl (bitişik iş zamirleri >ىهُ – هَا) huruf-u müşebbehe bi’l fiil veya ef’ali kulûb ile kullanılır.
- Mahzuf iş zamiri (hazf olmuş iş zamiri) كَأَنَّ، أَنَّ، إنَّ ’nin muhaffefleri olan كَأَنْ ,أَنْ ,إِنْ’den sonra hazf edilmiş olarak gelir.
İş zamirlerinin özellikleri:
1. İş zamirinin haberi cümle olur. (Müfred olmaz)
2. İş zamiri munfasıl olduğunda mübteda olur.
3. Muttasıl olduğunda ya huruf-u müşebbehe bi’l fiilin ismi yahut ef’ali kulûb’un birinci mef’ûlu olur.
4. İş zamirleri kendisinden sonraki kısma dikkat çekmek için kullanılır.
5. Sadece müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirlerinde kullanılır. Tesniye ve cemi sıygaları kullanılmaz.
6. İş zamirinin haberi isminin önüne geçmez.
7. Haberde iş zamirine ait bir zamir bulunmaz.
8. İş zamirinden sonra gelen cümleye tefsir cümlesi de denir. Bu cümlenin îrabdan mahalli vardır. Halbuki diğer tefsir cümlelerinin îrabdan mahalli yoktur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Hafifletilmiş olan كَأَنْ aynı كَأَنَّ gibi isim cümlesinin başına gelir.
İsmi mahzuf şan zamiri, haberi de isim veya fiil cümlesi olur. Eğer müspet (olumlu) fiille başlayan fiil cümlesi olursa başına قَدْ, menfi (olumsuz) cümle olursa لَمْ gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَدْعُنَٓا fiili illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir.
Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
اِلٰى ضُرٍّ car mecruru يَدْعُنَٓا fiiline müteallıktır.
مَسَّهُ cümlesi ضُرٍّ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
مَسَّهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِف۪ينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) demektir. Bu ibare, amili زُيِّنَ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri, تزيينًا مثلَ ذلك زُيِّن للمسرفين (müsrifler için süslendiği gibi süsleyerek) şeklindedir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
زُيِّنَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. لِلْمُسْرِف۪ينَ car mecruru زُيِّنَ fiiline müteallıktır.
مَا ve masdar-ı müevvel, naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
كَانَ isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَعْمَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
زُيِّنَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Tef’il babındandır. Sülâsîsi زين ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِه۪ٓ اَوْ قَاعِداً اَوْ قَٓائِماًۚ
وَ atıftır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ, şart cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede mef’ûl olan الْاِنْسَانَ, konudaki önemine binaen faile takdim edilmiştir.
مَسَّ الْاِنْسَانَ الضُّرُّ ifadesinde isnadın الضُّرُّ ’ya olması aklî mecazdır. Aynı zamanda cümlede tecessüm sanatı vardır.
ف۪ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi …دَعَانَا لِجَنْبِه۪ٓ اَوْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden meydana gelen terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لِجَنْبِه۪ٓ اَوْ قَاعِداً اَوْ قَٓائِماًۚ şeklinde ihtimallerin hepsi sayılarak taksim sanatı yapılmıştır.
قَاعِداً - قَٓائِماًۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قَاعِداً - قَٓائِماًۚ - جَنْبِه۪ٓ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Müfessirlerden bazıları, الإنْسانِ kelimesinde elif lamın ahd için olduğunu söylemiştir. (Âşûr)
أوْ قاعِدًا أوْ قائِمًا dua edilen haller hakkında yapılan genelleme ve tamamlama içindir. Çünkü ayette görülen ıtnâb sanatı, işte bu dua pozisyonlarının çokluğunu temsil içindir. Yani (o kişi) bize bulunduğu her pozisyon ve durumda dua etti, hiçbir şey onu bize yalvarmaktan, dua etmekten alıkoymadı demektir. (Âşûr)
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَٓا اِلٰى ضُرٍّ مَسَّهُۜ
فَ atıf harfi, لَمَّا cümleye muzâf olan şart manalı zaman zarfıdır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...كَشَفْنَا, müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi مَرَّ كَاَنْ لَمْ يَدْعُنَٓا اِلٰى ضُرٍّ مَسَّهُ de mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Teşbih ve tekid harfi muhaffef كَاَنْ ’in dahil olduğu cümlede, îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَاَنْ ’in takdiri هُ olan ismi mahzuftur. Haberi olan لَمْ يَدْعُنَٓا اِلٰى ضُرٍّ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade eden مَسَّهُۜ cümlesi, ضُرٍّ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Bu ilâhî kelam, o sıfatı taşıyan bazı fertleri itibariyle cinsi (bütün insanları) o sıfatla vasıflandırmak kabilindendir. (Ebüssuûd)
Nasıl ki bir kimse nimet elde ettiğinde o nimeti verenle değil de nimetle meşgul oluyorsa, bela ve sıkıntı esnasında da o belaya düçar kılanla değil bela ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de devamlı olarak bir bela içindedirler. Bela esnasında, onun bir bela içinde bulunduğunda bir şüphe yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi sırasında onun, o nimetlerin yok olmasına dair duyduğu endişeler bela çeşitlerinin en kuvvetlisi olur. Böylece her ne zaman nimet daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa onun kaybedilme korkusu da eziyet cihetinden o nispette şiddetli; ürküntü verme cihetinden de o nispette güçlü olur. Nimet verenle, belaya müptela kılan aynı olunca o kimsenin bakışları devamlı olarak aynı gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da değişmekten münezzeh ve berî olur. Kim böyle olursa bela ve nimet geldiği zamanlarda mutluluklar deryasına dalmış ve nihai mükemmelliklere ulaşmış olur.
Bu tür beyanlar, sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur. (Fahreddin er-Râzî)
Nazm adlı eserin sahibi şöyle demektedir: “Cenab-ı Hakk'ın, وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ
ifadesindeki اِذَا gelecek manasını ifade için konulmuş bir edattır. Daha sonra Cenab-ı Hakk, فَلَمَّا كَشَفْنَا ‘Açıp giderdik mi…’ buyurmuştur ki bu ifade mazi ifadesidir. Binaenaleyh, ayetin bu nazmı, ayetin manasının geçmişte böyle olduğuna, gelecekte de aynı şekilde olacağına delalet eder. O halde ayette istikbal ifade eden fiiller istikbal manasına; mazi fiili de mazi manasına delalet eder.” Ben derim ki aklî delil de bu manaya uygun olup bunu destekler. Çünkü insan, zayıf, aciz ve sabrı az olarak yaratılmıştır. Yine insan gururlu, şımarık, unutkan, inatçı ve asi olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh onun başına bir bela geldiğinde acziyeti ve zayıflığı onu çokça dua etmeye, yalvarıp yakarmaya, huşû, hudû ve boyun eğme vasfını açığa çıkarmaya sevk eder. Başındaki sıkıntı yok olup rahata kavuştuğu zaman kendisine unutkanlık hakim olur da böylece Allah'ın kendisine olan lütfunu unutur, haddi aşma, azgınlık ve taşkınlık, küfür ve açıktan inkâr içine düşer. İşte bütün bu durumlar, onun tabiatının ve karakterinin bir neticesi ve yaratılışının ayrılmaz bir vasfıdır. Netice olarak diyebiliriz ki bu zavallılar mazeretleri olmadıkları halde mazurdurlar. (Fahreddin er-Râzî)
ضُرٍّ ’deki tenvin nev, kesret ve tahkir ifade eder.
كأنّ, çoğunlukla teşbih için kullanılır. Bu da haberin camid olduğu durumlardır. Ama bu ayette olduğu gibi haberi müştak olursa; genellikle teşbih ifade etmez. Haberin vuku bulacağına zan ifade eder. Bu harfi müşebbeh ve müşebbehün bih takip eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
دَعَانَا - يَدْعُنَٓا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ضُرٍّ - مَسَّهُۜ - اَوْ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
لَمَّا - اِذَا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
İnsana dokunan sıkıntının yatarken, otururken ve ayaktayken şeklinde üç çeşidi zikredilmiştir. Bu üslup taksim sanatıdır. Yatarken bile dua etmesi, o sıkıntının aklından bir an bile çıkmadığını gösterir.
Bu yüzden فَلَمّا كَشَفْنا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ cümlesi, tefri’ ile ondan önceki kısımdan ayrıştırılmıştır. Çünkü bu tefri’ den maksat, tefri’ edilen ilk durumun, onu takip eden sonraki durum olmasa da övülen, methedilen bir durum olduğunu/olacağını ortaya koymaktır. (Âşûr)
Keşf; üzerinde bir örtü olan şeyi ortaya çıkarmaktır. Mutlak yani kayıtsız olarak herhangi bir şeyi izale etmek manasında kullanılması yaygındır. Itlak alakasıyla mecaz-ı mürsel olarak veya izale edilen bir şeyi örtülü bir şeyin açılmasına benzeterek istiare olarak da kullanılır. (Âşûr)
كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِف۪ينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ, mahzuf bir mef’ûlü mutlaka müteallıktır. Takdiri, …تزيينا كذلك التزيين للمؤمنين [Müminler için süslendiği gibi süsleyerek…] şeklindedir.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki isti’mali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
… زُيِّنَ لِلْمُسْرِف۪ينَ cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
زُيِّنَ fiilinin naib-i faili konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası كَانُوا يَعْمَلُونَ şeklinde كَانَ ’nin dahil olduğu, sübut ifade eden isim cümlesidir.
كَاَنْ - كَانُو kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır.
Bu ayette anlatılan şekilde davrananlar müsrif olarak isimlendirilmiştir. Âl-i İmran Suresi 191’e iktibas vardır.
İsraf; övgüye değer olmayan bir şeyde aşırıya ve çok fazlaya kaçmaktır. O halde burada müsriften maksat kâfirlerdir. المُسْرِفِينَ lafzının seçilmesi küfürlerindeki mübalağaya delalet etmek içindir. Ve المُسْرِفِينَ kelimesindeki tarif onlar hakkında konuşanları ve başkalarını da kapsaması için istiğraktır. (Âşûr)
O kötü sıfatları taşıyanlar müsrif olarak tavsif edilmiştir. Çünkü Allah, insanın malik olduğu bütün kuvvetleri ve duyguları, yerinde harcamak ve salih amel işlemek yolunda kullanmak için bahsetmiştir. Onlar ise bu sermayelerini gereksiz yerlere harcamış, sermayelerini açıkça israf ederek tüketmişlerdir. (Ebüssuûd)
كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِف۪ينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesi daha önce gelen cümleyi ve diğerlerini kapsayan tezyîl cümlesidir. Yani “İşte şeytanî tezyin böyle bir tezyindir ki onlara zikredilen misaldeki gibi geçmiş zamanlarında yaptıkları amelleri ve onun gibi nice yanılgılarını (sapkınlıklarını) güzel göstermiştir.” manasındadır. (Âşûr)
Burada yaptıkları davranışların كانُوا lafzıyla ifade edilmesi, fiillerin geçmiş zamanda vuku bulduğuna delalet eder. İşte bu yüzden şart cümlesinde de cevap cümlesinde de, bunlara atfedilen cümlelerde de hep mazi fiiler getirilmiştir. Çünkü geçmiş zamanda var olan bu durumları tescilli olduğundan, gelecekte aynı durumla karşılaşıldığında içlerinden kimilerinin bu ayetten ibret/ders alarak bu hataya tekrar düşmemesi veya hakikati fark etmesi umulur. (Âşûr)
Tebei istiare yoluyla zarar, aniden ortaya çıkan düşmana benzetilmiştir. Aniden çıkan düşman için onu aniden ortaya çıkaran ve def edecek zata dua edilir. (Âşûr)
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُواۙ وَجَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُواۜ كَذٰلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَقَدْ | ve andolsun |
|
2 | أَهْلَكْنَا | helak ettik |
|
3 | الْقُرُونَ | nice nesilleri |
|
4 | مِنْ |
|
|
5 | قَبْلِكُمْ | sizden önce |
|
6 | لَمَّا |
|
|
7 | ظَلَمُوا | haksızlık ettiklerinden |
|
8 | وَجَاءَتْهُمْ | kendilerine geldiği halde |
|
9 | رُسُلُهُمْ | peygamberleri |
|
10 | بِالْبَيِّنَاتِ | apaçık delillerle |
|
11 | وَمَا |
|
|
12 | كَانُوا |
|
|
13 | لِيُؤْمِنُوا | ve iman etmeyecekleri için |
|
14 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
15 | نَجْزِي | cezalandırırız |
|
16 | الْقَوْمَ | topluluğunu |
|
17 | الْمُجْرِمِينَ | suçlular |
|
İnsanın yaratılış amacı doğrultusunda geçen tarihi özetleniyor: Arka arkaya nesiller, peygamberlerin çağrılarına muhatap olan ümmetler gelip geçiyor, inkâr ve isyan yolunu seçenler helâk edilip tarih sahnesinden çekiliyor, yerlerine başkaları geliyor. Şimdi de son peygamberin ümmeti aynı imtihana tâbi tutuluyor. Çağrıya uyanlar icâbet ümmeti, çeşitli bahanelerle çağrıya karşı direnenlerse, “davet edilmiş ve edilmekte olanlar” mânasında davet ümmeti olarak nöbetlerini geçirmiş oluyorlar. İmtihanın iki temel konusu tevhid ve adalettir. Tevhid inancına sadık kalan ve adalete riayet edenler imtihanı kazanmış, kendilerine tahsis edilen yurdun, oradaki hayatın ve nimetlerin hakkını vermiş olacaklar; buna karşılık şirke ve zulme sapanlar ise kısmen dünyada, eksiksiz olarak da âhirette bunun cezasını çekeceklerdir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 90
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُواۙ
وَ atıf harfidir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
اَهْلَكْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
الْقُرُونَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مِنْ قَبْلِكُمْ car mecruru اَهْلَكْنَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
ظَلَمُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ظَلَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, لمّا ظلموا أهلكناهم şeklindedir.
اَهْلَكْنَا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi هلك ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin ( imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَجَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُواۜ
Cümle قَدْ takdiriyle hal olarak mahallen mansubtur. وَ haliyyedir.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal mazi fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müsbet (olumlu) mazi fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “وَقَدْ” gelir. Bazen sadece و gelir. Nadiren و’sız gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَٓاءَتْهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir.
Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
رُسُلُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamiri هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِالْبَيِّنَاتِ car mecruru جَٓاءَتْهُمْ fiiline müteallıktır. اَلْبَيِّنَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُٓوا fiiline dahil olan لِ, lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, كَانُوا ’nun mahzuf haberine müteallıktır.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤْمِنُٓوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُٓوا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin ( imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
كَذٰلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِم۪ينَ
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) demektir. Bu ibare, amili نَجْزِي olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri, جزاءً مثلَ ذلك نجزي (Bunun benzeri bir cezayla cezalandırırız.) şeklindedir.
ذا işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
نَجْزِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
الْقَوْمَ mef’ûlun bih olup nasb alameti fethadır. الْمُجْرِمِينَ sıfat olup nasb alameti ى harfidir.Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُجْرِم۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُواۙ
وَ atıf harfi, لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır. قَدْ ve لَ tekid edilmiş cevap cümlesi …لَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Hitap, Mekke halkına yöneliktir. Tekidi ile beraber yeminle başlayan hitabın Mekke halkına çevrilmesi, tehdidi daha da ağırlaştırmak içindir.
Burada vurgulanmak istenen gerçek şudur: O eski kavimler, peygamberleri kendilerine, doğruluklarına delalet eden, yalanlanması imkânsız apaçık deliller getirdikleri halde iman etmediler; peygamberleri yalanladılar, azgınlık ve dalalete devam ettiler; Biz de geciktirmeden onları helak ettik. (Ebüssuûd, Âşûr)
Ve bu ayet, onların misallerinin ne olduğu konusunda bir tehdit ve bir öğüttür. (Âşûr)
Tehdit ve korkuyu vurgulamak için kasem lam-ı ve tahkik için gelen قَدِ ile cümleyi kuvvetlendirmiştir. (Âşûr)
Keşşâf sahibi şöyle demektedir: لَمَّا kelimesi اَهْلَكْنَا fiilinin zarfı; وَجَاءَتْهُمْ ifadesindeki وَ da haliyye vavıdır. Buna göre mana: “Peygamberleri onlara, kendilerinin sıdklarına dair delil ve şahitler getirdiği halde onlar yalanlayarak zulmetmişlerdi.” şeklinde olur. Peygamberlerinin getirdiği deliller ise onların mucizeleridir. Cenab-ı Hakk'ın, وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا [imana gelmedikleri için] ifadesinin, ظَلَمُوا [zulmettiler] ifadesine atıf olması caiz olduğu gibi bunun bir itiraziyye cümlesi olması da caizdir. لِيُؤْمِنُوا kelimesinin başındaki lam da olumsuzluğu tekid için gelmiştir. Bu, “Allah, onların küfürlerinde ısrar edeceklerini biliyordu.” demektir. İşte bu, Allah'ın onları sırf peygamberlerini tekzip etmelerinden dolayı helak ettiğine delalet eder. Binaenaleyh O, tıpkı bunun gibi her günahkârı cezalandırır. Bu ifade, Allah'ın Resulünü yalanlamalarından dolayı Mekkeliler için bir tehdittir. (Fahreddin er-Râzî)
Şart manalı zaman zarfı لَمَّا ’nın dahil olduğu ظَلَمُواۙ mazi fiil cümlesi, cevabı mahzuf şart fiilidir. Takdiri, أهلكناهم (Onları helak etmiştik.) olan cevap cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Şart ve cevap cümlelerinden meydana gelen terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ [Sizden önceki nice köyleri helak ettik.] الْقُرُونَ yerleşim yerleri demektir. Asıl helak edilen köyler değil oradaki halktır. Hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
القُرُونُ kelimesi قَرْنٍ ’ın çoğuludur ve aslında uzun zaman demektir. القُرُونُ ile murad edilen o zamanda yaşayan halktır. (Âşûr)
الْقُرُونَ [nesiller]’den murad, Nuh kavmi, Ad kavmi gibi eski kavimlerdir. (Ebüssuûd)
وَجَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُواۜ
وَ ’la gelen cümle haldir. قَدْ harfi takdir edilmiştir. Cümlenin ظَلَمُواۙ cümlesine matuf olduğu da söylenmiştir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا cümlesi ظَلَمُواۙ cümlesine matuftur. Menfi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لِيُؤْمِنُوا cümlesine dahil olan لِ, cümleyi gizli bir أن ’le sebep bildiren masdara çevirmiştir. Masdar-ı müevvel, cer mahallinde كَان ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
لِيُؤْمِنُوا - رُسُلُهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَجَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ : Bir cümlede fail âkil, cem’i müzekker-i gayr-i salim veya cem’i müennes-i gayr-i salim ise fiil müzekker veya müennes kılınabilir. (Ahmet Şimşek, Arap Dilinde Müzekkerlik ve Müenneslik Uyumu )
“Resulleri kendilerine beyyineler (apaçık delil, mucize) getirdikleri halde” ifadesi, o kâfirlerin zulümde ne kadar aşırı gittiklerini ve büyüklük tasladıklarını gösterir. (Ebüssuûd)
كَذٰلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِم۪ينَ
İstînâfiyye veya itiraziyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَذٰلِكَ, mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakına müteallıktır. Amili نَجْزِي ’dir. Takdiri, جزاءً مثلَ ذلك نجزي (Bunun benzeri bir cezayla cezalandırırız.) şeklindedir.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, c. 5, Duhan Suresi 28, s. 101)
Cümle müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
“Günahkârlar toplumunu böyle cezalandırırız.” bütün günahkârları böyle cezalandırırız yahut sizi böyle cezalandırırız. Zamirin yerine zahir ismin gelmesi günahlarının kemâle erdiğini ve onların bu konuda tanınır olduklarını bildirmek içindir. (Beyzâvî)
كَذَلِكَ نَجْزِي القَوْمَ المُجْرِمِينَ cümlesi tezyîldir. (Âşûr)
القَوْمَ المُجْرِمِينَ kelimesindeki tarif, istiğrak içindir. Böyle olunca geçmiş nesilleri ve muhatapları kapsar. Bu, onların başlarına gelenlerin kendi başlarına geleceğine dair Kureyş'e bir uyarıdır. Günahkârlıktan kastedilen ise en uç nokta olan şirktir. (Âşûr)
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَٓائِفَ فِي الْاَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَٓائِفَ فِي الْاَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
ثُمَّ : Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani aralıklarla zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
جَعَلْنَاكُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَٓا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. خَلَٓائِفَ ikinci mef’ûlun bih olup lafzen mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi üç şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek,
2. Bir halden başka bir hale geçmek,
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette bir halden başka bir hale geçmek manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي الْاَرْضِ car mecruru خَلَٓائِفَ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır.
مِنْ بَعْدِ car mecruru جَعَلْنَاكُمْ ’e müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَعْدَ ve قَبْلَ ’nin geliş şekilleri şöyledir:
1. Başlarına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduklarında mansubdurlar.
2. Muzâf olup başlarına harf-i cer geldiğinde mecrur olurlar.
3. Cümleye muzâf olduklarında cümlenin başında اَنْ bulunur.
4. Muzâfun ileyhleri hazf edilince damme üzere mebni olurlar.
Ayette بَعْدَ muzâf olup başına harf-i cer geldiği için mecrurdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِ harfi, نَنْظُرَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte جَعَلْنَاكُمْ fiiline müteallıktır.
نَنْظُرَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
كَيْفَ istifham ismi, تَعْمَلُونَ fiilinin hali olarak mahallen mansubdur.
تَعْمَلُونَ muzari fiil نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَٓائِفَ فِي الْاَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
Ayet, önceki ayette istînâf olan mahzuf kasem cümlesine matuftur.
Halife kılmaktan maksat, salih amellerin güzelliklerinin ortaya çıkmasıdır. Kötü ameller ise halife kılınmanın amacına aykırı olup helak sebebidir. (Ebüssuûd)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümle أهْلَكْنا ’ya atfedilmiş, ثُمَّ harfi ise iki zaman arasındaki uzaklığı ifade etmiştir. Yani, yeryüzünde sizi onların yerine getirdik (var ettik). Burada ثُمَّ harfi, rütbeten terahi ifade eder. Çünkü onları öncekilere halef yapmak, lütuf ve cömertliğini göstermesi ve geçmişi telafi etmek bakımından önceki nesilleri helak etmesinden daha önemlidir. (Âşûr)
الأرْضِ ile kastedilen Arap beldeleridir. Kelimenin ال ile marifeliği ise ahd içindir. Çünkü bu ayetin muhatapları; kendilerinden önce gelen Ad, Semud, Tasm, Cedis ve Cürhüm kabilelerinin yerlerini almışlardır. (Âşûr)
لِنَنْظُرَ cümlesine dahil olan لِ, cümleyi gizli أن ’le sebep bildiren masdara çevirmiştir. Masdar-ı müevvel, cer mahallinde جَعَلْنَاكُمْ fiiline müteallıktır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Allah Hakkında نْظُرَ Tabirinin Kullanılması:
Birinci soru: İçinde, mukabele, bir şeyin karşısında bulunma manası olduğu halde نْظُرَ fiilinin Allah hakkında kullanılması nasıl caiz olmuştur?
Cevap: نْظُرَ (baktı) lafzı, kendisine bir şüphenin arız olamayacağı, gerçek ve hakiki ilim hakkında istiare yoluyla kullanılmış ve bu ilim, bakanın bakışına, görüp müşahede edenin de görmesine teşbih edilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Zeccâc şöyle demiştir: “Ayetteki كَيْفَ kelimesi îrab bakımından mahallen mansub olup onu تَعْمَلُونَ fiili nasb etmiştir (yani o, bu fiilin mef'ûlüdür). Zira bu lafız bir istifham edatı değil harftir. İstifham edatında, kendinden önce bulunan kelimeler amel edemezler. Eğer sen, لِنَنْظُرَ خَيْرًا تَعْمَلُونَ اَمْ شَرًّ “Hayır mı, yoksa şer mi işleyeceğini görelim" demiş olsaydın, hayır ve şer kelimeleri üzerinde âmil olan,
تَعْمَلُون fiili olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
النَّظَرُ kelimesi kesin bilgi anlamında kullanılır. Çünkü öğrenmenin en güçlü yolu, bakma/görme eylemi ile gerçekleşen idrak neticesinde olandır. İşte bu yüzden لِنَنْظُرَ kelimesinin buradaki manası لِنَعْلَمَ ’dir. Yani bundan sonra yapacağınız amellerinizi görelim/öğrenelim/bilelim. العِلْمِ ’den murad edilense, bilginin başarma ile olan ilişkisi nispetinde kıymetli oluşudur. (Âşûr)
لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ cümlesinde istiare-i temsiliyye vardır. Çünkü kulların Allah karşısındaki durumu halkın padişah karşısındaki durumlarına benzetilmiştir. Padişah, halkın nasıl iş yapacaklarını görmek için onlara mühlet verir. Allah’ın mühlet vermesi de böyledir. Müşebbehün bihe delalet eden isim, temsil yoluyla müşebbeh için istiare edilmiştir. En yüce temsil Allah’ındır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan كَيْفَ تَعْمَلُونَ۟ cümlesi, لِنَنْظُرَ fiilinin mef’ûlü konumundadır. İstifham ismi تَعْمَلُونَ۟ ,كَيْفَ fiilinin mef’ûlunden haldir.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif ve hüsn-i ta’lil sanatları vardır.
Bu kişilerin arzda öncekilerden sonra getirilmesi, Allah’ın, onların amellerini bilmesi bakımından sebeptir. Bu ifade Allah’ın, onların amellerinden razı olup olmadığının ortaya çıkmasından kinayedir. (Âşûr)
جَعَلْنَاكُمْ - تَعْمَلُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.Yeryüzünde dolaşan insan, çeşit çeşit nimetlerle karşılaştığında, hayran kalmaz mı? Çiçeğinden böceğini, doğasından yiyeceğini gördüğünde, hamd etmez mi? Cennetteki nimetlere, Allah bilir onlar nasıl güzel olacak diye düşünerek, kavuşma heyecanıyla dolmaz mı? Bu belki de şunun gibidir: Kahvenin kokusunu alan, çayın lezzetini alan, suyla yetinir mi? Renklere şahit olan, bile bile renksizliği seçer mi? Geçici dünya nimetlerine sevinen ve şaşan, sonsuz ahiret rızkına sırtını dönebilir mi?
Ey Allahım! Şüphesiz biz, Senden iki cihan saadetini isteyenlerdeniz. Dünya hayatıyla yetinenlerden değiliz. Hakiki mutluluğun geçicilikte gizlenmediğinden emin olanlardanız.
Ey Allahım! Biz, Sana kavuşma ümidiyle yaşayanlardanız. Umduğumuza nail eyle. Ayetlerine iman edenlerdeniz. Yar ve yardımcımız ol. Emirlerine itaat çabası içinde olanlardanız. Kusurlarımızı affet ve kabul buyur.
Sadece sıkıntıya düştüğünde değil, her anında Rabbini ananlardan, Allah yolunda sağlam adımlarla ilerleyenlerden, Cennetliklerin dualarına amin diyenlerden, Cennet selamını işitenlerden ve Cennet nimetlerine – Allah’ın huzurunda – hamd edenlerden olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji