بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّۜ وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَج۪يبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ اِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ اِلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِه۪ۜ وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَهُ | ancak O’nadır |
|
2 | دَعْوَةُ | du’a |
|
3 | الْحَقِّ | gerçek |
|
4 | وَالَّذِينَ | kimseler ise |
|
5 | يَدْعُونَ | du’a ettikleri |
|
6 | مِنْ |
|
|
7 | دُونِهِ | O’ndan başka |
|
8 | لَا |
|
|
9 | يَسْتَجِيبُونَ | isteklerini karşılayamazlar |
|
10 | لَهُمْ | kendilerinin |
|
11 | بِشَيْءٍ | hiçbir |
|
12 | إِلَّا | ancak |
|
13 | كَبَاسِطِ | uzatan kimse gibidir |
|
14 | كَفَّيْهِ | avuçlarını |
|
15 | إِلَى |
|
|
16 | الْمَاءِ | suya |
|
17 | لِيَبْلُغَ | gelsin diye |
|
18 | فَاهُ | ağzına |
|
19 | وَمَا | oysa |
|
20 | هُوَ | o |
|
21 | بِبَالِغِهِ | on(un ağzın)a gelmez |
|
22 | وَمَا | ve (işte) |
|
23 | دُعَاءُ | du’ası |
|
24 | الْكَافِرِينَ | kafirlerin |
|
25 | إِلَّا | ancak |
|
26 | فِي |
|
|
27 | ضَلَالٍ | boşa gider |
|
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّۜ
لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. دَعْوَةُ muahhar mübtedadır. الْحَقّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَج۪يبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ اِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ اِلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِه۪ۜ
وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَدْعُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَدْعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ دُونِه۪ car mecruru يَدْعُونَ ’nin mukadder mef’ûlunun mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَا يَسْتَج۪يبُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْتَج۪يبُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَهُمْ car mecruru يَسْتَج۪يبُونَ fiiline müteallıktır. بِشَيْءٍ car mecruru يَسْتَج۪يبُونَ fiiline müteallıktır.
اِلَّا hasr edatıdır. كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) manasındadır. كَبَاسِطِ car mecruru mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri, إلّا استجابة كاستجابة باسط كفّيه (avuçlarını açarak istemek gibi istemedikçe) şeklindedir.
Muzâf hazf edilmiştir. كَفَّيْهِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. كَفَّيْهِ müsenna olduğu için ى ile mecrurdur. İzafetten dolayı ن harfi hazf edilmiştir.
Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلَى الْمَٓاءِ car mecruru بَاسِطِ ’ye müteallıktır.
لِ harfi, يَبْلُغَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
أَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte بَاسِطِ ’ye müteallıktır.
يَبْلُغَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاهُ mef’ûlun bih olup harfle îrab olan beş isimden biri olup nasb alameti eliftir.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ haliyyedir. مَا nefy harfi olup لَيْسَ gibi amel eder. İsmini ref haberini nasb eder.
هُوَ munfasıl zamir مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur.
بِ harf-i ceri zaiddir. بَالِغِه۪ lafzen mecrur, مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubdur.
يَسْتَج۪يبُونَ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi جوب ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
بَاسِطِ kelimesi sülâsî mücerred olan بسط fiilinin ism-i failidir.
بَالِغِه۪ kelimesi sülâsî mücerred olan بلغ fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. دُعَٓاءُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْكَافِر۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
اِلَّا hasr edatıdır. ف۪ي ضَلَالٍ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. لَهُ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. دَعْوَةُ الْحَقّ, muahhar mübtedadır. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.
Bu izafet mevsufun sıfatına veya bir şeyin menşeine olan izafeti şeklindedir.
لَهُ ’deki lam harfi mecazi mülkiyet içindir. Hak etmek manasındadır. Car mecrurun mübtedaya takdim edilmesi tahsis ifade etmek içindir. Hakka davet, başkasının değil, sadece O’nun otoritesindedir. Bu izafi bir kasrdır. (Âşûr)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Ayetteki takdim kasr ifade eder. Olumsuz mananın yanında bir de olumlu mana ifadesi vardır. İzafî kasrdır. (Âşûr)
“Hak davet onundur.” Çünkü ibadet edilmeyi hak eden yahut ibadetine çağrılan odur, başkası değildir. Ya da kabul edilen dua O’na aittir; çünkü kendisine dua edene icabet eder. Arkadan gelen de bu görüşü teyit etmektedir. Hak, iki anlayışa göre de batılın karşıtıdır, davetin ona nispet edilmesi aralarındaki ilişkiden dolayıdır ya da hak olarak dua edilenin daveti O’nundur tevilindedir. (Beyzâvî)
Yerini bulan ve kabul olan dua, yalnız O'na olan duadır. Ayetin metninde duanın, الْحَقّ kelimesine izafe edilmesi, O’nun, hakla alâkadar olduğunu, hakkın O’na mahsus olduğunu, batıl ve dalalet şaibesinden uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَج۪يبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ اِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ اِلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِه۪ۜ
وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Faideî haber inkârî kelam olan …لَا يَسْتَج۪يبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ اِلَّا cümlesi müsneddir. Müsnedin menfi muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, teceddüt ve istimrar ifade eder.
Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında onlara tahkir ifade eder.
مِنْ دُونِه۪ izafeti, gayrının tahkiri içindir.
بِشَيْءٍ ’in tenkiri, nev ve taklil ifade eder. Kelimeye “hiçbir” anlamı katmıştır. Olumsuz siyakta nekre, umuma işaret eder.
بِشَيْءٍ kelimesindeki tenkir, tahkir içindir. (Âşûr)
Car mecrur كَبَاسِطِ, mahzuf mef’ûlü mutlaka müteallıktır. Takdiri, إلّا استجابة كاستجابة باسط كفّيه (avuçlarını açarak istemek gibi istemedikçe) şeklindedir.
لَا ve اِلَّا ile oluşan kasr, haberle car mecrur arasındadır.
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَبْلُغَ فَاهُ cümlesi, mecrur mahalde كَبَاسِطِ ’ya müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hal وَ ’ıyla gelen menfi isim cümlesi وَمَا هُوَ بِبَالِغِه۪ۜ, faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi, ليس gibi amel etmiştir. ليس ’nin haberine dahil olan بِ harfi zaiddir. Tekid ifade eder. Hal, sahibu’l-hali açıklamak için yapılan ıtnâb sanatıdır. Sahibu’l-hal, لِيَبْلُغَ ’daki zamirdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
Ayetteki teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, benzetme yönü hazf edildiği için de mücmel teşbihtir.
Bu ayette Allah Teâlâ bir şey anlamayan ve dualarına cevap vermeyen putlara tapan kâfirlerin halini, içmek için avucunu suya uzatan ama iki avucu da açık olduğu halde ağzına su ulaşmayan kişinin haline benzetmiştir. Bu teşbihteki amaç, müşebbehin durumu muhatap tarafından bilinmekle beraber, müşebbehin bu durumunun muhatabın zihninde yerleşmesini sağlamaktır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)
كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ (Avuçlarını uzatan gibi) Burada teşbih-i temsili vardır. Putların kendilerine dua edenlere cevap verememeleri, uzaktan avuçlarını açan kimseye, suyun cevap verememesine benzetilmiştir. Vech-i şebeh çok yönlüdür. (Safvetu't Tefasir, Ebüssuûd, Âşûr)
دَعْوَةُ - يَدْعُونَ - دُعَٓاءُ ve يَبْلُغَ - بَالِغِه۪ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَدْعُونَ - مَا دُعَٓاءُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, الْحَقّ - ضَلَالٍ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.
وَمَا هُوَ بِبَالِغِه۪ cümlesi ile لِيَبْلُغَ فَاهُ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يَدْعُونَ - يَسْتَج۪يبُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
كَفَّيْهِ - فَاهُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ
وَ istînâfiyyedir. Cümle menfi isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr üslubuyla tekid edilmiştir. مَا ve اِلَّٓا ile oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur mahzuf bir habere müteallıktır.
ف۪ي ضَلَالٍ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla dalalet içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü dalalet hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Sapkınlıktaki yüksek dereceyi ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
الْكَافِر۪ينَ - ضَلَالٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ ۩
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلِلَّهِ | ve Allah’a |
|
2 | يَسْجُدُ | secde ederler |
|
3 | مَنْ | olanların hepsi |
|
4 | فِي |
|
|
5 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
6 | وَالْأَرْضِ | ve yerde |
|
7 | طَوْعًا | gönüllü |
|
8 | وَكَرْهًا | (veya) zoraki |
|
9 | وَظِلَالُهُمْ | ve gölgeleri de |
|
10 | بِالْغُدُوِّ | sabah |
|
11 | وَالْاصَالِ | akşam |
|
وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ
وَ atıf harfidir. لِلّٰهِ car mecruru يَسْجُدُ fiiline müteallıktır. يَسْجُدُ merfû muzari fiildir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, fail olarak mahallen merfûdur.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
طَوْعاً hal olup fetha ile mansubdur. كَرْهًا atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
ظِلَالُهُمْ kelimesi atıf harfi وَ ’la مَنْ ’e matuf olup lafzen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِالْغُدُوِّ car mecruru يَسْجُدُ fiiline müteallıktır. الْاٰصَالِ kelimesi kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ
İstînâf وَ ’ıyla gelen ayetin ilk cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.
لِلّٰهِ şeklindeki car mecrur, kasr için takdim edilmiştir. Çünkü yerde ve gökte olan her şey, sadece O’na secde ederek boyun eğer. Mübtedanın, haber makamında olan لِلّٰهِ ’nin müteallakına olan kasrıdır. يَسْجُدُ مَنْ maksûr, لِلّٰهِ maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur. Yani secde, sadece Allah içindir.
Masdar kalıbındaki طَوْعاً hal konumunda mansubdur. وَكَرْهاً, aynı kalıpta gelerek, tezat nedeniyle طَوْعاً ’a atfedilmiştir. Aralarında muvazene sanatı vardır. Masdar kalıbında gelmeleri, bu halin zamandan ari oluşuna işaret eder. Sahibu’l-hal, مَن’dir.
وَظِلَالُهُمْ, fail olan مَنْ ’e matuftur.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Ayette secde edenler, gökte ve yerde olanlar ve gölgeleri olarak sıralanmıştır. Bu, taksim sanatı üslubudur.
Semavattan sonra arzın söylenmesi hususun umuma atfı babındandır. Çünkü semavat, arzı da içine alır.
طَوْعاً - كَرْهاً kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
سجود الظلال ibaresi istiaredir. Çünkü sözlükte “secde etmek” سجود, ya beden bütünü namına konuşan dil ile ya da sanat eserleri ve hilkat harikalarıyla tevazu göstermek ve boyun eğmek manasındadır. Sonra mecazi manaya aktarılarak namazın erkanından olan amelin adı olmuştur. Çünkü secde hali bedenin sakin, sabit ve dengeli tutulması, sırtın eğilmesi suretiyle secde edenin Yaratanına karşı tevazuunu ve boyun eğmesini ifade etmektedir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
Bu ayet secde ayetidir.
Tilavet secdesi; Kur’an’da on dört yerde geçen secde ayetlerinin okunması veya işitilmesi halinde yapılan secdeye denir. Bu secdenin yapılması vaciptir. Tilavet secdesiyle ilgili olarak Kur’an-ı kerimde geçen bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Onlara Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar!” (İnşikak Suresi, 21) Tilavet secdesinin vacip oluşuna delil olarak Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Peygamber (s.a.) Kur’an okurken içinde secde ayeti bulunan bir sureye geldiğinde secde ederdi.”
Secde ayetleri: Kur’an-ı Kerimde geçen secde ayetleri 14 tanedir:
1. Araf Suresinin 206; 2. Ra’d Suresinin 15, 3. Nahl Suresinin 49, 4. İsra Suresinin 107, 5. Meryem Suresinin 58, 6. Hac Suresinin 18, 7. Sad Suresinin 24, 8. Furkan Suresinin 60, 9. Neml Suresinin 25, 10. Secde Suresinin 15, 11. Fussilet Suresinin 37, 12. Necm Suresinin 62, 13. İnşikak Suresinin 21, 14. Alak Suresinin 19. Ayetidir. (Diyanet Kuran-ı Kerim )
Secde; kâinattaki akıllı ve gayri akil varlıklara has özellikler olarak, inkıyad ve hudû anlamında istiare edilmiştir. İhtiyarî neşet eden طَوْعاً insandan, كَرْهاً ise gayri ihtiyari cemaddan südur eder. Gölgelerin itaatinin manası onların uzayıp kısalmasıdır. (Muhyiddin Derviş)
Gölgelerin secde etmesinden murad, onların bir taraftan diğer tarafa meyletmeleri, güneşin alçalmasıyla uzayıp yükselmesiyle de kısalmalarıdır. O halde o gölgeler uzamalarında, kısalmalarında ve bir taraftan diğer bir tarafa meyletmelerinde, Allah’a inkıyâd etmiş ve teslim olmuşlar demektir. Burada, hassaten akşamdan ve sabahtan bahsedilmiştir; çünkü gölgeler, ancak bu iki vakitte büyür ve o çoğalırlar. (Fahreddin er-Râzî)
مَنْ akıllı varlıklara mahsus ism-i mevsûldür. Burada akılsız varlıkları da kapsamaktadır. Tağlîb ihtiva eder.
Yeryüzünde ve gökyüzündeki herkes, her şey Allah’a secde eder dedikten sonra gölgelerin secdesinden bahsedilmesi umumdan sonra husus bahsinden ıtnâbtır.
الْغُدُوِّ - الْاٰصَالِ ve السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Bu ilâhî hüküm, bütün vakitler için geçerli olduğu halde sabah ile akşamın zikre tahsis edilmesi, bu iki vakitte daha bariz olmasından dolayıdır. (Ebüssuûd)
قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلِ اللّٰهُۜ قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعاً وَلَا ضَراًّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ اَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُۚ اَمْ جَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِه۪ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْۜ قُلِ اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | مَنْ | kimdir? |
|
3 | رَبُّ | Rabbi |
|
4 | السَّمَاوَاتِ | göklerin |
|
5 | وَالْأَرْضِ | ve yerin |
|
6 | قُلِ | de ki |
|
7 | اللَّهُ | Allah! |
|
8 | قُلْ | O halde, de |
|
9 | أَفَاتَّخَذْتُمْ | mi edindiniz? |
|
10 | مِنْ |
|
|
11 | دُونِهِ | O’ndan başka |
|
12 | أَوْلِيَاءَ | veliler |
|
13 | لَا |
|
|
14 | يَمْلِكُونَ | gücü olmayan |
|
15 | لِأَنْفُسِهِمْ | kendilerine |
|
16 | نَفْعًا | bir fayda |
|
17 | وَلَا | ve veremeyen |
|
18 | ضَرًّا | bir zarar |
|
19 | قُلْ | de ki |
|
20 | هَلْ |
|
|
21 | يَسْتَوِي | bir olur mu? |
|
22 | الْأَعْمَىٰ | kör |
|
23 | وَالْبَصِيرُ | ve gören |
|
24 | أَمْ | yahut |
|
25 | هَلْ |
|
|
26 | تَسْتَوِي | bir olur mu? |
|
27 | الظُّلُمَاتُ | karanlıklar |
|
28 | وَالنُّورُ | ve aydınlık |
|
29 | أَمْ | yoksa |
|
30 | جَعَلُوا | buldular da |
|
31 | لِلَّهِ | Allah’a |
|
32 | شُرَكَاءَ | ortaklar |
|
33 | خَلَقُوا | yaratan |
|
34 | كَخَلْقِهِ | O’nun yarattığı gibi |
|
35 | فَتَشَابَهَ | benzer (mi) göründü |
|
36 | الْخَلْقُ | bu yaratma |
|
37 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
38 | قُلِ | de ki |
|
39 | اللَّهُ | Allah’tır |
|
40 | خَالِقُ | yaratıcısı |
|
41 | كُلِّ | her |
|
42 | شَيْءٍ | şeyin |
|
43 | وَهُوَ | ve O |
|
44 | الْوَاحِدُ | tektir |
|
45 | الْقَهَّارُ | kahredendir |
|
Bu ayette teşabüh vardır. Müşebbeh ve müşebbehe bih arasındaki ortak mana olan camî, yani vech-ü şebe’nin müşebbehu bihde, müşebbehten olduğundan daha kuvvetli olması gerekir. Eğer teşbihte bu durum yoksa, yani ikisinden birinin diğerine üstünlüğü kastedilmiyorsa bu durumda teşbih değil teşabüh yapmak gerekir. Bunu; “teşbihten maksadın aynı güzellikte iki şeyi ifade etmek olduğu durumlar” şeklinde tarif edebiliriz. Bunun için teşabehe fiili kullanılır. (Kur’an Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)
Ayette müşriklerin, Allah dışında bir yaratıcının halk ettiği şeyi, Allah’ın yarattıklarıyla eş değerde tutma zihniyetinde oldukları ifade edilmektedir.
“Hel yestevil a’ma vennur, em hel yesteviz zulümatü vennur” şeklindeki harika istiarede “zulumat” dalalet ve küfür için, “nur” hidayet ve iman için olduğu gibi “basar” mü’minler için,”a’ma” da kafirler için müstear olmuştur. Manası şöyledir; görenle görmeyen bir olmadığı gibi, bu nurun ru’yetinden habersiz olan müşrikle, hakkın nurunu gören mü’min bir olmaz. Görenle görmeyen arasındaki fark, batıl ile hak arasındaki fark açıktır. Karanlıkla nur arasındaki fark, iman ve dalalet arasındaki fark da aşikardır. Batıl eğer fazlalaşır yükselişe geçerse, batıl yayılır, sonra yok olur gider sözünde olduğu gibi, muhakkak ki Allah onu siler, kazır yok eder. (Sabunî ve Kur’an Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)
”Kul lillahu” ifadesinde icaz-ı hazif vardır. Takdiri; “Allahu halikus semavati vel ard” dır. Siyakın delaletiyle mübtedanın haberinin mahzuf olduğu anlaşılmaktadır. Bu eşsiz bir îcazdır. Araplara göre Belagat îcazdadır. (Sabuni)
Semavat – arz, nef’an – darran, a’ma – basîr, zulümât – nur, şürekae – vahid kelimeleri arasında tıbak-ı icab vardır.
Yestevî – testevî; halekû – hâlikû – halku – halkıhi kelimeleri arasında iştikak cinası, Kul (beş kere), em kelimelerinin tekrarında ve bütün bu kelimeler arasında reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Ayetteki istifham edatları hemze ve hel ile başlayan iki soru cümlesi gerçek soru manasında değildir. Hemze ve hel asli manası dışında nehiy manası ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kınama ve azarlama kastı vardır. Mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ayetin son cümlesindeki Allah Teala’nın sıfatlarının, ayetin içeriğiyle son derece mütenasip olması muraatün nazîr sanatının güzel bir örneğidir.
قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
مَنْ istifham ismi mübteda olarak mahallen merfûdur. رَبُّ haber olup lafzen merfûdur. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyh olup cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.
قُلِ اللّٰهُۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, اللّٰهُ ’dur. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. Haber mahzuftur. Takdiri, ربّ السموات şeklindedir.
قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعاً وَلَا ضَراًّۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Hemze istifham harfidir. فَ atıf harfidir. اتَّخَذْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfudur.
مِنْ دُونِه۪ٓ car mecruru اَوْلِيَٓاءَ ’nin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَوْلِيَٓاءَ mef’ûlun bih olup sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.
İsimler îrab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından ikiye ayrılır:
1. Munsarif isimler: Tenvini ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.
2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.
Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayri munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا يَمْلِكُونَ fiili, اَوْلِيَٓاءَ ’nin sıfatı olarak mahallen mansubdur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَمْلِكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لِاَنْفُسِهِمْ car mecruru يَمْلِكُونَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَفْعاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. ضَراًّ kelimesi atıf harfi وَ ’la نَفْعاً ’e matuftur.
اتَّخَذْتُمْ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır.
İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. هَلْ istifham harfidir. يَسْتَوِي fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
الْاَعْمٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
الْبَص۪يرُ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْاَعْمٰى ’ya matuftur.
يَسْتَوِي fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftial babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftial babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُۚ
اَمْ munkatı’ olup بل manasındadır. هَلْ istifham harfidir. يَسْتَوِي fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
الظُّلُمَاتُ fail olup damme ile merfûdur. النُّورُ kelimesi atıf harfi وَ ’la الظُّلُمَاتُ ’ye matuftur.
اَمْ جَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِه۪ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْۜ
اَمْ munkatı’ olup بل manasındadır. جَعَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لِلّٰهِ car mecruru شُرَكَٓاءَ ’nin mahzuf haline müteallıktır. شُرَكَٓاءَ kelimesi جَعَلُوا fiilinin mef’ûlu olup fetha ile mansubdur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلّٰهِ ifadesinde yer alan ل harfi, hem mülkiyeti, sahipliği hem de mutlak egemenliği ifade eder. Mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ancak hakimiyetleri noksan olan idareciler zulmeder. Ama Yüce Allah mutlak egemenliğe sahip olduğundan kullarına zulmetmez. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 109)
خَلَقُوا fiili, شُرَكَٓاءَ ’nin sıfatı olarak mahallen mansubdur. خَلَقُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَخَلْقِه۪ car mecruru mahzuf sıfata müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. تَشَابَهَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْخَلْقُ fail olup lafzen merfûdur.
عَلَيْهِمْ car mecruru تَشَابَهَ fiiline müteallıktır.
شُرَكَٓاءَ kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe, benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلِ اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ ’dur. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. خَالِقُ haber olup lafzen merfûdur. كُلِّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur, شَيْءٍ de muzafun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْوَاحِدُ haber olup lafzen merfûdur.
الْقَهَّارُ kelimesi ise ikinci haber olup lafzen merfûdur.
قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Müstenefe olarak fasılla gelen cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli ise istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olsa da soru kastı taşımayıp tevbih ve inkâri anlamda geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Müsned konumundaki رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ izafetinde, السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ kelimelerinin Rabb ismine izafesi, veciz anlatım kastının yanında, onlara tazim ifade eder.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Semavattan sonra arzın söylenmesi hususun umuma atfı babındandır. Çünkü semavat, arzı da içine alır.
قُلِ اللّٰهُۜ
Müstenefe olarak fasılla gelen cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavlinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Lafza-i celal, takdiri رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ (Semavatın ve arzın Rabbi) olan haber için mübtedadır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celalle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Peygamberimize (s.a.), böyle cevap vermesinin emredilmesi, bu cevabın değişmez olduğunu, kendisi ile hasmın, bu cevapta eşit olduklarını zımnen bildirmek içindir. Yahut bu emir, onların itiraflarını hikâye etme emridir.
Bu da bu hususun, onlar için de kaçınılmaz olduğunu bildirmek içindir. Sanki şöyle denilmiştir: Ey Resulüm! Onların itiraflarını hikâye et; böylece onların aleyhinde sabit olan hüccet ile onları sustur. Yahut bu emir, ilzam edilmekten kaçınmak için eğer cevapta tereddüt ederlerse, kendilerine bu cevabı telkin etmek içindir. Zira onlar o durumda inkâra muktedir olamazlar. (Ebüssûud)
قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعاً وَلَا ضَراًّۜ
İstînafiyye olarak fasılla gelen cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ cümlesi, takdiri أأقررتم بالجواب (Cevabı kabul ettiniz mi?) olan mukadder mekulü’l-kavle matuftur.
Cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze inkâri manadadır. İstifham üslubunda gelmiş olsa da soru kastı taşımayıp tevbih ve inkâri anlamda olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelam olan لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعاً وَلَا ضَراًّۜ cümlesi, اَوْلِيَٓاءَ için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb sanatıdır.
Olumsuzluğun tekidi için nefy harfi tekrarlanmıştır.
Nefislere zarar ve fayda veremeyecek özelliğe sahip olanlar اَوْلِيَٓاءَ ’da cem’ edilmişlerdir. Cem' ma’at-taksim sanatıdır.
مِنْ دُونِه۪ izafeti gayrının tahkiri içindir.
نَفْعاً - ضَراًّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ
İstînafiyye olarak fasılla gelen cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli ise muzari fiil sıygasında gelmiş, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda olsa da soru kastı taşımayıp tevbih ve inkâri anlamda geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
الْاَعْمٰى ve الْبَص۪يرُۙ kelimelerinde istiare vardır. الْبَص۪يرُۙ mümine, الْاَعْمٰى kâfire benzetilmiştir.
الْاَعْمٰى - الْبَص۪يرُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قُلْ emrinin tekrar edilmesi, özel bir ihtimam içindir. Çünkü daha önce zikredilen mana, ilahlarına ibadet edilmesini geçersiz kılmak içindir. (Âşûr)
هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُ [Hiç körle gören bir olur mu? ] Yani iyilik açısından gözleri görmeyen bir kimseyle gören kimse eşit olmadığı gibi, Allah'ın azamet ve kudretini bilmeyen müşrik de, bunları bilen muvahhidle eşit değildir. Burada ki الْاَعْمٰى [kör] den maksat, hakka karşı kör olup batılı görendir. الْبَص۪يرُ [Gören]’den maksat da hakkı görüp batıla karşı gözü kapalı olandır. (Ruhu’l Beyan)
اَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُۚ
Müstenefe olan اَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُۚ cümlesine dahil olan اَمْ , idrâb harfi بل manasındadır. Muzari fiil sıygasında gelen cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle istifham üslubunda olsa da soru kastı taşımayıp tevbih ve inkâri anlamda geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
تَسْتَوِي - يَسْتَوِي kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الظُّلُمَاتُ - النُّورُۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. Ayrıca bu kelimelerde tasrihi istiare vardır. Nur: İslam, sırat-ı müstakim; karanlıklar ise küfür, yanlış yollardır. Küfür; içinde yürüyenlerin yollarını şaşırıp saptığı karanlık gibidir. İman ise yoldan çıkanlara yol gösteren, şaşkınları doğru yola ileten nur gibidir. İmanın neticesi, naîm cennetlerine ve sevaba erildiği için aydınlıktır. Küfrün neticesi ise cehennem ve azap olduğu için karanlıktır.
الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ [Karanlık ve nûr] yokluk ve varlık diye tefsir edildiği gibi, hidayet ve zıddı olarak da tefsir edilir. Karanlığın önce zikredilmesi; eşyanın yokluğunun varlığından önce olması sebebiyledir.
İki hal arasındaki tesviyenin olumsuzlanması, iki hali benzetmek demektir. Bu; teşbihi beliğ sıygasındandır. (Âşûr)
اَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ [Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?] Bunlar eşit olmadığı gibi, şirk ve inkârla tevhid ve marifet de eşit değildir. Ayetteki, şirki ifade için kullanılan الظُّلُمَاتُ [karanlık] kelimesi, şirkin çeşitli şekilleri olduğu için çoğul kullanılmıştır. Bunlar, Hristiyanların şirki, Yahudilerin şirki, puta tapıcıların şirki ve mecusilerin şirkidir. Tevhid ise bunun aksine tektir. (Ruhu’l Beyan)
اَمْ جَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِه۪ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْۜ
Bu cümledeki soru edatı da, inkâr içindir. Yani “Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar yoktur.” demektir. (Ruhu’l Beyan)
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede اَمْ, idrâb harfi بل manasındadır. Sonrasındaki istifham harfi mahzuftur. Mazi fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle, istifham üslubunda olsa da soru kastı taşımayıp alay ve tahkir manalarına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan خَلَقُوا كَخَلْقِه۪ cümlesi, شُرَكَٓاءَ için sıfat konumundadır.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ cümlesi aynı üslupta gelerek sıfat cümlesine atfedilmiştir.
Ayetteki teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, vechi şebeh hazf edildiği için mücmeldir.
İstifham, tehekküm ve kafa karışıklığı için kullanılmıştır. (Âşûr)
قُلِ اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ
Müstenefe olarak fasılla gelen cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli ise, mübteda ve haberden müteşekkildir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin izafetle marife olması, faydayı çoğaltmak, daha kâmil bir hale getirmek içindir. Allah’ın yaratma sıfatında ortağı olmadığını, her şeyi yaratanın o olduğunu vurgular.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, nev ve tazim ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
خَلَقُوا - خَالِقُ -الْخَلْقُ - خَلَقُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قُلِ - اَمْ - هَلْ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
قُلْ emrinin tekrarı, delille susturmak ve bağlayıcılığı pekiştirmek içindir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Ayetin fasılası olan وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ cümlesi, mekulü’l-kavle matuftur. Bu cümlenin mekulü’l-kavlden ayrı olarak istinaf cümlesi olduğu da söylenmiştir.
Sübut ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber, inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Mübteda ve haber arasındaki kasr, kasr-ı mevsuf, ale’s-sıfattır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْقَهَّارُ, ikinci haberdir.
Haber olan iki vasfın, aralarında وَ olmadan gelmesi her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder.
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
الْوَاحِدُ - الْقَهَّارُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Bu cümlede olduğu gibi mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَداً رَابِياًۜ وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَٓاءَ حِلْيَةٍ اَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُۜ كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ فَاَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ وَاَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْاَرْضِۜ كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَنْزَلَ | indirdi |
|
2 | مِنَ |
|
|
3 | السَّمَاءِ | gökten |
|
4 | مَاءً | bir su |
|
5 | فَسَالَتْ | çağlayıp aktı |
|
6 | أَوْدِيَةٌ | dereler |
|
7 | بِقَدَرِهَا | kendi ölçüsünce |
|
8 | فَاحْتَمَلَ | ve taşıdı |
|
9 | السَّيْلُ | sel |
|
10 | زَبَدًا | köpüğü |
|
11 | رَابِيًا | üste çıkan |
|
12 | وَمِمَّا | ve vardır |
|
13 | يُوقِدُونَ | yak(ıp erit)tikleri madenlerden de |
|
14 | عَلَيْهِ | onların |
|
15 | فِي |
|
|
16 | النَّارِ | ateşte |
|
17 | ابْتِغَاءَ | yapmak için |
|
18 | حِلْيَةٍ | süs |
|
19 | أَوْ | yahut |
|
20 | مَتَاعٍ | eşya |
|
21 | زَبَدٌ | bir köpük |
|
22 | مِثْلُهُ | bunun gibi |
|
23 | كَذَٰلِكَ | böyle |
|
24 | يَضْرِبُ | benzetme ile anlatır |
|
25 | اللَّهُ | Allah |
|
26 | الْحَقَّ | hakkı |
|
27 | وَالْبَاطِلَ | ve batılı |
|
28 | فَأَمَّا | ne zaman ki |
|
29 | الزَّبَدُ | köpük |
|
30 | فَيَذْهَبُ | gider |
|
31 | جُفَاءً | yok olup |
|
32 | وَأَمَّا | ve |
|
33 | مَا | şey ise |
|
34 | يَنْفَعُ | yararlı olan |
|
35 | النَّاسَ | insanlara |
|
36 | فَيَمْكُثُ | kalır |
|
37 | فِي |
|
|
38 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
39 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
40 | يَضْرِبُ | örnek verir |
|
41 | اللَّهُ | Allah |
|
42 | الْأَمْثَالَ | misaller |
|
ل Seyele : سالَ bir şey aktı demektir. İf’al formundaki أسالَ ise akıttı manasına gelir. إسالَةٌ sözcüğü hakikatte eritildikten sonra bakırın aldığı haldir. سَيْلٌ ise aslen bir mastar olmasına rağmen sonradan yağmurunun senin üzerine yağmadığı halde sana ulaşan suya/sele verilen isim olmuştur. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sel, seyyal (akışkan) ve isaledir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
زبد Zebede : زَبَدٌ suyun köpüğü demektir. Tereyağı da -زُبْدٌ- renk olarak köpüğe benzediği için bu kökten türetilmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli Zübeyde (öz, asıl, cevher)’dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَداً رَابِياًۜ
Fiil cümlesidir. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru اَنْزَلَ fiiline müteallıktır. مَٓاءً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ atıf harfidir. سَالَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. اَوْدِيَةٌ fail olup lafzen merfûdur.
بِقَدَرِهَا car mecruru سَالَتْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. احْتَمَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. السَّيْلُ fail olup lafzen merfûdur. زَبَداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
رَابِياً kelimesi زَبَداً ’in sıfatı olup lafzen mansubdur.
احْتَمَلَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi حمل ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
رَابِياً kelimesi sülâsî mücerred olan ربو fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَٓاءَ حِلْيَةٍ اَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُۜ
وَ atıf harfidir. مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harf-i ceriyle birlikte mahzuf mukaddem habere müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يُوقِدُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُوقِدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَيْهِ car mecruru يُوقِدُونَ fiiline müteallıktır. فِي النَّارِ car mecruru عَلَيْهِ ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır.
ابْتِغَٓاءَ sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclihtir. حِلْيَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Fiilin oluş sebebini bildiren mef’ûldür. “Mef’ulün lieclihi” veya “Mef’ulün min eclihi” de denir. Mef’ulün leh mansubdur. Fiile, “neden, niçin?” soruları sorularak bulunur.
Türkçede “için, -den dolayı, sebebiyle, -sın diye, ta ki zira, maksadıyla, uğruna” gibi manalara gelir. Mef’ûlün leh fiilinin önüne geçebilir.
2 tür kullanımı vardır: 1) Harf-i cersiz kullanımı. 2) Harf-i cerli kullanımı
1. Harf-i cersiz kullanımı:
Harf-i cersiz olması için şu şartlar gereklidir:
a. Mef’ûlün leh, cümledeki fiilin masdarı dışında bir masdar olmalıdır.
b. Nekre (belirsiz) olmalıdır.
c. Mef’ûlün leh olacak masdarın (iç duygularımızı ifade ettiğimiz, “saygı göstermek, küçümsemek, korkmak, bilmek, bilmemek” gibi) kalbî fiillerden olması gerekir.
d. Fiilin faili ile mef’ûlün faili aynı olmalıdır.
e. Fiilin oluş zamanı ile mef’ûlün lehin oluş zamanı aynı olmalıdır.
Not: Mef’ûlün lehin harf-i cersiz kullanılabilmesi için yukarıdaki 5 şartın beraber bulunması gerekir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçede “veya, yahut, ya da yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَتَاعٍ kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. زَبَدٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi زَبَدٌ ’un sıfatı olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ فَاَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ
Fiil cümlesidir. كَ, harf-i cerdir. مثل “gibi” demektir. Bu ibare, amili يَضْرِبُ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
يَضْرِبُ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْحَقَّ kelimesi mef’ûlun bih olup lafzen mansubdur.
الْبَاطِلَ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
فَ, atıf harfidir. اَمَّا tafsil manasında şart harfidir.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
الزَّبَدُ mübteda olup lafzen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
يَذْهَبُ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
جُفَٓاءً hal olup fetha ile mansubdur.
وَاَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْاَرْضِۜ
وَ atıf harfidir. اَمَّا tafsil manasında şart harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَا, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَنْفَعُ النَّاسَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَنْفَعُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
يَمْكُثُ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
فِي الْاَرْضِ car mecruru يَمْكُثُ fiiline müteallıktır.
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَۜ
Fiil cümlesidir. كَ, harf-i cerdir. مثل “gibi” demektir. Bu ibare, amili يَضْرِبُ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
يَضْرِبُ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْاَمْثَالَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَداً رَابِياًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مَٓاءًۚ ’deki tenvin kesret ve tazim ifade eder.
Kendisiyle hidayet verilen Kur'an'ın gökten indirilmesi, hayat ve menfaat olan suyun gökten inmesine benzetilmiştir. (Âşûr)
Aynı üslupta gelen فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا cümlesi ve فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَداً رَابِياًۜ cümlesi, istînâfa فَ ile atfedilmişlerdir. Cümlelerin atıf sebebi temâsüldür.
اَوْدِيَةٌ ve زَبَداً kelimelerindeki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
رَابِياً kelimesi, زَبَداً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اَوْدِيَةٌ kelimesi nekre olarak getirilmiştir. Zira yağmur, bölgeler arasında sıra ile yağar. Böylece de yeryüzünün bazı çayları akarken bazıları akmaz. (Fahreddin er-Râzî)
Ayet-i kerîmedeki فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا ifadesinde bir şeyin mekânına isnad edilmesi türünden mecâz-ı aklî vardır. Zira akan, vadiler değil vadilerin sularıdır. Yani Allah Teâlâ, bulutlardan yağmuru indirir. Her bir vadi ve nehir, büyüklük ve küçüklüğüne göre bu yağmurdan payını alır ve vadilerin suları sel olup akar. Burada imanı kabul etme hususunda kalplerin darlık ve genişlik yönünden birbirinden farklı oluşuna da işaret vardır. Bir de ayet-i kerimenin tamamı dikkate alındığında yapılan benzetmede vech-i şebeh birçok unsurdan meydana geldiği için teşbîhi temsîlî bulunmaktadır.
Allah, böylece ayette bahsi geçenleri, hak ve batıl bir araya geldiğinde onlara misal olarak vermiştir. Sabit ve faydalı olan hak yine sabit ve faydalı suya, temiz ve saf madene benzetilmiş. Yok olup giden ve fayda vermeyen batıl ise selin etrafına fırlatıp attığı köpük, çerçöp ve eriyince madenden çıkan kir ve pasa benzetilmiştir. Netice olarak hak karşısında batılın devam edebilme imkânı yoktur. (Zuhaylî, c. VII, s. 156, 159; Sâbûnî, c. II, s. 84; Ayrıca bkz. Zemahşerî, c. III, s. 345; Beydâvî, c. III, s. 185; Ebu Hayyân, c. V, s. 371-372; Ebussuûd, c. V, s. 14-15; Âlûsî, c. XIII, s. 129-132; İbni Âşûr, c. XIII, s. 116-121)
سَالَتْ - السَّيْلُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَٓاءَ حِلْيَةٍ اَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُۜ
وَ ’la …اَنْزَلَ cümlesine atfedilen bu cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Başındaki harf-i cerle birlikte mahzuf mukaddem habere müteallık ism-i mevsûlun sılası olan … يُوقِدُونَ عَلَيْهِ cümlesi, müspet muzari sıygada gelerek, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
مِمَّا ’daki min başlangıç içindir, ya da ba’ziyyet (bir kısım) manasınadır. (Beyzâvî, Âşûr)
Muahhar mübteda olan زَبَدٌ ’deki tenvin nev ve tahkir ifade eder.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
حِلْيَةٍ ve مَتَاعٍ kelimelerindeki tenvin nev ifade eder.
يُوقِدُونَ - النَّارِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
زَبَدٌ مِثْلُهُ cümlesinde müsnedin müsnedin ileyhe takdim edilmesi, müsnedin önemi sebebiyledir. Çünkü bu; Yüce Allah'ın harika bir eseri olarak kabul edilir. Ayrıca bu takdim muhatabın müsnedün ileyhi merakla beklemesine sebep olur. (Âşûr)
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ, amili يَضْرِبُ olan mahzuf bir mef’ûlü mutlaka müteallıktır.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki isti’mali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mef’ûl olan الْحَقَّ kelimesinin takdiri مِثل (gibi) olan muzâfı mahzuftur. Tezat sebebiyle الْحَقَّ ’ya atfedilen الْبَاطِلَۜ kelimesinin de muzâfı olan مِثل, mahzuftur.
يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ ibaresinde îcaz-ı hazif vardır. Takdiri, كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ مِثل الْحَقّ وَمِثل الْبَاطِلَ şeklindedir. Bunun delili كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَۜ lafzıdır. Benzetmeler hakla batılın ve hidayetle dalaletin arasındaki farkı ortaya koymak için yapılmıştır. (Sâbûnî )
Bu ayet-i kerimede Allah Teâlâ, muhteşem bir temsîli teşbih ile benzetme yapmıştır. Hakkı, yeryüzünü sulayan temiz suya ve insanların faydalandığı madenlerin saf cevherine, batılı ise suyun sathında gözüken kire ve maden cevherinin kısa zamanda yok olup gidecek olan curufuna benzetmiştir. Bu; güzellik ve görkemin son noktasında bediî bir temsildir. (Sâbûnî)
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ [Allah, hak ve batıl için böylece misal verir.] ayetinin siyakıyla birlikte Allah suya avucunu açan kimsenin betimlemesi üzerinden körle görenin karşılaştırmasını, karanlık ve aydınlık benzetmesini ve köpük temsilini anlattıktan sonra “hak” kelimesine de öncelik vererek muhataba adeta “sen hak ve batıl için verilen bu örneklerden hak ve batılın ne olduğunu iyi düşün ve anla” demiş ve ders çıkarma yönünü muhataba bırakmıştır. Fakat müfessirlerin muşevveş leff-ü neşr kabul ettikleri bu ayet muhtelit leff-ü neşr sayılabileceği gibi ma’kus leff-ü neşr için güzel bir örnek oluşturabilmektedir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
فَاَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ
Makabline فَ ile atfedilen cümlede اَمَّا, şart ve tafsil harfidir. Şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ, mübteda olan الزَّبَدُ ’nun haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesinde müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ cümlesinden sonra konuya geri dönüş yapılması metne manevi bir güzellik katan, istitrat sanatıdır.
وَاَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْاَرْضِۜ
Önceki şart cümlesine وَ ’la atfedilen bu cümle de, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَيَمْكُثُ فِي الْاَرْضِۜ, mübteda olan ism-i mevsûl مَا’nın haberidir. Müşterek ism-i mevsûlün sılası يَنْفَعُ النَّاسَ, muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Cevap cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sübut ifade eden bu isim cümlesinin müsnedinin muzari fiil olarak gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَۜ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ, amili يَضْرِبُ olan mahzuf bir mef’ûlü mutlaka müteallıktır.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki isti’mali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Müsnedün ileyh olan Allah lafzı iki kez zikredilmiştir. Tüm esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlin tekrarı, telezzüz, teberrük ve haşyet duygularını artırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ [İşte Allah böyle misaller vermektedir.] cümlesi, verilen temsilin şanını tazim etmekte ve daha önce zikredilen, كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ [İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir.] cümlesini de tekid etmektedir. (Ebüssûud)
مِثْلُهُۜ - الْاَمْثَالَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr,
الزَّبَدُ ,كَذٰلِكَ ,يَضْرِبُ ,اَمَّا - اللّٰهُ kelimelerinin tekrarında reddül reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ ve الْحَقَّ - الْبَاطِلَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab يَذْهَبُ - يَمْكُثُ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
السَّمَٓاءِ - اَوْدِيَةٌ - الْاَرْضِ ve مَٓاءً - السَّيْلُ ve حِلْيَةٍ - مَتَاعٍ - يَنْفَعُ ve جُفَٓاءًۚ - زَبَدٌ - رَابِياًۜ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanat vardır.
كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ cümlesi ile كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
ضرِبُ الْمثَل ibaresi istiâredir. يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَۜ ifadesiyle şu iki anlam kastedilmiştir: Birisi, Allah Teâlâ’nın bu ifadeyle onu beldelerde ve insanların dillerinde dolaştırmayı kastetmiş olmasıdır. Diğer anlamı ise tıpkı dikilmiş bir şeye insanların bakışları dikkat kesildiği gibi misalin de insanların zihinlerindeki izlenimleri uyaracak derecede tanınmışlığa sahip olması sebebiyle (onların ilgisini çekip konuyu daha kolay anlamalarını sağlaması için) önlerine konmasıdır. Nitekim dikilmiş bir nesne insanların bakışlarını kendine çeker. Bu yorumuyla “misal dikme/getirme” tabiri, Arapların ضربت الخِبَاء (çadırı kurdum/diktim) sözlerinden türetilmiştir ki bu, “Çadırın kazıklarını diktim, çadırı kazıklara tutturan iplerini bağlayıp kurdum” demektir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)لِلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ الْحُسْنٰىۜ وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُ لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ سُٓوءُ الْحِسَابِۙ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لِلَّذِينَ | için vardır |
|
2 | اسْتَجَابُوا | buyruğuna uyanlar |
|
3 | لِرَبِّهِمُ | Rablerinin |
|
4 | الْحُسْنَىٰ | en güzel (karşılık) |
|
5 | وَالَّذِينَ | ve kimseler ise |
|
6 | لَمْ |
|
|
7 | يَسْتَجِيبُوا | uymayan(lar) |
|
8 | لَهُ | ona |
|
9 | لَوْ | şayet |
|
10 | أَنَّ |
|
|
11 | لَهُمْ | kendilerinin olsa |
|
12 | مَا | bulunaların |
|
13 | فِي |
|
|
14 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
15 | جَمِيعًا | hepsi |
|
16 | وَمِثْلَهُ | ve bir misli daha |
|
17 | مَعَهُ | yanında |
|
18 | لَافْتَدَوْا | fidye verirlerdi |
|
19 | بِهِ | onu |
|
20 | أُولَٰئِكَ | işte |
|
21 | لَهُمْ | onların |
|
22 | سُوءُ | çok kötüdür |
|
23 | الْحِسَابِ | hesabı |
|
24 | وَمَأْوَاهُمْ | ve varacakları yer |
|
25 | جَهَنَّمُ | cehennemdir |
|
26 | وَبِئْسَ | ve ne kötü |
|
27 | الْمِهَادُ | bir yataktır |
|
لِلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ الْحُسْنٰىۜ
لِلَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, لِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf mukaddem habere müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اسْتَجَابُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اسْتَجَابُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لِرَبِّهِمُ car mecruru اسْتَجَابُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْحُسْنٰى muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
اسْتَجَابُوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi جوب ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamları katar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُ لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِه۪ۜ
وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası لَمْ يَسْتَج۪يبُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَسْتَج۪يبُوا fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَهُ car mecruru يَسْتَج۪يبُوا fiiline müteallıktır.
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri, ثبت (sabit oldu) şeklindedir.
لَهُم car mecruru اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. مَا müşterek ism-i mevsûl, اَنَّ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
فِي الْاَرْضِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. جَم۪يعاً hal olup fetha ile mansubdur.
مِثْلَهُ kelimesi atıf harfi وَ ’la müşterek ism-i mevsûle matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَعَ mekân zarfı, مِثْلَهُ ’nun mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.
افْتَدَوْا mahzuf elif üzere damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِه۪ car mecruru افْتَدَوْا fiiline müteallıktır.
افْتَدَوْا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi فدي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ سُٓوءُ الْحِسَابِۙ
Cümle الَّذ۪ينَ ’nin ikinci haberi olarak mahallen merfûdur. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.
لَهُمْ سُٓوءُ الْحِسَابِ cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَهُم car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. سُٓوءُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْحِسَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. مَأْوٰيهُمْ mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ى olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle ى ile biter. Fakat çok az olarak ا ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. مَأْوٰيهُمْ burada maksûr isim olduğu için takdiren merfû olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. جَهَنَّمُ haber olup gayri munsariftir.
Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَبِئْسَ الْمِهَادُ۟
وَ haliyyedir. بِئْسَ, zem anlamı taşıyan camid fildir. الْمِهَادُ failidir. بِئْسَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri, جهنّم şeklindedir.
بِئْسَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail; marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut مَا ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır:
1. Failinin ال ’lı gelmesi
2. Failinin ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi
3. Bu fiillerin مَا harfine bitişik olarak gelmesi
4. Failinin ism-i mevsûl olarak gelmesi
Burada faili ال ’lı gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ الْحُسْنٰىۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
لِلَّذ۪ينَ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْحُسْنٰى muahhar mübtedadır.
Mevsûlün sılası اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede bahsedilen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri, o kimselerin bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında onlara tazim ifade eder.
لِرَبِّهِمُ izafetinde, هِمُ zamirinin Rabb ismine muzâf olması sebebiyle, o kişiler şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Hak ile batılın mevcut halleri ile akıbetleri beyan edildikten sonra burada da, teşvik ve uyarı olarak daveti ikmal etmek üzere hak ile batıl mensuplarının akıbetleri beyan edilmektedir. (Ebüssûud)
وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُ لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِه۪ۜ
Atıfla gelen, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında onlar için tahkir ifade eder.
Mevsûlün sılası لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُ, menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الَّذ۪ينَ ’nin haberi şart cümlesi olarak gelmiştir. لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ şart cümlesidir. Cevap lamı ile gelen, mazi fiil sıygasındaki لَافْتَدَوْا بِه۪ۜ, cevap cümlesidir.
Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar ve tekit harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi اَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً وَمِثْلَهُ مَعَهُ, masdar teviliyle mahzuf şart fiilinin faili olarak mahallen merfûdur. Masdar-ı müevvel cümlesinde takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar mübteda yerindeki müşterek ismi mevsûlün sılası da mahzuftur. فِي الْاَرْضِ, bu mahzuf sılaya müteallıktır. اَنَّ ile tekid edilmiş bu masdar cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Nahivciler لَوْ edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır, diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
جَم۪يعاً lafzî tekiddir. Mübalağa ifade eder.
Bu kelam, onları bekleyen azabın, hiçbir ifade ile anlatılamayacak kadar korkunç olduğunu bildirmektedir. (Ebussuûd)
افْتَدَوْا (fidye verme), iki şeyden birisini diğerine bedel (karşılık) olarak vermektir. Ayetteki, “Onu muhakkak feda eder (fidye olarak verirdi).” fiilinin ikinci mef’ûlü hazfedilmiş olup bu, “Onlar onu, kendi canlarına karşılık fidye olarak verirdi.” demektir. Yani onlar bütün bu malları, kendilerini Allah’ın azabından kurtarmak için fidye olarak verirlerdi” anlamındadır. Buradaki بِه۪ۜ zamiri “yeryüzünde bulunan şeyler” ifadesindeki “şeyler”e yani مَا edatına racidir. (Fahreddin er-Râzî)
Ayette tefrik sanatı vardır. Rabblerine icabet edenlerin durumuyla, etmeyenlerin durumu arasındaki fark tefrik sanatı üslubuyla bildirilmiştir.
اسْتَجَابُوا - لَمْ يَسْتَج۪يبُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr sanatları vardır.
الَّذ۪ينَ kelimesinin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr sanatları vardır.
لِلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ الْحُسْنٰى cümlesi ile …وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ سُٓوءُ الْحِسَابِۙ
الَّذ۪ينَ ’nin ikinci haberi olan cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, o kimseleri tahkir amacına matuftur. اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi لَهُمْ سُٓوءُ الْحِسَابِۙ, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Az sözle çok anlam ifade etmek üzere izafetle gelen سُٓوءُ الْحِسَابِۙ, muahhar mübtedadır.
الْحُسْنٰى - سُٓوءُ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
İsm-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ, sığınağı cehennem olanları tahkir ve kınama amaçlıdır.
وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ۟
Makabline وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ, sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedün ileyhin izafetle gelmesi, tahkir içindir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cehennemin sığınılacak yer olması ifadesinde istiare vardır. Alay içindir. Sığınılacak yer insanın sıkıntılardan kaçarak kurtulduğu yerdir, onlar kendilerinin rahat olacaklarını zannettiler. “İşte size rahat, alın rahat yatağı” der gibidir. Onlar bu dünyada din ile alay ediyorlardı, bu sözlerde de onlara karşı alay vardır.
Kaçacak hiçbir yeri olmayanlar adeta kurtuluş yeri olarak cehenneme giderler.
Ayetin fasılası olan وَبِئْسَ الْمِهَادُ۟ cümlesindeki وَ, haliyyedir. Cümle gayrı talebî inşâî isnaddır. Zem fiili olan بِئْس ’nin mahsusu, mahzuftur. Bu hazif îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, جهنم’dir.
Zem fiili mahsusuyla birlikte tekid ifade eder.
Burada cehennem kelimesinin sarih olarak zikredilmiş olması, bundan önce onun karşıtı olarak zikredilen güzel mükâfatın da cennet olduğunu teyit etmektedir. (Ebussuûd)
الْمِهَاد [Yatak] lafzı, tehekkümî istiaredir. Dünyada rahatı, zevki, safayı tercih edip Allah’ın ayetlerini alaya alanlar aynı alay üslubu ile cezalandırılmıştır.
Azapla müjdelemek de öyledir. Onlar bu dünyada din ile alay ediyorlardı, bu sözlerde de onlara karşı alay vardır.
مَأْوٰيهُمْ sığınılacak yerdir. İnsanın, kötü ve zor bir durumdan uzaklaşmak için korunmak amacıyla saklandığı yere sığınak denir. Allah Teâlâ’nın cehennemi sığınak olarak vasıflandırması onların durumunun ne kadar korkunç olduğunu ortaya koyar. Cehennem sığınaksa onlara daha nasıl bir azap vardır? Bu, mübalağa sanatıdır.
الْمِهَادُ - مَأْوٰيهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatları vardır.17. âyette, gökten inen bir tür su veya yağmur ilâhi vahyi, ırmaklar ise bu vahiyden farklı faydalanma kapasitesine sahip zihinleri ve kalbleri sembolize etmektedir. Nasıl zihinler, kalbler ve ruhlar, kapasitesine göre yağmur alan ve ondan faydalanan vadiler veya ırmaklar gibi ise, aynı şekilde bizzat insanlar da, işlenmesi gereken madenler gibidir.
İlâhi vahyi insanlara taşıyan peygamberler ve onların vârisleri, insanları işleyen ve her birini kapasitesine göre saflaştıran, saf birer gümüş, altın, elmas vb. yapan maden işleyicileridir.
Hem yağmur sularını alıp akıtan ırmaklarda, hem de işlenen madenlerin üzerinde fazladan ve atılacak köpük oluşur; insan tabiatında da, aynen bunun gibi işlenme esnasında ortaya çıkan pek çok zararlı ve atılması gereken unsurlar vardır. Köpük veya atılması gereken bu zararlı unsurlar, hem hafif, hem değersiz olduğundan yüzeye çıkar ve yüzeyde görünür; o kadar ki, bazen altta akıp giden suyu ve insanda güzel huyları ve kabiliyetleri gizler.
Bâtıl, aynen bu köpük ve atılması gereken zararlı ve fazla madde gibidir. Fakat zahire, yani dış görünüme bakarak hüküm vermemek gerekir. Ne var ki, insanlar çok defa zahire bakarak aldanırlar; oysa nasıl köpük içi boş olduğunda patlayıverir veya kaybolup giderse, bâtıl da ayni şekilde içi boş olduğundan yok olup gitmeye mahkümdur (İsrâ Süresi/17: 81).
Hak ise, bizzat kelimenin anlam ve yapısından da anlaşılacağı üzere kalıcıdır, sabittir ve akıp giden su gibi bulunduğu ve ulaştığı her yerde hayata kaynaklık yapar.
Ömrünü yollara, kendini ilme adamış bir derviş yaşarmış. Gittiği yerlerde çok kalmaz, bir kaç hafta içerisinde yoluna devam edermiş. Alimleri arar bulur, peşlerinden ayrılmazmış. Ardında çok öğrenci bırakır, isimlerini bile bilmezmiş. Gönüllere yerleşen sevgisi dile getirildiğinde: ‘Allah rızası için müminlerin muhabbeti karşılıklıdır.’ dermiş.
Yoldan sapmış nankörleri gördüğünde hiddetlenir, asasını yere vururmuş. Orada bulunan her canlı, çıkan gürültüye başını çevirirmiş. Fısıltıyla konuşmasına rağmen, rüzgar, her kelimesini dinleyen kulaklara taşırmış. Şüphesiz; hakkın sesi, batıldan üstün:
Ey insan! Bakışlarını, bastığın topraklardan gökyüzüne çevir. Sahip olduklarının çokluğuna ve olmasa istemeyi akıl bile edemeyeceğin nimetlere bak. Hakikati görene; şükür nankörlükten kolaydır. Ahiret saadeti, dünya hırslarından hoştur. ‘Elhamdulillah!’: Rabbine kavuşan her kulun dudaklarından dökülendir.
Ey insan! Rabbin Allah’ın, sana bahşettiği şeref üzerine düşün. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ve onların gölgelerinin secdesinden ibret al. Onların secdesi mecburiyetten, seninkisi ise bilinçli gerçekleşen. Günahlarına uydurduğun kılıfların her birini yırtıp at. Seni kendisine secdeye çağıran Rabbine koş.
Allahım! Ömrümü; köpük misali kaybolup gideceklerin peşinden koşarak harcamaktan, Sana sığınırım. Benliğimi; daima hakkı ve şükrü seçenlerden eyle. Kalbimi; imanımı güçlendirecek hallerle meşgul eyle. Beni; Sana secde edenlerden ve secde halindeyken dünyalıklardan sıyrılanlardan eyle.
Allahım! Beni; secdesini kabul buyurduğun kullarından eyle. Ve son nefesini; hakkı ve şükrü seçmiş, imanı nurunla tamamlanmış, borçları rahmetinle kapanmış ve kalbiyle bedeni secdeye durmuş haldeyken verenlerden eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji